06-01-2009, 12:08 | #1 |
Yavuz Bahadıroğlu "Fetih günleri "
1438'den beri sadaret makamında (Başbakanlık) oturan deneyimli Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, ikinci saltanatının ilk günlerinden beri dillendirdiği “Bizans’ı fethitsek gerektür” sözünü artık söylememesini hatırlatmak için, genç Padişah Sultan İkinci Mehmed’in huzurundaydı…
Onu fetihten vazgeçirmek istiyordu. Çünkü fethin hüsranla sonuçlanacağına samimiyetle inanmıştı. Bir ara, “Ben söylemiş olayım” dedi, “Hak Teâla ve kulları nezdinde mes’uliyetten kurtulayım da, sen yine ne istersen yap; neticede padişah sensün.” “Şükrolsun padişah biziz!” diyerek bütün sorumluluğu üstlendi Sultan Mehmed, “Ve Padişah-ı cihan olarak deruz ki, Konstantiniye’yi fethedeceğiz!” “İmkânsız!” diye dudak büzdü Çandarlı Halil Paşa. “Neden Koca Vezir?” diye sordu Padişah. “Çünkü Bizans’ın kalın ve sağlam surlarını yıkacak kudrette topumuz yoktur.” Genç hükümdarın karşısına yine şartlar ve sebepler çıkmıştı. Ak Şemsüddin Hoca’nın sözlerini hatırladı. Gülümseyerek sordu: “Surları yıkacak toplar, günün birinde yapılacak mı?” “Evet..” dedi Sadrazam, “Bir gün elbette yapılır.” Genç hükümdar gürül gürül gürledi: “O gün, bugündür vezirim! Topları yapacak zenaatkâr benim, Bizans’ı yıkacak Hünkâr da benim.” Ak Hoca’sı öyle tembihlemişti: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen, Allah’ın rahmeti tecelli eder; rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder. (gerçekleşir)” Genç Padişah kendini bu öğüde kilitledi… Yüksek ve kalın surları büyük toplarla, Haliç’in ağzına gerili zinciri ise gemileri karadan yürüterek aştı… Her engeli aşmanın bir yolunu buldu. Şartlara teslim olmadı. Nihayet şartlar ona “musahhar” (yardımcı) olup itaat etti. Bir de bize bakın dostlar! Herhangi bir işi ikinci denememizde bıkıp yarım bırakıyoruz. Şartlara teslim oluyoruz. Bu yüzden olumsuzlukları bir türlü aşamıyor, rahmetin tecellisini hakketmiyoruz. • Bizans’ı fethetmek gerçekten de çok zordu… Öncelikle tüm Batı dünyası tarafından destekleniyordu, Bizans... Şehrin kara tarafı çifte duvar olmak kaydıyla her tarafı kalın ve yüksek surlarla çevriliydi… Haliç’in ağzı kat kat zincirle kapatılmış, Marmara sahilleri ise yüzer ayak derinliğinde çifte hendekle desteklenmişti… Üstelik Bizans donanması hâlâ güçlüydü. İmparator, halkı ve askeri, şehri savunma refleksinde buluşturmayı başarmıştı. Ayrıca birbirlerine düşman kiliseler, şehrin ayrı yerlerinde olmak şartıyla, savunmaya katılmaya razı olmuşlardı. Bu da kiliseler arasındaki düşmanlığı ve rekabeti (aynı dine ve milliyete mensup olmalarına rağmen aralarında düşmanlıklar vardı) bir nevi yarışa çevirmiş, sonuçta Sultan İkinci Mehmed’in işi biraz daha zorlaşmıştı. Hep zor zamanlarda olduğu gibi, Bizans’ta mânevî değerler öne çıkmıştı. Ayasofya’da günün hemen her saatinde âyin vardı. Kutsal Bizans Haçı ortaya çıkarılmıştı. Rahipler durmadan moral veriyorlardı: “Hıristiyanlar korkmayınız! Müslümanlar daha önce de kutsal şehri kuşattılar. Ama geri dönmek zorunda kaldılar. Çünkü şehrimizi azizlerimiz koruyor. Buna bütün kalbinizle inanın ve kendinize güvenin.” Zamanın getirdiklerini yaşamaktan korkanlar ya maziye, ya da efsanelere sığınır. Bu bir ümit arayışıdır... Bizans halkı da bir efsanenin vereceği ümide sığınmıştı. Ancak efsanenin yıkılması ümitleri de yıktı. Kutsal Haç’ı taşıyanların ayağı sürçmüş, haç aniden yere düşmüştü. Meydanda “mahvolduk” çığlıkları yankılanmaya başladı. Bunu Meryem Ana’nın kendilerini terkettiği şeklinde yorumlamışlardı. Sur dışından ise Bizans’ı kuşatan gazilerin tekbir sadâları geliyordu: “Allahu ekber, Allahu ekber!..” Bir süre sonra tekbir ezana dönüşüp Ayasofya’nın kubbelerinde çınlamaya başladı: “Hay alel felah! (Haydi kurtuluşa)” Fatih imkânsızı başarmıştı. Çünkü rahmet tecelli etmişti. Ama Bizans’ı fethetmek yerine, hocası Ak Şemseddin’le övünecek kadar da geniş yürekliydi. İlk divan toplantısına girerken, yüzündeki mutluluğun kaynağını “İstanbul’un fethi” olarak okuyan Lalası Zağanos Paşa’ya şöyle diyecekti: “Bu ferah ki bende görürsün, bir kal’a fethünden değildur. Ak Şemseddin gibi bir pir-i aziz zamanında yaşaduğuma sevinurum.” (Bende gördüğün mutluluk, İstanbul fethinden değil, Ak Şemseddin Hocamın yaşadığı çağı paylaşmaktandır.) İnsanın değerini biliyordu. İnsan yaşarsa devletin yaşayacağına inanmıştı. Başarısının sırrı budur. vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|