AK Gençliğin Buluşma Noktası
Osmanlı Tarihi (AK Parti) Osmanlı Devleti ve Osmanlı kültürü.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 11-28-2008, 04:55   #1
Kullanıcı Adı
Eşref
Standart Bir İhanetin Öyküsü: Mondros ve Sevr
30 Ekim 1918 tarihinde, Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf Orbay'ın Başkanlığı'nı yaptığı Osmanlı Heyeti ile İngiliz Amiral Calthorp'un Başkanı olduğu İtilaf Devletleri Heyeti arasında imzalanan Mondros Mütarekesi ile silahlı çatışma sona ermiştir. 1. Dünya Savaşı'nı bitiren bu Antlaşma aslında çok ağır şartlar taşıyordu. Mondros Mütarekesi aslında Osmanlı Devleti'nin yıkılışını öngörmekte; İtilaf Devletleri'ne Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesine, güvenliklerini tehdit edecek bir durum nedeni ile işgal hakkını tanımakta idi.

Mustafa Kemal'in o zaman ifade ettikleri üzere; Osmanlı Hükümeti bu mütareke ile kendini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmeğe muvafakat etmiştir. Yalnız muvafakat etmiş değil, düşmanların memleketi istilası için onlara muaveneti(yardımı) de vaad eylemiştir. Bu Mütareke olduğu gibi tatbik edildiği takdirde memleketin baştan sona kadar işgal ve istilaya maruz olacağı şüphesizdir.

Mondros Ateşkes Antlaşması ile İtilaf Devletleri, barış antlaşmasının imzalanmasını beklemeden, Türk Topraklarının taksimine giriştiler. Ateşkes antlaşmasının 7. maddesi gereğince, bütün bir memleketin işgali için İtilaf Devletleri'ne imkan veriyordu.

Mondros Ateşkes Antlaşması'nın başlıca hükümleri şunlardır:

1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz'e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır.

2- Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.

3- Karadeniz'deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.

4- İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul'da teslim olunacaktır.

5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.

6- Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.

7- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.

8- Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler ve Osmanlı ticaret gemileri onların hizmetinde bulundurulacaktır.

9- İtilaf Devletleri, Osmanlı tersane ve limanlarındaki vasıtalardan istifade sağlayacaktır.

10- Toros Tünelleri, İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır.

11- İran içlerinde ve Kafkasya'da bulunan Osmanlı kuvvetleri, işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler.

12- Hükümet haberleşmesi dışında, telsiz, telgraf ve kabloların denetimi, İtilaf Devletlerine geçecektir.

13- Askeri, ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir.

14- İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye'den temin edeceklerdir.(Bu maddelerden hiç biri ihraç olunmayacaktır.)

15- Bütün demiryolları, İtilaf Devletleri'nin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır.

16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak'taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletleri'nin kumandanlarına teslim olunacaktır.

17- Trablus ve Bingazi'deki Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.

18- Trablus ve Bingazi'de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar İtalyanlara teslim olunacaktır.

19- Asker ve sivil Alman ve Avusturya uyruğu, bir ay zarfında Osmanlı topraklarını terk edeceklerdir.

20- Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletleri'ne teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir.

21- İtilaf Devletleri adına bir üye, iaşe nezaretinde çalışacak bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir.

22- Osmanlı harp esirleri, İtilaf Devletleri'nin nezdinde kalacaktır.

23- Osmanlı Hükümeti, merkezi devletlerle bütün ilişkilerini kesecektir.

24- Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır.

25- Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş, 1918 yılı Ekim ayının 31 günü mahalli saat ile öğle zamanı sona erecektir.




VE SON: SEVR

Ana hatları 24 Nisan 1920'de San Remo Kanferansı'nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920'de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti'ne verilmişti.

Sultan Vahidettin'in başkanlığında toplanan Şüra-yı Saltanat 22 Temmuz 1920'de "zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih edilmeğe değer" görerek Antlaşma'nın onanmasına karar vermiştir.
Tevfik Paşa'nın, Türk topraklarını parçalayan, milli şeref ve haysiyetle bağdaşmayan bu antlaşmayı imzalamaması üzerine Damat Ferit Paşa tarafından görevlendirilen Reşat Halis Bey, Hadi Paşa ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey Sevr Antlaşması'nı 10 Ağustos 1920'de imzaladılar.
Sevr Antlaşması'na göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk Milleti de yasama hakkından yoksun bırakılıyordu.

- Rumeli sınırımız aşağıda yukarı İstanbul vilayetinin sınır olarak tayin olunuyordu.

- Batı Anadolu ( İzmir ve havalisi) Yunanlıları verilecekti. Güney sınırı ise, Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos dağları ve Osmaniye'nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa'ya bırakmakta idi. Doğuda Bayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye'ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak'ın kuzey kısmında nüfus bölgeleri tesis ediyorlardı.

- İstanbul'da ise hükümet ve padişah oturacak fakat, İstanbul milletlerarası bir şehir olacaktı

- Boğazlar'da ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı, Türklere bırakılan bölge, hakimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları olacaktı.

- Memleket dahilinde bulunan azınlıklar, Türklerden daha fazla haklara sahip olacak, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunacaklardı.

- Türk tabiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk tabiyetine de giremeyecekti.

- Devletin askeri kuvveti, her bakımdan sınırlanarak azami miktar 50.700 kişi olacak; Tank, ağır top, uçak bulunmayacaktı. Askerlik de gönüllü olacak, donanma ise 7 gambot ve 6 torpidodan ibaret olup, donanmada denizaltı da bulunmayacaktı. Diğer taraftan mali ve iktisadi hükümler, Osmanlı Hükümeti ile Meclisin yetkilerini hiçe saydıracak şekilde sınırlayıcı ve külfet teşkil eder mahiyette olup, Osmanlı Devleti'ni İtilaf Devletleri'nin müşterek sömürgesi haline, gelecekti. İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin temsilcilerinden kurulu Mali Komisyon, Osmanlı Devleti'nin gelir ve giderlerini düzenlemekte ve devletin yetkilerini devletlik sıfatı ile bağdaştırılmayacak şekilde bağlanacaktı.
-------------------------------------------------------

Sevr Antlaşması'nın Osmanlı Hükümeti'nce imzalanması, Anadolu'daki milli mücadele azmini kuvvetlendirmiş, halkın İstanbul Hükümeti'nden ümitlerini kesmesine neden olmuştur.

Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında, Sevr Antlaşması'nı imzalayan ve bunu onaylayan Şüra-yı Saltanat'ta bulunanların vatan hiyanetiyle itham olunarak vatansız sayılmaları kararını aldı. Aynı zamanda Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu antlaşma ile kendini hiç bir surette bağlı görmediğini de ilan etti.



osmanli700.gen.tr

 

Eşref isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 11-28-2008, 14:46   #2
Kullanıcı Adı
FarukARSLAN.
Standart
Alıntı:
Sevr Antlaşması'nın Osmanlı Hükümeti'nce imzalanması, Anadolu'daki milli mücadele azmini kuvvetlendirmiş, halkın İstanbul Hükümeti'nden ümitlerini kesmesine neden olmuştur.


Bu itham çok yanlış olmuş.. Sevr, Osmanlı Hükümetince imzalanmamıştır. Yani devlet başkanı statüsündeki Sultan Vahideddin'in -bu bir intihar antlaşmasıdır deyip- imzası olmadığı için yürürlüğe giren bir antlaşma değildir Sevr.

Malum osmanli700.gen.tr sitesi resmi tarihin sözcülüğünü yapmış. Resmi tarihe bakarsak yakın tarihte Atatürk ve İnönü dışında herkes hain!..

Mustafa Armağan'ın 23 Kasım Pazar günkü Zaman/ Pazar'da ki makalesinden bir bölümle konuya son şeklini vereyim:

(...) insaf edelim, ölü doğmuş olan ve Nutuk'ta haklı olarak antlaşma değil de 'proje' olduğu ısrarla belirtilen Sevr, Yunanistan'dan başka hiçbir devlet tarafından onaylanmamıştı. Üstelik İngiliz parlamenterler onunla paçavra diye dalga geçmemişler miydi? Neden bunları anlatmıyoruz bu ülkenin evlatlarına?

--
Evet, bu ülkenin evlatları, her dayatılana boyun eğecek diye bir kaide yok. Yakın tarihte illa bir ihanet antlaşması arayacak olursak; o da Lozan olur/olacaktır ...
FarukARSLAN. isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11-30-2008, 03:08   #3
Kullanıcı Adı
Eşref
Standart
Mondros ile Sevr'i kim imzaladı peki kardeşim?
Eşref isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11-30-2008, 05:35   #4
Kullanıcı Adı
akgençlk
Standart
Velevki mondros ve Sevr'i Vahdettin imzalamış olsun. Yani bu hain olduklarını mı gösterir. Tarihi değerlendirmede bulunurken yapılacak en büyük yanlış, o vakayı o günün şartlarına göre değerlendirmemektir.

Vahdettin hain değildi, belki çaresizdi ama yürüttüğü politikalar kurtuluş savaşı için ülkemize daima zaman kazandırmıştır. Kurtuluş savaşındaki zafer illa birilerine mal edilecekse bunda vahdettinin payının olmadığını söylemek ancak yanlı tarihin işidir diye düşünüyorum. Sonuçta Atatürk'ü anadoluya yollayan Vahdettin'in ta kendisiydi. Bazı olayları değerledirip de bir yargıya varmaya çalışıyorsak, o günün şartlarını da düşünerek bu yargıya varmamız bizi doğruya götürecektir.

Diyeceksiniz İstanbul hükümeti niye öyle davranıyordu. Peki nasıl davransaydı. Yani sürekli bir işgal tehlikesi altında bulunan bir şehirdeki yönetim, işgal güçleri aleyhine anadolu hareketine destekte bulunup da yurdun işgaline daha hızlı olarak zemin mi hazırlasaydı. Muhakeme yürüterek düşünmek lazım. Lise tarih kitaplarıyla kendimizi sınırlı tutarsak hiçbir zaman doğruyu göremeyiz.
akgençlk isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11-30-2008, 13:44   #5
Kullanıcı Adı
Eşref
Standart
Hiçbir zaman, bir Osmanlı padişahının hain olabileceğine inanmadım. Dediğiniz gibi belki çaresizdi, belki cesaretsizdi. Ama bu cesaretsizlik ülkenin neredeyse sonu olacaktı. Bir Cuma namazında çıkıp deseydi ki

" Ey ahal-i müslimin; ülkemiz, dinimiz elden gidiyor! Devir, topyekün mücadele devridir! Halifeniz olarak sizleri cihata çağırıyorum. Kanınızın son damlasına kadar savaşın."

o zaman ülkede "Padişah yanlıları - Atatürk yanlıları" gibi saçma sapan ayrımlar olmadan, herkes topyekün savaşırdı. Bölünmüş bir halkla, bu millet Atatürk önderliğinde Kurtuluş zaferine imza atmışsa varın düşünün o zaman nasıl bir zaferimiz olurdu!

Dediğim gibi ne Vahdettin için ne de diğer padişahlar için hain asla demem. Ama o dönem, Vahdettin hain ilan edilmişse, itiraz da etmem. Çünkü seninde ifade ettiğin gibi "Tarihi değerlendirmede bulunurken yapılacak en büyük yanlış, o vakayı o günün şartlarına göre değerlendirmemektir."
Eşref isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11-30-2008, 14:17   #6
Kullanıcı Adı
ilkertürkmen
Question hangisi ihanet
[quote=ilkertürkmen;464295]Biliyorsunuz tarihimizde bizim yedi düveli yendigimizden söz edilir.
Bu yalandir !..

Biz sadece Yunan ordusunu yendik.
Nam-i deger " Düvel-i Muazzama " yani Müttefik devletler tek kursun atmadan cekip gittiler..
Neden acaba ?..

Bizden korktular mi ?..
Gayet tabii hayir.

O halde neden gittiler ?..

Gitmeleri karsiliginda bir seyler aldilar ki GITTILER !..

Iste ne aldiklarini arastiracak olursaniz " LOZAN ANTLASMASININ DETAYLARINDA " bulabilirsiniz ;ş

Birinci Meclis bu verilenlere siddetle itiraz etti ve Antlasmayi kabul etmedi.
Bunun üzerine birinci meclis kapatildi ve üyeleri " Yobaz-gerici " ilan edildi.
Bir Cogu sürüldü bir cogu Istiklal mahkemelerinde asildi Hayatlari kaydirildi.

Ikinci meclis de Antlasmayi oladugu gibi kabul etti.

Gecenler de Karadayi pasamizin dili sürctü ve Irak sinirimiz hakkinda:
" Yahu Biz bu SINIRI cizmedik ki Ingilizler cizdi " deyiverdi :o

Biz de sasirdik...

Biz Ingilizleri filan yendigimizi biliyorduk..

Size Lozan in detaylarini ve neleri verdigimizi anlatacagim yakinda..

Ilk olarak sunu bilin ki:
Biz Lozan ile 340 milyon vatandasimizi onlarin yasadiklari topraklari onlarin uyruklari ile birlikte feda ettik.
Ayrica Imparatorluk haklarimizdan vazgectik. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerarası planda resmen tanındığı antlaşma.
24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lausanne (Lozan) şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, Rusya, Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalandı.
Osmanlı Devleti'ni yıkıp, topraklarının paylaşılması için çıkartılan Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda başlatılan Türk İstiklâl Harbinden sonra, işgalci devletler ile 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi (ateşkesi) imzalanmıştı. İşgalci devletler ile kesin bir antlaşma yapılması için, Türkiye, 4 Ekim 1922 tarihindeki notasıyla, görüşmelerin İzmir’de başlatılmasını istedi. İşgalci devletler, İzmir’de Yunan mezalim ve tahribatını görmezlikten gelmek için, İsviçre’nin Lausanne şehrini tercih etti. Konferansın 13 Kasım 1922’de başlayacağını ilan edip, Türkiye’de iki hükümet olduğu telakkisiyle, görüşmelere katılması için Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi ve İstanbul’daki Osmanlı Sultanı Altıncı Mehmed Hana (Sultan Vahideddin Han) müracaat ettiler. TBMM, bu duruma son vermek için, 1 Kasım 1922 günü çıkarılan iki maddelik bir kanunla, Saltanat ve Osmanlı Hükümetinin, 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilâf devletlerince resmen işgalinden itibaren kaldırıldığını kabul ve ilan etti. 600 yıldan fazla hükümran olan Osmanlı Hânedânına son verilerek, Lozan Konferansına TBMM hükümeti, tek başına katıldı.
13 Kasım 1922’de başlayacağı ilan edilen konferans, 20 Kasım'da başlatıldı. Lozan Konferansında TBMM’ni, Hâriciye Vekili (Dışişleri Bakanı) ve Edirne Mebusu İsmet Paşa (İnönü) başmurahhaslığında, Sıhhiye Vekili (Sağlık Bakanı) ve Sinop Mebusu Dr. Rıza Nur, Trabzon Mebusu Hasan Bey (Saka) murahhaslar, yirmi dört müşavir, sekiz kâtip, bir mütercim, gazeteciler ve askerlerden meydana gelen heyetle temsil etti. İngiltere heyetini İstanbul fevkalâde komiseri Sir Horas Rumbolt ve Musul Petrol İşletmesi Şirketinin idare heyeti başkanı Lord Curzon; Fransa adına Şark Fevkalade Komiseri General Pelle; İtalya’yı İstanbul Fevkalade Komiseri Marki Camille Garoni ve Sezar Montanya; Japonya’yı Roma Büyükelçisi Baron Hayaşi, Baron Uçiyai; Yunanistan’ı Elefteryos K. Venizelos ve Demeter Kaklamanos; Romanya’yı Konstantin Dimondy, Konstantin Konseska; Sırp-Hırvat-Sloven Krallığını Dr. Milotin Yuvanoviç; Bulgaristan’ı Bogdan Morfot, Dimitri Stanciof, M.Stambulhu, M.Kinstantoderof; Rusya adına M.Çiçerin, M.Rekefski ve M. Medivani; Portekiz’i M. M. Pereyre; Belçika’yı M. Beletzer ve Amerikan müşahitlerinden M. Caylnd, M. Gru ve Amiral Bristol temsil edip, katıldılar. Konferansa, ev sahibi olarak, İsviçre Cumhurbaşkanı Hab, başkanlık yaptı. 21 Kasım 1922’de, konferansta görüşülecek meseleler için komisyonlar kuruldu. Askerî ve Arazi Komisyonu Başkanlığına Lord Curzon; Azınlıklar ve Yabancılar Komisyonu Başkanlığına Marki Garroni; Malî ve İktisadî Komisyon Başkanlığına Fransa temsilcisi M. Barriere seçildiler.
TBMM’nin Lozan Konferansındaki programı, 28 Ocak 1920 günü, son Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin kabul ettiği Misak-ı Millî (Millî And) hükümleriydi. Bu hükümler şunları ihtiva ediyordu: 1) Musul, Kerkük ve Süleymaniye ile, 2) Batı Trakya’nın Anavatan’a katılması; 3) Kapitülasyonların kaldırılması; 4) Azınlıklara üstün haklar verilmemesi; 5) Boğazlar ile İstanbul’un emniyetinin sağlanıp, bütünüyle hakimiyetimizde kalması.
Görüşmeler, ilk hafta dostça geçti. İkinci hafta, devlet borçları, kapitülasyon, Musul vilayeti ve İstanbul’un boşaltılması meselelerinde, anlaşmazlık çıktı. TBMM heyetine, İngiltere Murahhası Lord Curzon ve Yunanistan Murahhası Elefteriyos Venizelos, çok zorluk çıkardılar. 4 Şubat 1923 tarihinde görüşmeler kesilerek, heyetler geri döndüler.
20 Kasım 1922 - 4 Şubat 1923 tarihleri arasında devam eden Birinci Lozan Konferansında, 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında “Esirlerin Değiştirilmesi” hakkında mukavele imzalandı.
Birinci Lozan Konferansında; 1) Edirne’nin İstasyon Mahallesi Karaağaç, Yunanlılara bırakıldı. 2) Karadeniz’den Akdeniz’e kadar Türkiye ile Bulgaristan ve Yunan hudutları, askersiz hâle konuldu. 3) Türkiye-Irak hududunun tespiti, Milletler Cemiyeti kararına bırakıldı. 4) Türkiye’ye verilen İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada ile, Yunanistan’da kalan Limni, Midilli, Nikarkarya, Sakız, Sisam adalarının askersizleşmesi kararı verildi. 5) Rodos ve Oniki Ada’nın İtalya’ya bırakılması kabul edildi. 6) İstanbul ve Çanakkale boğazlarının iki yakasından on beşer kilometre derinliğindeki bölgelerin askersiz olması; Trakya’daki 8000 kişilik Türk jandarma sayısının 5000’e indirilmesi kararlaştırıldı. 7) İstanbul’da 12.000 asker bulunduracak olan Türkiye’nin; Boğazlar Komisyonuna başkanlık etmesi ve boğazlardan geçişin serbest bırakılması kararlaştırıldı. 8) Kapitülasyonların kaldırılmasına karar verildi. 9) Azınlıklara verilen hakları, Türkiye’nin, Milletler Cemiyeti kefaletinde tanıması kararlaştırıldı. 10) Borçlar meselesinde Türkiye’nin, hissesine düşen onbeş milyon altın lirayı, otuz yedi yıl içinde ödemesine karar verildi. 11) Yunanistan’dan hiçbir harp tazminatı istenmemesi, karara bağlandı.
4 Şubat 1923’te kesilen görüşmeler, İngiltere ve Fransa’daki asker ailelerinin tesiriyle meydana gelen umumî efkârın (kamuoyunun) arzusu üzerine, TBMM murahhasları Lozan’a davet edilerek, yeniden başlatıldı. 23 Nisan 1923’te başlayan ve 23 Temmuz’a kadar üç ay süren İkinci Lozan Konferansında; TBMM murahhasları aynı kalmasına rağmen müşavir heyetinde değişmeler oldu. İngiltere ve İtalya başmurahhasları değişip, ABD de, bir murahhas gönderdi.
İkinci Lozan Konferansı; 1) Arazî ve siyasî, 2) Malî ve yabancıların oturma hakları, 3) İktisadî işlere ait olmak üzere, üç komisyon biçiminde çalışarak, maddelerin görüşülmesini sıraya koydu. Uzun müzakereler ve arada yine görüşmelerin kesilmesine yol açan, çetin münakaşalar oldu. İngiltere’nin ısrarıyla, yine bir “Ermenistan kurulması” hususu öne sürülerek; Doğu Anadolu’da veya Suriye hududunda (Adana ile Maraş ve Gaziantep’te) dünyanın çeşitli yerlerine dağılıp yurtsuz kalan Ermeniler için “Yurt” verilmesinde, Fransızlar da talepte bulundu. Türk karasularına yakın ufak ve kayalık Meis Adasının Türkiye’ye ait olduğu ısrar edilmişse de, İtalyanlar, burayı işgallerinde tutmakta diretmişlerdir. Bir de Tuna Irmağı yatağındaki, 5000 Türk-İslâm nüfuslu Adakale, Romanya’nın ısrarı üzerine onlara bırakıldı. TBMM'nin, ısrar edip, murahhaslara talimat verdiği Yunanistan’dan tamirat adı ile harp tazminatı alınması isteği de, şiddetle reddedilerek, “Yoksul Yunanlılar”ın bunu veremeyeceğine karar alınmış, ancak Karaağaç İstasyonu Türkiye’ye geri verilmiştir.
Lozan Antlaşması, Lozan Üniversitesi salonunda, 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika devletleri ve Boğazlara ait mukavelenâme bölümünü Sovyet Rusya murahhası, İstanbul’da imza etmiş, bütün müzakerelere katıldığı hâlde Yugoslavya heyeti, borçlar meselesinde, ülkelerine düşen hisseye itiraz ettiğinden anlaşmayı imzalamamıştır. Lozan Antlaşmasının TBMM’de görüşülüp, kabul edilmesi için partisiz Birinci dönem Mebuslar Meclisi yerine, ikinci dönemde Halk Fırkasının adayları seçilerek, 11 Ağustos'ta tek parti mensubu mebuslar Ankara’da toplanarak, 21 Ağustos’ta antlaşmanın kabulü için çıkarılacak kanun taslağının görüşmeleri başladı. Lozan Antlaşmasının tasdiki için çıkarılacak kanun görüşülürken, mevcut 227 mebustan 213’ü kabul ve 14 mebus red oyu vermiştir. İtirazlarına sebep de, Mersin mebusu, Türklerin Yüreğir boyu hânedânına mensup Niyazi Ramazanoğlu’nun, İskenderun ile Antakya’yı, Halep ile Rakka’nın dışarıda bırakılarak, yüz binlerce Türkmen’in Fransa boyunduruğunda bulundurulmasını tenkit etmesi idi. Bursa mebuslarından Necati Bey de, Boğazlar ve Batı Trakya meselelerinden şikâyetle itirazlarda bulundu. Eski Maarif vekillerinden Vasıf Çınar, Tekirdağ mebusu Faik Öztrak, Şükrü Kaya, Yahya Kemal, Hamdullah Suphi Beyler ve red oyu veren on dört milletvekili; İstanbul’da Rum Patrikhanesi'nin imtiyazlı durumunu, gayrimüslimlere vatandaşlığın da üstünde olan dokunulmaz haklar tanınmasını, Yunanistan’dan hiç tazminat alınmayıp, Türkiye’ye ait Edirne-Karaağaç İstasyon Mahallesiyle yetinilmesini tenkit ediyorlardı. Malatya mebusu İsmet Paşa, 23 Ağustos 1923 günü sabah ve öğleden sonraki iki oturumda, Lozan Antlaşması görüşmelerinde karşılaşılan büyük güçlükleri ve getirdiği iyilikleri anlatan izahlarda bulundu. 23 Ağustos gecesi, geç vakitte yapılan oylamada Lozan Antlaşması, TBMM tarafından ekseriyetle kabul edildi. TBMM, söz konusu antlaşmayı, çıkarılan, 340, 341, 342, 343 numaralı kanunlarla tasdik etti. Bu antlaşma, 19 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girdi.
Yeni Türk Devleti temsilcileri, Lozan’a giderken son Osmanlı Mebuslar Meclisinin aldığı Misak-ı Millî kararlarını kabul ettirmek ve gerçekleştirmekle vazifeliydiler. Ancak, bunlardan hemen hemen hiç biri Türkiye lehine halledilmediği gibi, verilen tavizlerden de gereği gibi faydalanılamadı. Bunlardan önemli olanları:
1. Musul meselesi: İngilizler, Musul’un arazisinden ziyade petrollerine tâlip bulunuyorlardı. Ancak, İnönü’nün, öncelikle toprağa hakim olması gerekirken, petrollerde ısrar etmesi, İngiltere’nin reddine ve meselenin hallinin Milletler Cemiyetine bırakılmasına yol açtı. Milletler Cemiyeti ise, Musul’u Irak’a teslim ederken, Türkiye’ye Musul petrollerinden, yirmi beş sene müddetle ve sadece yüzde on gibi cüz'i bir hisse verdi. Ancak Türkiye, ileriki senelerde bu hisseyi de almaya muvaffak olamadı. Irak ise, başlangıçta petrollerin gelirini İngiltere’ye bırakmakla birlikte, kısa bir süre sonra, bu hakların tamamına el koydu.
2. Batı Trakya ve Ekalliyetler (azınlıklar) Meselesi: Sevr Antlaşması ile, Türkiye toprakları işgal altına alındığında, ilk önce istiklal mücadelesini başlatan ve bir hükümet kurmağa muvaffak olan, Batı Trakya Türklüğü idi. Ancak onların Yunan hakimiyetinden kurtulmak için giriştikleri kanlı mücadele dikkate alınmadan, Batı Trakya, Lozan’da feda edildi. Bu arada İstanbul’da yaşayan Rumlarla Batı Trakya’da yaşayan Türkler dışında, Türkiye’deki bütün Rumlarla Yunanistan’daki bütün Türkler değiştirilecekti. (Bkz. Ahali Mübadelesi) “Ekalliyetlerin himâyesi” bölümünde yer alan bu haklardan, Yunanistan azami ölçüde istifade ederken, Türklerin hiç işine yaramadı. Batı Trakya Türklüğü, unutulmaya ve Yunanlıların insafına terk edildi. Neticede, aradan geçen 70 yıl içerisinde, Batı Trakya’da Türkler, çoğunluktan azınlık durumuna düşürüldüler.
3. Batum Meselesi: Misak-ı Millîye göre, Batum’un geleceği, halkın oyuna müracaatla belirlenecekti. Batum, Birinci Dünya Harbi sonunda imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması'yla da Anavatan’a kavuşmuştu. Ancak, Moskova Antlaşmasıyla cüz'i bir yardım karşılığı Ruslara bırakılan Batum için, Lozan’da en küçük bir girişimde dahi bulunulmadı.
4. Kıbrıs ve 12 Adalar meselesi: Ayastefanos Antlaşması'nın ağır hükümlerini atlatabilmek maksadıyla, İkinci Abdülhamid Han, vaktiyle, geçici olarak Kıbrıs’ın idaresini İngilizlere bırakmıştı. Birinci Dünya Savaşının başlarında İngiltere, Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak ettiğini bildirdi. Türkiye’nin tanımadığı bu ilhak kararı, Lozan Konferansına kadar problem olarak kaldı. Lozan Muahedesinin 20 ve 21. maddeleriyle, Türk murahhasları, bu ilhakı kabul ve tasdik ettiler.
Yine Ege Denizindeki, Türkiye’ye yakın 12 adanın İtalyanlara terki de, aynı şekilde meydana geldi. Daha sonra İkinci Dünya Harbinde Almanların işgaline uğrayan bu adalar, Türkiye’ye teklif edilecek, fakat, o zaman Türkiye’nin başında bulunan İnönü tarafından reddedildikten sonra, Yunanlıların hakimiyetine verilecektir.
Neticede, Lozan'ın bir zafer olmadığı ve hezimet olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.
Irak’tan ve Gazze’den sonra Lübnan’dan da alevler yükselmekte. Feryatlar, gözyaşları, kan ve barut kokusu Lübnan’ı hakimiyeti altına almış vaziyette. Sadece Lübnan’ı mı? İslam kardeşliğinin, ümmet bilincinin, Kur’an ve Sünnet’in ne demek olduğunu idrak eden her Müslüman Afganistan’la, Irak’la, Filistin’le, Lübnan’la birlikte ağlamakta, birlikte öfkelenmekte, birlikte savaşmaktadır. İşte bu haletiruhiye içerisinde teslimiyet ve zilletin kol gezdiği Ankara sokaklarında dolaşırken adete efendisini takdis eden köle zihniyetini hatırlatan “Lozan Türkiye’nin Tapu Senedidir”, “Lozan Onurumuzdur” yazılı pankartları karşımda bulduğumda kime daha çok üzülmem gerektiğini kestirmekte zorlandım. Ortadoğu da işgal altında bedenleri katledilenler mi? Yoksa Türkiye’de farklı bir işgalin içinde zihinleri katledilenlere mi?

Bildiğiniz gibi 24 Temmuz bizdeki adıyla “Lozan Barış Konferansı” Avrupalilarin tabiriyle “Şark İşleri Konferansı”nın yıl dönümüdür. Konferansın ismi dahi hedefi barizleştirmesi ve konuyu sınırlandırması açısından önemlidir. Evet, mesele sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Bilakis mesele tüm şark için yani tüm Müslüman beldeler için bir çözüm arayışıdır.

Pankart sahiplerinin dediği gibi bu konferansta yapılan bir takım anlaşmalar sayesinde birilerinin tapu senedi aldığı kesindir. Ancak tapuyu alan Türkiye midir? Yoksa sömürgeci devletler midir? Bunun kararını yazının sonunda sizin yorumlariniza bırakıyorum.

Şimdi Lozan’a giden yolu aydınlatıp, burada yapılan anlaşmanın gizli ve aşikar maddeleri üzerinde duralım;

Müslüman beldeleri işgal eden ve köklü bir tarihe sahip Osmanlı Hilafet Devletini kuşatma altına alan sömürgeci kafirler, onun elini kolunu bağlayarak hareketsiz kılma kuvvetine sahip iken ne hikmetse Ankara da kurulan körpe hükümete herhangi bir yaptırım uygulamakta aciz kalmıştır. Bu acziyetin sebebi ise daha sonraları Lozan’da yapılan “Şark İşleri Konferansı”nda açığa çıkacaktır.

Yunanlıları denize dökerek “Kurtuluş Savaşı”ndan galip (!) ayrılan Ankara Hükümeti barış görüşmelerine hızlı bir şekilde başlama kararı almıştır. İşin ilginç tarafı “Kurtuluş Savaşı”nda İtilaf Devletine karşı savaşılmasına rağmen tarih kayıtlarında sadece Yunanlıların İzmir’de denize dökülmesi (!) geçmektedir. İngilizler ise hala İstanbul’dadır ve işi bitene kadar da orada kalacaktır.

Görünen o ki, İttifak kurarak Osmanlıyı parçalamak isteyen İngiltere’nin esasında Türkiye’yi kimseyle paylaşmak gibi bir niyeti yoktur. Nitekim Fransızları, İtalyanları ve sair devletleri Türkiye’den siyasete uygun bir şekilde uzaklaştırıp tek başına egemen olma düşüncesinde olduğu yaptığı manevralarla açığa çıkmaktadır.

İtilaf Devletleri Başkumandanı İngiliz Sir Harington’dur. Yani İtilaf Devletlerin komutası İngilizlerin elindedir. Yunanlıları savaşa dahil edenlerin de İngilizler olduğunu biliyoruz. Peki ya şuna ne demeli; 24/3/1940 tarihinde Harington'un ölümünden iki gün sonra Londra Times gazetesi onunla ilgili bir makale yayınlandı. Bu makalede aynen şöyle denilmektedir: "1921 de Yunanlılar Türklere yönelince Müttefik Devletler Kuvvetler Komutanı Sir Harington’a, Mustafa Kemal ile yardımlaşmak için geniş selahiyetler verildi."

Bilindiği gibi Yunanlılar İtilaf Devletlerinin içindedir öyleyse Harington’a niçin M.Kemal’le yardımlaşmak için yetki verilmektedir? Bu yetki ne kadar kullanılmıştır? Kimler ve nasıl bu yardımdan nasiplenmiştir. Tüm bunları bilmek için kahin olmaya lüzum yoktur. Buradan tarihe bakınca her şey gayet açıktır.

Görünen o ki, İngilizler iki taraflı oynamaktadır. Bir taraftan itilaf Devletlerini istedikleri şekilde yönlendirirken diğer taraftan Ankara Hükümetini el altından desteklemektedir. El altından desteklemesi Halifeyi kuşatma altına alarak siyasetten uzak tutmakla, onu çaresiz kılıp Ankara Hükümetine “kurtarıcı” vasfını bahşetmekle gerçekleştirmektedir.

Nitekim Yunanlılarla yapılan savaşın neticesinde hemen barış görüşmeleri başlatılmıştır. Mudanya ile “Şark İşleri Konferansı”nın ilk adımı atılmıştır. Böylece “kurtarıcı” Ankara Hükümeti rüştünü ispat etmişti. Şimdi sıra isteklerin yerine getirilmesine kalmıştı.


Aşikar maddelerinde ise, Trakya’da çoğunlukta olan Türk nüfusu yok sayılıp, bu toprakların Yunanlılara ve Bulgarlara paylaştırılmasına göz yumuldu.
Planın en zor kısmı da tam burasıydı. Keza sipariş listesinin en başında hilafetin kaldırılması yazmaktaydı. Bu sipariş kabul edilir cinsten değildi. Çünkü mesele İslam’ın vazgeçilmezlerinden birinin ortadan kaldırılmasıydı.

Lozan’daki barış konferansının başlamasından kısa bir süre önce Ankara Hükümetine emri vaki yapılan hilafetin kaldırılmasının imkânsız olduğu söylenince, İngilizler kıvrak bir manevrayla Lozan’a Ankara Hükümetinin yanı sıra Osmanlıyı da davet etti. Böylece Ankara Hükümetine nota gönderilmiş oldu. Mesaj şuydu; bizim isteklerimizi yerine getirmezseniz sizi yok sayarız ve Osmanlıyla barış görüşmelerini yaparız. Bu mesaj Ankara’da şok etkisi yaptı ve hemen harekete geçildi.

Hilafetin birden kaldırılması akılsızlık olurdu. İşe halifenin yetkilerinin kısıtlanması ve elinden alınmasıyla başlanıldı.

Halifeden Saltanat yetkisi alınması da olaylı oldu. Meclis böyle bir adımı kabul edecek kadar şahsiyetsiz insanlardan kurulu değildi. M.Kemal’in Vahdettin’in azledilip saltanatın Meclise verilmesi teklifini görüşmek için bir komisyon kuruldu. Komisyon araştırma ve istişarelerden sonra bu teklifi reddetti. Bunun üzerine kürsüye çıkan M.Kemal şöyle dedi: "Efendiler! Osmanlı Sultanı, hakimiyetini milletten kuvvetle almıştır. Millet de onu ondan kuvvetle geri almaya azmetmiştir. Saltanatın mutlaka hilafetten ayrılıp ilga edilmesi lazımdır. Siz muvafakat etseniz de, etmeseniz de bu olacaktır. Çaresiz bazılarının başları bu arada kesilecek!"

Yanında silahlı adamları olduğu halde şöyle devam etti: "Ben inanıyorum ki, Meclis bu teklifi ittifakla kabul edecek. Elleri kaldırarak tasvip kafidir." Bu sırada teklif tasvibe arz edildi. Çok az sayıdaki mebus teklifi kabul ettiklerinin işareti olarak ellerini kaldırdılar. Fakat Reis "Meclis teklifi ittifakla kabul etmiştir" diyerek neticeyi ilan etti. Mebuslardan bazıları sıraların üzerine çıkarak "Bu doğru değildir. Biz muvafakat etmiyoruz" diye itiraz ettilerse de, Mustafa Kemal'in adamları onları susturdu. Ortalık karıştı, sesler yükseldi. Sonra celse dağıldı. Bundan sonra Meclis tarafından Vahdettin’in yerine Abdülmecid Müslümanların halifesi olarak ilan edildi.

Bu olay üzerine Vahdettin “İslam alemine bir beyanname” adıyla kaleme aldığı yazıda Ankara ve İstanbul arasındaki ihtilafın giderilmesi için fedakarlık göstermede kusur etmediğini fakat Hilafetin hüküm ve nüfusundan soyutlanması ile başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya geçirilmesine karşı çıktığını belirttikten sonra “Onlar ve bütün aklı selim sahipleri bilmelidir ki, dünyada en büyük makam ve en büyük mansıp olan hilafet ve saltanata irsi olarak hak sahibi olan bir şahıs için vatan ihaneti gibi bir adi suç işlemeye hangi etken ve emel ve göz dikilecek şey olabilir.?....Ceddim Gazi Osman devrinden I.Selim’e kadar Devlet-i Osmaniye olarak adlandırılan bir Türk saltanatı mevcut idi. Buna I.Selim’den sonra hilafet eklenerek bir ‘Saltanat-ı Muhammediye’ vücuda geldi. Şimdi bana haksızca vatan ihaneti isnad edenler, hilafeti gücünden ve etkisinden soyutlayarak ve hukukunu ortadan kaldırarak Saltanat-ı Muhammediye’yi yıktılar ve bununla yalnız vatanlarına değil, bütün İslam alemine hıyanet ettiler.” diyerek arzı hal etti.
M.Kemal ise Akşam Gazetesine verdiği bir demeçte “Tarihimizin en mutlu dönemi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamanlardır. Ne Acemler, ne Afganlılar ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini asla tanımadılar. Biz halifeyi eski ve saygıdeğer bir geleneğe saygı duyarak yerinde bıraktık. Halifeye saygımız vardır.” diyerek ileride uygulamak istediği planlarının ipuçlarını vermekteydi.

Böyle bir oldubittiyle halifeden saltanat yetkisi alındı. Bu olay Lozan’a davet edildikten 14 gün sonra yani 1 Kasım 1922 de vuku bulmuştur. Böylece İngilizlerin notası tutmuş ve iyi niyet göstergesi olarak ilk adım atılmış, Allah’ın halifeye verdiği haklar o’ndan gasp edilmiştir. Bu gelişmelerden sonra Ankara hükümeti artık Konferansa tek muhatap olarak gitmeyi hak etmişti. Ancak İngilizlerin istekleri bununla sınırlı değildi. İngilizler için bu kafi değildi.

Lozan’a gitmek için 4 Kasım da yola çıkan murahhas heyetini Lozan’daki istasyonda boş sandalyeler karşılamıştı. Görünen o ki ikinci bir nota kapıdaydı. Konferans normal tarihinden bir hafta sonra başlayabildi.

20 Kasım 1922 de nihayet Lozan Konferansı açıldı. Osmanlı Devleti namına yalnız Ankara heyeti hazır bulunuyordu. Bu heyet I. Cihan Harbinde mağlup olan Osmanlı Devletinin mümessili addedildi. İngiliz heyetine Hariciye Vekili Curzon başkanlık ediyordu. Konferans çalışmalara başladı. Konferansın akdi esnasında İngiliz heyeti başkanı Curzon, Türklere istiklal verilebilmesi için dört şart ileri sürdü. Bu şartlar şunlardı: Hilafet tam manasıyle ilga edilecek, Halife hudud dışına sürülecek, Malları müsadere edilecek, Devletin laikliğe dayandığı ilan edilecek. Bunlar kayıtlara geçirilmeyen ancak kulaktan kulağa ve dilden dile dolaşan “Şark işleri konferansı”nın gizli maddeleridir. Aşikar da olanlar ise boğazlar, azınlıklar ve Musul meselesiydi. Bu konular hakkında müzakereler başladı ve şartlar ortaya konuldu.

İsmet İnönü Ankara’ya durumu bildirmek ve konuyu daha yakından görüşebilmek için heyetten Hasan Saka Bey’i memlekete gönderdi. Hasan Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Türklerin Lozan’daki tutumunu ve diğer devletlerin öne sürdüğü meseleleri anlattı. Mebuslardan bazıları kürsüye çıkarak silaha sarılmaktan ve meseleleri silah gücüyle çözümlemekten söz ettiler.

Lozan da ise görüşmeler bütün hızıyla devam etmektedir. Oluşturulan komisyonlar birleşerek bir anlaşma taslağı hazırladılar. Bu taslakla birlikte başlarında İsmet İnönü olduğu halde Türk heyeti Türkiye’ye döndü ( 7 Şubat 1923 ). Mustafa Kemal, İsmet’in Lozan’da yaptıklarının Ankara’da hoş karşılanmadığını bildiği için heyeti Eskişehir'de karşılayıp konferansta cereyan eden hadiseleri bizzat İsmet’ten öğrendi ve Onunla beraber Ankara'ya döndü. Teamüllerin aksine istasyonda kendilerini hiç kimse karşılamadı. Başvekil Rauf Bey’in ve Ankara Mebuslarının karşılamaya gelmediklerini görüldü. Takınılan bu tavırla Lozan murahhas heyetine ve onları koşulsuz destekleyen Mustafa Kemal karşı güvensizliklerini göstermiş oldular. M.Kemal bu duruma oldukça sinirlendi. Rauf Beyi çağırıp maksadını açıklamasını istedi. 0 da İsmet'i Bakanlarla istişare etmeden heyet başkanı olarak Lozan’a gönderdiğini ve yine Eskişehir'e istişare etmeden karşılamaya gittiğini, bu hareketlerin Anayasaya aykırı olduğunu söyledi. Bu tenkitle kalmayıp bir adım daha ileri giderek Başvekillikten de istifa etti. Meclis Rauf Bey’in yanında durarak onu desteklediğini gösterircesine istifasını kabul etmedi. Konferansa İsmet’in yerine başka bir kişiyi göndermek istese de M.Kemal bunu kabul etmediği gibi İsmet’i Hariciye Vekili olarak atadı ve tekrar Lozan’a gönderdi.

Konferans 23 Nisan pazartesi günü açıldı ve 24 Temmuz 1923’e kadar sürdü. Anlaşmaya varılamayan bazı meselelerin çözümü ileride yapılacak görüşmelere bırakıldı. Musul meselesi bunlardan biriydi. Bütün komisyonların çalışmaları tamamlanınca, Temmuz ortalarında konferans sona erdi. İsmet İnonü, konferans çalışmaları bu safhaya gelince Ankara’dan imza yetkisi istedi. Fakat Rauf Orbay’ın başında bulunduğu hükümet Lozan’a imza yetkisini göndermedi. Göndermedi çünkü Rauf Orbay ihanete ortak olmak istemiyordu. Nitekim resmi tarihin kaynak metni olan “Nutuk” ta geçtiği üzere Rauf Orbay Hilafetin kaldırılmasını hiçbir zaman istememiştir. Metinde şöyle geçmektedir: “Rauf Bey'den saltanat ve hilafet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: Ben, dedi, saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişah'a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. 0 da saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz.

Anlaşıldığı üzere Rauf Bey Lozan’ın gizli anlaşmalarına vakıftı Lozan’da imzalananın sadece bir anlaşma metninden ibaret olmadığını bunun tüm Müslüman beldelerin halifesiz, kalkansız, sahipsiz ve güçsüz kalması anlamına geldiğini bilerek böyle bir sorumluluğa imza atmaktan kaçındı.

Bunun üzerine İsmet İnönü 18 Temmuz’da gönderdiği bir telgrafla Mustafa Kemal’e durumu şöyle açıkladı : “Eğer hükümet kabul ettiğiniz şeyin katiyen reddini düşünüyorsa bunu bizim yapmaklığımızın imkanı yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki yabancı yüksek kimselere tebligat yapmak, imza salahiyetini almaktır. Bu hal, gerçi bizim için dünya yüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan, milli hükümet, kanaatini tatbik eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır “ .

İstanbul’daki yabancı yüksek kimselerden maksadın İngiliz Sir Harington olduğu daha önce geçtiği üzere anlaşılmaktadır.

Hükümet, Lozan Antlaşmasının imza edilmesi emrini vererek, antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten kaçınıyordu. Bununla birlikte Mustafa Kemal’e ve İsmet İnönü’ye karşı kesin cephe alamadılar. Bundan dolayı Mustafa Kemal, hükümetin vermesi gereken yetkiyi kendi verdi. Mustafa Kemal’in İsmet İnönü’ye çektiği telgrafta şöyle deniliyordu: “Lozan’da İsmet Paşa Hazretlerine; 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz kardeşim. Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi Başkumandan Mustafa Kemal “.

Telgrafı alan İsmet, Mustafa Kemal’e şu karşılığı verdi : “Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine : Her dar zamanımızda hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış, yaptırmış bir adamsın, sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim, pek sevgili aziz kardeşim “ ( 20 Temmuz 1923 ) .
Usulsüz bir şekilde imza yetkisi alan İsmet, anlaşmayı 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalar. Ancak Meclisin bu ihanet anlaşmasını imzalamayacağı bedihidir. Buna da bir çare düşünülür. Zorbalıkla Meclis fesh edilir. Bu meclisin yerine önlerine gelen her şeyi şartsız ve koşulsuz bir şekilde kabul edecek zihniyetteki mebuslardan oluşan II. Büyük Millet Meclisi 2 Ağustos 1923 yılında kurularak iş başı yaptı. 28 Ağustos 1923 tarihinde yeni Meclis Lozan’ı onayladı ve yürürlüğe girdi.

Lozan’da ki “Şark İşleri Konferansı”nda alınan kararların uygulanmasına hemen geçildi. Öncelikle saltanatın kaldırılmasının eleştirisi yapanların önüne geçmek için Hıyaneti Vataniye kanununa şu cümle eklenmiştir."Saltanatın kaldırılmasını değiştirmek istemenin ya da bunu eleştirme vatana ihanettir "

29 Ekim 1923 tarihinde de Cumhuriyet ilan edilip Laikliğin teminatı verilerek gizli anlaşmanın ilk maddesi yerine getirilmiştir.

3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırılarak ikinci maddesi, hemen ertesi gün Halife’nin sürgün edilmesiyle üçüncü maddesi ve tüm mallarına el konulmasıyla son maddesi yerine getirildi.

Bu şekilde hilafetin kökünden yıkılması tamamlandı ve İslam’ın, Devletin Anayasası, ümmetin yasası ve hayatın nizamı olması seyrî, Lozanı mutakiben durduruldu.

Kıbrıs İngilizlere verilerek bugünkü “Kıbrıs Sorunu”nun kapısı açıldı.

Musul Cemaati Akvam’a havale edilip İngilizlere devredilmesi sağlanarak petrol yatakları sömürgeci Devletin hanesine eklendi.

Boğazlardan geçişi denetleme hakkı itilaf devletleri tarafından oluşturulacak olan “Boğazlar Komisyonu”na verilerek bir nevi işgalin sürekliliği sağlanmış oldu.

Ortadan kaldırılan Osmanlının tüm borçları Türkiye ve onun yerine kurulan devletlere paylaştırılıp ödenmesi kararlaştırılarak sömürgecilerin savaş giderleri karşılanmış ve iktisadi açıdan bu devletlere bağlı yaşanılması sağlanmış oldu.

Azınlıklara sağlanan haklar ile ileride Türkiye istenildiği şekilde karıştırılmaya, kargaşa çıkartılmaya müsait hale getirildi.
Size yazdiklarim T.B.M.Meclisi tutanaklarinda detayli olarak münakasalar mevcuttur.

Yanlis anlasilmasin Atatürk Yapabileceginin en iyisini yapmistir.
Ne Müttefiklere karsi ikinci bir savas acip ülkeyi maceraya sokmustur.
Ne de Sovyetlere yem olmustur.
Dehasi Karsisinda Saygi ile egiliyoruz.

Bizim kizdigimiz tarihciler !..
Madem öyleydi neden bize yanlis anlattilar ?.. http://193.255.138.2/yayinlar/fullte...ozan/lozan.htm
ilkertürkmen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11-30-2008, 14:29   #7
Kullanıcı Adı
ilkertürkmen
Question hangisi ihanet
Savaştan zaferle çıkan millet, Lozan’daki anlaşma masasından Misak-ı Millî sınırlarını da kaybederek ayrıldı… Musul ve Kerkük ile, askerlerimizin başına çuval geçirildiği Süleymaniye’yi de Lozan’da kaybettik

80 YILLIK YALAN

24 Temmuz 1923’ten bu yana 80 yıl geçti… Bazı çevreler, tam 80 yıldır, İsmet İnönü tarafından imzalanan Lozan Antlaşması’nın “zaferle” sonuçlandığını iddia etse de, Lozan’da bir “hezimet” yaşandığı, tüm dünya tarafından biliniyor… Çünkü Türkiye; sadece Kerkük, Musul ve Süleymaniye’yi değil, Kıbrıs ve Ege’deki 12 Ada”ları da Lozan’da verilen tavizlerle kaybetti.

BİR DE KUTLUYORUZ!

Bugün, Lozan Antlaşması’nın 80. yıldönümü… Bu vesileyle kutlama mesajları yayınlanıyor… Oysa; Süleymaniye’de 11 Türk askerinin başına çuval geçirilmesi ile sonuçlanan süreç, 80 yıl önce Lozan’da başladı… Lozan’da verilen tavizler olmasaydı; bugün Kerkük, Musul ve Süleymaniye’de başımızı ağrıtan gelişmeler yaşanmayacak, üstelik zengin petrol yataklarını da biz işletiyor olacaktık…
Bugün 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’nın 80. yıldönümü. Lozan’da galip bir milletin temsilcisi olarak taviz üstüne taviz veren zihniyetin temsilcileri ilginç kutlamalar yapıyorlar. Ancak 80 yıl önce masada verilen kayıplar baş ağrıtmaya devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Amerikan askerleri tarafından “rehin” alınarak başlarına çuval geçirilen 11 askerin tutuklandığı Süleymaniye kenti Lozan’da muallakta bırakıldığından ötürü kaybedildiği ifade ediliyor.

SÜLEYMANİYE, MUSUL VE KERKÜK LOZAN’DA KAYBEDİLDİ

Laikçi ve sahte Atatürkçü dernek, vakıf ve kuruluşlar düzenledikleri panel ve konferanslarda “zafer” olarak gösterilen Lozan Antlaşması’nın birçok açıdan kayıp olduğu belirtiliyor. Bugüne kadar hep tartışma konusu olan Lozan’ın “zafer” değil “hezimet” olduğu bir defa daha gün yüzüne çıktı. Günümüzde Türkiye için en problemli bölge olan Musul, Kerkük ve Süleymaniye kaybının 80 sene önce Lozan Antlaşması’yla başladı. Eğer Lozan’da Kuzey Irak’ta kalan çok önemli topraklar kaybedilmemiş olsaydı Türkiye bugün karşılaştığı birçok problemle karşılaşmayacaktı.
Hatay’dan Kıbrıs’a, Musul-Kerkük’ten 12 Ada’lara kadar birçok taviz verdiğimiz antlaşma, dönemin Dışişleri Bakanı İsmet İnönü, Sosyal Güvenlik Bakanı Rıza Nur ve Trabzon Milletvekili Hasan Saka’dan oluşan TBMM heyeti ile müttefikler arasında 20 Kasım 1922’de başlayıp 24 Temmuz 1923’te sonuçlandırılmıştı. Lozan görüşmeleri bir kısım çevreler tarafından inatla zafer olarak nitelendirilse de kaybettirdikleri ile sürekli tartışma konusu oldu.

EK 17 MADDESİ HÂLÂ SIR

Toplam 142 maddeden oluşan, ancak gizli tutulan Ek 17 maddesi hâlâ sır özelliği taşıyan Lozan Antlaşması’nda, kapalı kapılar ardından ne pazarlıklar yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Lozan’da İngiliz Delegasyonu Başkanı Lord Curson, İngiliz Avam Kamarası’nın ‘Lozan’da Türklerin istiklalini neden tanıdınız’ şeklinde yapılan itirazlara “Asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski şan ve şöhretlerine kavuşmayacaktır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinde söndürmüş bulunuyoruz” şeklinde cevap vermişti.

LOZAN’DA KAYBETTİKLERİMİZ

Lozan’da kaybettiklerimiz maddeler halinde şu şekilde sıralanabilir:
• 1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklal Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınamadı
• Misak-ı Mili sınırları içindeki Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngilizler’e, Hatay Fransızlara bırakıldı.
• 12 ada İtalyanlar’a, İmroz, Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a, 1571’den beri Türklere ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.
• 1923’ten itibaren 6 sene boyunca Türkiye, Dış Ticaret yönetimine müdahale edememiş ve bu süre içerisinde Avrupa’nın açık pazarı haline getirilmiştir.
Türkiye’nin Lozan’da tam bağımsızlığına kavuştuğu iddia edilirken, ağır bir borç altında bırakılarak yabancı şirketlere imtiyazlar verilmiş ve tam bağımsızlık bir kenara itilerek batı bloğunda yer almaya zorlanmıştır.

ABD’LİDEN ŞOK İDDİA

Kurtlar sofrasının kurulduğu Lozan’da yabancı devletler kendi lehlerine avantaj sağlayacak adımları atarlarken, Türk Delegasyon başkanı İsmet İnönü’nün ise görüşmelere sarhoş katıldığı ABD Müşahidi John Grew tarafından açıklandı. Jonh Grew hatıralarını anlattığı kitabında, “Atatürk ve İnönü” (Bir Amerikan Elçisinin Hâtıraları) adlı kitabında; Lozan Konferansı’ndaki İsmet İnönü’yü şöyle anlatıyor: “Tarih 18 Ocak 1923. Bu akşam Türkler ilk olarak sarayda büyük bir akşam ziyafeti verdiler. Çhild ve ben ziyafetin sonuna kadar kaldık sonra gitmek istediğimizde İsmet ikimizin de ellerinden tutarak engel oldu ve bizi bitişikteki odaya çekti. İçki getirtti. Peşi peşine o kadar hızlı ve düzenli şerefimize kadeh kaldırıyordu ki, kendisine ayak uydurmaya imkân bulamıyordum. Her kadehten sonra elini dizine koyup arkaya doğru yaslanıyor. Ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere bile kahkaha ile gülüyordu. Bir aralık elimizi tuttu ve yaşamanın harikulade bir şey olduğunu söyledi. O kadar neşeliydi ki; o an elimizde bir belge olsaydı derhal imzalayacak gibiydi.”
John Grew hatıralarının yer aldığı kitabının 25. sayfasında da şunları anlatıyor: “İyi bir akşam yemeği sırasında Türklerin söyledikleri hiçbir söze fazla önem vermemek gerek. Nitekim başka bir yerden duyduğuma göre İsmet, yine iyi bir şampanyanın keyiflendirici etkisi altında Curzon’a İngilizler’in Musul’u elde tutmalarında hiçbir sakınca görmediklerini 3 kere söylemiş.
Mısıroğlu: Türkiye’nin felâketleri Lozan’la başladı
“Lozan Zafer mi Hezimet mi?” isimli dev eserin yazarı Tarihçi Kadir Mısıroğlu, Türkiye’nin karşılaştığı bir çok felaketin Lozan’la birlikte geldiğini söyledi. “Lozan mutlak hezimettir” diyen Kadir Mısıroğlu, Musul-Kerkük ve Süleymaniye’yi Lozan’da kaybedilenler arasında gösteriyoruz ancak aslında 1926 yılında Ankara Anlaşması’yla kaybedildi. Konuya ilişkin Lozan’da lehte ve aleyhte bir karar alınmadı, muallakta bırakıldı. Daha sonra İngiliz ve Türk taraflarının ikili görüşmeleri neticesinde Ankara Antlaşması ile dönemin Irak manda idaresine bırakıldı” dedi.

LOZAN MUTLAK BİR HEZİMETTİR

Lozan’ın imzalandığı tarihlerde İngiltere’nin bugünkü Amerika niteliğinde olduğunu hatırlatan Mısıroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kazanılması gerektiği halde sonraya bırakıldığı için kaybın başlangıcı Lozan’la olmuştur. Ama tam kayıp 2 sene sonra gerçekleşti. Maddi kayıplar arasında birincisi Kıbrıs ikincisi ise Musuldur. Bir devlet adamı çıksa da Lozan’ı şöyle elinin tersi ile itse ve kafa tutsa çok iyi eder. Türkiye’nin bütün felâketleri Lozan’la başlamıştır. Kıbrıs’ın bugün sıkıntılara yol açacak derecede bırakılması bir başarı olur mu? Çizilen hudutlar ortada iken nasıl zafer olarak nitelendirilebilir? Lozan’la Misak-i Milli hudutları makasla kesilmiştir. Yanı başımızdaki adalar, 8 kilometrelik uzaklıkdaki yerleri Yunan’a bırakan bir anlaşma değer kaydeder mi? Lozan’la Türkiye tabuta konuldu, hem de ayakları dışarıda kalacak şekilde. Adalar, Kıbrıs, Musul, Halep alınmamıştır. İmza atanlar bile zamanla pişman oldular, ama iş işten geçmişti. Aradan 80 yıl geçtikten sonra birileri hâlâ çıkıp “Zafer kazandık” diyor. Bu ya “ahmaklıktan” ya da “hainlikten” dolayıdır. Lozan mutlak bir hezimettir.”
LOZAN
20 Kasım 1922’de başlayan Lozan görüşmeleri, hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi. Türkiye’yi temsilen baş murahhas olarak İsmet İnönü görevlendirilmişti. Türkiye’yi temsil için İnönü’nün seçilmesi bile daha baştan bu görüşmeden istediğimiz neticenin alınamayacağının belirtisiydi. Çünkü İnönü bir askerdi. Diplomasinin içinde yetişmediğinden diplomatik tecrübesi yoktu. Ayrıca gerek kulağının yeterince işitmemesi gerekse yabancı dil bilmemesi eksi bir özellikti. Daha da kötüsü, kendisini korkuları ve evhamları yönlendiriyordu.
Buna mukabil İngilizleri temsil eden Lord Gürzon, her türlü hile, blöf ve diplomatik yöntemleri çok iyi bilen kurnaz bir kimse idi. İnönü’nün yetersizliğini ve Türk heyetinin her halükarda anlaşma yanlısı olmasını çok iyi kullanmış ve pek çok aleyhimize olan maddeyi anlaşma metninin içine koydurmayı başarmıştı. Halbuki Türk heyeti Lozan’a muzaffer olmuş bir ülkeyi temsilen gidiyorlardı. Milli mücadele kazanılmış, işgalciler yurdumuzdan kovulmuştu. Halkımız henüz silahlarını bile kaldırmamış, zaferin motivasyonu ve heyecanı içinde idi. İngiltere’de ise durum bunun tam tersi idi. Savaş yanlıları hükümetten uzaklaştırılmıştı ve İngiliz halkı artık savaşmayı istemiyordu. Gerek Türk halkının heyecanını gerekse İngiliz kamuoyunun savaşa soğuk bakmasını gayet iyi bilen İngiliz heyetinin anlaşma sağlanamaması durumunda Türkiye’ye karşı savaş açması çok uzak bir ihtimaldi. Fakat Lord Gürzon, Türk heyetinin savaşı göze alamadığını bildiği için “anlaşılamazsa tekrar savaş çıkabilir” söylemi ile blöf yapıyordu. Dr. Rıza Nur’un uyarılarına rağmen İsmet Paşa bu siyasî ifadelerin ne kadarının gerçek ne kadarının blöf olduğunu tam anlayamıyor, Ankara’nın da isteğiyle her halükârda anlaşma sağlanmasını istiyordu.
Lozan anlaşması sonucunda sahip olduğumuz topraklar, I. Dünya savaşının bitiminde, yenik sayılmamıza rağmen elimizde bulunan topraklardan daha azdır. I. Dünya savaşından sonra yapılan Mondros anlaşması sonucu Türklerin silahını bırakması, İtilaf devletlerinin iştahını kabartmış, yaptıkları anlaşmayı bizzat kendileri bozarak Anadolu’yu işgal etmişlerdir. Bunun üzerine Anadolu’da teşkilatlanan ve esareti asla kabul etmeyen yiğit vatan evlatları, millî mücadeleyi başlatmış, iki yüzlülük ve sözünde durmazlık tabii vasfı olan düşmanlarımıza gereken dersi vermiştir.
Milli Mücadele’yi ne için yaptığımız sorusuna cevap teşkil eden ve asgari haklarımızın ifadesi olan Misak-ı Millî (Millî Yemin), Erzurum ve Sivas kongrelerinde tespit edilip son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde oy birliği ile kabul edilmiştir. Misak-ı Milli’ye göre istiklâlimizi her açıdan elde etmeli, Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı her yer hudutlarımıza dahil edilmeli idi. Millî Mücadele’yi bu uğurda yaptığımız ve bu hedef için kan akıttığımız göz önünde bulundurulursa Lozan’da Misak-ı Millî’den verilen tavizler insanın içini ürpertmektedir.
Lozan’daki kayıplarımızı maddî ve manevî kayıplar olmak üzere iki yönde inceleyebiliriz. Maddî kayıpların en önemlileri Misak-ı Millî’ye dahil olup da alamadığımız topraklardır. Şimdi bunları sırasıyla inceleyelim:
1. Musul ve Kerkük: Musul ve Kerkük, üzerinde Türk ve Kürt vatandaşlarımızın yaşamasından başka iktisadî açıdan da çok önemli bir mevkide idi. Zengin petrol yataklarına sahip olması, sömürgeci İngiltere’nin Musul üzerinde direnmesine sebep oldu. Türk tarafı da Musul üzerinde hem toprak hem petrol açısından ısrar ediyordu. Şayet Türk tarafı, Musul petrollerini İngiltere’ye bırakmak kaydıyla, toprak üzerinde yeterince ısrar edebilseydi, öncelikli gayesi petrol olan İngilizlerin Musul ve Kerkük topraklarını bize bırakmaları söz konusu olabilirdi. Doğu illerimizin huzurunun teminatı mahiyetinde olan Musul, maalesef petrollerinin %10’u Türkiye’ye kalmak mukabilinde terk ediliyordu. Daha sonra bu %10’luk pay da doğru düzgün tahsil edilememiştir.
2. Batı Trakya: O zaman için halkının büyük bir çoğunluğu Türk olan Batı Trakya (Paşaeli) maalesef Yunanlılara bırakılmıştır. Yunanlılar da, o bölge halkına pek çok zulmü reva görmüştür. Batı Trakya, Yunanlılara bırakılırken de hiç makul olmayan bir harita çizilmiştir. Edirne’ye 5 km mesafede bulunan ve Edirne’ye giden trenin geçmek mecburiyetinde olduğu Karaağaç istasyonu Yunanlılara bırakılmıştı. Edirne’ye gitmek için bile Yunan topraklarından geçme mecburiyeti gibi bir garabete sebep olan Türk heyeti, bu yanlışı gidermek için Edirne’nin bir mahallesi kadar ancak olan Karaağaç istasyonunu geri alma mukabilinde Yunanlılardan alacağı bütün savaş tazminatından vazgeçmiştir. Anadolu’da taş üstünde taş bırakmayan, İsmet Paşa’nın ifadesi ile 300.000’den fazla binayı yakıp yıkan Yunanlıların, yaptığı katliamlar bir yana, açtığı milyonlarca dolarlık zarar, adeta İsmet Paşa’nın düşmana hediyesi ile Karaağaç mukabilinde Yunan’ın yanına kâr kalmıştır. İsmet Paşa’nın Yunanlılara gösterdiği bu alicenaplığı İtilaf devletleri bizlere göstermemiş ve Osmanlı’nın bütün borçlarını Türkiye’ye yüklemişlerdir.
3. Halep ve Hatay: Misak-ı Milli’ye göre güney hududumuzun Halep’in 40 km güneyinden geçmesi gerekmekteydi. Zaten o zaman için nüfusun ekseriyeti de Türk idi. Fakat maalesef Halep’ten başka Hatay ve İskenderun da Lozan’da hudutlarımızın dışında kalmıştır. Hatay 1938 yılında tekrar topraklarımıza katılarak zararın bir kısmı telâfi edilmiştir.
4. Batum: I. Cihan harbinden sonra Ruslarla imzaladığımız Brest-Litowsk anlaşması sonucu halkın reyiyle anavatana dahil olan Batum aynı zamanda Misak-ı Millî hudutları içerisinde idi. Fakat maalesef Lozan’da Ruslar’a bırakıldı.
5. Adalar ve Kıbrıs: Rusya’ya karşı girişilen ve 93 Harbi diye bilinen felaketi atlatabilmek için II. Abdülhamid, Rusya’nın karşısına İngiltere’yi dikmeyi başardı. Tabi bu felaketten kurtulmanın bedeli de Kıbrıs’ı, hükümranlık hakkı Osmanlı’ya ait olmak üzere muvakkaten İngiltere’ye bırakmak oldu. Yani İngiltere, Kıbrıs’tan belli bir vakit bir nevi üs olarak faydalanacaktı. Fakat I. Dünya Harbi başlayınca İngiltere tek taraflı olarak Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı. Bu ilhakı Osmanlı Devleti tanımadı. Lozan’a kadar Kıbrıs’ta belirsizlik sürdü. Lozan’da İngiltere’nin baskısı karşısında Türk heyeti Kıbrıs’ı İngilizlere bıraktı. Bununla da kalınmayıp Kıbrıs’ta Türk nüfusunu azaltmaya yönelik maddeleri de kabul etti. İsmet Paşa’ya daha bu da kâfi gelmeyip II. Dünya savaşında Türklere sığınan Rumları en iyi şekilde ağırlamaktan başka onları Türk gemileri ile Kıbrıs’a taşıdı. Böylece Kıbrıs’ta Rumlar nüfus bakımından Türklere üstün geldiler ve diplomatik sahada önemli bir avantaj elde ettiler. Ayrıca bu gelen Rumların çocukları, serseri palikaryalar, Kıbrıs’ta pek çok Türk kanı dökmüşlerdir.
Lozan’ın belki de en trajikomik meselesi “Adalar” meselesidir. Zira Ege sahillerinden çıplak gözle bakılınca bile görülebilen, bize bu kadar yakın bulunan adalar, İsmet Paşa’nın umursamaz tavrı sebebiyle İtalyanlara bırakılmıştır. Musul meselesindeki ısrarın onda biri bile adalar için yapılamamıştır. Şu anda Yunanlılarla olan kıta sahanlığı probleminin temelinde Ege kıyılarındaki bu on iki adanın alınamayışı vardır. Lozan’da kaybettiğimiz adaların II. Dünya savaşında gerek Almanlar gerekse İngilizler tarafından Türkiye’ye teklif edilmesine rağmen İsmet Paşa’nın korkuları burada da devam etmiş, neticede adalar alınmamıştır. Türkiye’nin cesaret edip de almadığı bu adaları, II. Dünya harbinde harabeye dönmüş bulunan Yunanistan korkmadan kabul etmiştir.
Lozan’ın en büyük yanlışlarından biri de ülkemizdeki boğazlarda söz hakkına sahip olamayışımız idi. Bu yanlışı daha sonra Atatürk Montrö Boğazlar sözleşmesi ile çözmüştür. Sağlığında Hatay’ı da sınırlarımıza katan Atatürk’ün hedefinde Misak-ı Milli’de olup da Lozan’da kaybettiğimiz bütün yerleri geri alma ideali var idi. Atatürk’ün ömrü II. Dünya savaşına kadar kifayet etse idi belki de Türkiye’nin sınırları şu ankinden farklı olabilirdi. Fakat unutmamak gerekir ki, Lozan’daki kayıplarımızın baş mimarı olan İnönü’yü görevlendiren ve İnönü’nün fikir babalığını yapan M. Kemal Paşa’dır. Mustafa Kemal, Lozan’da mutlaka anlaşma sağlanmasını istiyordu. Bunun için bir takım tavizlerin verilmesine mani olmuyordu. Verilen yerlerin geri alınacağına inanıyordu. Her yaptığını Kemal Paşa’ya danışan İsmet İnönü’nün baş murahhas seçilmesi bu yüzdendi. Ayrıca Lozan görüşmeleri sırasında I. Meclis’in vekilleri Lozan’daki şartları şiddetle reddediyorlar, İnönü ve ekibini sert bir dil ile eleştiriyorlardı. I. Meclis’in, şartları aleyhimize olan Lozan’ı onaylaması mümkün değildi. Bunun üzerine bir karışıklık çıkartıldı. Lozan’ı sert dille eleştiren Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Meclis Muhafız komutanı Topal Osman tarafından katledildi. Bu gelişmelerin ardından daha Lozan görüşmeleri tamamlanmadan alelacele I. Meclis feshedildi. Toplanan II. Mecliste ise Mustafa Kemal’e itiraz edecek hiçbir kimse bulunmuyordu. Netice de Lozan’ın hükümleri II. Meclis tarafından onaylandı.
Lozan’ın böyle gayri şeffaf ve anti demokratik bir şekilde kabulünden başka bir de, gayri hukukî olarak, Lozan’ı eleştirenler susturulmuştur. Çıkarılan “takrir-i sükun” gibi kanunlarla ve İstiklâl mahkemelerinin marifetleriyle aleyhte söz söyleyenlerin dilleri kesilmiştir. O zamandan beri resmî kaynaklar ve resmî tarih, Lozan’ı Sevr ile kıyaslayarak bizlere bir zafer gibi sunmuştur. Halbuki Sevr, Lozan gibi bir anlaşma değil, sadece bir proje taslağı idi. Milli Mücadelenin yegane hedefi ve asgari haklarımızın ifadesi olan Misak-ı Millî dururken, kabul edilmemiş, proje taslağı olmaktan ileri gidememiş bir şeyle Lozan’ı kıyaslayıp onu zafer diye takdim etmek önemli bir yanlıştır. Zira I. Dünya savaşının nihayetinde yenik sayılarak yaptığımız anlaşmalar sonunda bile elimizde bulunan topraklar, Lozan’dan sonraki topraklarımızdan fazladır.
Diğer taraftan Lozan’daki kayıplarımız, sadece toprak ve maddî kayıplar ile de sınırlı değildir. Bir de manevî kayıplarımız vardır ki bunlardan en önemlisi, İslam ümmetini tek çatı altında toplayan Hilafet müessesesinin ilgasıdır. Ayrıca azınlıkları Osmanlı’ya karşı kışkırtan, Millî Mücadelenin karşısında duran ve pek çok fesadın kaynağı olan Patrikhanenin kaldırılması gerekiyordu. Nitekim İsmet Paşa da bu görüşte idi. Fakat Patrikhanenin affedilmesi ve İstanbul’da kalması İsmet Paşa tarafından Lord Gürzon’a bir doğum günü hediyesi olarak takdim edildi.
Bizleri arkadan vuran azınlıklar, Lozan’da her açıdan Türklerle eşit haklara sahip oldu. Azınlıklar, inançlarını istedikleri gibi yaşayabilecekler, çocuklarını kendi okullarına gönderebilecekler, kendi dillerinde eğitim yapabilecekler. Türkçe’yi ana dili gibi bilse bile mahkemelerde kendi dillerinde konuşabilecekler, tatil günlerinde mahkemeye çağrılamayacaklar. Bunun gibi pek çok madde ile adeta azınlıklar Müslüman Türk tebadan daha fazla hak elde ediyordu. Zira sonradan yapılan değişikliklerle tatil günü Cuma’dan Pazar’a alınmış, Yahudilere hürmeten Cumartesi de tatil yapılmıştı. Buna mukabil devlet memurlarına Cuma namazı için bir saatlik izin bile çok görülmeye, müslüman çocukların istedikleri okula gitmeleri, gittikleri okulda inançlarının gereğini yapabilmeleri yasaklanmaya başlandı. Düşmanlarımızı bile şaşırtan bu durumu Necip Fazıl ne güzel ifade eder:
“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Azınlıklara verilen bunca imtiyaza rağmen Lozan’da Türk heyeti, takdir edilecek bir siyasetle azınlıkların “gayri müslim unsurlar” olarak kalmasını başardı. İngilizler, Kürtlerin de azınlık statüsünde yer alması için uğraş verse de bizim heyetimiz “müslüman azınlık yoktur” sözünün arkasında durabilmiş ve müslümanların tamamını, vatanın asıl unsuru olarak kabul ettirmiştir. O zaman İngilizlerin doğu bölgelerimizi karıştırmak için öne sürdüğü bu teklifi dirayetle reddeden Türkiye, maalesef şimdi AB’ye girebilmek için AB’nin dayattığı “Kürtler ve aleviler azınlıktır” görüşünü kabul etme temayülünde. O zamanki batıcı zihniyete sahip Türk heyetinin bile görebildiği ve reddettiği bu fesat kazanını acaba şimdikiler göremiyor mu?
Siyasî tecrübesizliğin neticesinde yapılan pek çok yanlışlarla da olsa Lozan anlaşması imzalanmıştır. Artık onu geri döndüremeyiz. Fakat işin kötü tarafı şu ki, bizlerdeki tarih şuuru yavaş yavaş yok olmaya başladı. Misak-ı Millî sınırları içinde olup da Lozan’da kaybettiğimiz yerlerimizi geri alma ve Lozan’da verdiğimiz tavizleri telafi etme şuuru yeni yetişen nesillerde görülmemeye başladı. Bu büyük bir fecaattir. Bundan daha da kötüsü AB’ye girebilmek için Lozan’da bile vermediğimiz tavizleri verme yoluna gitmektir.

British Foreign Minister (1924, March 3rd) :

"We must put an end to anything which brings about any Islamic unity between the sons of Muslims. As we have succeeded in finishing off the Khilafah so we must ensure that there will never arise unity for the Muslims whether it be intellectual or cultural unity."

- The Islamic State, T(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)iuddin An-Nabbahani, Al-Khilafah Publications

* * * * *

Lozan Zafer mi, Hezimet mi?
Kadir Mısıroğlu, cilt: 1, sayfa: 272-273

<< Ingiliz heyetinin başkanı Lord Gurzon, Lozan'da Ismet Paşa'nın müşaviri sıfatına haiz bulunan [Istanbul Hahambaşısı] Hayim Naum efendiyi çağırarak daha onceki taahhütlere uygun olarak hilafet ilga edilmediği takdirde sulhun gerçekleşemeyecegini söylemiştir. Esasen bu mesele ile öteden beri meşgul bulunan Hayim Naum Efendi, Ismet Paşa ile Lord Gurzon arasında bu mesele etrafındaki haberleri getirip götürmek suretiyle ciddi bir gayret sarfetmişti.

.....

Heyetin başkanı Ismet Inönü, tek başına 'hilafeti kaldırma' sözü verecek mevkide değildi. Hatta o günlerde TBMM'de hilafet lehine bir hava doğmuştu. Bizzat Mustafa Kemal Paşa hilafeti methediyordu. Mesela, Lord Gurzon'un tam Lozan'i terk ettiği gün, meşhur Balıkesir Hutbesini irad etmişti. Binaenaleyh, Hayim Naum'a müspet bir cevap veremedi.

Ismet'le işi bitiremeyen Hahambaşı hemen atlayıp Türkiye'ye dönüyor. O esnada Izmir Iktisad Kongresinde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşüyor. >>

*****

Harp Hatıralarım
Ali Ihsan Sabis, cilt: 5, sayfa: 358

<< Hatta, iddiaya gore Hayim Naum'a bir de yazılı 'taahhüt' veriliyor. Ve akabinde 'yorgun olduğu' ileri sürülerek ordu terhis ediliyor. >>

*****

Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay
Feridun Kandemir, sayfa: 96-97

<< Ismet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da Ingilizlerle bir nev'i gizli arabuluculuk rolü oynayan Istanbul'un Hahambaşısı Hayim Naum Efendinin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu fikrini tamamiyle benimsemiş bulunuyordu. Peki, ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat'i ifadeler ve Islam alemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu? >>

*****

Cumhuriyet'e Giden Yol
Abdurrahman Dilipak, 1991
sayfa: 330-335

Lozan'da Ne Oldu?

Her şey Lozan görüşmeleri sırasında oldu. Bir çok kaynaklarda "gizli bir andlaşma ile Ismet Paşa'nın Ingilizlere Hilafeti kaldırma sözü verdiği" belirtiliyor. Yakın Tarih Ansiklopedisinde de bu tez bir çok belge ile teyid edilmektedir.

Haim Nahum Efendi'nin bu yeni oluşumlarda büyük rolü olduğu görülüyor.. Daha sonra Mısır'a giderek Nasır'ın danışmanları arasında yer alacak olan Nahum efendi, projesini Amerika'da hazırlamış, Amerikan ve Fransız entelijansı ile birlikte sonuçlandırmıştır.. Nahum efendi Ismet Paşa'nın Lozan'da yanından ayrılmamış ve Mustafa Kemal Paşa ile de Izmir Iktisat Kongresi esnasında gorüşerek bu konuda görüş alışverişinde bulunmuştur.

Izmir Iktisat Kongresi yeni Turkiye Cumhuriyeti icin bir dönüm noktasıdır. Ali Ihsan Sabis bu görüşmeden sonra askerlerin yorgun oldugu gerekcesi ile terhis edildiğini yazar. Lord Gurzon görüşmelerin sonunda Hilafetin kaldırılması ile sulhün mümkün olabileceği mesajını verecektir.

Karabekir'in hatıralarında belirttigine gore Nahum Batılı ülkelere "Türklerin Islami bünyesini değiştirerek onların Protestanlığı kabul etmelerinin kolaylaştırılacağını" anlatmıştır. Gerçekten de Lozan sonrası gelişmeler cok ilginçtir. Batılılara ve azınlıklara bir cok imtiyazlar verilirken, okullardaki Islam tarihi, Osmanlı tarihi kaldırılarak Yunan Medeniyeti tarihi konmuş, Maarif Vekaleti Batı klasiklerini tercüme ettirerek, ardından ders kitaplarını Yunan ve Batı düşüncesi doğrultusunda yenileyerek bu emele hizmet edilmiştir.

Yakın Tarih Ansiklopedisi'nin 3. cildinde yer alan(sayfa:62) bir belgeye gore, Haim Nahum Gurzon'a "Siz Turkiye'nin mulki tamamiyetini kabul edin, onlara ben Islamiyet'i ve Islam temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum." demiştir.

Inönü Lozan kahramanıdır ve Halife sınır dışına gönderilmiştir. Tek Parti iktidarının Istiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükun gibi iki önemli silahı vardır artık. Ve Turkiye Cumhuriyeti yeniden biçimlendirilmektedir. Bu kez Kurtuluş Savaşı ruhuna karşı yeni bir utopya, devlet zihniyetine hakimdir.

Olaylar bundan sonra arkası arkasına gelişir. 3 Mart 1340 (1924) Tevhid-i Tedrisat.. Dini çevrelerde bir kıpırdanış. 20 Nisan: Turkiye devletinin dini din-i Islamdır.. Sistem Cumhuriyet, Din Islam, zahiren önemli bir değişiklik gözlenmiyor.

1 Şubat 1925 Şeyh Said isyanı. Ingilizler bir yandan Şeyh Said'i destekler görünüp öte yandan Ankara'yı Şeyh Said'e karşı kışkırtır. Devlet-şeriat hesaplaşması örgütlenmektedir... 29 Haziran 1925'de Diyarbakır'da 47 idam. 4 Mart 1925 Takrir-i Sükun kanunu... Ve ardından devrimler başladı. Şapka kanunu, Türbe ve Zaviyelerin kapatılması.

2.5.1928'de, 1924 Anayasasının 2. maddesi değiştirilerek "Türkiye devletinin dini din-i Islamdır" ibaresi çıkarıldı ve yerine de herhangi bir hüküm konmadı. Din yoktu artık. Allah adına yapılan yeminlerdeki "Vallahi" yerine "Namusum üzerine söz veririm" ibaresi kondu.

Aynı zamanda Anayasa'nın 26. maddesi de degiştirilerek TBMM'nin görevleri arasındaki seriat hükümlerinin yerine getirilmesine ilişkin hüküm de yok edildi.

.......

"Batı'ya kalkan tren" hızını almıştı.

"Hilafet'in kaldırılmasına dıştan ve içten akisler" derleyen Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı'nın Nisan sayısında bu konuya oldukca geniş yer ayırıyor. Ikbal gibi Islam şairleri o zaman Mustafa Kemal'i "Mücahid-i Islam" olarak selamlıyordu. Sonra "Eyvah"ı yazacaktı ama olan olacaktı bu arada.

Kabaklı'nın bu derlemesini özet olarak buraya aktarıyorum:

<< Türklerin hilafeti ansızın ve beklenmeyen bir tarzda kaldırmaları başta Ingilizler olmak üzere bütün Batı'dan alkış toplamıştır. Bu bakımdan Mustafa Kemal Paşa'ya yöneltilen pek çok övgüler arasında General Sheiril Mustafa Kemal Paşa'yı ünlü Protestan reformcu Martin Luther'e benzetmektedir. >>

Ingiliz yazarı Ph. Gravet "Saltanat ve Hilafet'in kaldırılmasını Türkiye'yi bir Avrupa devleti haline getirmek isteyen devrimci değişikliklerin ilki" olarak yorumluyor.

Hind müslümanları ve Avrupa müslümanları Hilafetin kaldırılması karşısında hayal kırıklıklarını ifade ederlerken "Briton and Turk, London 1941"de şu görüşler yer almaktaydı: "Türk Cumhuriyetcileri, müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimuslim devlet icin (Ingiltere gibi) her zaman güçlükler çıkartacak bir kurumu (Hilafeti) ortadan kaldırmakla Britanya Imparatorluğu'na olağanüstü bir iyilik yapmıştır."

* * *

Çeşitli kaynaklarda verilen bilgilerden, meselenin sadece "Hilafeti kaldırmak" meselesi olmadığı, bunun ötesinde, Mustafa Kemal ve avanesinin Türkiye'yi resmen hristiyan yapmayı bir süre düşündükleri görülüyor. Hayim Naum'un da bu maksadla Mustafa Kemal'le birkaç kez görüştüğü anlaşılıyor.
ilkertürkmen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11-30-2008, 14:30   #8
Kullanıcı Adı
ilkertürkmen
Question ihanetin belgesi
Enver Paşa'nın Kurtuluş Savaşı sürerken İngilizler'le üç ayrı gizli görüşme yaptığı belgelendi. İngiliz istihbarat raporlarına göre, Türkiye'nin bağımsızlığının tanınması karşılığında İngiltere'ye Bolşevikler ile işbirliğinden vazgeçmeyi öneren Enver Paşa, 'Anlaşma olursa Mustafa Kemal lider olabilir' diyor.
Star'ın haberine göre, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucu önderi Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın dönemin İngiliz Savunma Bakanı Winston Churchill'in bilgisi dahilinde İngiliz İstihbarat Binbaşısı Ivor Hadley ile Berlin'de üç kez gizlice görüştüğü ortaya çıktı.
İngiliz isthbarat raporlarına göre, 88 yıl önce yapılan görüşmelerde, Enver Paşa, İngiltere'ye açıkça Türkiye'nin bağımsızlığının tanınması için teklif götürüyor. Mustafa Kemal'in tekliften haberi olup olmadığı sorusuna ise Enver Paşa, 'Aramız çok iyi. Benim altımda çalışabileceğini söyledi. Lider olabilir' yanıtını veriyor.
ONUNLA ARAMIZ ÇOK İYİ
Türk Tarih Kurumu'nda yürütülen bir proje kapsamında 2004-2009 yılları arasında ABD, İngiltere ve Alman milli arşivlerinde incelemeler yapan Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Bülent Özdemir, İngiliz istihbarat raporlarına ulaşmayı başardı.
İngiltere Savaş Bakanlığı, belgeleri ve istihbarat raporlarının yer aldığı, 'War Oficce'de incelemeler yapan Doç. Özdemir, Enver Paşa'nın İngiliz istihbarat subayı Ivor Hadley ile 6 Ocak 1920, 16 Ocak 1920 ve 24 Şubat 1920 tarihlerinde Berlin'de bir araya geldiğini ortaya çıkardı.
İstihbarat raporlarına göre, Enver Paşa, İngiliz subayın 'Anadolu'da Kurtuluş Savaşı'nı yürüten Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı' sorusuna şu yanıtı veriyor: 'Mustafa'yla aramız iyi. Mustafa, imkanlar dahilinde İngiltere ile anlaşabileceğini ve gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Eğer bir anlaşma olacaksa İngiltere'nin Mustafa Kemal'i bir lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur. Önemli değil, lider Mustafa Kemal olsun.'
MEÇHUL KADIN ARACI
İngiliz arşivlerine göre, ilk görüşme Enver Paşa'nın eşi Naciye Hanım ve 3 yaşındaki kızı Türkan'ı İngiltere üzerinden getirdiği Almanya'daki, '17 Knausstasse Grunewold-Berlin' adresinde gerçekleşti. 6 Ocak 1920'de kimliği belirsiz bir kadın, İstihbarat Binbaşısı İvor Hadley'i, telefonla arayarak 'Enver Paşa ile görüşmek ister misiniz?' diye sordu. İstihbaratçı bu telefona, 'O meşhur Enver Paşa mı?' diye karşılık verip görüşmeyi kabul etti. İSTANBUL
BiRiNCi GÖRÜŞME 6 OCAK 1920
Vatansever olduğunu söyleyerek işbirliği önerdi
İstihbarat Binbaşı Hadley, İngiliz Savaş Bakanlığı kayıtlarına da giren ilk görüşmeyi şöyle anlatıyor: 'Enver Paşa söze bir vatansever olduğunu söyleyerek başladı. Savaşın kaybedildiğini, bir asker olarak bunu kabullendiğini ve Türkiye'nin gerçek dost olarak İngiltere'yi gördüğünü söyleyerek, gizli bir işbirliği teklif etti.'
Hadley, Enver Paşa'nın görüşmede kendisine, 'Eğer Türkiye ile bir işbirliği yaparsanız İngiltere'nin Mısır'da ve diğer Müslüman doğu ülkelerinde (Özellikle Hindistan-Afganistan) yaşadığı sorunların çözümü konusunda bizzat çalışarak nüfuzunu kullanacağını, ve bu teklifin doğrudan Savunma Bakanı Wınston Churchill'e iletilmesini istediğini' söylüyor. Binbaşı Hadley, 'Londra'ya gidip bunları Churchill'e anlattım. O da o sırada Paris Barış Görüşmeleri'nde olan Başbakan Lord Crouzon'a gönderdi' diye de ekliyor.
iKiNCi GÖRÜŞME 16 OCAK 1920
Enver Paşa 'Profesör Ali' takma adını kullanıyordu
Hadley: Churcill'in bilgisiyle 16 Ocak 1920'de Berlin'deki adreste 'Profesör Ali' takma adını kullanan Enver Paşa ile ikinci kez görüştük. 'Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı?' diye sordum.
Enver Paşa da 'Mustafa, imkanlar dahilinde İngiltere ile anlaşabileceğini, gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Anlaşma olacaksa İngiltere'nin Mustafa Kemal'i lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur. Lider Mustafa Kemal olsun' dedi.
ÜÇÜNCÜ GÖRÜŞME 24 ŞUBAT 1920
Bağımsız Türkiye'ye karşılık Bolşevikler
'Enver Paşa, 24 Şubat 1920'de acil görüşme talebinde bulundu. Bu görüşmede Enver Paşa, anlaşma halinde;
1- Bolşevikler'in Kafkasya yoluyla İran'a kadar gitmesini engelleyeceğim.
2- Afganistan ve İran'da İngiliz karşıtlığının ortadan kalkması için çalışacağım.
3- Mısır'a belli oranda bağımsızlık verilirse, 'Oradaki milliyetçilere İngiltere ile yakın ilişkide çalışın' telkinlerinde bulunacağını söyledi. Enver Paşa, bunları tam bağımsız yeni bir Türkiye karşılığında yapabileceğini ifade etti.'
İngilizler'e blöf yaptı



Doç. Bülent Özdemir (Balıkesir Ünv.): Bütün bu gelişmeler, Enver Paşa'nın öncelikle İngiltere ile anlaşmak istediğini, Sovyet hükümeti ile yapacağı görüşmelerin daha çok B planı olduğunu ve yine Sovyet Rusya'nın opsiyonunu İngiltere'ye karşı bir blöf olarak kullandığını gösteriyor.
Mustafa Armağan (Tarihçi-yazar): Almanlar'la görüşmelerini biliyoruz. Ruslar'la görüşmeleri yayımlandı. Atatürk'le ilgili sözlerini açıkcası hiç duymamıştım.
Doç. Hakan Kırımlı (Bilkent Ünv.): Kesinlikle böyle bir görüşme olmuştur. Enver Paşa'nın o dönemdeki yazışmaları bağlamında bakılınca bu görüşme gerçektir.
ilkertürkmen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 11-30-2008, 15:08   #9
Kullanıcı Adı
Eşref
Standart
Sevr'e göre Osmanlı toprağına bir göz atın;

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/a/a0/TreatyOfSevres_(corrected).PNG


Kaybedilen topraklar elbette oldu ama kaybımız Sevr kadar ağır olmadığı da çok açık bir şekilde ortadadır.

Diğelim ki Lozan kötü bir anlaşmaydı. Diğelim ki Atatürk kötü bir komutan, kötü bir devlet adamıydı. Diğelim ki Atatürk'ün getiridiği sistem bu millete zarar verdi.

Eğer Atatürk bu ülkeye zarar vermişse, bu ülkenin zararına işler yapmışsa, ülkeyi Osmanlıdan geriye götürmüşse, işte o zaman Vahdettin'i hiç affetmemek lazım!

Sen nasıl olurda koskoca Osmanlıyı kendi emrindeki bir komutana (Atatürk) yenik düşürürsün? Ülkeyi ona teslim edersin? Koskoca bir ülkenin padişahı olarak, italyana ingilize kendini muhtaç edersin? Hiç mi akıl, hiç mi yönetme becerin yoktu senin? Yazıklar olsun derim!

Kısaca ister yazılı tarihe inanın, ister kendi kurguladığınız tarihe, Vahdettin ve Osmanlı konusunda sonuçlar asla değişmez. Hep aynı kapıya çıkar.
Eşref isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-14-2011, 01:18   #10
Kullanıcı Adı
BeldeiTAYYIBe
Standart
Degerli kardesim, öncelikle sunu net olarak ifade edelim ki sevr andlasmasi diye bir anlasma yoktur. Olmayan bir anlasmanin kabulüde olamaz.
Sevr projesi vardir. Fakat Devletler arasi resmen kabul edilmis bir antlasma mevcut degildir.

Bu size belki yardimci olur...bir bakin lütfen.
www.facebook.com/video/video.php?v=106001902748627
Haliyle Lozani ayri degerlendirmek gerekir. Genellikle sevr'i lozan hezimetine karsi kalkan yapmak isterler ama durum öyle degildir.


Ayrica, Sultan Vahideddin hakkinda yapmis oldugun siddetli elestirilerinde haksiz oldugunu söylemek isterim.
Efendim, Osmanli devletini ingilizin, italyanin kucagina atan Vahdeddin degildir. M. Kemal pasaya yetki vermesi, Vahideddin'in bir hatasi sonucu olmamistir. Dolayisiyla Sonraki dönemlerdeki kötü idareden Padisahi suclu bulamayiz.
Tarihin akisini iyi tahlil etmek gerekir.
Ittihati terakki gibi cemiyetlerin, özellikle Abdülhamid sonrasi ülkeyi ne hale getirdiklerini, Osmanliyi hangi maceralara attiklarini iyi görmek zorundayiz. Seklen Saltanat devam etmis olsada, fiilen 2. Abdulhamidden sonra Osmanli saltanati diye birsey zaten kalmamisti.
Cok seyler yazilabilir lakin gecenin bu saatinde fazla uzatmak istemiyorum.
Acizane tavsiyem tahlilleri dogru yapmamiz bizleri adil bir neticeye ulastiracaktir ins.
BeldeiTAYYIBe isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi