AK Gençliğin Buluşma Noktası


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-19-2010, 18:49   #21
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart mektubat-ı şeriften 15.mektup
15
ONBEŞİNCİ MEKTÛB


Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. İniş makâmındaki hâlleri ve birkaç gizli bilgiyi açıklamakdadır:
Hâzır olan gâibin, bulmuş olan kaçırmışın, kavuşmuş olan mahrûmun sunduğu şöyledir ki: Çok zemândır onu arardım, hep kendimi bulurdum. Sonra, işim öyle oldu ki, kendimi arasaydım, onu bulurdum. Şimdi, onu gayb etdim, kendimi buluyorum. Onu kaçırdığım hâlde aramıyorum, yok olduğu hâlde özlemiyorum. İlm bakımından huzûrdayım, kavuşmuşum, karşılıyorum. Zevk bakımından ise, gayb etdim, aramıyorum. Zâhiri bekâ, bâtını fenâdır. Bekâda iken fânîdir. Fenâda olduğu hâlde bâkîdir. Fekat, ilmle olan fenâdır ve zevkle olan bekâdır. İşi düşmekde ve inmekdedir. İlerlemekden ve yükselmekden kalmışdır. Onu, kalbden kalbin sâhibine götürmüşlerdi. Şimdi kalbin sâhibinden kalb makâmına indirdiler. Rûh, nefsden kurtulmuşdu. Nefs de itmînâna kavuşdukdan sonra rûhun nûrlarının çokluğundan çıkmışdı. Şimdi rûh ile nefsi onda topladılar. Onu her ikisi arasında geçit yapdılar. Bu aracılıkla, yukarıdan almak, aşağıya vermek ni’metini ihsân etdiler. Fâideli şeyleri alır, aldıklarını başkalarına verir. Hem alıcı ve hem vericidir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Dahâ söylersem, sonu gelmez.
Yüksek makâmınıza sunulur ki, sol el, kalb makâmına işâretdir. Kalbin sâhibine yükselmeden öncedir. Yukarıdan indikden sonra kalb makâmına getirirler. Bu makâm başkadır. Sağ ile sol arasında geçitdir. Kavuşanlar, bunu iyi bilir. Sülûk yapmamış olan meczûblar, kalb makâmına varırlar. Bunlara (Erbâb-i kulûb) denir. Kalbin sâhibine kavuşmak için sülûk yapmak lâzımdır. Bir makâmın bir kimseye verilmesi demek, ona bu makâmda husûsî bir şân hâsıl olması demekdir. Bu şân ile, o makâmın erbâbından ayrılır. Ayrılıklarından biri, cezbenin, önce olması demekdir ve o makâmda husûsî bekâsı hâsıl olarak o makâmın bilgilerine ve ma’rifetlerine kavuşur. Kalb makâmının bilgileri ve cezbenin sülûkün, fenâ ve bekânın ne oldukları ve bunlara benzer bilgiler, bundan evvelki mektûblarda, yazılarak sunulacağı bildirilen kitâbda açıklanmışdır. Mîr Seyyid Şâh Hüseyn, acele ile yola çıkdı, temize çekmek nasîb olmadı. Bu kitâb üzerindeki kıymetli düşüncelerinizi ve emrlerinizi okumakla şerefleniriz inşâallahü teâlâ. Azîz Mütevakkıf cezbe makâmında yukarıdan inmişdir. Fekat yüzü bu âleme değildir. Hep yukarıya bakmakdadır. Yükselmesi başkasının çekmesiyle olduğu için cezbeye uygundur. İnerken, birlikde az birşey getirdi. Nisbetinin aslı, başkasına bağlı olan teveccüh idi. Kendisini bu teveccüh yükseltiyordu. Bu nisbeti şimdi de vardır. Cezbe nisbetinde, ceseddeki rûh gibidir ve karanlıkda bulunan ışık kaynağı gibidir. Fekat bu cezbe, büyüklerimizin bildirdiği cezbe değildir “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”. O cezbe, Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” hazretlerine yüksek dedelerinden gelmişdir. [Ya’nî annesinin dedelerinden gelmişdir. (Reşehât) kitâbı.] O büyüklerin, bu makâmda husûsî şânları vardır. Birkaç talebe rü’yâda gördüler ki, yukarıda adı geçen Azîz Mütevakkıf, Hâceyi yimişdir. Bu rü’yâ, bu makâmın görüneceğini göstermekdedir. Bu cezbenin fâide vermek makâmı ile ilişiği yokdur. Bu makâmda, yüz, hep yukarı doğrudur ve hep şü’ûrsuzluk lâzımdır. Cezbe makâmlarından çoğuna kavuşdukdan sonra bunlar sülûke uygun olmaz. Bunları yazarken o makâma doğru idim. Ba’zı incelikleri göründü. Sebebsiz teveccüh olunamıyor. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. O azîz, birkaç aydan beri aşağı inmişdir. Fekat bu cezbe makâmına tam girmiyor. Bu makâmın şânını bilmediği için giremiyor. Dağınık düşünceleri buna sebeb oluyor. Bu saçma yazılar yüksek kapınıza kavuşduğu zemânda, bu makâma tam gireceğini ümmîd ederim. Hâce hazretlerini bundan sonra tam indirirler
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-19-2010, 18:50   #22
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart mektubat-ı şeriften 16.mektup
16
ONALTINCI MEKTÛB


Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yükselmede ve inmedeki hâlleri bildirmekdedir:
Talebenizin en aşağısı sunar ki, Mevlânâ Alâ’üddîn okşayıcı mektûbunuzu getirdi. Yazılı olan şeyleri açıklamak için zemân buldukça müsvedde hâzırladım. O bilgileri temâmlayıcı birkaç şey dahâ düşündük, ama, bunları yazamadan mektûb yola çıkdı. İnşâallahü tebâreke ve teâlâ ayrıca yüksek kapınıza sunulur. Şimdi, temize çekilmiş olan başka bir kitâb gönderildi. Bu kitâb, dostlarımızdan birkaçının dileği üzerine yazıldı. Bu yolda fâideli olacak nasîhatların yazılmasını istemişlerdi. Buna göre, çalışacağız demişlerdi. Doğrusu, eşi olmıyan, çok fâideli bir kitâb oldu. Onu yazdıkdan sonra Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” hazretlerinin, ümmetinin âlimlerinden birçoğu ile hâzır oldukları anlaşıldı. Bu kitâbı mubârek eline aldı. Merhameti çok olduğundan, onu öpdü, âlimlere göstererek (böyle îmân etmek lâzımdır) buyurdular. Bu bilgileri öğrenmekle şereflenenler nûrlu, herkesden yüksek idiler ve çok kıymetli idiler. O serverin “aleyhissalâtü vesselâm” karşısında ayakda idiler. Sözü uzatmıyalım, bu hâli herkese bildirmek için bu fakîre emr buyurdular. Fârisî mısra’ tercemesi:
Kerîmlerle yapılan işler zor olmaz.
Yüksek huzûrunuzdan ayrıldığım günden beri, gözüm hep yukarıda olduğu için irşâd makâmına o kadar hevesim kalmadı. Çok zemân oluyor ki, bir köşeye çekilip, oturmak istiyorum. Benimle oturmak, konuşmak istiyenler gözüme arslan ve kaplan görünüyor. Herkesden uzaklaşmaya karâr vermişdim. Fekat istihâre uygun gelmedi. Maksada yaklaşdıran dereceler sonsuz ise de, çok yukarılara yükselmek oluyor. Götürüyorlar ve getiriyorlar. Allahü teâlânın dilediği yere kadar götürdüler. Büyüklerin hepsinin makâmlarından geçirdiler. Fârisî beyt tercemesi:
Bu aşağı aralıkdan bir gül aldılar,
Elden ele, yüksek yere ulaşdırdılar.

Bu arada büyüklerin rûhlarının yardımlarını yazacak olsam çok uzun sürer. Kısaca bildiriyorum. Zıl makâmlarından geçirdikleri gibi, bunların aslı olan makâmların hepsinden de geçirdiler. Allahü teâlânın ihsânlarından hangi birini yazayım. Dilediği kulunu sebebsiz kabûl ediyor. Vilâyetin çok çeşidlerini, yüksek derecelerini gösterdiler. Hangi birini yazacağımı bilemiyorum. Zilhicce ayında, derecelerden indirerek kalbin vilâyeti makâmına kadar getirdiler. Burası, başkalarını yükseltebilmek ve irşâd etmek makâmıdır. Fekat bu makâm için dahâ temâmlayıcı ve olgunlaşdırıcı şeyler lâzımdır. Fârisî mısra’ tercemesi:
Buna ne zemân kavuşulur, iş kolay değildir.
Sevilenlerden, istenilenlerden olup, o kadar çok konaklardan geçirdiler ki, mürîdler, isteyiciler, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar çalışsalar buna kavuşamazlar. Böyle ilerlemek yalnız istenilenler için olsa gerek. Mürîdler bu yola adım bile atamazlar. Çünki, efrâdın çıkabilecekleri makâm, asl olan makâmların başlangıcıdır. Efrâdın çoğu buraya yol bulamaz bile. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ büyük ihsân sâhibidir.
İrşâd ve tekmîl mertebelerinde durup kalmanın sebebi budur. Nûrun bulunmaması da, gayb karanlığının yayılmasından ileri gelmekdedir. Başka bir sebeb yokdur. Herkes, kendi hayâllerinden birşeyler söylüyor. Bunlara kıymet vermemelidir. Fârisî beyt tercemesi:
Âlimi anlamaz câhil, söyler hep kelâm,
Onun için sözü kısa kes, sabr et vesselâm.

Hayâl ile, zân ile söylenen şeyler üzerinde durmak, çok zararlı olabilir. O kimselere söyleyiniz ki, bu gönlü yaralının hâllerinden hayâl olan bakışlarını çevirsinler. Bakmak için yer çokdur. Fârisî beyt tercemesi:
Gayb olmuşum beni aramayın,
Gayb olanlara birşey söylemeyin.

Allahü teâlânın gayretini, gazabını düşünmelidir. Allahü teâlânın yükseltmek istediği birşeyi aşağı düşürücü şeyler söylemek çok uygunsuz olur. Allahü teâlâya karşı gelmek olur. Kalb makâmına inmek, hakîkatda fark, ya’nî ayrılık makâmına inmekdir ki, (İrşâd makâmı)dır. Burada fark demek, nefsin rûhdan ve rûhun nefsden ayrılması demekdir. Bundan önce cem’ ve fark makâmlarından anlaşılan şeyler, (Sekr) ya’nî şü’ûrsuzlukdan idi. Hakkı halkdan ya’nî Allahü teâlâyı mahlûklardan ayrı görmeğe (Fark makâmı) diyorlar. Bu doğru değildir. Böylece bu rûhu hak sanıyorlar ve bunun nefsden ayrılmasını görmeğe, Hak teâlânın mahlûklardan ayrılmasını görmek diyorlar. Sekr hâlinde olanların edindikleri bilgilerin çoğu böyledir. Çünki, işin doğrusu, orada bulunmaz. Her iş Allahü teâlânın emri ile olur. Cezbe ve sülûk sâhiblerinin bilgilerini ve bu iki makâmın ne olduklarını, ayrı bir kitâb hâlinde uzun yazdım. Yüksek huzûrunuza sunulacakdır.
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-19-2010, 18:51   #23
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart mektubat-ı şeriften 17.mektup
17
ONYEDİNCİ MEKTÛB


Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yükselmedeki ve inişdeki hâllerden birkaçı bildirilmekdedir:
Yüksek kapınız hizmetçilerinin en aşağısı olan Ahmed sunar: Buradaki sevdiklerimizden biri, çok zemândan beri, olduğu yerde kalmışdı. Bu mektûbun yazıldığı gün, bu makâmdan çıkarılarak aşağı indirildiği anlaşıldı. Fekat tam indirilmemişdir. Bu makâmın altında kalmış olan derecelere de götürüldü. Bu üstdeki makâmdan inmeğe başlamışdır. Bundan sonra her ne hâl olursa açığa vurulacak ve yüksek huzûrunuza yazılacakdır. Bu hâle kavuşan da, hâli açıldıkdan sonra kendisi birşey yazarsa, doğru olur. Bu inişi kuvvetli olduğu için ve bu aşağı köleniz cüllâb [gülsuyu] şerbeti içerek hâlsizleşdiğim için bu inişin sonunu inceliyemedim. İnşâallahü teâlâ onu da bildirirler.
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-19-2010, 18:52   #24
Kullanıcı Adı
fütüvvet
Standart
1000.yılın müceddidi deniyordu değilmi..
fütüvvet isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-19-2010, 18:55   #25
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart
Evet özellikle ehli sünnet dışı bidatlar ve yanlış tasavvuf anlayışları ile mücadele edip bunları fikri manada mağlub ettiğinden dolayı kendisine müceddid(yenileyici) künyesi layık görülmüştür...
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-19-2010, 19:01   #26
Kullanıcı Adı
fütüvvet
Standart
evet..
Yavuz Sultan Selim kabrini bulmuştu..onunla ilgili bir beşareti olmuştu hemde..
fütüvvet isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-22-2010, 19:45   #27
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart mektubatı şeriften 18.mektub...
18
ONSEKİZİNCİ MEKTÛB


Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Telvînden sonra olan temkîni, Vilâyetin üç mertebesini ve Vücûd-i teâlânın Zât-i teâlâdan ayrı olduğu bildirilmekdedir:
Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı, günâhı çok Ahmed bin Abdülehad sunar ki, hâllerin ve ma’rifetlerin gelmeğe başladığı günden beri, bunları yüksek kapınıza bildirmek saygısızlığında bulundum ve çok ileri gitdim. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin yardımıyla, hâllere bağlı kalmakdan kurtardı. Telvînden temkîne kavuşdurdu. Ya’nî değişik hâllerden kurtarıp sükûnete kavuşdurdu. Şimdi hayret, şaşkınlık ve üzüntüden başka elime hiçbirşey geçmiyor. Vasl yerine fasl ve kurb yerine bu’d hâsıl oldu. Ma’rifetler kalmadı. İlm gitdi. Cehl kapladı. Bu şaşkınlıkla mektûb da yazılamaz oldu. Yalnız, günlük olup bitenleri yazarak, kıymetli vaktlerinizi almağa da elim varmadı. Kalbimi soğukluk o kadar kapladı ki, hiçbirşeyle kızışamıyor. Tenbeller gibi hiçbir iş yapamıyorum. Fârisî beyt tercemesi:
Ben hiçim, hiçden de aşağı,
Hiçden bir iş hâsıl olur mu?

Sözümüze gelelim. Şimdi (Hakk-ul-yakîn) ile şereflendirdiler. Burada ilm ve ayn, ya’nî bilmek ve görmek birbirine perde değildirler. Fenâ ile bekâ bir aradadır. Hayret, şaşkınlık içinde ilm ve şü’ûr vardır. Gayb etmiş iken kavuşmuşdur. İlm ve ma’rifet varken cehl ve dalgınlık içindedir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Çok şaşılır. Hem kavuşdum, hem şaşkın oldum.
Allahü teâlâ yalnız kendi sonsuz merhametiyle yüksek derecelerde ilerletiyor. (Vilâyet makâmı)nın üstünde (Şehâdet makâmı) var. Vilâyetin, şehâdet makâmı yanındaki yeri, sûretlerin tecellîsinin zâtın tecellîsi yanındaki yeri gibidir. Hattâ, bu ikisi arasındaki uzaklık, o ikisi arasındaki uzaklıkdan kat kat çokdur. Bunu önceden de bildirmişdim. Şehâdet makâmının üstünde (Sıddîklık makâmı) var. Bu iki makâm arasındaki uzaklık, kelime ile anlatılabilenden dahâ çok ve işâret olunabilenden dahâ büyükdür. Sıddîklık makâmının üstünde, yalnız (Peygamberlik makâmı) vardır “alâ ehlihessalâtü vesselâm”. Sıddîklık makâmı ile peygamberlik makâmı arasında başka makâm yokdur ve olamaz. Başka makâm olamıyacağı, açık ve doğru olan keşfle anlaşılmakdadır. Ehlüllahdan, ya’nî Evliyâdan birçoğu, bu iki makâm arasında bir makâm dahâ bulunduğunu söylemişler ve buna (Kurbet) makâmı demişlerdir. Buraya ulaşdırmakla da şereflendirdiler. Bu makâmın ne olduğunu bildirdiler. Çok uğraşdıkdan ve pek yalvardıkdan sonra, önce o büyüklerin söyledikleri gibi gösterdiler. Sonra iç yüzünü bildirdiler. Evet, yükselirken Sıddîklık makâmı hâsıl oldukdan sonra bu makâm hâsıl olmakdadır. Fekat iki makâmın arasında bulunması, üzerinde durulacak birşeydir. Yüksek kapınıza kavuşduğum zemân, inşâallahü teâlâ, işin iç yüzünü geniş olarak sunacağım. Bu makâm çok yüksekdir. Yükselirken, geçilen konaklar içinde bundan dahâ üstünü bilinmiyor. Allahü teâlânın vücûdünün, ya’nî varlığının, zâtından, ya’nî kendisinden başka olduğu, bu makâmda anlaşılıyor. Doğru yolun âlimleri de “Allahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin” böyle olduğunu bildirmişlerdir. Burada, vücûd da yolda kalıyor. Ondan dahâ yukarı çıkılıyor. Ebül-Mekârim-i Rükneddîn Şeyh Alâüddevle, kitâblarının bir kaçında (Vücûd âleminin üstünde, Melik-il-vedûd âlemi vardır) buyuruyor.
Sıddîklık makâmı, Bekâ makâmlarındandır. Çünki, yüzü mahlûklara karşıdır. Bundan dahâ aşağıda, ya’nî iniş makâmlarının en ilerisinde peygamberlik makâmı vardır. Bu makâm sıddîklık makâmından dahâ yüksekdir. Sahv ve bekâ burada dahâ çokdur. Kurbet makâmı, bu iki makâmın arasına giremez. Çünki bunun yüzü, tam tenzîhe doğrudur ve çıkış makâmlarının temâmıdır. Nerede onlar, nerede bu? Fârisî beyt tercemesi:
Ayna arkasındaki papağan gibiyim,
Ezelî üstâd ne derse onu söylerim.

Düşünerek, işiterek anlaşılan ahkham-ı islâmiyye bilgileri, şimdi keşf ile hâsıl olmakdadır. Keşfler, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerinden kıl kadar ayrılmamakdadır. Onların kısaca bildirdikleri şeyleri açıkladılar ve genişletdiler. Düşünerek anlamak yerine içden gelerek öğrenmeği ihsân etdiler. Bir kimse Hâce Şâh-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinden sordu:
Süâl: Tesavvuf yolunda ilerlemek, ya’nî sülûk niçindir?
Cevâb: (Kısaca, topluca öğrenilenlerin genişlemesi, açılması ve düşünerek bulmak yerine, keşf ile kalbe gelmek içindir) buyurdu. Onlardan başka şeyler öğrenmek içindir buyurmadı. Evet, tesavvuf yolunda ilerlerken, bilgiler, ma’rifetler hâsıl olmakdadır. Fekat, bunların hepsini bırakıp ilerlemek lâzımdır. En son makâma, ya’nî Sıddîklık makâmına varmadıkça doğru bilgilere kavuşamaz. Şuna şaşılır ki, Ehlüllah arasında, bu şerefli makâma kavuşduklarını söyleyenlerin bu makâma uygun olan bilgileri ve ma’rifetleri acabâ neden olmuyor? (Her ilm sâhibinin üstünde dahâ büyük âlim vardır.)
Kazâ ve kader bilgisini de açıkladılar. Öyle bildirdiler ki, islâmiyyetin bildirdiğinden hiç ayrılığı yokdur. Bu bilgiye, îcâb noksanlığı ve cebr lekesi hiç bulaşmamakdadır. Bu bilgi, ayın ondördündeki ay gibi açık anlaşılmakdadır. İslâmiyyetin bildirdiğine hiç uygunsuz olmadığı hâlde bu bilgiyi niçin herkesden gizlediklerine şaşıyorum. Eğer dîn-i islâma uygun olmasa idi, o zemân örtmeleri, saklamaları uygun olurdu. Ne yapdığından süâl olunmaz. Fârisî beyt tercemesi:
Onun korkusundan, kim ne yapabilir?
Teslîm olmakdan başka ne diyebilir.

İlmler ve ma’rifetler, nisan yağmuru gibi akıyorlar. İnsanın idrâki bunları kavrıyamıyor. Lâf olsun diye insanın idrâki diyoruz. Yoksa, sultânın hediyyelerini ancak onun hayvanları taşıyabilir. Önceleri, bu şaşılacak bilgileri yazmak istiyordum. Fekat başaramadım. Bunun için üzülüyordum. Sonra, (bu bilgileri göndermek, alışdırmak içindir; bunları ezberlemek için değildir) diyerek üzüntümü giderdiler. Nitekim mekteblerde talebe diploma almak için çeşidli şeyler öğrenirler. Bunları ezberlemek için öğretmezler.
Bu bilgilerden birkaçını yüksek huzûrunuza sunuyorum. Şûrâ sûresi onbirinci âyetinde (Onun benzeri gibi hiç birşey yokdur. Ancak o işitici ve görücüdür) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin baş tarafı, Allahü teâlâyı tenzîh ediyor. Bu, açıkça anlaşılmakdadır. O işiticidir, görücüdür buyurması da, bu tenzîhi temâmlamakda ve kuvvetlendirmekdedir. Şöyle ki, mahlûklarda da görmek ve işitmek vardır. Mahlûkların bu iki duygusu Allahü teâlânın işitmesi ve görmesi gibi sanılabilir. Allahü teâlâ, mahlûkların işitmediğini, görmediğini bildirerek, böyle sanmak, yolunu kapamakdadır. Bu âyet-i kerîmede, işitici ve görücü yalnız Odur, mahlûklarda yaratılmış olan kulak ve göz, işitmekde ve görmekde hiç rol oynamaz. Allahü teâlâ, kulağı ve gözü yaratdığı gibi, işitmeyi ve görmeyi de yaratmakdadır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te’sîrler gelince işitmeyi ve görmeyi yaratmakdadır. İnsanların sıfatları, görmelerine ve işitmelerine hiç te’sîr etmez. Te’sîr eder denilirse, te’sîri de O yaratmakdadır. Mahlûkların kendileri te’sîrsiz oldukları gibi, sıfatları da te’sîrsizdir. Herhangi bir kuvvetle taşdan ses çıkarılırsa, taş konuşuyor, o konuşucudur denilemez. Taş, cimâd, te’sîrsiz, cansız olduğu gibi, onda konuşmak sıfatı vardır denirse, bu sıfat da cimâddır, te’sîrsizdir. Harflerin ve sesin çıkmasında hiç te’sîri yokdur. Başka sıfatlar da bunun gibidir. Bu iki sıfat, dahâ meydânda olduğu için, Allahü teâlâ, mahlûklarda bu iki sıfatın bulunmadığını bildirdi. Mahlûklarda başka sıfatların da bulunmadığı bundan anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ insanlarda önce ilm sıfatını yaratdı. Bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye teveccühünü ya’nî ilgisini yaratdı. Bundan sonra, bu sıfatın o şeye bağlanmasını yaratdı. Bundan sonra o şeyin bu sıfat üzerinde görüntüsünü yaratdı. Âdeti böyle oldu. O şeyin görüntüsünün ilm sıfatında yaratılmasında, bu sıfatın ne te’sîri olabilir? Bunun gibi, önce işitmek sıfatını yaratdı. Bundan sonra sesleri bu sıfata getirecek kulak ve başka sebebleri yaratdı. Sonra ses dalgalarını yaratdı. Sonra kulağın bu sesi almasını, bundan sonra da sesi duymağı yaratdı. Yine bunun gibi önce gözü yaratdı. Sonra gözde görüntüyü yaratdı. Sonra görüntüyü beyinde yaratdı. Dahâ sonra görmeyi yaratdı. İşitici ve görücü o kimseye denir ki, işitmesi ve görmesi, kendisinin bu sıfatları ile olsun. Böyle olmayınca, buna işitici ve görücü denmez. Bundan anlaşılıyor ki, mahlûkların sıfatları da, kendileri gibi cimâddır, te’sîrsizdir. Sözün kısası, mahlûklarda sıfatlar yokdur. Bu sıfatlar ancak Allahü teâlâda vardır. Bu âyet-i kerîmede, tenzîh ile teşbîh bir araya getirilmişdir. Hattâ âyet-i kerîmenin hepsi tenzîhi bildirmekde, benzeri olmadığını beyân buyurmakdadır. Birinci ilm, ya’nî mahlûklarda görülen sıfatların Hak teâlânın sıfatları olması ve mahlûkları cimâd, ya’nî te’sîrsiz bilmek, içinden su akan musluk ve testi gibi bulmak, evliyâlık makâmına uygun olan bilgidir. İkinci ilm, ya’nî mahlûkların sıfatlarını da cimâd gibi bulmak ve Zümer sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinde (Sen, elbette ölüsün. Onlar da elbette ölüdürler) bildirildiği gibi, mahlûkları ölü bilmek, şehâdet makâmına uygun olan ilmdir. Buradan da, bu iki makâm arasındaki başkalık anlaşılmakdadır. Bir şeyin azının görülmesi, çoğunun bulunduğunu gösterir. Bir yerden su sızması, büyük su bulunduğunu haber verir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Senenin iyiliği behârından belli olur.
Bunun gibi, bu yüksek makâmın sâhibleri, mahlûkların işlerini de, ölü gibi ve cimâd gibi bulurlar. Bunların işleri, Allahü teâlânın işidir, bu işleri yapan hep Odur demezler. Allahü teâlâ, böyle olmakdan çok yüksekdir. Bir kimse, bir taşı hareket etdirse, bu kimse hareket ediyor denmez. Taşı hareket etdiriyor ve taş hareket ediyor denir. Taş cimâd olduğu gibi, taşın hareketi de cimâddır. Taş hareket ederken bir adamı öldürse, taş öldürdü denmez. Taşı hareket etdiren kimse öldürdü denir. Ehl-i sünnet âlimleri “şekkerallahü teâlâ sa’yehüm” de böyle söylemişlerdir. Bunlar mahlûkların yapdıkları işler, kendi irâdeleri ve ihtiyârları ile olmakla berâber, bunları Allahü teâlâ yaratmakdadır. Bunları Allahü teâlânın yaratmasında onların işlerinin hiç te’sîri olmaz. Onların işleri, birkaç hareketdir. İşlerin yapılmasında bu hareketlerin te’sîri olmaz.
Süâl: Böyle olunca, kulların işlerine sevâb ve azâb yapılması doğru olmaz. Bir taşa emr vermek ve onun hareketlerine sevâb ve azâb yapmak gibi olur.
Cevâb: Taşın hareketiyle insanların hareketi başka başkadır. İnsanlara din gönderilmesi ve emrler, yasaklar yapılması, onlarda kudret ve irâde bulunduğu içindir. Taşda enerji varsa da irâde yokdur. Fekat, insanların irâdesini de Allahü teâlâ yaratdığı için ve bu irâdenin işin yapılmasında te’sîri olmadığı için, bu irâdeleri de ölü gibidir. İrâdenin yalnız şu kadar te’sîri vardır ki, iş, kulun irâdesinden sonra yaratılmakdadır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. İnsanların kudreti te’sîr ediyor denirse, kudretdeki bu te’sîrini de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Kudreti yaratdığı gibi, bunun te’sîrini de yaratmakdadır. Mâverâ-ün-nehr âlimleri, kudret te’sîr eder dediler ise de, bu te’sîrde kudretin ihtiyârı hiç yokdur. Te’sîri, cansızın hareketi gibidir. Bir kimse, yukarıdan atılan bir taşın bir hayvanı öldürdüğünü görse, bu kimse, taşın cimâd, cansız olduğunu bildiği gibi, onun hareketini ve bu hareket enerjisinin öldürmesini de cimâd bilir. Görülüyor ki, mahlûkların kendileri de, sıfatları da ve işleri de hep cimâddırlar, ölüdürler. Diri olan, herşeyi varlıkda durduran, işitici, görücü, bilici olan ve her dilediğini yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Kehf sûresinin yüzonuncu âyet-i kerîmesinde [110] (Ey sevgili Peygamberim, onlara söyle! Rabbinin kelimelerini yazmak için deniz mürekkeb olsa, Rabbinin kelimeleri bitmeden, o deniz ve onun gibi bir dahâ deniz biterler) buyuruldu. Çok saygısızlık yapdım. Sonsuz atılganlık yapdım. Ne yapayım? Her bakımdan güzel olanı anlatan söz de güzel olduğu için ne kadar uzarsa, o kadar tatlı oluyor. Onu anlatan sözler güzel oluyor. Allahü teâlâdan konuşmağa ve Onun yüce adını dilime almağa hiç lâyık değil isem de, kendimi tutamıyorum. Fârisî beyt tercemesi:
Ağzımı gül suyu ile binlerce yıkasam,
İsmini söylemeğe yine lâyık olamam.

Fârisî mısra’ tercemesi:
Köle olan haddini bilmelidir.
Yüksek teveccüh ve ihsânlarınıza sığınıyorum. Çürüklüğümü, aşağılığımı nasıl bildireyim? Her gelen lutüfler, ihsânlar, hep yüksek, teveccüh ve merhametinizden hâsıl olmakdadır. Yoksa, Fârisî mısra’ tercemesi:
Ben hep o eski Ahmedim.
Meyân Şâh Hüseyn, tevhîd-i vücûdî yolundadır. Bundan çok tad almakdadır. Onu bu yoldan çıkararak hayret makâmına kavuşdurmak istiyorum. Çünki maksad, oraya kavuşmakdır. Muhammed Sâdık, küçük olduğu için, kendini hiç tutamıyor. Eğer yolculukda yanımızda bulunursa çok terakkî edecekdir. (Dâmen-i Kûh) ya’nî dağ eteği denilen yere giderken yanımızda idi. Çok şeyler kazandı. Hayret makâmına kavuşdu. Bu makâmda fakîre çok benzemekdedir. Şeyh Nûr da, bu makâmda çok ilerledi. Bu fakîrin yakınlarından bir genç vardır. Onun hâli çok yüksekdir. Tecelliyât-i Berkıyyeye yaklaşdı. Yaradılışı buna çok uygundur.
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-22-2010, 19:46   #28
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart mektubatı şeriften 19.mektub...
19
ONDOKUZUNCU MEKTÛB


Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Birkaç ihtiyâc sâhibinin gönderildiği bildirilmekdedir:
Yüksek kapınız hizmetçilerinin en aşağısı sunar ki, askerden bir kimse geldi. Dehli ve Serhend fakîrlerinin geçen sonbehâr mevsimi için olan haklarının yüksek kapınız hizmetcilerinden hakkı olanlar araşdırılarak, onlara da dağıtılması için size gönderildiğini bildirdi. Bunun için saygısızlık yaparak yazıyorum. Şeyh Ebül Hasen adına bin dirhem gönderilmesi. Kendisi ilm sâhibidir. Ve Hâfız Şâh Hüseyn adına da bin dirhem gönderilmesi lâzımdır. Şâh Hüseyn, Şeyh Nevvâb vakfının vekîllerindendir. Bunların ikisi de hayâtdadır ve işleri başındadır. Kendilerinin hakları olduğunda şübhe yokdur. Vekîllerini gönderdiler. Askerin söylediği doğru ise, ikisinin hakkını buna vermek uygun olur. Kendileri Serhendedirler.
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-22-2010, 19:46   #29
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart mektubatı şeriften 20.mektub...
20
YİRMİNCİ MEKTÛB


Bu mektûb, yine yüksek mürşidine gönderilmişdir. Bir kaç dileğini bildirmekdedir:
Yüksek kapınız hizmetcilerinin en aşağısı sunar ki, Habîb-i Serhendînin vâlidesi ile zevcesinin ve ismleri ayrıca yazılı olan kimselerin Beyt-ül-mâldan haklarının alınabilmesi için, yüksek kapınız hademelerini bir kaç mektûbla üzmüşdüm. Bunların hakları olan eşyâ, eğer Dehliye gelmiş ise, kendilerine verilmesi için Mevlânâ Alîye emr buyurunuz. Bunlardan bir kaçı vekîl göndermişdir. Bir kaçı da, kendileri gelmişdir. Eğer bunların hakkı Dehliye getirilmemiş ise, kendileri hayâtdadır ve iş başındadırlar. Kendilerine düşen hisselerin tashîhini diliyorlar. Sözü dahâ uzatmamız saygısızlık olur.
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-23-2010, 19:41   #30
Kullanıcı Adı
milletinadami
Standart 21
21
YİRMİBİRİNCİ MEKTÛB


Bu mektûb, Şeyh Muhammed Mekkî bin hâcı Mûsâ Lâhorîye yazılmışdır. Vilâyet dereceleri ve vilâyet-i Muhammediyyeyi bildirmekde ve tarîkat-i Nakşibendiyyeyi övmekdedir:
Şerefli mektûbunuz bu zaîf köleye geldi. Allahü teâlâ ecrinizi artdırsın ve işlerinizi kolaylaşdırsın ve özrünüzü kabûl buyursun. İnsanların en üstünü, en temizi “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” hurmetine, bu düâyı kabûl buyursun! Kardeşlerime bildiririm ki: Ehlüllahın (Fenâ) dedikleri, ölmeden önce ölmek hâsıl olmadıkca, Allahü teâlâya kavuşulamaz. Hattâ, (Âfâk)da, ya’nî insanın dışında bulunan uydurma putlara ve (Enfüs)de, ya’nî insanın içinde bulunan nefsinin isteklerine tapınmakdan kurtulamaz. İslâmın hakîkatine kavuşamaz. Tam îmân elde etmesi kolay olmaz. Nerde kaldı ki, Âbidler arasına karışabilsin ve Evliyâlar derecesine kavuşabilsin. Bununla berâber, bu fenâ makâmı, vilâyet derecelerine atılan ilk adımdır. Bu yüksek makâm dahâ başlangıcda ele geçer. Vilâyetin başlangıcı böyle olursa, sonunun nasıl olacağını artık anlamalıdır. Başını görünce sonunun yüksekliği düşünülmelidir. Şu fârisî mısra’ ne güzel söylenmişdir. Mısra’ tercemesi:
Gül bağçemi gör de behârımı anla!
Şu fârisî mısra’ da öyledir. Mısra’ tercemesi:
Senenin iyiliği, behârından anlaşılır.
Evliyâlığın dereceleri vardır. Her derece de, birbirinin üstündedir. Çünki, her Peygamberin makâmı altında vilâyet ya’nî evliyâlık vardır ve herbirinin vilâyeti kendilerine mahsûsdur. Vilâyetlerin en yüksek derecesi bizim Peygamberimizin “aleyhi ve alâ cemî’i minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti eymenühâ” kademi, ayağı altında bulunan vilâyetdir. Çünki, ismlerin, sıfatların, şü’ûnların ve i’tibârâtın Allahü teâlâda bulunması bakımından olsun veyâ bulunmaması bakımından olsun, karışmadıkları zâtın tecellîsi, yalnız onun vilâyetinde olur “aleyhissalâtü vesselâm”. Var olan ve varlığı düşünülen bütün perdelerin ilmde ve aynda yok olması ancak bu makâmdadır ve (Vasl-i uryânî) denilen yakınlık ve tam vecd hâsıl olur. Onun izinde gidenler “aleyhissalâtü vettehıyye” bu makâmdan çok pay alırlar. Bu yüksek dereceye ve büyük ni’mete kavuşmak için onun izine sarılınız “sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem”! Zât-i ilâhînin bu tecellîsi, tesavvuf büyüklerinin çoğuna göre, şimşek gibi çakıp geçmekdedir. Ya’nî, Zât-i ilâhîden bütün perdelerin kalkması, şimşek gibi çok az zemân sürer. Sonra ismlerin ve sıfatların perdeliği hemen araya girer. Zât-i ilâhînin nûrlarının parlaklığı da perde gibi örter. Zât-i ilâhînin huzûru, şimşek gibi, bir ân olur. Zâtın gaybeti, ya’nî örtülmesi çok uzun sürer dediler. Nakşibendiyye Evliyâsının büyüklerine “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” ise, zâtın huzûru dâimîdir. Bu büyükler, çabuk geçen, hemen gaybete dönen bir huzûra kıymet vermezler. Bu büyüklerin yüksekliği, bütün yüksekliklerin üstündedir ve bunların nisbeti, bütün nisbetlerden dahâ üstündür. Bunlar, zâtın devâmlı olan huzûruna (Nisbet) demişlerdir. (Bizim nisbetimiz, bütün nisbetlerden üstündür) buyurmuşlardır. Bundan dahâ çok şaşılacak şey, bu büyüklerin yolunun sonu, başlangıcda yerleşdirilmişdir. Burada Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının yolunu tutmuşlardır. Çünki, onlar Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” ilk sohbetinde, sonda varılabilecek şeylere kavuşurlardı. Bu ise, nihâyetin başlangıca yerleşdirilmesidir. Muhammed aleyhisselâmın vilâyeti, bütün Peygamberlerin ve Resûllerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vilâyetlerinin üstünde olduğu gibi, bu büyüklerin vilâyeti de, Evliyânın hepsinin “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” vilâyetlerinin üstündedir. Nasıl böyle olmasın ki, bunların vilâyetleri, Sıddîk-ı ekbere bağlıdır. Evet onların büyüklerinden çok az Velîde de bu nisbet hâsıl olmuşdur. Fekat, Sıddîk-ı ekberden almışlardır “radıyallahü anh”. Böyle olduğunu Ebû Sa’îd haber vermekdedir. Sıddîk-ı ekberin “radıyallahü anh” cübbesinin bu velîye geldiği (Nefehât) kitâbında bildirilmekdedir. Bu tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyenin üstünlüklerinden az birşey açıklamamız, talebeyi bu yola teşvîk içindir. Yoksa, ben nerede, onun üstünlükleri nerede? Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, (Mesnevî)de diyor ki: İki beytinin tercemesi:
Yazık olur onu açıklamak,
Lâzımdır, aşk gibi çok saklamak.
Fekat söyledim ki, yol bulalar,
Hasret ateşinden kurtulalar.

Size ve doğru yolda gidenlere selâm olsun!
milletinadami isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi