![]() |
#1 |
![]() YUNUS EMRE'NİN İNSAN VE EĞİTİM ANLAYIŞININ DAYANDIĞI TEMELLER
Yunus Emre, İslâm tasavvuf geleneği içinde yetişmiş bir kişi ve onun en yüksek mertebelerine ulaşmış bir velidir. Bu nedenle Yunus Emre'nin İslâm tasavvuf geleneği içindeki yeri ayrıntılarıyla incelenmeye başlanmadan önce, İslâm tasavvuf geleneğinin ana esasları üzerinde kısaca durmak gerekir. İnsan, Allah'ın bu dünyadaki halifesidir (Kur'ân-ı Kerim 2/30, 31/20). Aslında zaman ve mekân içinde yaratılmış ve yaratılmakta olan her şeyin gayesi insandır. Daha önce birçok varlıklar yaratılmıştı; ancak bunlar hürriyeti ve iradesi olmayan, dolayısıyla kulluklarının anlamı bulunmayan varlıklardı. Sadece kendilerine verilen bilgi ile kendilerini verilen görevleri yapıyorlardı. Bu safhada Allah insanı yaratmaya karar vermiştir. Buna, o zaman en yüksek seviyede yaratılmış, en bilgili varlıklar olan melekler karşı çıkmıştır. Ama Allah insanı yaratmış, onu terbiye etmiş ve meleklerle birlikte bir de imtihan yapmıştır. İmtihandan meleklerin çekilmesi üzerine de "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" diyerek (Kur'ân-ı Kerim 2/30) insanın yaratılmasında çok büyük hikmetler olduğunu belirtmiştir. Allah'ın balçıktan yaratıp kendi ruhundan ruh verdiği (Kur'ân-ı Kerim 15/28-31) insan, eşi ile birlikte Cennet'e konmuş ve kendisine bazı sınırlar çizilerek tekrar bir imtihana tabi tutulmuştur. Ancak İblis'in kışkırtmalarıyla insanın istek ve arzuları bu sınırı geçmiş ve imtihanı kaybetmiştir. İlk imtihanda Âdem'e karşı sınanmaktan çekinen meleklerin başı İblis, bilgisi ve varlığıyla gururlanıp Allah'a karşı geldiği için tamamen lânetlenmiştir. Cennet'teki imtihanı kaybeden Âdem, ilk imtihanda İblis'in düştüğü hataya düşmemiş; hemen tövbe etmiş, sınırı aşarak kendi nefsine zulmettiğini kabul etmiştir. Bu tövbesi için lânetlenmemiş ama hayatı sınırlanarak, bilgisi zamana ve nesillere dağıtılarak biribirine düşman gruplar halinde, İblis'le bereber dünyaya gönderilmiştir. Bu dünyaya özel bir görevle gönderilen ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan insan, aynı zamanda büyük bir emanet yüklenmiştir (Kur'ân-ı Kerim 33/72). Bütün zamanlar içinde, yâni Hz. Âdem'den Kıyâmet gününe kadar yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanlarla Allah arasında bir akit yapılmış; Allah'ın "Ben, Rabbiniz değil miyim?" ("Elestü bi Rabbiküm?") sorusuna "Evet" ("Belâ!") denmiştir (Kur'ân-ı Kerim 7/l72-173). İlk insandan son insana kadar herkes bu sözleşmenin içindedir. Her insanın doğuştan getirdiği benliğinde bu sözleşme vardır. Kıyâmet günü herkesten, kendisine verilen ilâhi emanete uygun davranıp davranmadığı sorulacaktır (Kur'ân-ı Kerim 24/65,25; 16/95; 2/27; 15/29). Her insan doğuştan, Allah'a ulaşma kudret ve yeteneğine sahiptir. İnsan, Allah ile yaptığı bu akti unutmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 20/115;2/ 27-28; 17/34; 32/14; 59/19). Ancak o gene de kendi aslı olan Allah katından uzak düştüğünü, araya perdeler girdiğini, hür olmasının ancak ana kaynağa dönmekle mümkün olacağını bilmekte ve aradaki ayrılığı kaldırmak istemektedir. Allah sınırsız hürriyet sahibidir; insan ise bu dünyada duyu organlarıyla sınırlandırılmıştır. Nefsin azgın istekleri de insan davranışlarını esir etmiştir. Bu dünyadan ve nefsin esaretinden kurtulabilirse, hür olarak asıl kaynağa doğru yol alabilecektir. En güzel kıvamda yaratılan (Kur'ân-ı Kerim 95/1-5) ve aşağıların en aşağısına inebilen insan; rüzgârda uçan başıboş bir yaprak gibi hevesleriyle hareket eden biri olmamalı (Kur'ân-ı Kerim 6/116; 2/30), Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak (Kur'ân-ı Kerim 18/54), varlığının en çetin savaşını verip (Kur'ân-ı Kerim 2/30) Allah'a ulaşmalıdır. Allah ile insan ayrıdır; ancak bu ayrılık Allah'ın bizden ayrılığı değildir. O, insanın yaptığı ve düşündüğü herşeyi biliyor ve ona şahdamarından daha yakındır (Kur'ân-ı Kerim 50/16; 58/7). İnsan ise ondan perde perde uzak kalmıştır. İnsanın onu görmemesinin ana sebebi, onun insana çok fazla yakın, hattâ insan benliğinin ulaşılması çok zor derinliklerinde olmasıdır. Uzaklık gibi, çok fazla yakınlık da bir perdelenme yapmaktadır (Ali el-Havvas). İnsanlar için bu dünya bir imtihan yeridir. Bu, hayat boyu süren bir imtihandır ve insan "biraz korku, biraz açlık, ve biraz da mallardan, canlardan yana eksiltmeyle" sınanacaktır (Kur'ân-ı Kerim 2/155; 29/2-3; 47/31). Bu imtihan çok değişik yollarla yapılır (Kur'ân-ı Kerim 28/5; 17/16; 29/13; 8/28; 20/40; 21/35; 38/34). Bu imtihan başarılmadan da Cennet'e girilemez (Kur'ân-ı Kerim 3/142). Mutasavvıflara göre bu savaşta başarılı olmanın yolu tasavvufî yaşayıştır Tasavvuf, Kur'ân-ı Kerim ve sünnette gösterilen yollar demektir. Gerçi bütün varlıklar ve bütün olaylar bizi Allah'a götürecek âyetlerdir. Hattâ insanın iç dünyasında olup bitenler de birer âyettir (Kur'ân-ı Kerim 51/20-21; 41/53; 3/190). Ancak Kur'ân insanlara zaman ve mekânlar üstü olarak indirilmiş, hem çok açık hem de ulaşamayacağımız kadar derin anlamları olan ilâhî bir Kitap'tır. Hz. Muhammed de, ilk insandan son insana kadar en seçkin, en yüce kişi ve Allah'ın yeryüzündeki elçisidir. Göğsü açılıp genişletilmiş (Kur'ân-ı Kerim 94/1-2) ve "âlemlere rahmet olarak" gönderilmiştir (Kur'ân-ı Kerim 21/107). O, sadece yeryüzüne değil, Mir'ac olayıyla bütün evrenlere peygamber olarak arz edilmiş, Allah'a o kadar yaklaştığı halde, nasıl gittiyse öyle gelmiştir. Oysa varlık sırlarını aşarak Allah'a biraz yaklaşan velilerin büyük çoğunluğu Allah'ın aşkıyla deli-divâne olmuşlar, taplumdan uzaklaşmışlar, "Ene'l-Hakk" ("Ben Hakk'ım!") duygularına kapılıp bunu açıklamışlardır. Hz. Muhammed ise sürekli yükselmiş ve yükseldikçe eski hallerine ve davranışlarına tövbe etmiş, Allah'a en çok yaklaşan kişi olduğu halde insanları aydınlatma görevini sürdürmüş, ideal bir insan olarak yaşamıştır. Dolayısıyla tasavvufun ideal davranışı, Hz. Muhammed'in sünnetidir. Evrenlerin içinde varolmakta olan bütün haller Allah'ın eseridir. "Allah, hem bizi hem de yapmakta olduklarımızı yaratmaktadır" (Kur'ân-ı Kerim 37/96). Her işte ona dayanmalı, ona güvenmelidir
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|