AK Gençliğin Buluşma Noktası
Haberler Dünyadan ve Ülkemizden son dakika haberler burada.


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 03-19-2011, 00:21   #1
Kullanıcı Adı
Uzun
Standart Yakın Tarih Boyunca Propaganda ve Straji
Internette dolaşırken söyle bir yazı buldum. Akp bir de akp üyelerinin bu yazıya göre düşüncelerini merak ediyorum. Umarım sıkılmadan 10 dk nizi ayırıp okursunuz.
(Saygı çerçevesi içerinde bir tartışma yaratabilirsek sevinirim.)




III. YAKIN TARİH BOYUNCA PROGRAM VE STRATEJİ
Millî programı, Millî stratejiyi ve siyasetleri oluşturmak, hükümetlerin işidir.

Rejimden ve siyasal iktidardan bağımsız soyut bir güvenlik kavramı yoktur. Güvenlik, her zaman ülkenin önüne konan programın, millî hedefe götüren stratejinin güvenliğidir.

Türkiye'nin güvenlik stratejileri, yakın geçmişte 1920, 1945, 1980 ve 2007 yıllarındaki dönüm noktalarında kararlaştırılan programlara ve genel stratejilere göre belirlendi

1. İstiklâl Savaşı'nın stratejisi ve güvenliği
Kurtuluş Savaşı yıllarında, İstanbul'daki Osmanlı hükümetinin stratejisi, Padişah Vahdettin'in saltanatını korumak ve Padişahın mülkü sayılan memleket topraklarını, İngiliz mandası altında mümkün olduğu kadar bir arada tutmaktı. Güvenlik ise, bu hedeflere ulaşmanın güvenliği idi.

Ankara'da 23 Nisan 1920'de kurulan Devrimci Millî Hükümetin stratejik hedefi ise, İstanbul'daki padişah hükümetini yıkmak, vatanı düşmandan temizlemek ve tam bağımsız Türkiye'yi kurmaktı. Bu hedefe ulaşmak için uygulanacak savaş stratejisini Mustafa Kemal Paşa, şöyle belirlemişti: "Doğuda bir istinatgâh yaratarak, İzmir'i kurtarmak." [6] Mustafa Kemal Paşa, vatanı kurtarabilmek için, Anadolu'da devrimci bir hükümet kurmayı, başka deyişle Saltanatı etkisiz hale getirmeyi öncelikli hedef olarak belirlemişti. Çünkü düşmanı yenmek için ülkenin bütün imkân ve kabiliyetini harekete geçirmek şarttı; bu da ancak millî bir meclis ve millî bir hükümetle olanaklıydı. Bu açıdan İstiklâl Savaşı'nın stratejisi önce siyasal devrim, sonra askerî harekât idi. Şöyle de ifade edilebilir: Önce kuruluş, sonra kurtuluş. Devrimi anlamayan "Aydınlanmacı" araştırmacı ve yazarlarımız bu denklemi başaşağı çevirmiş ve "Önce kurtuluş, sonra kuruluş" gibi bir formül üretmişlerdir. Bu Aydınlanmacılarımız, Kemalist Devrime "Aydınlanma Devrimi" adını takarken de, aslında siyasal devrimin kilit rolünü örtbas etmişlerdir.

Önce Prof. Dr. Bülent Taner'in ortaya attığı ve sonra değerli İlhan Selçuk'un pek sık kullandığı "Önce kurtuluş, sonra kuruluş" formülü ve "Aydınlanma Devrimi" adlandırmaları, Anadolu İhtilâli gerçeğine aykırıdır. Her iki kavram da, İstiklâl Savaşı'nın iki olmazsa olmazını bugün gözlerden uzak tutmak için kullanılmıştır: Birincisi, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. İkincisi, Müdafaai Hukuk Cemiyeti aracılığıyla öncüleri partide örgütlemektir.

Devrim ve parti eksenindeki bugünkü stratejik tartışma, İstiklâl Savaşı başında da yaşanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, 16-21 Haziran 1919 Amasya Komutanlar Toplantısı'nda ve 16-29 Kasım 1919 Sivas Komutanlar Toplantısında, Anadolu'da bir devrimci hükümet kurmanın, kurtuluş için belirleyici olduğunu savunmuş ve bu amaçla bir parti örgütlemeyi zorunlu görmüştür. Ali Fuat Paşa, hatıralarında kendisinin ve arkadaşlarının bu stratejik önceliğe karşı çıkarak, önce silahlı kuvvet örgütlemeyi savunduklarını belirtir ve Atatürk'ün haklı olduğunu teslim eder. Bu konuda özellikle Sivas Komutanlar Toplantısı'nda, Mustafa Kemal Paşa bir tarafta, Karabekir Paşa ve Rauf Bey karşı tarafta olmak üzere çok hararetli tartışmalar yaşanmıştır. [7]

İstiklâl Savaşımızın güvenlik stratejisi ise, bu mücadelenin zafere ulaşmasının güvenliği idi; elbette en başta Ankara'daki Millî Meclisin, Devrimci Hükümetin ve Ordunun güvenliği idi.

Aynı tarihsel anda, aynı ülkede iki ayrı hükümet, ülke güvenliği kavramını birbirine karşıt zeminlerde tanımlamışlardı. Ankara'daki devrimci hükümetin güvenliği, Padişah hükümetinin etkisiz hale getirilmesi ve yıkılmasına bağlıydı. Padişahın güvenliği ise, "asî" olan Mustafa Kemal Paşa'nın yakalanmasını ve idam edilmesini gerektiriyordu. Her iki taraf, kendi güvenlik tanımının gereği olarak kendi mahkemelerinden birbirleri hakkında idam kararı çıkartmışlardı.
Bu tecrübe unutulmamalıdır. Bir ülkede bütün sınıf ve güçlerin ortak bir programı ve stratejisi yoktur. Bütün toplumun çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik bir "ulusal strateji" yoktur. Milletin stratejisi ile emperyalizm işbirlikçilerinin stratejisi ortak değildir; karşıt konumlardadır. Damat Feritlerin stratejileri ile Mustafa Kemallerin millî stratejileri arasındaki düşmanlıkta yaşandığı gibi; bugün de durum aynen öyledir.

2. Cumhuriyet'in stratejik hedefi ve güvenliği
Devrimle kurulan genç Cumhuriyetin stratejik hedefi, İstiklâl Savaşı zaferinden sonra Ortaçağ kalıntılarını tasfiye ederek çağdaş, halkçı bir devlet ve toplum kurmak oldu. Güvenlik stratejisi de, bu hedefe ulaşmanın güvenliği idi. Cumhuriyet ordusu, İstiklâl Savaşı'nın kazanılmasından sonra iç cephede saltanat artıklarına ve iç gericiliğe karşı mevzilendi ve uygulamalarda bulundu. O dönem güvenlik açısından temel mesele, Kemalist Devrimin başarıyla ilerlemesiydi. Devrimin güvenliği her şeyin üzerindeydi ve her şey devrimin güvenliğine bağlıydı.

Vatan savunması, bir bakıma devrimin savunulmasıdır. Çünkü vatan devrimle kurulmuştu. Atatürk'ün 1927 yılında CHP 2. Büyük Kongresi'nde okuduğu Büyük Nutuk, Cumhuriyet'in stratejik programını ve bu hedefe ulaşmanın siyasetlerini açıklıyordu. En sondaki Gençliğe Hitabe, aynı zamanda bir güvenlik stratejisi belgesidir. Bütün kaleler zaptedilse, ordu yenilse, polis düşmanın elinde olsa bile gençlik boyun eğmeyecek ve isyan ederek devrimin güvenliğini sağlayacaktı. Dikkat edilirse, Atatürk'ün güvenlik stratejisi, hükümete körü körüne itaati değil, devrime bağlılığı esas alıyordu. Atatürkçülük de özet olarak budur zaten. "Atatürkçülerimizin", subay olan "Atatürkçülerimiz" dâhil, çoğunlukla anlayamadıkları ya da unuttukları büyük gerçek de budur.

1945'e kadar uzanan Cumhuriyetin devrimci döneminde, Türkiye'de tek bir program ve tek bir strateji yoktu elbette. Atatürk'ün önderliğindeki devrimin strateji ve güvenliği ile devrime karşı koyan emperyalist işbirlikçisi gerici ve bölücü güçlerin strateji ve güvenliği birbirine karşıttı. İstiklâl Savaşı'nda Ankara'daki devrimci millî hükümetin karşısında nasıl padişah hükümeti varsa, savaştan sonra da onun yerini Batı işbirlikçisi gericilik ve bölücülük aldı. Ancak hükümet, artık devrimci millî güçlerin elindeydi. Bütün devrimler gibi Kemalist Devrimin hükümeti de, iç gericiliğe ve bölücülüğe karşı devletin yaptırım gücünü kararlı olarak kullandı ve kalkışmaları uslandırma ve bastırma (tedip ve tenkil) harekâtlarıyla cezalandırdı. O zamanın saflaşması bugün de devam etmektedir. Cumhuriyet Devriminin bastırdığı İngiliz işbirlikçisi gerici ve bölücü harekâtların liderleri o zaman idam edilmişti; bugün heykelleri dikiliyor. Bu olay, iki karşıt programı, iki karşıt stratejiyi ve karşıt güvenlik anlayışlarını ortaya koymaktadır.

3. Atlantik stratejisi ve güvenliği
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra program ve strateji değiştirdi; Atatürk'ün devrimci halkçı millî programını terk etti ve Atlantik stratejisine bağlandı. Hedef, "Küçük Amerika olacağız" diye belirlendi. Palazlanan yeni işbirlikçi hâkim sınıflar, ABD işbirliğiyle zenginleşmek için Atatürk'ün devrimci programından kurtulmak istiyorlardı. Bağımsızlık, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik giderken, Liberalizm ve sahte "demokrasi" geliyordu. "Demokrasi"ye 1946 yılında işçi sınıfını temsil eden partiler kapatılarak ve yöneticileri hapislere atılarak geçildi. O "demokrasi"de Nâzım Hikmetler hapishanelerin demirbaşıydı; Sabahattin Alilerin başları taşlarla eziliyordu.

3.1. Devrimin güvenliğine ilişkin vasiyetin terki
Atatürk, bütün devrimciler gibi, karşıdevrim tehlikesini görmüştü. Nutuk, Bursa Nutku ve somut olarak son vasiyeti bunu gösterir. Büyük Devrimci, son zamanlarında Başbakan Celal Bayar, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve yakın arkadaşı Kılıç Ali'ye bir arada, "Sovyetler Birliği ile dostluk siyasetinde ısrar etmelerini" vasiyet etmişti. Yine son görüşmelerinde İsmet İnönü'ye ve Harp Okulu sıralarından beri yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa'ya (Cebesoy) aynı uyarıyı tek siyasal vasiyet olarak tekrar etti. Cumhuriyetin önde gelen bütün bu devlet adamları, hatıralarında Atatürk'ün Sovyetler ile dayanışma vasiyetini anlatmakta ve birbirlerini doğrulamaktadırlar. [8]

Atatürk'ün "tek vasiyet" dediği bu büyük öngörüsü uygulanmadı ve Türkiye 1945 sonrasında Kemalist Devrimden vazgeçerek, en sonunda Fethullahları iktidara çıkartan sürece girdi. Vasiyet gerçekten tarihsel önemde imiş; o zamanın dünya dengelerinde, Sovyet dostluğu devrimin güvenliği için şartmış. Türkiye, Batılı emperyalistlerin Atlantik sistemine bağlanırken, kendi devriminden de vazgeçiyordu. Çünkü o devrim, emperyalizme ve feodalizme karşı yapılmıştı. Oysa Atlantik sistemi içinde, siyasal iktidar emperyalizm işbirlikçisi sermayenin ve feodallerin eline geçti.

