|
02-07-2010, 09:15 | #1 |
Yavuz Bahadıroğlu "Öğretilmiş çaresizlik ve siyaset"
Ah çocukluğum!..
Halk, açlık ve yokluk kıskacında eğlenmeyi unutmuştu. En büyük eğlencelerden biri, köye ayda-yılda bir gelen, oynayan ayılardı... Def eşliğinde oynayan ayıyı ağzımız bir karış açık seyreder, bunu ayıya nasıl öğrettiklerini düşünmekten kendimizi alamazdık... İşin aslını geçenlerde Nesil Yayınları’nın konferans salonunda bize bir konferans veren Milli Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik’ten öğrendim... Ayı yavru iken yakalanırmış. Kızgın bir sacın üzerine durdurulurmuş. Ayıcık ayaklarının yanmaması için hoplayıp zıplamaya başlayınca def çalınır, ayıya eşlik edilirmiş... Bir süre sonra ayı def sesine şartlanır, o sesi ne zaman duysa ayaklarının altında kızgın sac olduğunu zanneder, hoplayıp zıplamaya başlarmış... Buna mantıkta “öğretilmiş çaresizlik” deniyor. “Öğretilmiş çaresizlik” öteden beri siyasete hâkim olan ruhtur. Hatırlayalım: Türkiye çok partili siyasi yapıya 1950’de kavuştu. Kavuşur kavuşmaz da Demokrat Parti’yi (DP) iktidar yaptı. Değişiklik sadece 10 yıl sürdü. 27 Mayıs 1960’ta bazı subaylar “emir-komuta zinciri”ni kırıp darbe yaptılar. Millet, devrilen Demokrat Parti’nin devamını 1965’te tek başına tekrar iktidar yaptı. Fakat o iktidar da 12 Mart 1971’de kesildi: Bu kez askerler yönetime “muhtıra” ile müdahale etmiş, Meclis’in istediği gibi değil, kendi arzuları istikametinde bir hükümet kurulması için Meclis’i zorlamışlardı. Kısa aralıklarla millet tekrar tekrar aynı kadroyu iktidara getirecek; ne var ki yol 12 Eylül 1980’de yine tıkanacaktı: Askerler bir kez daha gelmişti. Çok parti istemiyorlardı. Darbeci başı Kenan Evren “İki buçuk parti, iki buçuk gazete” diyordu. Seçim gecesi yasak olmasına rağmen televizyon karşısına geçti, “12 Eylül darbesinin ruh ve felsefesini devam ettirmek” üzere, Emekli General Turgut Sunalp’a kurdurdukları MDP’ye (Milliyetçi Demokrasi Partisi) oy istedi. “Bu olmazsa gitmeyiz” anlamına gelen sözler sarfetti. Bereket versin millet onu dinlemedi, Turgut Özal’ın ANAP’ını (Anavatan Partisi) iktidara getirdi... Rahmetli Özal’ın ömrü, “öğretilmiş çaresizlik” kıskacını kırmak için çabalamakla geçti. Celal Bayar hariç, ona kadar gelen bütün Cumhurbaşkanları yine öğretilmiş çaresizliğin ürünüydü: Hepsi ya general, ya da amiraldi. Siyasi kadrolar sivil bir Cumhurbaşkanı seçmeyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Çünkü darbeden korkuyorlardı. Birkaç keresinde de zaten ramak kalmıştı. Atatürk, İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk (amiral), Kenan Evren generaldi... Bu alışkanlık asker olsun, sivil olsun bütün devlet kadrolarına sinmişti. Bu yüzden Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı söz konusu olduğunda, cihet-i askeriye meşhur 27 Nisan “sanal muhtıra”sını yayınladı... Asker “sözde değil, özde Atatürkçü” bir Cumhurbaşkanı istiyor, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını açıkça “veto” ediyordu... Cihet-i askeriyeden gelen bir muhtıraya siyaset ilk kez direndi ve sonuç aldı... Zaten bence siyaset bir “demokratik direniş hareketi”dir. Bu hareketle “öğretilmiş çaresizlik” kısmen aşılmaya çalışıldı. Çekirge bu kez sıçramıştı. Direnmeyi göze alamayan, bunun için cesareti yetmeyen ya da “Başım belaya girmesin” diyen politikacıların şapkalarını alıp iktidardan gittiklerine, yakın tarihimiz birkaç kez şahit olmuştur. Sayın Demirel, ne zaman direniş bahsi açılsa, “Karşımda üç sehpa var” derdi. Hayatları İmrali Adası’na kurulmuş sehpalarda tüketilen Başbakan Adnan Menderes’e, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a atıfta bulunurdu. “Öğretilmiş çaresizlik”in ürettiği böylesine derin bir korku altında siyaset yapmak, insanı ister istemez ürkekleştirir... Ürkek yöneticiler, kendilerine temsil görevi vermiş halkın çıkarlarını yeterince koruyamazlar... Her adımlarını temkinli ve tedbirli atmak zorunda kalırlar...Darbeleri, idamları hesap ederler... Sürekli olarak askeri koklamak mecburiyetini hissederler... Böyle durumların en vahim sonucu ise siyasetin “vesayet” altına girmesidir... “Vesayet” altına giren siyasetten memlekete hayır gelmez. “Vesayet” altında bir siyasetle millet menfaatlerini koruyamazsınız. Dizginleri kaptırmışsanız, atın size ait olması bir şey ifade etmez. Çünkü atınızı istediğiniz yere götüremezsiniz. At, sizi istenilen yere götürür. Biz millet olarak “bizden yana” siyaset yapacaklarını vaad eden kadroları iktidara taşıdık, ne var ki, istediğimiz yere hâlâ varamadık! Çünkü at, dizgini tutanların bildiğine gidiyor... Dizgini de yıllar boyu askerler tutuyor. • Nasreddin Hoca gencecik çağlarında henüz bir “molla” iken gittiği köyde vazetmek istemiş... Cami imamı, çarnaçar kabul etmiş genç mollanın arzusunu. Ama şöyle bir şart koşmuş: “Serçe parmağına ip bağlayacağım, yanlış bir şey söylersen ipi çekeceğim. O zaman sen de yanlışını doğrultursun.” Molla Nasreddin teklifi kabul edip kürsüye çıkmış... Bir ayet okumaya başlamış: “Kale”... İp çekilmiş... “Kûle” demiş bu kez yanlış başladığı kanaatiyle, ama ip yine çekilmiş... Bu kez, “kile”yi denemiş, ip tekrar çekilmiş... Genç Molla Nasreddin, nihayet işi fark etmiş: İmamın kendisini kıskandığını, ne dese ipi çekeceğini anlamış. “Ey cemaat” demiş, “İpin ucu imamın elinde oldukça, size vaaz vermem mümkün değil.” Kürsüden inmiş... O devirde şapka olmadığı için de, sarığını alıp gitmiş. Siyasetteki gidişleri izledikçe bu fıkrayı hatırlarım.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|