04-23-2010, 19:42 | #31 |
22
22 YİRMİ İKİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, Lâhor müftîsi şeyh Muhammedin oğlu şeyh Abdülmecîde yazılmıştır. Ruhun nefse niçin bağlanmış olduğu ve bunların yükselmelerini ve inmelerini ve cesedin ve ruhun Fena ve Bekâlarını ve Dâvet makamını bildirmektedir: Nûr ile zulmeti birlikte bulunduran Allahü teâlâ her türlü aybdan, kusurdan uzaktır. Mekânsız, cihetsiz olan ruhu, cihetli olan, maddeden yapılmış olan bedene yaklaştıran, Rabbimizi tesbîh ederiz. Zulmetli olan bedeni, nûrlu olan ruha sevdirdi. Nûr zulmete âşık oldu. Çok severek, onun ile birleşti. Bu bağlantı ile, nûrun cilâsı arttı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nûrun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek için ve cismleri gösterebilmek kuvvetini kazanması için, önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır. Parlak olan nûr, karanlık cesede bağlanınca, önceden Allahü teâlâya olan yakınlığını unuttu. Hattâ, kendi varlığını ve özelliklerini unuttu. Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o heykele bağlanarak kendini unuttu. Onunla bir arada kalınca, kıymetini gayb etti. Kötüleşti. Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun! Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Buna kavuşamazsa, yükselmeye uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun! Allahü teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lutfüne, inayetine kavuşturdu ise, başını kaldırır, elinden kaçmış olan nîmetleri hâtırlar, eski hâline döner. Arabî beyt tercümesi: Hep seni düşünürüm, haccım ve ömrem sanadır. Herkes taş toprak düşünür, kalbim senden yanadır. Nûr bedenden yüz çevirip, mukaddes olan sevgilinin şühûduna dalarsa, ona bağlanırsa, karanlık bedeni de, o mukaddes makama sürükler. Buraya olan sevgisi, karanlık bedene olan bağlılığını unutturacak kadar çoğalırsa, beden de onun nûrları ile aydınlanır. Nûrların müşâhedesinde kendini unutur. Matlûbun huzuruna perdesiz olarak kavuşur. İnsan, şimdi hem cesedin, hem ruhun fenasına kavuşmakla şereflenir. Bu fenadan sonra, bu şühûd ile bekâ hâsıl olursa, fena ve bekâ tamamlanmış olur. Velî ismini almak hakkı olur. Vilâyet derecesine kavuşunca, iki şeyden biri olur: Yâ, tam şühûda dalar, kendini hep unutur. Yâhut, insanları Hak teâlâya çağırmak için geri döner. Geri döndükten sonra, bâtını Allahü teâlâ ile, zâhiri insanlar ile olur. Bu zaman nûr, kendisine karışmış olan zulmetten kurtulur. Matlûbuna, yâni Hak teâlâya döner. (Eshâb-ı yemin)den olur. Kendisinin sağı solu yok ise de, hâli sağ olmaya uygundur. Çünkü hayrları kendinde toplamıştır, kemâle kavuşmuştur. Bu ikisi de sağda bulunur. Sağ mübârektir. (Allahü teâlâ hakkında da, iki eli, mübârek olan sağ taraftadır) buyurulmuş olması da bunun gibidir. (İki eli demek, Onun râzı olduğu, beğendiği şey demektir). Mekânsız nûr ve bâtın dediğimiz ruhdur. Ciheti olan karanlık ve zâhir ise, nefis demektir. Suâl: Birinci kısmdan olan, yâni geriye dönmeyen Evliyâ da, âlemi biliyor, insanlarla birlikte yaşıyor. Bunların hep Allahü teâlâya bağlı olmaları ve kendilerini unutmaları ne demektir? İnsanları Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturmak için geri dönen Evliyâ ile bunların arasında ne fark vardır? Cevap: Kendilerini unutmak ve hep Allahü teâlâya bağlı kalmak demek, nefis ruhun nûrları arasına girdikten sonra, ruh ile nefsin birlikte, Allahü teâlâya teveccüh etmesi demektir. Böyle olduğu yukarıda bildirilmiştir. Mahlûkları bilmek ise, his organları ve kuvvetleri ile ve hareket organları ile olur. Bu organlar, nefsin tafsîlidir. Nefsin arzuları ile işlemektedir. Hulâsa olan, kuvvet merkezi olan nefis, ruhun nûrları altında Allahü teâlâyı müşâhede etmektedir. Bunun tafsîli, açıkta olan kısmları, eski şü'ûru ile hareket etmektedir. Hulâsanın yok hâle gelmesi ile, onların hareketinde gevşeklik hâsıl olmuyor. Bu âleme rücû' etmiş olan Evliyâ böyle değildir. Bunların nefsi, mutmeinne olduktan sonra, ruhun nûrları altından çıkıyor. Mahlûklar âlemine bağlanıyor. Bu bağlılıkla, insanları Allahü teâlânın rızasına çağırıyor. Nefis hulâsadır, topluluktur dedik. His organları ve hareket organları ve kuvvetleri, nefsin tafsîlidir, açıkta bulunan parçalarıdır dedik. Çünkü nefsin etten olan kalbe yâni yüreğe bağlılığı vardır. Yüreğin de, (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye), yâni kısaca kalb veya gönül denilen latîfeye bağlılığı vardır. Yürek, gönüle olan bu bağlılığı sebebi ile, ruha da bağlanmış olur. Ruhdan gelen feyzler, bu bağlılıklar vâsıtası ile nefse gelir. Sonra nefsten organlara ve kuvvetlere yayılır. Bunlar nefste hulâsa olarak mevcûddur. Bu anlaşılınca, Evliyânın iki kısmının başka oldukları anlaşılmış olur. Birincileri, sekr sahipleridir, yâni şü'ûrsuzdurlar. İkincileri sahv sahipleridir. Yâni şü'ûrludurlar. Birincileri daha şerefli, ikincileri ise, daha üstündür. Birincilerin hâli Evliyâlığa uygundur. İkincilerin hâli Peygamberliğe uygundur. Allahü teâlâ, bizleri Evliyânın kerâmetlerine kavuşmakla şereflendirsin ve Enbiyâya “salevâtüllahi teâlâ ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî'i melâiketil mukarrebin vel'ibâdissâlihîn ilâ yevmiddîn” tam uymakla yükseltsin! Bu satırları yazan duâcınızın, arabîsi, fârisîsinden daha güzel değil ise de, şerefli mektûbunuz arabî kelimelerle yazılmış olduğundan, mektûbumuzu da, sizin gibi yazdık. Sözümüz burada tamam oldu. Hepinize selâm olsun! |
|
04-23-2010, 19:42 | #32 |
23
23 YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTÛB
Bu mektûb, Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîme arabî olarak yazılmış olup, dîni, câhillerden öğrenmeyi men etmekte ve soy adı seçmekten bahs etmektedir: Allahü teâlâ hepimizi lâftan kurtarıp, iş yapmak nasip buyursun. İnsanların en iyisi ve hepsinin Peygamberinin hâtırı için, amelsiz ilimden, işe yaramıyan bilgilerden korusun! Arabî mısra' tercümesi: Bir kimse ki, bu duâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! Ey, yüksek yaratılışlı kardeşim! Allahü teâlâ, sizin yaratılışınızda bulunan kemâlâtın meydana çıkmasını ihsân eylesin! Bu dünya âhıretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışta bulunan, toprak gibi yetiştirici kuvvetini işletmeyenlere, bundan faydalanmayanlara ve amel, ibâdet tohumlarını elden kaçıranlara yazıklar olsun! Toprak gibi yetiştirici kuvveti işletmemek, oraya birşey ekmemekle veya zararlı, zehirli tohum ekmekle olur. Bu ikincisinin zararı, bozukluğu, birincisinden kat kat daha çoktur. Zehirli bozuk tohum ekmek, dîni, din derslerini, dinden haberi olmayanlardan öğrenmek ve din düşmanlarının kitaplarından [mecmû'alarından] okumaktır. Çünkü, din câhilleri, nefsine uyar, keyfi peşinde koşar. Dîni, işine geldiği gibi söyler. Karşısındakinin de nefsini azdırır ve kalbini karartır. Çünkü, din câhilleri, din dersi verirken [din kitabı yazarken], islâmiyete uygun olmıyanı uygun olandan ayıramaz. Gençlere neleri ve nasıl anlatmak lâzım geldiğini bilemez. Kendi gibi, talebesini de câhil yetiştirir. Birçok şeyler okuyup ezberlemekle, [başka ilim kollarında söz sahibi olmakla, fen ve sanat şu'belerinde ihtisas kazanmakla] insan din adamı olamaz, [din kitabı yazamaz] ve din bilgisi veremez. Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, dinsizler, islâm düşmanları [ve câhil din adamları] tarafından şırınga edilen, yanlış propagandaları, iftirâları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen ruhlarını tedâvî eder. Sonra, yaşlarına, anlayışlarına göre, islâmiyeti ve meziyyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve men lerindeki hikmetleri, incelikleri ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onlara yerleştirir. Böylece gençlerin ruh bahçelerinde derdlere devâ, ruhlara gıdâ olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazancdır. Onun bakışları, ruhlara işler. Sözleri, kalblere te'sîr eder. Dîn-i islâmı, hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken, soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkindir. Allahü teâlâ, hepimizi Muhammed aleyhisselâmın doğru yolundan ayırmasın! Âmîn. Çünkü, insanları dünya ve âhıret rahatına kavuşturan, ancak bu yoldur. Şu fârisî beyt ne güzel söylenmiştir. Beytin tercümesi: Arabistândan doğan, Muhammed “aleyhisselâm” İki cihânda, üstün Odur, hemân! Kara toprak altında kalsın, her an, Onun kapısında, toprak olmıyan! Peygamberlerin en yükseğine, en üstününe bizden selâmlar olsun! Ne kadar şaşılacak şeydir ki, kıymetli teveccühünüze kavuşmakla şereflenen şairlerden birinin, bir kâfir ismini soyadı aldığını işittim. Hem de, kendisi seyyidlerden, sevmemiz lâzım gelen büyüklerden biridir. Keşke bunu duymasaydım. Bu alçak ismi acaba niçin aldı? Bir türlü anlıyamıyorum. Böyle ismleri almaktan, korkunç arslanlardan kaçmaktan, daha çok kaçmak lâzımdır. Böyle ismleri, her çirkinden daha çirkin görmek lâzımdır. Çünkü, bu ismler ve onların sahipleri, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Onun Peygamberinin düşmanlarıdır. Müslümanların, [ister hıristiyan olsun, ister yahudi olsun, isterse Kitapsız olsun bütün] kâfirleri düşman bilmesi emrolunmuştur. Bu gibi pis ismleri, evladına koymamaları, her müslümana vâcibdir. Benim tarafımdan ona söyleyiniz! Bu ismi değiştirsin! Onun yerine, ondan hayrlı ve müslümana yakışan bir ism koysun. Müslüman olana, müslüman ismini koyması yakışır. Allahü teâlânın sevdiği ve Onun Peygamberinin beğendiği, islâm dîninde bulunmakla şereflenmiş bir kimsenin hâline uygun da, ancak budur. [Ebû Dâvüd ve Muhammed ibni Hibbân bildiriyor ki, Resûlullah, (Kıyâmet günü ismlerinizle ve babalarınızın ismleri ile çağrılacaksınız. Onun için güzel ismler alınız!) buyurdu. Tirmüzî bildirdiğine göre Âişe buyurdu ki, (Resûlullah çirkin ismleri değiştirirdi).] Tirmüzî ve İbni Mâce bildiriyor: Abdüllah bin Ömer buyurdu ki, (Hz. Ömerin bir kızının adı Âsıye yâni isyân edici idi. Resûlullah, onu değiştirdi. Cemile yaptı). Bunlar gibi, daha birçok insan, yer ve sokak ismini değiştirerek, müslümana yakışan ismler taktığını Ebû Dâvüd bildirmektedir. Hadis-i şerifte, (Kötü zan altında kalınacak yerlerden kaçınız!) emrolundu. Dinsizlik alâmeti olan ve bu zannı uyandıran ismleri koymaktan, [sözleri söylemekten ve alâmetleri kullanmaktan ve işleri yapmaktan] kaçınmak, her müslümanın vazîfesidir. Bekara sûresi, ikiyüzyirmibirinci âyetinde meâlen, (Mümin olan bir köle, kâfir olan bir beğden, daha kıymetlidir!) buyuruldu. Muhammed aleyhisselâmın yolunda gidenlere, Allahü teâlâ, selâmet versin! Âmîn. Mâlu mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi! Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi. |
|
04-26-2010, 16:33 | #33 |
mektubatı şeriften 24.mektub...
24 YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTÛB
Bu mektûb, Kılınc Hâna yazılmıştır. Sofînin kâin ve bâin olduğu ve kalbin birden fazla şeye bağlanmıyacağı ve muhabbet-i zâtiyye hâsıl olunca sevgiliden gelen elemlerle nîmetlerin müsâvî olduğu ve mukarreblerle ebrârın ibâdetleri arasındaki başkalığı ve kendini yok bilen Evliyâ ile insanları dâvet için geri dönmüş olan Evliyânın başkalıkları bildirilmektedir: Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmetine size selâmet ve âfiyet versin! Hadis-i şerifte, (Kişi, sevdiği ile birlikte olur) buyuruldu. Kalbinde, Allahdan başka hiçbirşeyin sevgisi kalmayan ve ancak Onu dileyen kimselere müjdeler olsun. Bu hadis-i şerife göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış verişte ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. Bu sofî, Allahü teâlâ ile (Kâin)dir. Yâni Allahü teâlâ ile bulunur ve insanlardan (Bâin)dir. Yâni ayrıdır. Yâhut, görünüşte insanlar ile kâindir. Hakîkatte ise insanlardan bâindir. Kalb, yâni gönül birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlat, mevkı', medh olunmak gibi çeşidli arzuları ve bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakîkatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefslerini düşünmemektedir. Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. Çünkü hiçbirşeyi o şey için sevmemektedir. Onun için hiçbirşey perde olmaz. Kul, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Başka hiçbir şey değildir. Kul, kendinin nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet, ancak tam fena hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. Mutlak olan Fena da, Tecellî-i zatîye bağlıdır. Çünkü, ortalıktan karanlığın kalkması, ancak, parlak olan güneşin doğması ile olur. (Muhabbet-i zatiyye) denilen bu sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri, sevenin yanında eşid olur. Bu zaman, ihlâs hâsıl olur. Rabbine ancak Onun için ibâdet eder. Kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için olmaz. Çünkü, ona göre nîmetlerle azâblar arasında başkalık yoktur. İşte bu hâl mukarreblerin derecesidir. Ebrâr böyle değildir. Bunlar, Allahü teâlâya nîmetlerine kavuşmak için ve azâbından korktukları için ibâdet ederler. Bu iki dilekleri ise, nefslerinin arzularıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın zâtını sevmek saadetine kavuşmamışlardır. Bunun için (Ebrârın hasenâtı, mukarreblerin seyyiâtı olmuştur). Çünkü, ebrârın hasenâtı, bir bakımdan hasenâttır. Başka bakımdan seyyiât olur. Mukarreblerin hasenâtı ise, her bakımdan hasenâttır. Yâni iyiliktir. Evet, mukarreblerden, tam Bekâya kavuştuktan ve bu sebepler âlemine indikten sonra Allahü teâlâya, korku ile ve nîmetlerine kavuşmak için ibâdet eden de vardır. Fakat, bunların korkuları ve arzuları kendi nefsleri için değildir. Bunlar, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için ve Onun gazâbından, gücenmesinden korktukları için ibâdet ederler. Bunlar Cenneti de isterler. Çünkü, Cennet, Allahü teâlânın rızasının, sevgisinin bulunduğu yerdir. Yoksa Cenneti istemeleri, nefslerinin zevkleri için değildir. Bunlar Cehennemden korkar. Ondan koruması için duâ ederler. Çünkü, Cehennem, Allahü teâlânın gazâbının bulunduğu yerdir. Yoksa, Cehennemden korkuları, nefslerini azâbdan kurtarmak için değildir. Çünkü, bu büyükler, nefslerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe, mukarreblerin en üstün derecesidir. Bu mertebeye kavuşan, (Vilâyet-i hâssa) makamına erdikten sonra (Peygamberlik) makamının yüksekliklerinden bir şeylere de kavuşur. Sebepler âlemine inmeyen ise, müstehlik olan, yâni kendini yok bilen Evliyâdan olur. Bunun Peygamberlik makamının kemâlâtından haberi yoktur. Başkalarını kemâle getiremez. Yukarıda bildirdiğimiz birinci sınıf Evliyâ gibi değildirler. Allahü teâlâ, insanların en üstünü hürmetine bizleri bu büyükleri sevmekle şereflendirsin. Çünkü, (Kişi, sevdiği ile berâber olur). Evvelimiz ve sonumuz selâmette olsun! Niçin küfrân eder insân, Hudâ nîmet verir iken, Utanmayıp eder isyân, kamûyu ol görür iken. Beher an hamdü şükretmez, dahî ihsânı fikretmez, Hergün Hakkı zikretmez, bedende cân durur iken? |
|
04-26-2010, 16:34 | #34 |
mektubatı şeriften 25.mektub...
25 YİRMİ BEŞİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, hâce Cihâna yazılmıştır. Peygamberlerin en üstününe ve Hulefâ-i Râşidîne uymaya çalışmak lâzım olduğu bildirilmektedir: Allahü teâlâ kalbinize selâmet versin! Göğsünüzü genişletsin! Nefsinizi temizlesin! Cildinizi yumuşatsın! Bunların hepsi, hattâ ruhun, sırrın, hafînin ve ahfânın bütün kemâlâtına kavuşmak, ancak Peygamberlerin en üstününe uymakla olur. Öyle ise, Ona uymak için ve Onun dört halîfesine uymak için çok çalışınız. Onun dört halîfesi doğru yoldadırlar. Ondan sonra, herkesi doğru yola onlar getirmiştir. Onlar, insanları doğru yolda ilerleten yıldızlardır. Evliyâlık semasının güneşleridirler. Onların izinde yürümeye kavuşmakla şereflenenler, tam kurtuluş ile kurtulurlar. Onların yolundan ayrılanlar, doğru yoldan sapar, felakete düşerler. Merhûm Şeyh Sultânın iki oğlu çok sıkıntıdadır. Geçimleri güç durumdadır. Yüksek makamınızdan dileğimiz onların imdâdına, yardımlarına yetişmenizdir. Bu hayrlı işe siz lâyıksınız. Hattâ bütün insanların ihtiyaçlarını gidermek için cenâb-ı Hak size başarılar vermiştir. Allahü teâlâ başarılarınızı arttırsın. Hep hayrlı işlere ulaştırsın. Allahü teâlâ, size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! |
|
04-26-2010, 16:35 | #35 |
mektubatı şeriften 25.mektub...
26 YİRMİ ALTINCI MEKTÛB
Bu mektûb, Şeyh-ul-âlem Mevlânâ Hâce Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Şevk, arzu ebrârda olur. Mukarreblerde olmaz. Bu makamla ilgili birkaç şey bildirilmektedir: Allahü teâlâ bizi ve sizi Muhammed aleyhisselâmın nûrlu caddesinde bulundursun. Hadis-i kudsîde, (Ebrâr bana kavuşmağı çok istiyor. Ben de onları çok istiyorum) buyuruldu. Allahü teâlâ, ebrârın şevk, arzu sahibi olduklarını bildirdi. Çünkü, mukarrebler vâsıl olmuşlardır. Bunlarda kavuşmak arzusu artık kalmamıştır. Şevk, ayrı olanlarda bulunur. Mukarreblerde ayrılık gayrılık yoktur. Herkes bilir ki, kimse kendi nefsine kavuşmak için şevk sahibi değildir. Hâlbuki kendi nefsini taşkınca sevmektedir. Çünkü, nefsinden ayrı değildir. Allahü teâlâda bâkî ve kendi nefsinden fânî olmuş bir mukarrebin Allahü teâlâya olan yakınlığı, bir kimsenin kendi nefsine olan yakınlığı gibidir. Bunun için zevk, yalnız ebrârda bulunur. Çünkü, ebrâr çok sevmektedir ve kavuşmamıştır. Ebrâr demek, sona varmamış, mukarreb olmamış sâlik demektir. Tasavvuf yolunun başında veya ortasında bulunur. Sona varmasına kıl kadar ayrılık kalsa bile, mukarreb olmaz. Şu fârisî şiirde ne güzel söylenmiştir. Fârisî beytin tercümesi: Dostun ayrılığı az olsa da, az değildir; Eğer gözde yarım kıl olsa da, çok görünür. Sıddîk-ı ekber bir kimsenin Kur'an-ı kerim okurken ağladığını gördü. (Biz de böyle idik, fakat şimdi kalblerimiz katılaştı) buyurdu. Bu söz, kötülemeye benzeyip, övünmek olan sözlerdendir. Şeyhimden işittim, (Nihâyete ermiş, kavuşmuş olan, yolun başlangıcında, kendisindeki şevkı, arzuyu özleyebilir) buyurdu. Şevkın giderilmesi makamın daha yükseldiğini, daha tamam olduğunu gösterir. Bu makam ye's makamıdır. Yâni anlayamamaktan hâsıl olan üzüntü makamıdır. Çünkü kavuşulabilecek şey için şevk olur. Kavuşmak Ümidi olmayan bir yerde şevk olmaz. Yüksek derecelerin sonuna ulaşmış olan bir kâmil, bu âleme geri döndüğü zaman, ayrılık ateşine düştüğü hâlde, eski şevkı, arzusu geri gelmez. Çünkü, şevkın gitmesi, ayrılık kalmadığı için değildi. Ye's, Ümitsizlik geldiği içindi. Geri döndükten sonra da bu ye's kendisinde vardır. Birinci kâmil böyle değildir. O, âleme dönünce, şevk de geri gelir. Çünkü, önceden yok olmuş olan (Fakt) yâni gaybûbet, yok olmak, yine hâsıl olmaktadır. Bir kâmil, geri döndüğü zaman, fakt, ayrılık bulunursa, faktın gitmesi ile yok olan şevk tekrar hâsıl olur. Suâl: Vüsûl mertebeleri yâni kavuşturan yol, sonsuzdur, bitmez tükenmez. Ne kadar ilerlese yine uzak olacağı için, hep şevk bulunmaz mı? Cevap: Vüsûl mertebelerinin sonsuz olması, ismlerde ve sıfatlarda ve şü'ûnda ve îtibarâtta olan geniş yolculuklardır. Böyle seyr eden bir sâlik için, yolun sonu olmaz. Ondan şevk hiç gitmez. Yukarıda bildirilen müntehî ise, bu mertebeleri kısaca geçerek, söz ile, kelime ile, işaret ile anlatılamıyacak makama vâsıl olmuştur. Orada hiç Ümitlenmek yoktur. Bunun için kendisinde şevk ve taleb kalmaz. Bu hâl, Evliyânın büyüklerinde olur. Bunlar sıfatların çukurundan kurtulmuşlar. Zat-i ilâhîye “teâlet ve tekaddeset” kavuşmuşlardır. Bunlar, sıfatlarda uzun uzun ilerliyen ve şü'ûnât mertebelerinde seyr eden sâlikler gibi değildir. O sâlikler, bitmez tükenmez sıfatların tecellîlerine bağlanıp kalırlar. Bunlar için olan vüsûl mertebeleri kendisini ancak sıfatlara kavuşturur. Zat-i ilâhîye yükselmek ancak sıfatlarda ve îtibarâtta, kısaca seyr etmekle olabilir. İsmlerde uzun uzadıya seyr eden bir kimse, sıfatlara ve îtibarâta bağlanıp yolda kalır. Böylece şevk ve taleb kendisinden ayrılmaz. Vecd ve tevâcüdden kurtulmaz. Vecd ve tevâcüd sahipleri, sıfatların tecellîlerine kavuşanlardır. Bunlar için (Tecelliyât-i Zatiyye) yoktur. Şevkleri, vecdleri oldukça bu tecellîlerden nasip alamazlar. Suâl: Allahü teâlâya şevk olması ne demektir? Çünkü, Allahü teâlâdan hiç birşey mefkûd, yok değildir? Cevap: Burada şevk demek, belki (Müşâkele Sanatı) ile söylenmiş olabilir. Çok olduğunu bildirmek içindir. Çünkü, azîz, cebbâr olan Allahü teâlânın her şeyi şiddetlidir, çoktur. Zayıf insanların her şeyinden gâlib ve kuvvetlidir. Bu cevap âlimlere göre verilen cevaptır. Bu fakir kulun başka bir cevabı daha vardır ki tasavvuf yoluna uygun bir cevaptır. Fakat bu cevapta biraz sekr, şu'ûrsuzluk bulunmaktadır. Sekr olmayınca, güzel olmuyor. Hattâ câiz olmuyor. Çünkü, sekr sahipleri özrlü olur, affedilirler. Sahv, şü'ûr sahipleri mes'ûl olurlar. Sorguya çekilirler. Şu anda, tâm sahv hâlindeyim. Şimdi o cevabı bildirmek yerinde olmaz. Önceleri ve sonraları Allahü teâlâya hamd olsun. Onun Peygamberlerine bitmez tükenmez salât ve selâm olsun! |
|
04-26-2010, 16:35 | #36 |
.
.....
Konu milletinadami tarafından (04-26-2010 Saat 16:37 ) değiştirilmiştir.. |
|
05-06-2010, 20:12 | #37 |
Mektubat-ı Şeriften 27.mektub
27 YİRMİ YEDİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, Hâce Ammek için yazılmıştır. Tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi övmektedir: Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevdiği kullarına selâm olsun! Merhamet ederek bu dostunuza gönderdiğiniz kıymetli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Selâmette olunuz. Bu yüksek Nakşibendiyye zincirini övmekten başka birşeyle başınızı ağrıtmak istemiyorum. Yavrum! Bu yüksek zincirin büyükleri buyuruyorlar ki, (Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir). Nisbet dedikleri huzur ve âgâhlıktır. Bunlar hiç gayb olmayan huzura kıymet verir. Böyle devamlı olan huzura (Yâd-i Dâşt) demişlerdir. Bu büyüklerin nisbeti, yâd-i dâşt olmaktadır. Bu fakirin anladığına göre, yâd-i dâşt şöyle açıklanmaktadır: Allahü teâlânın ismleri, sıfatları ve şü'ûnu ve îtibarâtı birlikte olmaksızın, yalnız zat-ı ilâhînin zuhûr etmesine yâni kalbe, ruha görünmesine (Tecellî-i Zat) denir. Bu tecellîye (Berkî) demişlerdir. Yâni, şü'ûn ve îtibarât perdelerinin aradan kalkması, zatın görünmesi, şimşek çakar gibi bir ân sürer. Sonra bu perdeler hemen araya girerek örtülür. Böyle olunca, gaybsız, devamlı huzur düşünülemez. Bir ân huzur, ondan sonra devamlı yokluktur. Bu büyükler böyle olan nisbete kıymet vermemiştir. Hâlbuki başka silsilelerin, tarîkatların büyükleri, öyle olan tecellî nihâyete kavuşanlara nasip olur dediler. Bu huzur, devamlı olursa, hiç örtünmezse, ismlerin ve sıfatların ve şü'ûnun ve îtibarâtın perdeleri araya karışmadan tecellî ederse, gaybsız, perdesiz huzur olur. Yâd-i dâşt olur. İşte, bu büyüklerin nisbeti olan Yâd-i dâşti, başkalarının nis- betleri ile karşılaştırmalıdır. Böylece hepsinin üstünde olduğunu anlamalıdır. Çok kimse, böyle bir huzurun varlığına inanamaz. Arabî beyt tercümesi: Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun; Zevallı âşık birkaç damla ile doysun. Bu yüksek nisbet, öyle garîb oldu ki, hattâ bu büyük kıymetli zincire bağlanmış bulunanlara da söylense çoğunun inanmayacağı umulur. Şimdi, bu büyüklerin yolunda bulunanlara göre nisbet demek, Allahü teâlânın huzuru ve anlaşılamayacak bir şühûdudur ve cihetsiz olarak Ona teveccüh etmektir. Yukarıda olmak hayâle gelirse de, cihetsizdir ve görünüşte devamlıdır. Bu nisbet yalnız cezbe makamında hâsıl olur. Böyle nisbetin başka tarîkatlardaki nisbetlerden yüksek bir tarafı yoktur. Hâlbuki, yukarıda bildirdiğimiz Yâd-i dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülûk makamları sona erdikten sonra hâsıl olur. Bunun derecesinin yüksekliğini bilmeyen kimse yoktur. Eğer gizli kalmışsa, elde edilememesindendir. Bir kimse haset ederek inanmazsa ve aşağı bir kimse kendi kusurundan dolayı inat ederse ona bir diyeceğimiz yoktur. Fârisî iki beyt tercümesi: Bir câhil bu büyüklere dil uzatırsa, Cevap vermeye değmez dersem iyi olur. Hep aslanlar, bu zincire bağlanmışlardır, Kurnaz tilki bu zinciri nasıl koparır? Evveliniz ve sonunuz selâmette olsun! |
|
05-06-2010, 21:05 | #38 |
Mektubat-ı Şeriften 28.mektub
28 YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, yine Hâce Ammeke yazılmıştır. Hâlinin yüksekliğini bildirmektedir. Fakat bu yazıdan, hâlinin alçaldığı ve uzaklaşmış olduğu anlaşılmaktadır: Lütf ederek bu dostunuza gönderdiğiniz merhametli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Okuyarak şereflendik. Hürriyete kavuşanların, kelepçede olanları hâtırlaması ne büyük nîmettir. Kavuşanların, ayrı kalanların dertlerine ortak olması, çok sevindirici birşeydir. Ayrı kalan bu zevallı, kendini kavuşmaya lâyık bulmadığı için, uzak bir köşeye çekildi. Yaklaşmaktan kaçarak, uzaklarda soluğu aldı. Kavuşmaktan vazgeçip ayrılığa katlandı. Hürriyeti seçmekte zindân hayatını gördüğü için, seve seve zindân hayatını seçti. Fârisî beyt tercümesi: Sultan birşey beklerse köleden, Kanaat kalksın artık ortadan. Bozuk yazılarla ve saçma işaretlerle başınızı ağrıtmıyayım. Allahü teâlâ, bizi ve sizi Peygamberlerin efendisinin yolunda bulundursun! |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|