Ülkemiz, ABD merkezli "Sovyet tehdidi" kampanyalarıyla ABD'nin denetimine sokuldu ve Kemalist Devrim rotasından çıkarıldı. [9] Artık "millî" denen program ya da "millî" denen siyaset, emperyalizmden bağımsız olmak değil, dünyanın en büyük emperyalistine bağlanmaktı. İçte ise Ortaçağ ilişkilerinden kurtulma programının yerini; ağalığı, şeyhliği geliştirmek ve bu gerici güçlere dayanmak aldı. 1945'ten sonra Türkiye, düşmanlarını ve mevzilenmesini, Atatürk Devriminin millî hedefine göre değil, ABD'nin hedefine göre belirledi. Hele 1952 yılında NATO'ya girilmesiyle birlikte, Türkiye Atlantik kazığına bağlanmış oldu. Zaten hedefi belirleyen de Türkiye değil, ABD idi. ABD emperyalizminin düşmanları Türkiye'nin de düşmanları oldu. Türkiye, kendi millî programını terk ederek, ABD emperyalizminin genel programına ve stratejisine eklemlendi. O kadar ki, bu sürecin başında hem CHP hem de DP iktidarları, önümüze "Küçük Amerika olacağız" hedefini koydular. Önce İsmet Paşa'nın genç bakanı (Nihat Erim) söyledi bunu; arkasından 1950 yılında Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar. "Küçük Amerika", Türkiye değildi; ABD'nin küçüğüydü.

3.2. Atatürk Devriminin yerini NATO "konseptleri"nin alması
Türk Ordusunun gönlünde Atatürk Devrimi olsa bile, stratejiyi artık Atlantik sistemi belirleyecekti. Stratejiyi NATO belirleyince, Orduda Atatürkçülük de, Atlantik sisteminin içinde ve NATO'nun ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmeye çalışıldı. ABD emperyalizmi, Türkiye'de stratejik olarak Kemalist Devrimin yıkımını öngörüyordu. Bu durumda Atatürkçülüğün çağdaşlaşma amacı, Batı emperyalizmiyle işbirliğine indirgendi. Cumhuriyet'in stratejik devrimci görevleri bordadan aşağı atıldı. Ortaçağ'dan kurtulmanın yerini, Ortaçağ güçleriyle uyuşma aldı. Ordunun okullarında ve akademik kurumlarında, "millî siyaset" başlığı altında ABD emperyalizminin strateji ve siyasetinin öğretilmesine başlandı. Türk subayının millî kimlik ve felsefesi adım adım bozuldu. Bu uygulama çeşitli teorik ve stratejik safsatalarla yürütüldü. Örneğin dünyada "büyük siyaset" belirleme kudretinin yalnız büyük devletlerde olduğu kabul edildi. Bu durumda Türk Ordusu da bağlandığı NATO sisteminin tepesinde oturan ABD emperyalizminin genel siyasetinin çerçevesi içinde düşünür ve alt stratejiler üretir hale geldi. Türk Ordusunun ve Türk subayının stratejik esaret dönemine girilmişti. Çoğu Kemalist, çoğu ulusalcı bile, dikkat edilsin, Atlantik stratejisine esaretten kurtulmuş değildir. Atatürkçülük adı altında yapılan iş çoğu zaman Natotürkçülüktür.
ABD sistemi içinde yer alan 1945 sonrası yönetimleri ve ordu, Atlantik stratejisine bağlanarak, o zaman açıkça saptanmasa bile Kemalist Devrimi tasfiye stratejisine teslim oldular. Bağımlılaşma ve gericilik dönemi, "Çok parti" ve "demokrasi" masallarıyla yürüdü.

NATO, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra daha iyi anlaşıldığı üzere, ABD'nin üye ülkeleri denetleme aracı olarak işlev görmüştür. ABD, üye ülkelere kendi stratejisini NATO üzerinden dayatmıştır. NATO, aynı zamanda gizli bir hükümet örgütlenmesidir. İtalya'daki adıyla Gladyo, yeraltındaki NATO'dur ve üye ülkeleri yönetme aracıdır. [10] Gladyo, NATO ülkeleri içinde en etkin örgütlenmesini Türkiye'de kurdu. Gladyo'nun Türkiye'deki kanlı faaliyeti, NATO ülkelerinin bütününden daha kapsamlı ve derin olmuştur.

Millî programın değişmesiyle birlikte güvenlik stratejisi de değişti. NATO aracılığıyla ABD'nin ve işbirlikçilerinin güvenliği, Türk Ordusunun görevi oldu. Arkamızdaki "Küçük Amerika" sürecine bakıp sormamız gerekir: NATO, bizim ülkemizde neyin güvenliğini sağladı? Cevap, son 65 yılın büyük dersidir: NATO, Türkiye'de Kemalist Devrimi yıkma stratejisinin güvenliğini sağlamıştır. NATO'ya bağlanan Türk Ordusu da bu dönemde esas olarak Cumhuriyet Devrimi'ni savunma görevini, 27 Mayıs Devrimi dönemi dışında, yerine getirememiş, Cumhuriyet Devriminin yıkımına nezaret etmiştir. Türk Ordusu, ABD işbirlikçisi iktidarların yönetiminde, Kemalist Devrimin felsefe, program ve stratejisinden adım adım koparılmıştır. NATO döneminde, Türk Ordusunun kurum olarak önceliği adım adım NATO stratejisine bağlılığa dönüşmüştür. Başka deyişle ABD çıkarları, millî çıkarları gölgelemiştir. Kemalist Devrime bağlılık, ikinci plana düşmüştür.

Bu süreç kolay yürümedi elbette. Türk Ordusu, devrimci birikimiyle sürece direndi. Ordunun, hâlâ küresel beylerin arzuladığı kıvama getirilemediği de bir gerçektir. Bu denli üzerine gidilmesinin sebebi de bu değil mi?

Aslında Türk Ordusunun üzerine gidilmesi olayı, Atlantik sistemine girildiği yıllarda başlamıştır. Dikkatli bakılırsa, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Amerikancı darbeleri, aynı zamanda Orduya darbe olarak planlanmış ve uygulanmıştır. Atatürk Devrimi'ne bağlı binlerce subay tasfiye edildi. NATO'ya bağlılığı gözeten bir terfi sistemi işletildi. Türk subayı, Amerikan felsefe ve stratejisine göre eğitildi. ABD'ye silah ve donatım bağımlılığı da teslimiyet gerekçesi oldu. Sistemin Ordudaki güvenliği bu yollardan sağlanmak istenmiştir. Ordumuza operasyonlar, bugün Ergenekon tertipleriyle yürütülüyor. TSK da artık durumun farkındadır. Görülmektedir ki, bir devrim "korumacılık"la korunamıyor. Devrim ancak devrimcilikle korunabilir.

3.3. Kökü kazınamayan devrimci birikim ve 27 Mayıs Devrimi
Bütün bunlara karşın, ABD denetimindeki rejim, Türk Ordusunun Kemalist birikiminin kökünü bir türlü kazıyamamıştır. Atatürkçü subaylar biçildikçe yenileri yetişmiştir. Türk Ordusunun İstiklâl Savaşı değerlerine bağlılığı ve devrimci kökleri bütünüyle yok edilememiştir.

Türk Ordusu geçilmiş olan "Küçük Amerika" rejimi içinde Kemalist Devrimin güvenliğini sağlayamazdı. Ya Atatürk'ün Nutuk'ta söylediği gibi, "asî olacak" ve "milletle birlikte iktidar sahiplerine karşı isyan edecek" idi [11] veya Atlantik sisteminin güvenlik stratejisinin silahlı gücü olacaktı. İstiklâl Savaşı'nda Kemalist Devrimin güvenlik gücü olarak yeniden örgütlenen Ordu, 1945 yılından sonra Kemalist Devrimi yıkan stratejinin güvenlik gücü olmaya zorlandı. Bu çelişme, Türk Ordusunun arkada kalan 65 yıllık tarihini belirlemiştir. Türk Ordusunun 1945'ten beri yaşadığı bütün bunalımların kaynağında bu çelişme bulunur.

Siyasal iktidar-Ordu ilişkilerindeki bunalımlar, hep bu eksende ortaya çıkmıştır. Hâkim Atlantik stratejisi ile direnen Kemalist Devrim stratejisi arasındaki çarpışma, siyaset katında ve toplum alanında yaşandığı gibi, Ordu içinde ve ABD işbirlikçisi iktidarlar ile Ordu arasında da yaşanmıştır.

27 Mayıs 1960 Devrimi bu nedenle oldu. Halkın hürriyet talebi ve mücadelesiyle birleşen genç subaylar, genelkurmay başkanlarını ve sıkıyönetim komutanlarını hapse attılar; NATO'nun kurduğu Gladyo'ya darbeler indirdiler ve Gladyo'nun İstanbul'daki 6-7 Eylül 1955 eyleminin sorumlularını yargılayarak cezaya çarptırdılar. [12] Türkiye'nin yakın tarihinde Gladyo'yu cezalandıran tek uygulama budur. 27 Mayıs 1960 Devrimi, Atlantik stratejisine bazı darbeler indirmekle birlikte, Türkiye'yi Atlantik rejiminden kurtaramadı. Böyle kapsamlı bir hedefi ve programı yoktu.

3.4. Orduya darbeler: 12 Mart ve 12 Eylül
1971 ve 1980 askerî darbeleri ise, ABD güdümünde gerçekleştiği için, Atlantik stratejisinin güvenliğini sağladı ve yönetimi yeniden bu stratejiyi uygulayan partilere devretti. Bu Amerikancı darbeler, aynı zamanda Orduya darbe idi. Her iki darbe, Türk Ordusundaki devrimci subayların bir kesimini tasfiye etti; hatta kısmen ezdi. 1971 Darbesinde 1500 subay, 1980 darbesinde ise 2000 kadar subay ve askerî öğrenci ordudan atıldı; bir kısmı işkenceden geçirildi; uzun yıllar hapiste tutuldu ya da "sakıncalı personel" olarak sürüldü. Bu satırların yazarı, 12 Eylül 1980 döneminde Dil Okulu'ndaki tutukluluğu sırasında, Türk subaylarına yan binalarda yapılan işkencelere tanık oldu; diğer tutuklularla birlikte onların çığlıklarını duydu. Bunun üzerine Dil Okulu'ndaki 22 Türkiye İşçi Köylü Partisi yöneticisi zamanın Genelkurmay Başkanlığı'na "Subaylara işkence yapıldığını" bildiren dilekçe verdiler. [13] Merkez Komutanlığı'nda Korg. Naci Şekerefe'nin önünde bana okunan cevabı unutamam. O zamanki Genelkurmay 2. Başkanı Org. Necdet Üruğ, işkenceye karşı duyarlılığımız nedeniyle bize teşekkür ediyor; fakat yapılan araştırma sonucu "işitilen bağırtıların sinir krizi geçiren bazı tutuklu subaylara ait olduğu bilgisinin alındığını" belirtiyordu. Atlantik sisteminin güvenlik stratejisi, Türk Ordusunun Kemalist birikiminin ezilmesini gerektiriyordu. Türk Ordusu, kendi devrimciliğini bastırıyordu.

1945'te başlayan "Küçük Amerika" sürecinde gelinen nokta budur. Atatürk'ün devrimci subayı, yalnız 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde değil, Ergenekon tertibinde de sistemin zulmünü ve işkencesini göğüslemek zorunda kalmıştır. Gladyo operasyonları, en sonunda Ordunun bütününü hedef alma aşamasına gelmiştir. Arkada kalan 65 yılda Kemalist Devrime gönül bağları olan komutanlar dahi, acıdır ki en sonunda Atlantik sisteminin güvenliğini sağlamışlardır.
4. Millî devleti dağıtma stratejisi ve güvenliği
4.1. Dünya ekonomisiyle bütünleşme stratejisi
Türkiye'de "Küçük Amerika" süreci, 1980'li-1990'lı yıllara kadar ağır ilerledi. Her şeye rağmen bir millî devlet vardı. Atatürk Devrimi'yle oluşturulan geniş iç pazar henüz dinamitlenmemişti. İktidarlar, kurdukları KİT'lerle, çimento ve şeker fabrikaları açmakla övünüyorlardı; kamu ekonomisi ağırlığını yitirmemişti. Tarım destekleniyordu. Cumhuriyetin laikliği, yaralar almakla birlikte hem devlet katında hem toplum katında geçerliydi. 24 Ocak 1980 kararlarından sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle Türkiye'nin önüne konan program ve strateji değiştirildi; daha doğrusu Atlantik stratejisi derinleştirildi. Türkiye ekonomisi dünya ekonomisiyle bütünleşecek, devlet küçültülecek, ülke "Yeşil Kuşak" içinde yer alacaktı. Uygulamanın başına Turgut Özal getirildi.

Devrimler çağı olan 20. yüzyılda Ezilen Dünya ülkeleri bağımsızlık savaşları vermiş, sömürgeler kurtulmuş, çok sayıda millî devlet kurulmuştu. Bu süreç en son 1975 yılında Vietnam, Laos ve Kamboçya'nın, arkasından Gine Bissau, Mozambik ve Angola'nın bağımsızlıklarına kavuştukları 1975-1979 yıllarına kadar sürdü. 1980'ler, dünyada Ekim Devrimi ve Türk İstiklal Savaşı ile başlayan 60 yıllık devrimci yükselişin duraklama ve inişe geçme yılları oldu. 1990'da Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, ABD emperyalizmi dünyanın tek efendisi olma iddiasıyla stratejik taarruza geçti. 20. yüzyılın bizim İstiklâl Savaşımızla başlayan millî devrimler süreci tersine döndü. Millî devletler, emperyalist sömürüyü sınırlayan kurumlara sahipti. ABD merkezli küreselleşme programıyla millî devletlerin yıkımı süreci başladı.

Türkiye'de millî devletin tasfiyesi, 12 Eylül 1980 darbesiyle başlamakla birlikte, ABD'nin 1991'de Irak'a saldırması ve kuzeyde bir Kukla Devlet kurmasından sonra hızlandı. Washington yönetimi, 1990'lı yıllarda "Kemalizm'in sonu geldi" fermanını ilan etti. Türkiye'de Özal, Çiller ve Tayip Erdoğan-Abdullah Gül gibi ABD'ye artık memur düzeyinde bağımlı yeni tür politikacıların yönetimi altında, bir Gladyo-Mafya-Tarikat rejimi kuruldu. Bu dönemde "millî" adı verilen program ve strateji, işte bu Gladyo-Mafya-Tarikat rejiminin kurulmasına yönelikti. Güvenlik de, bu Gladyo-Mafya-Tarikat rejiminin güvenliğini sağlamaktı.

4.2. ABD'nin 1991'de Irak'a "Kuzeyden kara harekâtı" dayatmasına direnme
Türk Ordusunun komuta kademesi, 1991 Körfez Savaşı'ndan başlayarak, ABD tehdidini kendi tecrübeleriyle anlamıştır. Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay, 1991 yılı başında Özal'ın ABD planı kapsamında Türk Ordusunu Kuzey Irak'a sokma yönündeki baskılarına boyun eğmemiş ve istifa etmiştir. Bu, kuşkusuz komuta kademesinin ve Ordunun genel tavrıydı.

4.3. 1990'larda "Hizadan çıkan" Türk Ordusu
Org. Torumtay'dan sonra Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, Özel Harp Dairesi'ni 1992 yılında Özel Kuvvetler Komutanlığı adıyla yeniden örgütlemiş ve Irak'ın kuzeyinde millî amaçlı örgütlenme ve görevlere yöneltmişti. ABD, Türk Ordusunun Irak'ın kuzeyine ilişkin millî planına Org. Eşref Bitlis'in uçağını düşürerek cevap verdi.

Ancak ABD'ye cevap gecikmedi. 1994 yılında Org. İsmail Hakkı Karadayı'nın Genelkurmay Başkanı olmasından sonra, Türk Ordusu Kuzey Irak'ta ABD'ye rağmen uygulamalara yöneldi. 1995 yılı, ABD ile Türk ordusu arasındaki ilişkiler açısından bir dönüm noktası oldu. Türk Ordusu, 1995 Martındaki Çelik Harekâtı'yla ABD'nin işgal ettiği topraklara girdi ve PKK'ye ağır darbeler indirdi. Artık Türk Ordusu ABD açısından güvenilmezdi. ABD, Gladyo'nun Türkiye'deki uygulama merkezini, polis örgütlenmesi içine kaydırdı. Amerikancı rejimin güvenliği, polis içindeki Fethullahçı örgütlenmeye emanet ediliyordu.

Arkasından 1996 Ekim ayında, Türk Ordusu ile Irak'ın Saddam yönetimi ve Barzani'nin işbirliği geldi. Bu üçlünün ortak operasyonu karşısında, ABD, 3 bin kişilik "CIA Peşmergeleri" denen özel silahlı gücünü Irak'ın kuzeyinden Guam Adasına taşımak zorunda kaldı. ABD kaynakları, bu olayı "Vietnam Savaşı sonrasındaki en büyük yenilgi" olarak niteledi. [14]

Bütün bu olanlar karşısında, ABD resmî ve yarı resmî kaynakları, 1990'ların ortalarından sonra, "Türk Ordusu hizadan çıkıyor" tahlilleri yapmaya başladılar. [15]

1998 yılında Genelkurmay Başkanı olan Org. Kıvrıkoğlu bu çizgiyi daha da berraklaştırmıştır. NATO döneminde ABD'ye gitmeyen ilk genelkurmay başkanı olarak anılmaktadır. Körfez Savaşı öncesinde, ABD'nin batağa saplanacağını açıkça belirtmiş ve hem bölge ülkeleriyle hem de Rusya ve Çin ile askerî işbirliğine yönelmiştir. [16] 30 Ağustos 2002 günü görevini teslim ederken yaptığı konuşmada, "Türkiye'nin Avrasya'da bağımsız devlet olarak yerini alacağını" belirtmiştir. [17]

5. ABD'nin iç cepheyi çökertme stratejisi ve güvenliği
5.1. ABD'nin cepheden taarruz stratejisine geçişi
ABD yönetimi, 1990 sonrasında Türk Ordusunun ABD denetiminden çıkmaya başladığını saptamıştı. ABD resmî ve yarı resmî kaynakları 1990'lı yıllarda, bu yönde çeşitli yayınlar yaptılar. [18] ABD, önce Orduyu içinden bölmeye ve hizaya getirmeye yönelik bir strateji uyguladı. 1999 yılında bu stratejiyi terk ederek, Türk Ordusunu cepheden taarruzla teslim almaya yöneldi. ABD'nin bu yeni stratejisini gösteren iki önemli karar aldığı görülüyor.

Birincisi, ABD silahlı kuvvetlerinin Türkiye'yi işgal tatbikatı düzenleme kararıdır. Bu tatbikatın adının, Türkiye Genelkurmay Başkanının "28 Şubatı bin yıllık savunma kararlılığına" cevap olarak, "Binyılın Meydan Okuması" diye belirlenmesi çok çarpıcıdır. Org. Kıvrıkoğlu, "binyıllık kararlılık" açıklamasını Eylül 1999'da yapıyordu. ABD, aynı günlerde "Millenium Challenge2002" başlıklı Türkiye'yi işgal tatbikatının hazırlıklarına başladı.

İkincisi, Ergenekon tertibinin kurgulanması da 1999 yılında başladı.

Böylece ABD'nin Türkiye'yi işgal tatbikatı ile Türk Ordusunun savaş yeteneğini zayıflatacak operasyon arasındaki bağlantının köklerinin 1999'a kadar uzandığı saptanıyor.
Cepheden taarruz stratejisinin en önemli unsuru, kaleyi içerden çökertecek bir hükümetin de hazırlanmasıdır. Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi, ABD tarafından bütünüyle bu amaçla iktidar koltuklarına oturtuldu. CIA'nın denetimindeki Rand Corporation adlı strateji kuruluşunun daha 1996 yılı sonunda Tayyip Erdoğan'ın başbakan ve Abdullah Gül'ün dışişleri bakanı yapılacağı yönündeki yayınları 21 Ekim 1996 tarihli Aydınlık dergisinde kapak haberi yapılmıştı. 2002 yılındaki erken seçim operasyonunu ilerde ele alacağız. ABD'nin 1999'da Türk Ordusuna karşı cepheden taarruza geçmesi ve 2002'deki hükümet darbesi, Körfez Savaşı takvimiyle doğrudan bağlantılıdır.

5.2. ABD'nin Türkiye'yi işgal tatbikatı: "Millenium Challenge2002"
ABD'nin "Binyılın Meydan Okuması 2002" başlıklı işgal tatbikatı, üç yıllık hazırlıktan sonra California eyaletinin Nevada çöllerinde gerçekleştirildi. Tatbikatın başladığı gün, Lozan Anlaşması'nın yıldönümü olan 24 Temmuza rast getirilmiştir. Tatbikatın süresi ise, Sakarya Meydan Savaşı'na gönderme olsun diye 22 gün olarak belirlenmişti.

Anadolu Ajansı'nın "gizli" dediği tatbikat senaryosu, Associated Press (AP)'in 18 Temmuz 2002 günlü bülteninde açıklandı. Tatbikatla ilgili bilgiler, ABD'nin resmî internet sitelerinde de bulunuyordu. [19] Bu kaynaklara dayanarak, 24 Temmuz 2002 günü basın açıklamasıyla kamuoyunu bilgilendirdik. [20] 30 Temmuz 2002 günü Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer'e bir dosya sunduk. Bu dosyanın birer örneğini, Başbakan Sayın Bülent Ecevit'e, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Hüseyin Kıvrıkoğlu'ya ve Dışişleri Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel'e de ulaştırdık.

Tatbikatın senaryosu şöyleydi: Hedef ülke, bazı deniz yollarını kontrol eden ve bir ada ülkesiyle de sorunları olan bir ülkedir. Aynı zamanda "azınlık sorunları" da olan bu ülkede, büyük kayıplara yol açan şiddetli bir deprem oluyor. Aynı günlerde Uluslararası Mahkeme, o ülkenin sınırlarını ilgilendiren olumsuz bir karar alıyor. Bunun üzerine ülke ordusu, yönetime el koyuyor ve Uluslararası Mahkeme'nin kararına tepki olarak, dünyanın çok stratejik deniz yolunu abluka altına alıyor. Bu durumda Birleşmiş Milletler, ABD'nin girişimiyle o ülkeye yaptırım uygulanmasını kararlaştırıyor. Arkasından ABD Ordusu, elinde "kitle imha silahları bulunduğu" varsayılan hedef ülkeye karşı sinir merkezlerini tahrip eden bir hava saldırısına geçiyor ve önemli şehirlerini 96 saat içinde işgal ediyor.

ABD silahlı kuvvetleri, (ABD askeri kaynaklarının nitelemesiyle) "tarihinin en büyük tatbikatını", "müttefiki" Türkiye'ye karşı yapıyordu. Bölgesel ölçekli olmakla birlikte dünyayı etkileyecek önemde bir savaşın provası sahneleniyordu. Tatbikata deniz, kara, hava ve deniz piyade birliklerinden oluşan 13 bin 500 asker katılıyordu. Seçilen coğrafyanın Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın ikiz kardeşi olduğu belirtilen Saint Andreas Fay Hattı'nın bulunduğu California eyaletinde olması ayrıca dikkat çekmişti.

Dünyanın en büyük haber kuruluşu olan AP ajansı, hedef ülkenin Türkiye olduğunu bütün dünyaya ilan etmişti. Kaldı ki, tatbikat senaryosu, bir tek Türkiye'ye uyuyordu.
-Türkiye deprem kuşağında ve daha önemlisi etnik, mezhepsel ve toplumsal deprem kuşağındaydı.

-Kıbrıs ve Ege anlaşmazlıklarının en sonunda La Haye Adalet Divanı'nda çözülmesi, Türkiye tarafından da kabul edilmiş ve AB Aday Üyelik Protokolü'ne geçmişti. Güneydoğu sınırlarının ve sözde "Ermeni soykırımı" konusunun da her an uluslararası mahkemeye götürülmesi planlanıyordu.

-Türk Ordusu'nun ülke güvenliğinin tehdit altına girdiği bir durumda yönetime müdahale edeceği genel kabul görüyordu. Darbe senaryoları daha sonra Ergenekon tertiplerinde de sergilendi.

-Güney Kıbrıs'ın bütün Kıbrıs'ı temsilen AB'ye alınması durumunda Türk Deniz Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ı abluka altına alacağını Kıbrıs'ta yayımlanan Volkan gazetesi yazdı.

-Kıbrıs ve Ege'deki deniz geçitleri yanında, İstanbul ve Çanakkale boğazları dünyanın en stratejik deniz yolları arasındaydı. Tatbikat senaryosunda "hedef ülke" aynı zamanda, "stratejik açıdan iki kıtayı birbirinden ayıran bir su yolunun üzerinde ve iki kıtada birden toprağı olan" ülke olarak tanımlanmıştı.

-Bölgede seferberlik süresi 96 saat olan bir tek Türk Ordusu vardı.

-Tatbikatın hazırlıklarının başlatılmasından iki yıl önce, Türkiye, Kuzey Irak'ta Kürt devletinin kurulmasını "kırmızı çizgi" olarak ilan etmişti.

-Tatbikatın Lozan Anlaşması'na denk düşürülen başlangıç tarihi, Sakarya Savaşı uzunluğundaki süresi de, Türkiye'ye karşı "meydan okuma"ya işaret ediyordu.

-"Binyılın Meydan Okuması" başlığı, Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun 1999 yılı Eylül ayındaki "28 Şubatı binyıl sürdürme kararlılığı" açıklamasına cevap olsun diye seçilmişti.

Gerçek ortadadır: ABD, 1999 yılında Türkiye'yi "hedef ülke" olarak kabul etmiş ve üç yıllık bir hazırlıktan sonra tarihinin en büyük işgal tatbikatını yapmıştı. Türkiye ve Türk Ordusu, ABD ile cephe cepheye geldiği bir tarihsel sürece girmişti.

5.3. 2002 hükümet darbesiyle askerî ve siyasî iktidarın düzenlenmesi
2002 yılında ABD'nin Irak harekâtı hazırlıkları ile Türkiye'deki askerî ve siyasî iktidarı düzenleme operasyonunun birlikte yürütülmesi, yakın geçmişimizi açıklayan en önemli olaydır.

1999 yılında hazırlıkları başlayan Ergenekon tertibinin ilk operasyonuyla 2002 yılında Ordunun hiyerarşisi düzenlendi. 2001 yılında MİT Kontrterör Merkezi'yle bağlantılı olan Tuncay Güney'e "Ergenekon demek TSK demektir" diye özetlediği ifadeler verdirilmişti. Bu ifadelere dayanılarak MİT, Ergenekon şemaları hazırladı. Bu şemaların resmen düzenlenmesi 2002 yılı Temmuzundadır. Ancak resmî düzenlemeden önce sözlü bilgilendirmelerde kullanıldığı artık ortaya çıkmış bulunuyor. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, bu şemaları sözlü olarak Cumhurbaşkanı Sezer'e sunduğunu, yedi yıl sonra 2009'da açıkladı. [21] Aynı şemalara dayanarak, 2002 yılı baharında Ecevit'e Ordu içinde bir cuntanın bulunduğu yolunda yönlendirici bilgiler verildi. Bu tür bilgi kirletme faaliyetini daha o zaman Ecevit'in yakını olan bakanlardan öğrendim. Kaldı ki 3 Kasım 2002 seçimine giden süreçte, Ecevit'in bana yazmış olduğu bir mektupta da aynı yanıltıcı bilgilerin izlerini saptadım. Ecevit, emekli Genelkurmay Başkanları İsmail Hakkı Karadayı ve Kıvrıkoğlu'nun da içinde yer aldığı "millî şahsiyetlerle güçbirliği" önerimize, dikkat çekici bir cevap vermişti. Ulusal güçlerin birlikte olmasından yana olduğunu belirtirken, bunun "demokrasi" çerçevesinde yapılmasını vurguluyordu. [22] Oysa öneri, seçim içinde ve "demokrasi" çerçevesindeydi. Daha sonra öğrendik ki, Ecevit'in önüne 2002 baharında, "Ergenekon cuntası" şemaları konmuştu. Bu uydurmalarla Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun süresinin uzatılması önlenmiş ve Org. Hilmi Özkök genelkurmay başkanlığına getirilmişti. ABD'nin Irak'a saldırı takvimine göre yürütülen bu müdahale süreci sonunda, Tayip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi iktidar koltuklarına oturtuldu. Abdullah Gül'ün, 2 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Powell ile yaptığı "2 sayfa 9 maddelik gizli sözleşme", Türkiye'yi bölme ve millî devleti tasfiye stratejisini belgeliyordu. Türkiye'nin Sözleşmeli Personel aracılığıyla yönetilmesi dönemine girilmişti. ABD, Türkiye'de BOP Eşbaşkanlığı yönetimini kurdu.

5.4. Tezkerenin reddedilmesi
2003 yılı Mart ayında ABD, Irak harekâtına başlamak üzereydi. ABD silahlı güçlerinin, Türkiye'nin 500 km uzunluğundaki ve 100 km derinliğindeki Güneydoğu şeridini işgal girişimi gündeme oturdu. 90 binin üzerinde ABD askeri Güneydoğu'ya üslenecekti. Ayrıca birçok havaalanı uzun süre ABD denetimine verilecekti. AKP iktidarının bu amaçla Meclis'e getirdiği tezkere reddedildi. Tayyip Erdoğan yönetimi, tezkerenin kabul edileceği beklentisiyle İskenderun'dan Güneydoğu bölgemize kadar uzun bir hattı ABD birliklerine açmıştı bile. Ancak tezkerenin reddedilmesinden sonra bu birlikler ve ağır teçhizatları İskenderun limanında yeniden gemilere yüklenerek götürüldü. Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi, tezkerenin çıkması için yoğun bir çaba göstermişler, fakat yenilgiye uğramışlardı. Tayyip Erdoğan, AKP milletvekillerine yaptığı konuşmada, tezkereye evet derlerse kendisine oy vermiş olacaklarını, hayır derlerse "Doğu Perinçek'e oy vermiş olacaklarını" söyledi. [23]

CHP, tezkerenin oylanması sırasında Meclisi terk edeceğini açıklamıştı. CHP yöneticileriyle görüşerek, Meclisi terk etmenin ağır bir sorumluluk olacağını, oylamaya katılıp red oyu vermenin sonuç getireceğini belirttik. CHP daha önce açıkladığı kararını değiştirdi ve oylamaya katıldı. İşçi Partisi'nin ve Ulusal Kanal'ın çabalarının hayır oylarında etkili olduğunu AKP milletvekilleri de belirttiler. Tezkere, CHP milletvekillerinin ve 99 AKP milletvekilinin oylarıyla reddedilmiş oldu.

ABD tertibiyle atanan yeni Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, tezkerenin kabul edilmesi yönünde bir tavır almakla birlikte kararlı bir çaba gösteremedi. Çünkü komuta kademesinin çoğunluğu, ABD askerinin Güneydoğu bölgemize konuşlandırılmasını ciddî bir tehdit olarak görüyordu. [24]
Bir ülkede iki ordu olamazdı. Üstelik ABD ordusu Türkiye'nin en kritik bölgesine yerleşiyordu. Başlangıçta 90 bin asker yerleştirmenin ötesinde, Irak'ın işgalinden sonra her an güneyden istediği kadar takviye getirtme olanağı da bulunacaktı. İşgalci ABD askeri, Türkiye'nin güneydoğusu ile Irak'ın kuzeyini daha o zaman birleştirmiş olacaktı. O zaman Türkiye'nin bölünmesi ve Irak'ın kuzeyi ile bütünleştirilmesi planı çok daha hızlı yürütülebilecekti.

5.5. Başına çuval geçirilen Genelkurmay Başkanı
Tezkerenin reddedilmesinden hemen dört ay sonra, 4 Temmuz 2003 günü, ABD askeri birlikleri, silahlı baskınla Süleymaniye'de Türk Özel Kuvvetlerinden subay ve astsubayların başlarına çuval geçirdi. ABD, bir yıl önce 2002 yılı Temmuz-Ağustos ayında gerçekleştirdiği Türkiye'yi işgal tatbikatıyla düşmanlığını ortaya koymuş ve yapacaklarının işaretini vermişti.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, 14 Temmuz 2003 tarihinde Tayip Erdoğan'a yazdığı mektupta, Türk Ordusunu şikâyet etmekte ve çuval geçirme operasyonunun gerekçesini bildirmektedir:

1. Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak'ta "suikast" hazırlıkları ve ABD'nin başında bulunduğu "Koalisyona karşı" silahlı eylemler yapıyor. "Ele geçirilen silah, patlayıcı madde, detantör ve zamanlama cihazı, var olan kuşkularımızı daha da artırdı."

2. "Bu eylemler bölgeyi hızla istikrarsızlaştıracak sonuçlar doğurabilir."
3. "Türk hükümetinin Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve bu hareketleri desteklemeyeceğini biliyoruz. [25]

Görüldüğü gibi, ABD hükümeti, Türk Ordusunun Özel Kuvvetlerini bir anlamda düşman olarak tanımlamaktadır. Tayyip Erdoğan yönetimine ise, Türk Ordusunu ABD adına denetleme ve cezalandırma görevi vermektedir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, ABD'nin bu onur kırıcı operasyonu karşısında yalnızca boynunu eğmiştir. Genelkurmay, birkaç gün sonra Türkiye'den ayrılacağı için veda ziyaretinde bulunan ABD Büyükelçisi Pearson'ı hiçbir şey olmamış gibi güleç bir yüzle ağırlamıştır.

ABD'nin cepheden saldırı stratejisine, Org. Özkök'ün teslimiyeti de stratejiktir ve ideolojiktir. O kadar ki, Özkök, 20 Nisan 2005 günü, Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada, millî egemenlik ve millî güvenlik kavramlarının artık eskidiğini ilan etmiş ve ABD'nin küresel güvenlik stratejisine eklemlenmiştir. [26]
Böylece Türk Ordusunun komutanı, Türkiye millî devletinin dağıtılması ve Irak'a getirilen CIA patentli demokrasinin Türkiye'ye de getirilmesi planına dâhil olmuştur. Özkök'ün bütün uygulamaları bu yöndedir. [27]

Org. Özkök'ün "Millî egemenlik ve millî güvenlik kavramlarının zamanı geçti" açıklamasından dört gün sonra, 24 Nisan 2005 günü, protesto için, Afyon Kocatepe'ye çıktım. Orada bir basın açıklaması yaptıktan sonra Ankara'ya geldim. 25 Nisan 2004 günü Irak Türkmen Dernekleri'nin Hilton Otelindeki davetinde, bir grup komutana özetle şunları belirttim: "Millî egemenlik ve güvenlik kavramı artık eskidiyse Türk Ordusu hangi görevi yerine getirecektir? Bu, Türk Ordusunun artık millî görevler için var olmayacağı anlamına gelir." O zaman Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı olan Korg. Yalçın'ın da aralarında bulunduğu 10 kadar yüksek rütbeli komutan bir şey söylemediler; ancak Org. Özkök'ün bu açıklamasından hoşnut olmadıklarını tavırlarıyla belirttiler. Yalnız E. Tümg. Erdal Sipahi şunu belirtti: "Siz bizden görüşümüzü açıkça söylememizi istemiyorsunuz ama ben söyleyeceğim. Millî egemenliğin zamanı geçmiştir görüşünü savunmak ihanettir." Görevli generaller de hareketleriyle silah arkadaşlarını onayladılar.

Ne var ki, Okyanus ötesinden estirilen rüzgâr Genelkurmay'ın kulelerini sallıyordu. O sırada Genelkurmay 2. Başkanı bulunan Org. İlker Başbuğ da, Org. Özkök'ten 22 gün sonra, 12 Mayıs 2005 tarihinde, Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği Uluslararası Sempozyumu açış konuşmasında, millî egemenliğin uluslararası kuruluşlara devredilmesini "tam bağımsızlık" açısından tartışmaya açmıştır. [28] Başbuğ, Genelkurmay Başkanı Özkök'ün "millî egemenliği" rafa kaldıran görüşünü Türk Ordusuna kabul ettirebilmek için bazı kılıflar üretmiştir. Başbuğ, "'Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin dayandığı sistematik yaklaşımda gelişim, gerçekçilik ve pragmatizmin öne çıktığına dikkat edilmesi" isteğini başka türlü anlama olanağı gözükmüyor. [29] Atatürk Devrimciliğini, "Atatürkçü Düşünce Sistemi" başlığı altına saklanan bir takım uydurmalarla tasfiye anlayışı, Özkök döneminde zirveye tırmandırılmıştır.

5.6. Şemdinli, Atabeyler, Danıştay tertipleri
İşte bu teslimiyet ortamında, Türk Ordusuna karşı peş peşe Şemdinli, Atabeyler ve Danıştay tertipleri uygulandı. Bunlar Ergenekon tertibinin hazırlık eylemleriydi. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin dört orduya kumanda eden Kara Kuvvetleri Komutanı, Şemdinli tertibinde "çete mensubu" olmakla suçlandı. Süregelen her tertipte, özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı emrindeki subay ve astsubaylar en ağır suçlamalarla tutuklandı ve suçlandılar. Böylece, Türk Ordusu hem bölücülüğe karşı mücadelede, hem de Kuzey Irak'ta "suçlu" konumunda gösterildi. Bu tertipler karşısında, Org. Büyükanıt'ın "Türk Ordusu suç örgütü değildir" açıklaması, psikolojik harekâta karşı koymak bir yana, katkıda bulundu.

5.7. Karşıdevrimin 2007'de tamamlanmasında Org. Büyükanıt'ın rolü
AKP'yi iktidara getiren 2002 darbesi, 2007 yılı yazında tamamlandı. İç cephenin çöküş sürecidir bu. Oysa 2007 yılı baharında başlayan Cumhuriyet Miting ve Yürüyüşleri milyonlarca yurttaşı ayağa kaldırmıştı. Yalnız Türkiye'nin değil dünya tarihinin en büyük kitle hareketlerinden biri gerçekleşiyordu. AKP iktidarı sallanıyordu. Tayip Erdoğan, bakanlar kurulu üyelerine "Bu iş bitti; eşyalarınızı toplayın" diyordu. [30] İşçi Partisi Genel Başkanı olarak, 9 Nisan 2007 günü Cumhurbaşkanı Sezer'e bir mektup sunarak, Tayip Erdoğan'ı Millî Güvenlik Kurulu toplantısında istifaya çağırması talebinde bulundum. Mektupta, Cumhurbaşkanına sorumluluk ve yetkisi hatırlatılıyordu: "Anayasa'nın 104. maddesine göre, atadığınız ve istifasını kabule yetkili olduğunuz Tayip Erdoğan'ı, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nde görev yüklendiği için, Bakanlar Kurulu önünde başbakanlıktan ve milletvekilliğinden istifaya davet etmeniz, Anayasa'nın emrettiği bir devlet sorumluluğu ve vatan görevidir." [31]

Mektubun birer örneği Millî Güvenlik Kurulu üyesi bakanlara, Genelkurmay Başkanı'na, kuvvet komutanlarına ve partilerin genel başkanlarına da gönderildi. Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanının istifa davetine uymazsa, halk hareketi yabancı merkezlere bağlı Cumhuriyet yıkıcısı yönetimi istifaya zorlayacaktı. Bu birikim fazlasıyla vardı. Ancak Cumhurbaşkanı Necdet Sezer, Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, AKP'ye o büyük Cumhuriyet dalgasından kurtulma fırsatı sağladılar.

Org. Büyükanıt, o süreçte söylediği hiçbir sözün arkasında durmadı. Komutanların sözüne güvenilmeyeceği kanısını kamuoyuna yerleştirdi.

Ahmet Necdet Sezer, zorlu ve büyük mücadelelerin gerektirdiği dirayet ve kararlılığa sahip olmadığını bir kez daha gösterdi.

Deniz Baykal, her zaman olduğu gibi Batı sisteminin kırmızı çizgileri dışına çıkmadı. Cumhurbaşkanı Sezer'i ikna etmek için birlikte hareket etme önerimi, "Sonra Sezer'i güç durumda bırakırız" diye karşıladı. Kendisine, "Asıl Türkiye'nin ve bu arada CHP'nin güç durumda kalacağını" belirttim.

Büyükanıt-Sezer-Baykal üçlüsü, baş aşağı giden AKP'yi güçlü konuma getirdiler. Her üçü de, halk hareketinin büyük olanaklarını değerlendirmek yerine, parlamento iç tüzüğü numaralarıyla sonuç alınabileceğini sanmışlardır. Mecliste 367 toplantı oranı teziyle Cumhurbaşkanlığı seçimine yön vermeye giriştiler. Hem de milyonlarca insanın ayağa kalktığı ve Tayip Erdoğan'ı hükümetten indirecek güçlü bir halk hareketinin yükseldiği koşullarda.
O zaman da belirttik: Dünyada hukuk oyunlarıyla, usul tartışmalarıyla kazanılmış tek bir büyük mücadele yoktur. Usul yöntemleri, küçük anlaşmazlıklarda geçerli olabilir. Ama büyük toplumsal mücadeleler, usulle değil, güçle kazanılır. Usul dahi, ancak arkasına güç yığarsanız, bir işe yarar.

2007 baharında, halkın ayağa kalkan büyük gücünden kuvvet alarak AKP'yi iktidardan indirme ve bir seçim hükümetinin güvencesi altında sandığa gitme olanağı vardı. Cumhuriyet Miting ve Yürüyüşleri, AKP iktidarını sallamaktaydı. AKP yöneticilerinin moralleri çökmüş ve yüzleri kararmıştı. O miting ve yürüyüşler, AKP'den kurtulma amacına yönelmeyecekti ise, niçin yapıldı? Kuşkusuz yapılması doğruydu. Mitinglerin başında ilan edilen hedefler vardı. Ayağa kalkan milyonların enerjisini, en sonunda "Solcular CHP'ye sağcılar MHP'ye versin" taktiğiyle harcayanlar, ABD'nin 22 Temmuz 2007 tarihli Turuncu Karşıdevrimine yardımcı olmuşlardır. O büyük güçle, AKP iktidardan indirilebilirdi ve seçime bir seçim hükümeti kurularak gidilebilirdi. O zaman sandıktan AKP çıkmazdı.

AKP, mağdur değil, güçlü gözüktüğü için, hem kendi örgütüne özgüven kazandırdı, hem de istikrarlı yönetim kurma seçeneğini temsil konumunu elde etti. Sonuç olarak hükümetten sonra Çankaya da ABD'ye teslim edildi. Türkiye'nin millî devletini yıkanlar, hükümet yanında Çankaya mevzilerini de ele geçirmişlerdi.

5.8 AKP'nin kapatılmasının önlenmesinde İlker Başbuğ'un rolü
C. Başsavcılığı, 14 Mart 2008 günü AKP hakkında kapatma davası açtı. Kararın Eylülden önce verilmesi beklenmiyordu. Yargılama süreci bir müdahaleyle hızlandırıldı. Anayasa Mahkemesi, 30 Temmuz 2008 günü AKP'nin Cumhuriyet yıkıcılığının odağı haline geldiğine hükmetti, ancak AKP kapatılmadı.

Kararın bu içeriğini Tayip Erdoğan ile o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan Org. İlker Başbuğ arasında 24 Haziran 2008 günü yapılan özel görüşme belirlemişti. Anayasa Mahkemesi, AKP'nin laikliğe karşı, başka deyişle Cumhuriyeti yıkmaya yönelik faaliyetin odağı olduğuna hükmediyor, fakat kapatma kararı vermiyordu. Çünkü ABD öyle ferman buyurmuştu ve Org. İlker Başbuğ'un boynu o fermanın önünde eğikti. Kararın Askerî Şura öncesine alınması anlamlıydı. Varılan anlaşmayla AKP kapatılmıyor; bu arada Başbuğ'un genelkurmay başkanlığı da güvence altına alınıyordu. Böylece ABD planının önü açıldı ve AKP'ye Cumhuriyeti yıkma ruhsatı verildi.

AKP'nin kapatılmaktan kurtarılmasından sonraki büyük adım, 12 Eylül 2010 referandumu oldu. Başbuğ'un Yüksek Askerî Şura'daki teslimiyetçi tutumu, evet oylarına yüzde dört oranında katkıda bulunmuştu. Kılıçdaroğlu'nun "Genel af" gibi söylemleri de muhafazakâr milliyetçi kesimi evet demeye yöneltti. Kılıçdaroğlu ve Başbuğ sayesinde hayır oyları yüzde 42'ye indi. [32] Sonuç olarak AKP, ABD planları çerçevesinde HSYK'yı denetim altına aldı ve yargı üzerinde baskı ağını kurdu.

5.9. Ergenekon operasyonuna teslimiyet
2002 yılında Org. Özkök'ün Ergenekon belgelerinin el altından devreye sokularak Genelkurmay Başkanlığına getirilmesi, komuta kademesinde Org. Necip Torumtay'ın 1991 yılında ABD'nin Körfez harekâtına kuzeyden katılmayı reddetmesiyle başlayan direnme döneminin sonunu belirlemiştir. Böylece AKP iktidarıyla birlikte, ABD'nin cepheden saldırısına teslimiyet dönemine girilmiştir. Bu teslimiyete ayak uydurmayan komutanlar, çeşitli tertipler ve operasyonlarla sindirilmiştir. ABD'nin Türkiye'yi işgal tatbikatı kararı aldığı 1999 yılında kurgulanan Ergenekon tertibi, aynı işgal tatbikatı gibi 2002 yılından başlayarak uygulanmıştır. MİT tarafından Org. Karadayı, Org. Kıvrıkoğlu, Org. Eşref Bitlis gibi ABD'ye boyun eğmeyen komutanları ve İşçi Partisi önderlerini "Ergenekon Örgütü" olarak gösteren şemalar düzenlenmiş ve yukarda anlatıldığı üzere 2002 darbesinde kullanılmıştır. Ergenekon tertibinin anahtar cümlesi, daha 2001 yılı Mart ayında Tuncay Güney'in Emniyet'te alınan danışıklı mülâkatına yerleştirilmişti: "Ergenekon demek, TSK demektir."

2006 yılı 16 Mayıs günü gerçekleştirilen Danıştay suikastıyla Ergenekon tertibinde yeni bir boyuta geçildi. ABD'nin Türk Ordusunun savaş yeteneğini tahrip operasyonu başlatılmıştır. Bununla bağlantılı olarak, Trabzon'daki Rahip Santoro cinayeti, Mc Donalds'a bombalanması ve İstanbul'daki Hırant Dink cinayetiyle "ulusalcılığı terör faaliyeti" olarak gösteren tertipler tezgâhlandı. Hrant Dink'i öldürenler, "Fethullahçı" sicilli Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek'in Trabzon Emniyet Müdürü iken örgütlediği "haber elemanı"nın denetiminde idiler. Fethullahçı Gladyo, tertibin merkezine kurulmuştu.

2007 Haziran ayında Ergenekon tertibinin birinci tutuklama dalgası yürürlüğe konmuştur. İşçi Partisi, daha en başından bu operasyonun Atatürk Devrimi'ni ve Türk Ordusunu hedef aldığını açıklamıştır. Gözaltına alındığım 21 Mart 2008'in hemen ertesi günü, 22 Mart 2008 sabahı, avukatım aracılığıyla Türk milletine bir açıklamada bulundum: "Fethullahçı Gladyo timi soruşturmada var gücüyle Türk Silahlı Kuvvetleri'ne suç atmaya çalışıyor. Dün gece üç saat konuşma oldu: Nereden leke süreriz, yara açarız ve oradan işleriz çabası içindeler. Soruşturmayı yürütenler Amerika'yı savunuyor ve Ordu'ya karşı konumdalar. Yaptıkları girişim Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ikinci kez çuval geçirme girişimidir.

"Birinci kez Amerikan Ordusu, TSK mensuplarına çuval geçirmişti, şimdi de bu operasyonla çuval geçirme peşindeler. Kuşkusuz girişim düzeyinde kalacak ve altında kalacaklardır.

"Amerika, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne dışarıdan set çekiyor ve yıpratıyor. Bunlar da TSK'yı içerden hançerliyor. Özellikle TSK'nin Kuzey Irak'ta Özel Kuvvetlerle harekât yeteneğini yok etmek için milli olan Özel Kuvvetleri yıpratmak ve savaşamaz hale getirmek gayretindeler.

"Bugünkü ve geçmiş komuta kademesine suç atmak için özel çaba içindeler. Bu görevi aldıkları, sorularından ve araştırmalarından ortaya çıkıyor. Ordu'yu suçlu gösterecek kanıtlar üretme peşindeler.

"Açıklamalarımda Gladyo'nun adresinin Büyük Ortadoğu Projesi olduğunu belirttim. Gladyo'nun merkezi BOP'tur. BOP'un Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan'dır. Abdullah Gül 'ABD ile 2 sayfa 9 maddelik' bir hizmet sözleşmesi yaptığını itiraf etmiştir. PKK'yı meclise sokanlar ve PKK'yı temsil ettiğini açıkça belirten DTP üzerinden PKK'yla Çankaya'da sözümona 'Siyasal Çözüm' adı altında BOP gereği Türkiye'yi bölme yollarını konuşanlar; Türkiye'nin birliğini savunan Ordu'ya ve Milli Kuvvetler'e karşı bu Ergenekon Operasyonu'nu yürütmektedirler. Bu operasyon, BOP Eşbaşkanlığı tarafından yürütülmektedir. Ordu'yu hedef alma talimatı açıkça ABD yetkilileri tarafından ve Avrupa Parlamentosu Karar Tasarısı'nda belirtilmiştir. Yine, Avrupa Parlamentosu'nun Talat Paşa Komitesi'ni etkisiz hale getirme kararı (Şubat 2006) uygulanmaktadır.
"Gözaltına alınmama itiraz ettim. Orada bunları özetle belirttim. İtirazım reddedildi. Savcı Zekeriya Öz, bir Cumhuriyet Savcısı sorumluluğu ile görev yapmıyor. Ordu'ya suç yükleme görevini yerine getiriyor. Bu nedenle, Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu'na yeniden şikâyet edeceğim.

"Dün akşam, Savcı Zekeriya Öz, Aydınlık'ın bundan sonraki sayısında yer alacak haberleri sekiz polisin önünde ağzından kaçırdı. 'Sizi izliyoruz' dedi. O çalışma, telefonlarda konuşulmamıştı. Aydınlık ve Ulusal Kanal'ın duvarlardan kanunsuz olarak izlendiği görülüyor ve savcı suç işlemeye devam ediyor.

"BOP Eşbaşkanlığı ve Fethullahçı Gladyo suçlarını büyütmektedir. Türkiyemizi ve Atatürk Cumhuriyeti'ni hedef alan bu düşmanca girişimin altında kalacaklardır." [33]

Bu açıklama, Ergenekon operasyonunun özünü içerir. 11 Şubat 2011 günü emekli kuvvet komutanları ve halen görev başında bulunan korgeneral rütbeli generallerin de bulunduğu 163 görevli ve emekli subay tutuklandığı gün, sanırım Ergenekon operasyonunun ne olduğunu artık herkes anlamıştır. Türkiye'ye karşı tarihin en derin yabancı devlet operasyonunda hâlâ tarafsızlığını açıklayan MHP Genel Başkanı'nı bu "herkes" içinde saymıyoruz. O, 2002 darbesinden beri ve 2007 yılında Abdullah Gül'ü Çankaya koltuğuna oturturken de bu tertibin önemli unsurlarından biriydi.

Gözaltındaki ilk gecenin sabahında yaptığım açıklama, 23 Mart 2008 günlü gazetelerin hemen hepsinde yayımlandı. Kuşkusuz komutanlar da okudular. Daha sonra Silivri cezaevinde karşılaştığımız bazı komutanlar, Genelkurmay Başkanlığının "gafil avlandığını", olayı çok sonra anladığını söylemişlerdir. Ancak asıl gafil avlananlar, bu samimî açıklamaları yapan komutanlardır. Çünkü süreç şu acı gerçeği apaçık ortaya koymuştur: Org. Özkök'ten sonra gelen genelkurmay başkanları Büyükanıt ve Başbuğ da, bu operasyona bile bile teslim olmuşlardır. Bu teslimiyeti, "demokrasi", "hukuk devleti", "yargı çözer" gibi içi boşaltılmış kavramlarla perdelemişlerdir.

Generallerimizi, subaylarımızı ve astsubaylarımızı esir alan, TSK'ye karşı akıl almaz yalan ve iftiralar yayan, özetle halkın Orduya güvenini zayıflatan uygulamalar, kamuoyunda işgal dönemleriyle karşılaştırılmaktadır. Ergenekon operasyonu, çok açıktır ki, bir yargı faaliyeti değil, düşman devlet uygulamasıdır.

Org. Büyükanıt ve Org. Başbuğ'un teslimiyetçi tutumları sayesinde, Tayyip Erdoğan, Orduya boyun eğdiren, onlarca generali hapse tıkabilen, Yargıyı döven, emekçi hareketlerini şiddetle bastırabilen, Türk aydınını ezen, 23 Nisan yıldönümlerinde bile hükümet etmeyi "ister asabilirsin, ister kesebilirsin" diye tanımlayan güçlü iktidar görüntüsü kazanmıştır. Org. Büyükanıt ve Org. Başbuğ, AKP'yi güçlü gösteren tutumlarıyla AKP'ye en büyük desteği sağlamışlardır.

5.10. Psikolojik harekâta teslimiyet
Genelkurmay Başkanlığı, Türk Ordusuna karşı psikolojik harekât yürütüldüğünü sık sık belirtti; "asimetrik savaşın" [Türkçesi: eşboyutsuz savaş] psikolojik cephesine dikkat çekti. Ancak bu psikolojik harekâtı yürüten düşmanın kim olduğunu milletine açıklama kararlılığını ve cesaretini gösteremedi. Hep karanlığa yumruk salladı.
Bu psikolojik harekât, toplumun değer yargılarını, en başta yurtseverliği boğma derecesine gelmiştir. Vatan ve millet sevgisi, toplum çıkarlarını öncelik vermek, millet ile ordu arasındaki dayanışma ve fedakârlık; özellikle 1980'li yıllardan bu yana sürekli yıpratılmaktadır. Düşman, Türkiye'nin barışçı yoldan dize getirilemeyeceği saptamasında bulunduğu için, Türk Ordusunun moralini ve kararlılığını zayıflatılmayı amaçlamıştır. ABD, bu psikolojik harekâtı cepheden ve doğrudan doğruya kendi özgücünü kullanarak yürütmektedir. 2 Ekim 1992 günü Akdeniz ve Ege'de yapılan NATO'nun Display Determination 1992 (Kararlılık Gösterisi 1992) tatbikatında, ABD uçak gemisi Saratoga'nın gece yarısı iki füze fırlatarak Muavenet firkateynimizi vurması, aynı zamanda bir psikolojik harekâttır. [34] Jandarma Komutanımız Org. Eşref Bitlis'in 17 Şubat 1993 günü uçağına sabotaj düzenlenerek katledilmesi, bir yönüyle de psikolojik harekâttır. [35] ABD Ordusunun 2002 yılı 24 Temmuzunda başlayan "Binyılın Meydan Okuması2002" başlıklı Türkiye'yi işgal tatbikatının psikolojik harekât boyutu görmezden gelinemez. Bütün bu uygulamalar karşısındaki boynu eğiklik, Türk milletinin ve Türk Ordusunun maneviyatında derin izler bırakmıştır. Hele en son ABD silahlı birliklerinin 4 Haziran 2003 günü Süleymaniye'de Türk subayının başına çuval geçirmesi karşısındaki teslimiyet, ordunun ve milletin onurunda ve bilincinde durmadan kanayacak bir yara açmıştır.

ABD ve AB, psikolojik harekâtta dolaylı güçlerini de cepheye sürmüş bulunuyor. CIA'ya ve Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisine bağlı medya kullanılarak, Orduya karşı sistemli bir çamur savaşı yürütülmektedir. Ordunun ve komutanların saygınlığı bir futbol topu gibi sürekli tekmelenmektedir. Türk subayını ve askerini aşağılamak, artık sıradan bir faaliyet haline gelmiştir. Millet, bu aşağılamalara tanık olmaktan utanç duymakta ve komutanların başlarını dik tutmayışlarını acıyla izlemektedir.

Buraya, çamur savaşının ölçülerini hatırlatmak için üzüntüyle kaydediyoruz. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt'la ilgili olarak bir genel yayın yönetmeni televizyon ekranından "dansöz" benzetmesi yapmıştır. [36] "Genç Siviller" denen Batı güdümlü örgütçük, bir yürüyüşünde, "İlker Başbuğ Çeneni Kapa" diye slogan atmıştır. [37] ABD güdümlü köşe yazarları, Genelkurmay Başkanı'ndan "otistik" diye söz etmişlerdir. [38]
En acısı, komutan ve subayların psikolojik harekât karşısındaki ezikliğidir. Ne yazık ki, genelkurmay başkanları bile bu harekâta istemeyerek de olsa katkıda bulunmuşlardır. Org. Büyükanıt, "Türk Ordusu suç örgütü değildir" diyerek, Türk Ordusunun suçluluğunu tartışmaya açmıştır. Bazı komutan ve subaylar, gözaltı ve tutuklamalarda başını dik tutamamıştır. Bir vatan savaşı yaptığını unutarak, suçlu görüntüleri vermiş, başını eğmiş, yüzünü saklamıştır. Hatta bu utanç manzaraları emir komuta içinde düzenlenmiştir. Komutanlar adliye binalarına göğüslerini gererek girmek yerine, arka kapılardan alınmış; komutanları gizleyen "Etten Duvar Mangaları" görevlendirilmiştir. Bu utanç, Türk komutanına yakışmamıştır.

Psikolojik savaş, adı üzerinde savaştır. Psikolojik harekâta karşı koymak, savaşın bir cephesidir. Kendisine kurşun veya top mermisi veya füze atılan bir ordu, ne yapmak durumundaysa, psikolojik harekâtın hedefi olduğu zaman da aynı durumdadır. Savaşın biricik kuralı, savaşmak ve düşmanı imha etmektir.

Peki bu psikolojik harekâta verilecek cevap, yalnızca basın toplantısı yapmak mıdır?

Komutanlar, psikolojik savaş karşısındaki boynu eğikliği, "ne yapsaydık, darbe mi yapsaydık" diye karşılıyorlar. Bu gerekçe, savaşın her türüne, düşmanın her taarruzuna karşı teslimiyetin örtüsüdür. Yarın düşmanın silahlı saldırısına karşı silahla cevap veren Ordu da, darbecilikle suçlanacaktır. Bugünden suçlanmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Güneydoğu bölgesinde bölücü teröre karşı mücadelesi de darbe suçlaması kapsamına alınmadı mı?

Asimetrik (eşboyutsuz) psikolojik harekâta karşı savaşamayanlar, tüfekle veya füzeyle savaşabilir mi? Komutanlar kendilerine bu soruyu sormalıdırlar. Herkes bilmekte ve görmektedir ki, Türkiye'de artık Ordunun her vatan görevi "darbe girişimi" suçlamasıyla karşılaşacaktır.

Teslimiyetin gerekçesi çoktur ve teslimiyetin sonu yoktur.

5.11. Yabancı devlet operasyonuna boyun eğilmesi
Önce şunu belirtelim, kimse Ordudan darbe istemiyor. Cumhuriyetin sahibi olan halk, Ordusundan ordu gibi davranmasını, düşman operasyonlarına boyun eğmemesini, yürütülen örtülü savaşa teslim olmamasını, tertibe dolaylı destek veren tavrını terk etmesini, ABD'yi ve AKP'yi güçlü gösteren tutuma son vermesini bekliyor.

Org. Başbuğ, ABD'nin AKP iktidarından vazgeçeceği beklentisini yaydı. Bu, öyle gözüküyor ki, komutanların da kolayına geldi. Böylece Başbuğ'un komutanlığındaki kademe, baştan aşağı sanal olarak üretilmiş kanıtlarla yürütülen Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz tertiplerine boyun eğdi. ABD planlarına, doğrudan olmasa bile, kenarında durarak dâhil olmuşlardır. Türk Ordusunu kendi vatanında yabancı bir devletten operasyon yiyen bir duruma düşürdüler. Türk Ordusu, silah kullanılmadan, yabancı bir devlet tarafından çok ağır kayba uğratıldı, savaş yeteneği, moral gücü ciddi ölçülerde tahrip edildi. News Week, Washington Post gibi, ABD resmî ağızlarını seslendiren yayın organları, "Türk Ordusu yenildi" ve "Türk Ordusu sarsıldı" gibi başlıklarla yayın yaptılar. [39] Bu yayınlar daha kesin yargılarla ve giderek alaycı bir üslup kullanılarak sürüyor.

Türkiye yurtseverlerinin olayı algılaması da farklı değildir. Abdullah Öcalan davasının savcısı Talat Şalk'ın sözleri milletin ortak acısını dile getirmektedir: "Ben şahsen askerlerin gözaltılarını televizyonda izlerken, sanki Türkiye işgal edilmiş, işgal kuvvetleri bizim komutanlarımızı götürüyor diye düşündüm." [40]

Ne yazık ki, komuta kademesi, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz gibi doğrudan Türk Ordusunu hedef alan operasyonların, ABD merkezli olduğunu görmekten kaçınmıştır. Dahası, ordu mensupları arasında bu gerçeğin görülmesini önleyen bir tavır içinde olmuştur. O kadar ki, bazı emekli komutanlar bile, bu anlayış yüzünden gerçeği görmek istemeyen açıklamalarda bulunmaktadırlar. Örneğin E. Org. Edip Başer, Aydınlık dergisinin bu konudaki sorusuna şöyle cevap vermektedir: "Dış destekliyse, nereden olduğu konusunda benim elimde bir belge bilgi yok. Onun için kesin bir şey konuşmak durumunda değilim. Ama bu tür belgeye bilgiye sahip olanların bunları ortaya koymaları elbette büyük bir vatanseverlik borcudur diye düşünüyorum." [41]

ABD Ordusu Türkiye'yi işgal tatbikatı yapıyor, Süleymaniye'de Türk subayının ve astsubayının başına çuval geçiriyor, Ergenekon operasyonunun düğmesine Bush ile Tayyip Erdoğan'ın 5 Kasım 2007 günlü Oval Ofis buluşmalarında basıldığı en yetkili ağızlardan açıklanıyor, [42] Ankara'ya operasyonu yürütmek için 2008 yılı başında 35 kişilik bir CIA heyeti yerleştiriliyor, [43] ABD basını Türk Ordusunu yendiklerini ilan ediyor; ama bazı komutanlarımız hâlâ belge arıyor.

Buna karşılık bizim saptayabildiğimiz E. Hv. Korg. Yaşar Müjdeci, E. Tuğg. Servet Cömert, E. Tuğg. Noyan Umruk, E. Kur. Alb. Cemalettin Korkut, E. Dz Alb. Reşit Çağın, E. Tümg. Osman Özbek, E. Tümg. Alaattin Parmaksız, E. Org. Necati Özgen, E. Tümg. Erdal Sipahi, E. Tuğg. Nejat Eslen, E. Hv. Tuğg. Ramiz İlker, E. Alb. Erdal Sarızeybek, E. Alb. Ömer Lütfü Taşçıoğlu, E. Dz. Yrb. Kemal Evci gibi komutanlar bu operasyonun ABD merkezli olduğunu açıkça belirtmişlerdir.

Dünya tarihinde, bir ordunun, yabancı bir devletin operasyonuna kendi vatanında böylesine teslim olduğu ikinci bir örneği biz bilmiyoruz. Belki bağımsızlık ve ordu geleneği olmayan bazı devletçiklerin tarihinde olabilir.

5.12. Kırılma noktası: 2007 baharı
Kimi ulusalcılarımız ve komuta kademesindeki bazı generallerimiz, iç cephenin çöküşünü anlamak istememişlerdir. Oysa Çankaya dâhil devletin bütün yönetim kurumlarının ABD'nin BOP Eşbaşkanlığı'na teslim edilmesi, düşmana Türkiye'yi bölme olanağının verilmesiydi. Başka deyişle Türkiye'nin devlet olanakları karşıdevrimin emrine sunulmuş oldu.

Kırılma noktası, 2007 baharındaki büyük halk hareketinin çelmelenmesidir. Böylece Ergenekon operasyonunun koşulları da yaratılmış oldu ve 2007 yılı Haziran ayında Ümraniye bombaları tertibiyle ilk tutuklama dalgası başlatıldı. Bombalar, tutanaklara göre, gecekondu çatısından iki saat önce Ümraniye karakolunda masaya dizilmiş ve görüntüleri çekilmişti. Görüntü kayıtlarında polis memurları, açıkça "Operasyon Ergenekon olduktan sonra sinkaf ederim hâkimini de savcısını da" diyor ve Genelkurmay Başkanlığından hem kurum ve hem de kişi olarak iki kez "O. çocuğu" diye söz ediyorlardı. Bombaları çatıda gören yoktu, aramaya katılan da yoktu. Askerî görevlilerin, yazılı inceleme talebine rağmen, bombalar hemen imha ediliyordu. İmha kararı, CMK'daki hurda kâğıt vb'nin hükmüne dayanılarak alınıyordu. [44] Bütün bunları, daha o zamandan Genelkurmay Başkanlığı'nın öğrenmemiş olması olasılığı yok. Ancak öyle görülüyor ki, Genelkurmay, bu ABD tertibini "hukuk devleti" yalanlarıyla örtme işlemine katılma kararı almıştı.

5.13. Bugün gelinen nokta: Bölünme ve dağılma
Türk Ordusu sindiriliyor ve savaş yeteneği kırılıyordu. Arkasından Kürt, Ermeni, Kıbrıs, Alevî açılımları geldi ve bütün cephelerde çözülme içine girildi. ABD'nin BOP Eşbaşkanlığı 12 Eylül 2010 referandumundan sonra evet oylarından aldığı cüretle yargı operasyonunu başlattı. HSYK'yi ele geçirdi; Beşiktaş'ta kurduğu özel yargıyı güçlendirdi ve Yargıtay'ı ele geçirme harekâtını başlattı.

Ve Türkiye bugün gözlerimizin önünde bölünmektedir. Fiilî durum ortadadır: Millet de bölünmektedir, ülke de bölünmektedir. Yurdumuzun güneydoğu bölgesinde ABD güdümlü yeni bir Kukla Devlet oluşmaktadır.

5.14. "Savaşmadan yenilme" stratejisi ve ordunun iç hat durumuna düşürülmesi
Türkiye, yalnız dışardan, Kuzey Irak üzerinden değil; içerden, Çankaya ve hükümet mevzilerinden de bölünmektedir. Türk milleti ve Türk Ordusu, ilerde daha geniş olarak açıklayacağımız üzere iç hat durumuna düşürülmüştür.

Eğer bu kuşatma kısa zamanda yarılmazsa, parçalanmanın ve iç çatışmaların kapıda bulunduğunu en iyi bilmesi gerekenler kuşkusuz komutanlardır. Ancak arkada kalan dönemde, komuta kademesinin Türk Ordusuna karşı yürütülen bu çok yönlü savaşa karşı koymadıkları görüldü. ABD'nin Türk Ordusunu savaşmadan yenme stratejisine savaşmadan yenilme stratejisiyle cevap verildi. Bugüne kadar izlenen çizgi budur.
[6]Bu stratejinin geniş bir incelemesi için bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-4: Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, "Doğuda Bir Dayanak Yaratarak Bütün Vatanı Kurtarmak" başlıklı bölüm, Kaynak Yayınları, Geliştirilmiş 3. Basım, İstanbul, Temmuz 2010, s.166 vd. Yine bkz. s.82 vd.
[7] "Sivas Komutanlar Toplantısı" diye de anılan 16-28 Kasım 1919 tarihleri arasındaki Heyeti Temsiliye toplantısı tutanakları için bkz. Uluğ İğdemir, Heyeti Temsiliye Tutanakları, AKDTYK Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara 1989; Atatürk'ün Bütün Eserleri, c.5, s. 163-169, 182-194, 197-209, 212-223, 231-236, 242-247, 250-259, 273-288, 291-293, 300-306; "Sivas Komutanlar Toplantısı" üzerine bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-4: Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, Geliştirilmiş 3. Basım, İstanbul, Temmuz 2010, s.183-192. Bu konuda yakında İstiklâl Savaşı'nda İktidar Savaşı konulu bir kitabımız yayınlanacak.
[8]Bu konuda özenli bir araştırma ve kaynaklar için bkz. Mehmet Perinçek, Atatürk'ün Sovyetlerle Görüşmeleri-Sovyet Arşiv Belgeleriyle-, Kaynak Yayınları, 2. Basım, Mart 2007, s.234 vd.
[9] Raporlar için bkz. Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Kaynak Yayınları, Üçüncü Basım, Ağustos 2006, İstanbul. 1945 sonrasında ABD'li yetkililerin hazırladıkları Türkiye raporlarında, Atatürk Devrimi'nin önü kesilmezse, Türkiye'nin komünizme gideceği kaygıları vurgulanıyordu.
[10]Gladyo konusunda bkz. Doğu Perinçek, Gladyo ve Ergenekon, Kaynak Yayınları, Geliştirilmiş 13. Basım, İstanbul, Mayıs 2009.
[11] Atatürk, Nutuk'ta İstiklâl Savaşı'nın eşiğindeki durumun tahlilini yaptıktan sonra görevi şöyle belirlemişti: "Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu." Bkz. Atatürk'ün Bütün Eserleri, c.19, Nutuk I, s.31.
[12] Geniş bilgi için bkz. Doğu Perinçek, Gladyo ve Ergenekon, s. 44 vd.
[13] Ne yazık ki Tutukevinde bulunan MHP, MSP yöneticileri ve CHP'li (şimdiki AKP'li Kültür Bakanı) Ertuğrul Günay, bu dilekçeyi Mamak Askeri Cezaevi'ne gönderilme korkusuyla imzalamadılar.
[14]Bkz. Hasan Bögün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu -12 Eylül 1980'den Çuval Olayına-, Kaynak Yayınları, İstanbul, Nisan 2007, s.91 vd, 94 vd. Bu çok önemli araştırmayı incelemelerini okuyucularımıza özellikle öneriyoruz.
[15] Aynı eser, s. 78 vd, s. 83 vd.
[16] Bkz. Hürriyet, 21 Aralık 2001.
[17]Org. Kıvrıkoğlu'nun konuşmasındaki bu sözler, Anadolu Ajansı tarafından verildiği halde, yeni Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'ün müdahalesi sonucu Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine konmamıştır. Bkz. Doğu Perinçek, Türk Ordusu'nda Strateji Sorunu-Üç Genelkurmay Başkanı-, Kaynak Yayınları, 3. Basım, İstanbul, Aralık 2008, s. 22.
[18] Hasan Bögün, bu yayınları bir kitapta topladı ve yorumladı. Bkz. age
[19] İlgili web adresleri: www.defenselink.mil; www.jfcom.mil/experiments/mc02.htm. (www.jfcom.mil adresinden girip arama bölümünden Millenium Challenge diye aratınca karşınıza onlarca sayfa çıkıyordu ve bu sayfalarda Millenium Challenge 2002 tatbikatıyla ilgili resmi açıklamalar vardı. Bir süre önce bu sayfalar kaldırıldı.)
[20] Basın açıklaması için bkz. Aydınlık, sayı 784, 28 Temmuz 2002.
[21] Milliyet, Vatan, Haber Türk, Yeni Şafak; 17 Mart 2009. Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 18 ve 20 Mart 2009. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Doğu Perinçek, Ergenekon Savunması, Kaynak Yayınları, 1. basım, İstanbul, Ağustos 2009, s.313 vd.
[22] Başbakan Ecevit'in 6 Eylül 2002 tarihinde, İP Genel Başkanı olarak bana yazmış olduğu bu mektubun bir örneği Ergenekon Davası dosyasında bulunmaktadır.
[23] Tezkerenin Meclis'e sunulması tarihindeki bütün gazeteler.
[24] O sırada, MSB Maliye-Bütçe Komisyonu Başkanı olan arkadaşım E. Tuğg. Noyan Umruk, tezkere oylaması sırasında MSB'nın Meclis çalışmalarını yürütüyor ve Meclis'teki görüşmelere katılıyor. Verdiği bilgiye göre, red oyu veren 99 milletvekili Refah Partisi kökenliydi ve büyük çoğunluğu 2007 seçiminde tasfiye edildi.
[25]Mektubun önemli bölümleri şöyle: "Bizim askerî güçlerimizin çabuk hareket etmelerinin sebebi, bir suikast tehdidi ve Koalisyona karşı eylemlerin bölgeyi hızla istikrarsızlaştıracak sonuçlar doğurabileceği idi. Ayrıca gözaltına alınan üniformasız personel ile birlikte hiç beklenmedik bir şekilde çok sayıda silah, patlayıcı madde, detantör ve zamanlama cihazı ele geçirilmesi, var olan kuşkularımızı daha da artırdı. (...) Türk hükümetinin Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve bu hareketleri desteklemeyeceğini biliyoruz."
"Gerçeklerin ortaya konulması için ileriye doğru hareket ederken, askerî güçlerimiz arasında bu tür olayların yaşanmaması ve önlenmesi için çalışmalıyız." (Mektubun çok bozuk çevirisi için bkz. Hürriyet, 18 Temmuz 2003.)
[26] Bu konuda geniş bir eleştiri için bkz. Doğu Perinçek, Türk Ordusu'nda Strateji Sorunu, s. 114 vd.
[27]Org. Özkök'ün, millî egemenlik ve millî güvenliği küreselleşmenin ayakları altına atan görüşleri, Atatürk Devrimi'ni reddeden bir ideolojik zaaf olmanın ötesinde, aslında bir komuta zaafı idi. Bu konuda bkz. Doğu Perinçek, Türk Ordusunda Strateji Sorunu, "Org. Özkök'ün Komuta Zaafı" bölümü, s.114 vd.
[28] Org. Başbuğ'un ABD denetimine boyun eğen tavrı, Genelkurmay Başkanlığı görevini devraldığı 28Ağustos 2008 günü yapılan törendeki konuşmasına da yansıdı. Bu konuşmayı, "Başbuğ'un Elindeki Saatli Bomba" başlığı altında eleştirdim. Bkz. Doğu Perinçek, Türk Ordusunda Strateji Sorunu, s. 27 vd; özellikle s.39 vd.
[29] O zaman Genelkurmay 2. Başkanı görevinde bulunan Org. Başbuğ'un Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği "Bilgi Çağı ve Teknolojik Gelişmeler Işığında Toplum, Yönetim, Yönetici ve Lider Yaklaşımları Sempozyumu"nda 12 Mayıs 2005 günü yaptığı Açış Konuşması'nın ilgili bölümü şöyle: "21. yüzyılın ilişkiler ağında tam bağımsızlık kavramı üzerinde de düşünmek zorundayız. Ulusların egemenlik haklarının belirli bir alanını, kendi arzusu ve kendi iradesiyle, o kuruluşun karar mekanizmalarında yer alması kaydıyla ve o kuruluştan kendi arzusuyla çekilebilmesi mümkün olduğu sürece, uluslararası bir kuruluşa devretmesi acaba tam bağımsızlığı zedeler mi? Sanırım bu soruyu tartışmalı ve bir uzlaşıya varmalıyız. 'Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin dayandığı sistematik yaklaşımda gelişim, gerçekçilik ve pragmatizmin öne çıktığına da dikkat edilmelidir."
Konuşma, Teori dergisinde de tam metin olarak yayımlandı. Bkz. Teori, sayı 186, Temmuz 2005, s.13 vd. Başbuğ'un bu konuşmasını İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Semih Koray eleştirdi. Bkz. "Küreselleşme ve 'Bilgi Çağı: Org. İlker Başbuğ'a Göre Uygarlığın Geleceği Nerede'", Teori, sayı 186, Temmuz 2005, s.3 vd.
[30] AKP Balıkesir Milletvekili Turan Çömez'den aktaran Sabahattin Önkibar, Yeni Çağ, 31 Temmuz 2010.
[31]İP Genel Başkanı Doğu Perinçek'in Çankaya'ya sunduğu mektup için bkz. Doğu Perinçek, Ergenekon Savunması, Kaynak Yayınları, Birinci basım, İstanbul, Ağustos 2009, s.243 vd.
[32] Bu konuda aydınlatıcı bir tahlil için bkz. Aydınlık, 19 Eylül 2010.
[33]Doğu Perinçek, Gladyo ve Ergenekon, Kaynak Yayınları, Geliştirilmiş 13. Basım, İstanbul, Mayıs 2009, s.205 vd.
[34] Füzelerden biri Türk bayrağının dalgalandığı kaptan köşkünü, diğeri savaş harekât merkezini vurmuştur. Seçilen hedefler de, saldırının planlı olduğunu gösteriyordu. Sea Sparrow tipi füzelerin kaza eseri ateşlenmesi olasılığı sıfırdı. Atılmaları için birkaç aşama vardı ve en az iki komutanın onayı gerekiyordu. ABD, bu olayın yanlışlıkla olduğu yönünde bir açıklamada bile bulunmadı. Muavenet firkateynimizin komutanı Kur. Yrb. Levent Kudret Güngör, Tğm. Alper Tunga Akan, Astsb Serkan Haktepe, Çvş Mustafa Kılınç, topçu er Recep Akan bu saldırıda şehit düştüler. Saldırı sonucu Türk Deniz Kuvvetleri'nin en değerli gemilerinde biri hizmet dışı kaldı.
[35] Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis'in Diyarbakır'a çantasında Kuzey Irak'a yapılacak askerî harekât planını götürdüğü, 17 yıl sonra askerî kaynaklara dayanılarak açıklandı. Eşref Bitlis suikastı konusunda geniş bilgi ve belgeler için bkz. Nusret Senem, Genelkurmay'a Eşref Bitlis Dosyası, Kaynak Yayınları, İstanbul, Şubat 2010 ve Adnan Akfırat, Eşref Bitlis Suikastı, Kaynak Yayınları, 4. basım, İstanbul, Haziran 2008.
[36] Haber Türk Televizyonu, 23 Şubat 2010. Aktaran: Vatan, 25 Şubat 2010.
[37] Zaman, 19 Temmuz 2009.
[38]Mehmet Altan'ın Bursa Olay televizyonuna telefonla söyledikleri için bkz. Haber Türk, 1 Kasım 2009.
[39] Owen Mathews, Newsweek, 14 Mart 2010.
[40] Sözcü, 28 Mart 2010.
[41] Aydınlık, sayı 1177, 7 Mart 2010.
[42] Abdullah Gül'ün ve Tayyip Erdoğan'ın yakın mesaî arkadaşları Fehmi Koru, hem yazdı hem de televizyonda söyledi, Kanal 7, 28 Ocak 2008 ve Yeni Şafak, 1 Şubat 2008.
[43] Ergenekon operasyonunu yürütmek üzere 35 kişilik CIA-Pentagon heyetinin 18 Şubat 2008 günü Ankara'ya inmesi ve yerleşmesi konusunda bkz. Doğu Perinçek, Gladyo ve Ergenekon, 1. Basım, Ekim 2008, s.137 vd.
[44] Bu konuda belgelere dayanan geniş bilgi için bkz. Oktay Yıldırım, Ergenekon Bombalarının Sırrı, Kaynak Yayınları, İstanbul, Şubat 2010.

 

Uzun isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 03-19-2011, 01:53   #2
Kullanıcı Adı
HaArP
Standart
Yarım saatimi ayırdım... Ve yazılanları tek tek okudum... ! Acizane daha önceden biliyordum ! Lakin saygı çerçevesinde okudum ve üzerinde düşündüm... Bir Acizane Müslüman olarak eğer saygıyla dinler iseniz ben size bir ders vereyim !

Tek Taraflı ve Dünya gerçeklerinden habersiz ! Strateji ! İlim ve Parapisikoloji ! Hatta Kemalist bir ideoloji üzerine Kurulan kavramlar artık dünya'nın gelişen teknolojisinde gizlilik(okult) kavramları işe yaramıyor !!!

Dünya'dan biraz acizane haber verelim ki belki bir öğüt alırsınız !!!

Başlığınızdaki formattan izafi ile !

Uzak-Yakın ! Tarih Boyunca Deccali Propaganda ve Stratejinin arkasındaki Deccal'i getirmedeki şeytanın ve Avanelerinin Rolleri !!!

Firavun soyunun tarihte tekrar eden kavramların bilim yahut teknolojinin değiştiği gerçeğinin Doğrusal ilerlemeci bir Anlayışa ittiği deccali yalanı algıda önemli bir rol oynatır ! Bu itibarla meseleye birinci bakışı bu algı belirlemektedir...!!!

Firavun soyunun Şeytana bağlı olarak yürüttüğü ! Dün Roma İmparatorluğunun kalıntılarını yani Bizanslıları La ilahe İlla Allah Muhammeden Resullulah doktrini altında Feth eden Müslümanların ve İkeö kökünden oluşan Türk yani 'İslam'ın Miğferi' olan Milletlerin Ümmet algısını ortadan kaldırmak üzere şeytanın 'beni ateşten insanı topraktan yarattın' kibiriyle 'Irk' üzerinden Müslümanlara ve İslam'a açtığı savaşın hikayesidir bu hikaye !!!

uzak dünde roma imparatorluğunu, yakın dünde ingiltere imparatorluğunu, bugünün dününde amerikan imparatorluğunu kullanan şeytan ve avanelerinin yarın İsrail imparatorluğunu hazırlamak için aslında eski ama kullanılan terim ile yeni ! dünya düzeni sistemi gereği Osmanlıdan kopartılan ve İsrail'in kurulması için seküler bir Türkiye gerekti !!! Bahsettiklerin için yeterli mi daha derinlere gireyim mi
HaArP isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




boşanma avukatı webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım