|
![]() |
#1 |
![]() I. BÖLÜM: İSHAK’IN MÜJDELENMESİ...
1. İbrâhim as.’ın Misafirleri ve İshak’ın Müjdelenmesi : “Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve: "Selam (sana)" dediler. O da: "(Size de) selam" dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi” [1] Meâl/ Tefsiri: Andolsun Lut kavmini helak etmek için gönderdiğimiz Cibril, İsrafil ve Mikâil adlı elçi-meleklerimiz İbrahim’e oğlu İshak’ı müjdelemek için yakışıklı gençler suretinde geldiğinde; “Selam sana, selamette ol, sen selamette olanlardansın.” dediler. İbrahim de: “Size de selam, siz de selamette olun.” dedi. İbrahim hemen gecikmeden taş ocakta kızartılmış semiz bir buzağı getirip onlara sundu. “Yemez misiniz?” dedi. (Misafire ikram etmek, güler yüzlü davranmak İslam ahlakındandır.)[2] Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. Dediler ki: Korkma! (biz melekleriz). Lût kavmine gönderildik[3]. Meal/Tefsiri : İbrahim elçi-meleklerin ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce, yadırgadı, onlardan çekindi, onlardan pek hoşlanmadı ve kalbine bir korku girdi. Çünkü onların adetine göre bu hayra alamet değildi. Elçi-melekler İbrahim’in endişesini anladılar, onu sakinleştirmek amacıyla dediler ki: “Korkma! Sana kötülük etmek amacıyla gelmedik. Biz Rabbinin elçi-melekleriyiz, insanlar gibi yemeyiz, içmeyiz. Şüphesiz biz işledikleri iğrenç cürümlerden dolayı Lut kavmini helak etmek için gönderildik.”[4] Seyyid Kutub diyor ki: “Hz. İbrahim, konuklarının ellerinin kızarmış buzağıya doğru gitmediğini görünce; "... konukları tuhafına gitti; içine onlardan kaynaklanan bir korku düştü." Bedevi adetlerine göre ikram edilen yemeği yemeyen konuk kuşku uyandırır; ev sahibine yönelik bir hainliği, bir kötülüğe niyetlendiği imajını verir. Bizim kırsal kesimimizin insanları yedikleri yemeğe ihanet etmeyi, daha doğrusu yemeğini yedikleri kimseye kötülük etmeyi mertliklerine yediremezler, böyle bir kalleşliği yapmaktan kaçınırlar. Bu yüzden eğer birinin yemeğini yemek istemezlerse, bu istemezlik, o adam hakkında kötülük düşündükleri, ya da adamın kendilerine yönelik niyetinin iyiliğinden emin olmadıkları anlamına gelir. [5] O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Ya'kub'u müjdeledik.[6] Meal/Tefsiri: “ İbrahim’in Sâre adındaki amcasının kızı olan eşi de ayaktaydı, perde arkasından kocasıyla birlikte konuklara hizmet ediyordu. Lut kavminin helak olacağını duyunca iğrenç topluluğun helakinden dolayı sevinçten güldü. Biz de elçi-meleklerimiz vasıtasıyla yaşlı İbrahim ile kısır ve yaşlı eşi Sâre’ye, İshak’ı ve İshak’ın oğlu, yani torunları Yakub’u görünceye kadar yaşayacaksın diye müjdeledik.”[7] (İbrâhim'in karısı ![]() Meâl/Tefsiri: İbrahim’in yaşlı ve kısır eşi Sâre bu müjdeyi duyduğu zaman, tipik kadınsal tepkiyle yüzü hayretten dona kaldı ve dedi ki: “Vay halime, vay başıma gelenler, heyhat, şaşılacak şey, ne büyük bir iş! Ben kocamış, kısır bir kadın ve şu eşim İbrahim de bir ihtiyar iken, ben mi doğuracakmışım? Nasıl bizim çocuğumuz olur? Doğrusu pek tuhaf ve şaşılacak bir şey! Böyle iki ihtiyardan bir çocuğun dünyaya gelmesi, Allah’ın kudretine göre değil, tabii kanun bakımından acaip bir şeydir. Şimdiye kadar böyle bir şey olmamıştır. Subhanallah demek ki biz bu halde evlat sahibi olacağız.”[9] Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Mücahid şöyle der: “Sara o gün 99; İbrahim ise 120 yaşında idi.”[10] (Melekler) Dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun ey hane halkı! Şüphesiz O, Hamîd’dir, Mecîd’dir.”[11] Meâl/Tefsiri: Melekler de Sare’ye dediler ki: “İhtiyar ve kısır eşlerden çocuk yaratması hususunda Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Bu, Allah’ın kudreti, hikmeti ve planı karşısında şaşılacak bir şey değildir. Allah’ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun ey İbrahim’in hane halkı! Siz daima cenab-ı hakk’ın rahmetine, bereketlerine kavuşursunuz, siz ki bir yüce peygamberin ev halkından bulunuyorsunuz, öyle bir peygamber ki nice mucizelere ulaşıp, nice ilahi lütuflara kavuşup durmaktadır. Artık bu harikaları bildiğiniz halde öyle ihtiyarlığınız zamanında evlad sahibi olmanızı nasıl uzak görebilirsiniz? Şüphesiz o harikaları yaratan Yüce Allah, Size yönelik lütuf ve nimetleriyle kulları tarafından övülmeye, yüceltilmeye, hamde layıktır, sıfatlarında ve zatında övülen, kullarına hayır ve ihsanı pek çoktur, yüce, şeref ve kerem sahibidir. Sizi de öyle nice nimetlere, muvaffakiyetlere nail buyurmaya kadirdir. Buna inancınız tamdır.”[12] İbrahim’in korkusu gidip kendisine müjde gelince, Lut kavmi hakkında bizimle tartışmaya koyuldu.[13] Meal/Tefsiri: Meleklerin verdiği teminat ve ne için geldiklerini bildirmeleri üzerine daha önce İbrahim’in, kendisinde hissettiği korku gidip de kalbi misafirlerine ısınınca ve kendisine, çocuğu ve torunu olacağına dair müjde gelince, Lut kavminin helak edilmesi hakkında elçi-meleklerimizle tartışmaya koyuldu. Maksadı iman ederler ümidiyle onların azabını ertelemekti.[14] Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Müfessirler şöyle der: Melekler: “Biz bu şehir halkını helâk edeceğiz.” (Ankebut: 29/31) deyince, İbrahim (a.s.) onlara: “Ne dersiniz, içlerinde elli müslüman varsa onları helak edecek misiniz?” dedi. Melekler: “Hayır” dediler. Hz. İbrahim: “Peki kırk kişi varsa?” dedi. Melekler: “Hayır.” dediler. Bu şekilde aşağı inmeye devam etti. Nihayet onlara şöyle dedi: Eğer orada bir tek müslüman kişi varsa, onları helek edecek misiniz, ne dersiniz?” Melekler: “Hayır” dediler. O zaman onlara, “İşte orada Lut var.” dedi. Melekler dediler ki: “Biz orada olanları daha iyi biliyoruz. Karısı hariç Lut’u ve ailesini kurtaracağız. Karısı, geride kalacaklar arasındadır. “Korku gitti” ve “ona geldi” bu ikisi arasında edebi sanatlardan tıbak vardır.”[15] Mevdudi diyor ki: "... Bizimle tartışmaya koyuldu.." ifadesi meveddet ve muhabbet dolu bir ifadedir. Ve Hz. İbrahim'in (a.s) Rabbıyla olan yakın ilişkisini gösterir. Bu ilişkiyi anlamak kulun, Lut kavminin akıbetiyle ilgili nasıl istirhamda bulunabildiğini kavramaya yardım edecektir. Hz. İbrahim (a.s) durmadan "Rabbim, yaklaşan azabı Lut kavmi üzerinden çevir" diye yalvarmaktaydı. Rabb cevapladı: "Bu kavim, içlerinde hiçbir hayır unsuru kalmayacak denli ahlaken çöktü, günahları hiçbir merhamet duygusuna layık olmayacak denli tiksindirici bir hal aldı". Fakat kul diretiyordu: "Rabbim, biraz daha mühlet ver onlara, evet belki içlerinde hayır adına pek az bir şey kaldı fakat belki de bu hayır çiçeklenir, meyve verir" Bu muhavere Kitab-ı Mukaddes'te daha ayrıntılı anlatılmıştır, fakat Kur'an'daki kısa anlatım çok daha anlamlıdır. (Karşılaştırma için bkz. Tekvin l8: 23-32)”[16] Seyyid Kutub diyor ki; Hz. Lût, O'nun kardeşinin oğludur, doğup büyüdüğü yurdundan, kendisi ile birlikte göçetmek zorunda kalmıştır ve şimdi de yakınına düşen bir bölgede oturmaktadır- Çünkü Hz. İbrahim, merhametli ve sevecen bir karaktere, sahiptir. Bu yumuşak karakteri, bir toplumun helâk olmasını, toptan yokolmasını soğukkanlılıkla karşılayamıyor, böyle bir olaya kolayca katlanamıyor.”[17] Süleyman Ateş diyor ki; Hz.İbrâhim’in Hebron’da Mamre meşeliğinde ikamet ederken kendisine bir grub misafirin geldiğine dair Tevrat’ta geçen kıssa[18] bazı farklılıklarla Kur’ân’da da yer almaktadır. Buna göre Hz.İbrâhim’e Allah’ın elçileri misafir olarak gelirler. İbrâhim onlara kızarmış buzağı ikram eder; fakat misafirler yemezler; durumdan kaygılanan İbrâhim’e endişe etmemesini, Lût kavmi için geldiklerini söylerler, ayrıca ona bir oğlu olacağı müjdesini verirler. O esnada ayakta olan hanımı bu müjdeyi duyunca gülerek bu iki yaşlı insandan çocuk doğmasının şaşılacak bir şey olduğunu söyler. Bunun üzerine melekler Allah’ın emrine şaşmamaları gerektiğini hatırlatırlar.[19] Çocuğunun olacağına sevinen, yüreğinden de tasa gitmiş olan İbrâhim, bu kez Lut kavmine azab etmemelerin için Allah’ın melekleriyle tartışmaya başlar. Bu tartışma meleklere veya Allah’a itiraz değil, yalvarma, o günahkar kullura fırsat vermeyi dilemedir. Yüce Allah, melekleri aracılığı ile İbrâhim’e onların affı için uğraşmaktan vazgeçmesini, Allah’ın buyruğunun geri döndürülemeyeceğini, onlara mutlaka azabın ulaşacağını söyler.[20] İbrâhim’in karısına İshak ve ardından Ya’kub’un olacağının müjdelendiği Hud 71’nci ayette bildirilmektedir. Ya’kub, Hz.İbrâhim’in oğlu değil, İshak’tan olma torunudur. Torunu da kendi oğluna katılmak suretiyle İbrâhim neslinin devam edeceği, bu bereketli yuvanın dumura uğramayacağı bildirilmektidir. Tefsirlerin ifadesine göre bu müjde verildiği zaman İbrâhim 100, karısı 90 küsur yaşındadır.[21] Çünkü İbrahim gerçekten yumuşak huylu, duygulu ve gönülden yönelen biriydi.[22] Meâl/ Tefsiri; Çünkü İbrahim gerçekten halim, yumuşak huylu, yufka yürekli, kendisine kötülük edenden intikam alma hususunda acele etmeyen, ihtiraslarına hakim, güçlü, temkinli, makul, müsamahakâr, teenni ile hareket eden, duygulu, kalbinin inceliğinden dolayı çok üzülen, ah vah diyen, bağrı yanık, kendini Allah’a adamış, gönülden Allah’a yönelen ve itaat eden biriydi. Bu yüzden belki yaptıklarına pişman olurlar diye Lut kavmine azabın ertelenmesini istemişti.[23] “Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü gerçek şu ki, Rabbinin emri gelmiştir ve gerçekten onlara geri çevrilmeyecek bir azab gelmiştir.”[24] Meâl/Tefsir: İbrahim meleklerle tartışmada ısrarlı olunca melekler ona dediler ki: “Ey İbrahim, Lut kavmi hakkındaki bu mücadele ve tartışmadan vazgeç. Gerçekte sen bir merhamet ve acıma eseri olarak böyle bir müdafaada bulunmak istiyorsun, fakat bunda onlar için bir fayda yoktur. Çünkü şüphesiz, Rabbinin onlara helak edileceğine dair emri, hükmü gelmiştir, icra edilecektir ve gerçekten onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan büyük bir azab gelmiştir.”[25] Mevdudi diyor ki: “Hz. İbrahim'in (a.s) hayatı hakkındaki bu pasaja sathi biçimde bakan biri bu durumun uygunsuz olduğunu, özellikle Lut kavmine yaklaşmakta olan azaba bir başlangıç olarak konu dışı olduğunu düşünebilir. Ne var ki konuyla ilgili tarihsel olaylar ışığında meseleye bakan biri burada zikredilenlerin makul olduğu sonucuna varacaktır. Bu uygunluğu anlamak için iki şeyi gözönünde bulundurmak gerekir: a) Bu tarihi olaylar burada Kureyş'e uyarı olması için zikredilmiştir. Zira Kureyş, Kur'an'ın kendilerini geleceğinden korkuttuğu azaba karşı gayet aldırmaz ve kendinden emin bir yanlış tavır içindeydi. Ne de olsa onların Hz. İbrahim'e (a.s) akrabalığı vardı, Kabe'nin bekçileriydiler, Arabistan'ın dini, iktisadi ve siyasi önderiydiler. Düşüncelerine göre ataları Hz. İbrahim (a.s), Allah'ın sevgili bir kulu olarak onlara şefaatçı olabilir ve onları Allah'tan gelecek bir azaba karşı savunabilirdi. Hz. Nuh'un (a.s) oğlunun ölümü de aynı şekilde, onun gibi büyük bir peygamberin oğlunu azaptan kurtaramayacağını göstermek için resmedilmişti. Üstelik duası kabul edilmemekle kalmamış aynı zamanda inkarcı oğlu adına istirhamda bulunduğu için hesaba çekilmişti. Demek ki, Hz. İbrahim'in (a.s) hayatından verilen bu örnek olay, Allah'ın peygamberine karşı tüm dostluğuna rağmen, O'nun Lut kavmi hakkındaki istirhamını reddettiğini göstermek için zikredilmiştir. Zira Hz. İbrahim (a.s) adaletin gereğine rağmen inkarcı bir topluma şefaat etmeye çalışmıştı. b) Hz. İbrahim'in (a.s) hayatından alınan bu olay ile Lut kavminin helaki başka birşeyi vurgulamak için de zikredilmiştir: Kureyş ilahi adalet kanununun sürekli ve düzenli olarak geçerlikte olduğunu ve çevrelerinde buna dair birçok açık delilin bulunduğunu unutmuştu. Bir tarafta İbrahim peygamberin durumu vardı. Yurdunu Hak ve doğruluk uğruna terketmiş ve neresini uygun bulduysa orada yaşamıştı. Ayrıca kendisini destekleyecek hiçbir zahiri güç de yoktu. Fakat ilahi adalet doğruluğundan ötürü kendisine İshak gibi bir oğul, Yakub gibi bir torunla (aleyhimüsselam) ödüllendirdi. İsrailoğullarının bu ataları asırlarca, Hz. İbrahim'in (a.s) bir mülteci olarak yaşadığı Filistin'de egemen olmuşlardı. Öte yandan Lut kavminin durumu vardı: Bu toplum büyük bir refah içinde yaşıyordu. Ancak bu refah onları o denli sarhoş etmişti ki apaçık bir küfür içinde yaşamaya başlamışlar, Allah'tan gelen cezayla alaşağı edileceklerini unutmuşlardı. Artık Hz. Lut'un (a.s) tebliğine kulak asan kalmamıştı. Fakat ilahi adalet Hz. İbrahim'e (a.s) müjdenin verildiği ve günahkar Lut kavminin yeryüzünden silinme emrinin çıktığı zamanla aynı zamanda gerçekleşti. Bunun sonucu olarak yeryüzünde onlardan geriye hiç kimse kalmadı. Bu olay tüm zamanların inkarcılarına bir ders olmalıdır.”[26] Sonuç: 1) Allah’ın takdir ettiği şey geri çevrilemez. O’nun hükmü kesinlikle gerçekleşir.[27] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 69. [2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [3] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 70. [4] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [5] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 6/135-136. [6] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 71. [7] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [8] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 72. [9] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [10] Beyzavi: 253; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 3/107. [11] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 73. [12] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [13] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 74. [14] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [15] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 3/114-115, 121. [16] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 2/384. [17] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 6/136-137. [18] Bkz. Tekvin; 18/1-32. [19] Kur’an-ı Kerim: Hud 11/69-76; Hicr 15/51-60; Ankebut 29/31-32; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/270. [20] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/115. [21] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/116, Fahruddin Er-Râzi, Tefsîr-i Kebîr Mefâtihu'l-Gayb: 18/26. [22] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 75. [23] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [24] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/ 76. [25] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [26] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 2/385. [27] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 4/174.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() 1. Sâre’ye Verilen Mucize :
Hz. İbrahim'in eşi kısırdı, hiç çocuk doğurmamıştı, üstelik o sırada iyice yaşlanmıştı. Bu yüzden Hz. İshak'a ana olacağı müjdesi onun için şaşırtıcı bir sürpriz olmuştu. Üstelik bu müjde katmerli idi. Çünkü Hz. İshak'ın da Yakub adında bir oğlu olacaktı. Böylesine inanılması zor bir müjdeli haber bir kadını -özellikle kısır bir kadını- tepeden tırnağa titretir, haberi ansızın öğrenmesi ise bu titremeyi sarsıntıya, duygusal fırtınaya dönüştürür. Melekler Hz. İbrahim (a.s) yerine Hz. Sare'ye verdiler bir oğlan çocuğu müjdesini; çünkü Hz. İbrahim'in (a.s) eşi Hacer'den olma bir oğlu vardı: Hz. İsmail. Fakat Sare'nin oğlu yoktu. Hüznünü dağıtmak için ona oğlu Hz. İshak'ı müjdelediler. Hz. İshak'ı ve oğlu Hz. Yakub'u. Her ikiside Allah'ın büyük peygamberlerinden olacaklardı.[1] Süleyman Ateş, Sare’ye verilen mucize hakkında şunları diyor; Bu yaştaki insanların, özellikle kadının çocuk yapması olağan değildir. Biz Kur’ân’ın anlattığı bu olaya mucize der, geçerdik. Fakat 1979 yılı Haziran ayında o zamanki Sovyet Rusya’ya yaptığımız gezi çerçevesinde Âzerbaycan’a uğradımızda, bir kasaba doktorunun Bakü yöresinde bir köy sofrasında bize anlattığı olayın, Kur’ân’ın anlattığı mucizeyi doğruladığını gördük; 1959 yılında Azeybaycan’ın güneyinde bulunan Lerik’te 92 yaşındaki bir kadın, 120 yaşındaki kocasından ikiz çocuk doğurmuş ve çocuklar hayatta imişler. Yine 1970’lerden sonra 76 yaşındaki bir kadın da çocuk doğurmuş. Suudi Arabistan’da İmam Muhammed Üniversitesi, Sosyal Bilimler Fakültesinde bir öğretim üyesi, karısı ölünce 92 yaşındaki babasının, bir kız çocuğunun olduğunu anlatmıştı. Demek ki bazen Allah, bu yaşlarda da çocuk lütfediyor ama bu tür olaylar çok nadirdir.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 2/383. [2] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/116. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() 1. Rahman’nın Özgür İradesini Sare’de Gösterilmesi :
Yüce Allah'ın işine şaşılmaz. Çünkü herhangi bir şeyin normalde belirli bir şekilde olması, aynı çizgiyi izlemesi, o şeyin değişmez bir kanun olduğu anlamına gelmez. Yüce Allah, herhangi bir hikmete dayanarak o işin başka türlü olmasını dileyince, iş alışılmışın dışında bir gerçekleşme gösterir. Sözünü ettiğim hikmet, bu olayda, yüce Allah tarafından mü'minlere vadedilmiş olan rahmetin ve bereketin Hz. İbrahim ailesine yansımasıdır. Üstelik bu normal dışı gelişme, yine de bizim sınırlarını bilmediğimiz ilahi geleneğin çerçevesi içinde meydana gelir. Bizler her hal-ü kârda kısıtlı bir süreyi kapsayan gözlemlerimizle normal gelişmelere bakarak bu normal dışı gerçekleşmeler hakkında hüküm veremeyiz. Çünkü bizler evrende meydana gelen bütün olayları gözlem ve inceleme süzgecinden geçiremeyiz. Yüce Allah'ın dilediğini, bildikleri doğal yasaların çerçevesi ile sınırlandıranlar, bizzat yüce Allah'ın Kur'an'da belirttiği gibi Allah gerçeğinden habersiz kimselerdir. Kuşkusuz tartışmaları kesecek son söz yüce Allah'ın sözüdür. İnsan aklına, O'nun sözü karşısında başka bir şey demek düşmez. Hatta yüce Allah'ın dileğini, bizzat yüce Allah'ın "bunlar benim koyduğum yasalardır" diyerek belirlediği kanunların çerçevesi ile sınırlayanlar da Allah gerçeğini bilmiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dileği, bizzat kendisinin belirlemiş olduğu yasaların ötesinde özgürdür, sözkonusu ilahi yasalar bu dilek için bağlayıcı olamazlar. Evet. Yüce Allah, şu evreni önceden belirlediği yasalar uyarınca yönetir. Fakat bu ayrı bir şeydir ve yüce Allah'ın iradesinin, O'nun tarafından yürürlüğe konan bu yasalarla sınırlı olduğunu ileri sürmek ayrı bir şeydir. Çünkü herhangi bir doğal yasa her uygulanışında yüce Allah'ın takdiri ile yürürlüğe girer, işlerlik gösterir. Hiçbir doğal yasanın yürümesi ve işlerlik göstermesi "otomatik" değildir. Buna göre yüce Allah herhangi bir doğal kanunun o ana kadarki sayısız uygulanışlarından farklı bir şekilde yürümesini takdir ederse, bu farklı uygulama gerçekleşir, sözkonusu kanun bu yeni ilahi takdirin pratiğe yansımasını engelleyemez. Çünkü bütün doğal yasaların kaynağı olan "ana-ilke" yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğu, hiçbir sınırlamaya bağlı olmadığı prensibidir. Her doğal yasa, her pratiğe yansıyışında yüce Allah'ın bu özgür takdirinin özel kararı ile gerçekleşir, işlerlik kazanır. [1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 6/136-137. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() 1. İbrâhim’in Konuklara Karşı davranışı ve Sâre’nin Konuklara Hizmet etmesi :
“İbrâhim'in ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.) Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selam vermişlerdi. İbrâhim de selamı almış, içinden, "Bunlar, yabancılar" demişti. Hemen ailesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş, Onların önüne koyup "Yemez misiniz?" demişti. Derken onlardan korkmaya başladı. "Korkma" dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: "Ben kısır bir kocakarıyım!" dedi. Onlar: "Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir" dediler. (İbrâhim ![]() İmam Ahmed ibn Hanbel, İbrâhim’in konuklarına karşı davranışından, konuğa ikram etmenini farz olduğu yargısına varmıştır. İbrâhim’in davranışından, konuk ağırlamanın adabı da öğretilmektedir. İbrâhim, konuklarına sezdirmeden, hemen evinde bulunan en değerli şeyi; buzağıyı kızartıp konuklarıın önüne getirmiş ve nezaketle: “Buyurmaz mısınız?” demiştir. İşte Hz.İbrâhim’in yaptığı gibi konuğun selamı en güzel biçimde alınmalı ve ona böyle nazik davranmalıdır. İbrâhim, konuklarına elinden gelen ikramı yaptıktan sonra gelişlerinin nedenini sormuştur. Bu da gelen konuğu ağırladıktan sonra gerekirse geliş nedeninin sorulabileceğini gösterir. Konuk gelir gelmez hemen ona: “Neden geldin?” denmez. Kıssanın bu bölümünü anlatan ayetlerden, Hz. İbrâhim’in karısı Sare’nin, eve gelen erkek konuklara hizmet için eşikte beklediği ve konuklarla konuştuğu anlaşılır. Kurtubi, bu ayetlere dayanarak ev hanımın, kocasının erkek konuklarına hizmet edebileceği hükmünü çıkarmaktadır. “Ayakta durmakta olan karısı, güldü. Biz de ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardandan da (torunu) Yakub’u.” Ayetini Abdullah ibn Mesud farklı şekilde okumuştur. Bu okuyuşa göre, İbrâhim, konuklarıyla otururken karısı, hizmet ediyordu.”[2] Kurtubi, bu münesebetle Müslim’in sehl ibn sa’d’ın anlattığı şu olayı rivayet etmektedir: ”Ebu useyd es-Sa’d’ın, evlendiği gün Allah’ın Elçisi (s.a.v)’i yemeğe davet etti. Gelen konuklara, henüz yeni gelin olan karısı hizmet ediyordu. (Gelin) Allah’ın Elçisine meşrubat olarak ne ikram etti bilir misiniz? Bir çömlek içinde yapmış olduğu hurma şerbeti ikram etti.” Buhari’nin de, bu olayı, kadının, bizzat erkeklere hizmet etmesi” başlığı altında vermiş olduğunu söyleyen Kurtubi, devamla şöyle diyor; “Bizim alimlerimiz, bu olayın, gelinin, kocasına ve kocasının arkadaşlarına hizmet edebileceğini, erkeğin, ailesini, salih arkadaşlarına gösterebileceğini ve onlara hizmet ettireceğini kanıtlar, demişlerdir.”[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Zariyat, 51/24-37. [2] Kur’an-ı Kerim: Hud, 11/71. [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.116; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an: 9/66,68. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() 1. İbrâhim as.’ın Hz.Hâcer ve Hz.Sâre’den Doğan Oğulları :
İbrâhim as’ın, ilk ve büyük oğlu, İsmail as. olup, ikinci zevcesi Hz.Hâcer’den doğmuştu.[1] O zaman, İbrâhim as. 86 yaşında bulunuyordu.[2] İbrâhim as.’ın ikinci oğlu olan İshak as. ise, ilk zevcesi Hz.Sâre’den doğmuş olup[3] o zaman, İbrâhim as. 100 yaşında idi.[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.47; Salebî-Arais s.97; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.221. [2] İbn.Kuteybe-Maarif s.16; Yakubî-Tarih c.1, s.25; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.221. [3] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.47; Taberi-Tarih c.1, s.160; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.221. [4] İbn.Kuteybe-Maarif s.16; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s. 221. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
![]() 1. İbrâhim as.’ın Katura ve Haccunla Evlenmesi ve Bunlardan Doğan Çocukları :
Hz.Sâre’nin vefatından sonra, İbrâhim as. Katura (Kantura) bint-i Yaktan’ul Ken’âni ve Haccun (Haccura) ile evlendi. [1] Çocukların en büyüğü İsmail’dir. İbrâhim as.’ın, Katuradan dört, Haccun adındaki hanımından da, yedi çocuğu doğup çocuklarının sayısı on üçü buldu.[2] Başka rivayete göre; Katura veya Kantura’dan altı,[3] Haccun veya Haccura’dan beş oğlu doğmuştur.[4] Katuradan Doğan Çocuklarının isimleri: Zimran, Yokşan, Medan, Medyan, Yeşbak, Şuah‘dır.[5] Hacun’dan doğan Çocuklarının isimleri ise; Keysan (Keyşan), Feruh (Şeruh veya Sürec), Ümeym (Üheym), Lutan, Nâfes’dir.[6] Hz. İbrahim’in diğer bir rivayete göre de dört oğlu vardır. Bunlar İsmail, İshak, Medyen ve Medan namındaki zatlardır[7]. -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.48; İbn.Kuteybe-Maarif s.16; İbn.Esir c.1, s.115-123; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.175; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.222. [2] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.48; İbn.Kuteybe-Maarif s.16; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.221. [3] Sâlebi-Arais s.97; İbn.Esir-Kâmil c.1,s.123; Süheylî-Ravdlünüf c.1, s.84; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.175; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.221. [4] Sâlebi-Arais s.97; Ebül fida-Elbidaye vennihaye c.1, s.175; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.221. [5] Sâlebi-Arais s.97; Ebül fida-Elbidaye vennihaye c.1, s.174,175; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.222. [6] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.48; Sâlebi-Arais s.97; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.175; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.222; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.115. [7] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, İpek Yayınları: 1/124. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
![]() 1. Hz. İbrahim'in (a.s.) iki oğlundan iki kavim meydana geldi :
İsmailoğulları ve İsrailoğulları: Birincisi, Arabistan'a yerleşen Hz. İsmail'in (a.s.) torunlarıydı. Kureyş ve diğer bazı Arap kabileleri O'nun doğrudan torunları oluyorlardı. Fakat gerçekte Hz. İsmail'in (a.s.) torunları olmayan Arap kabileleri de, O'nun davetinden az çok etkilendikleri için O'nun torunları olduklarını iddia ediyorlardı. İkincisi, yani İsrailoğulları, İshak'ın oğlu Yakub'un torunlarıydılar. Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. İsa (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) ve birçok peygamber bunların arasından çıkmıştır. Bunlar Hz. İsrail'den (Yakup'un ikinci ismi) sonra İsrailoğulları adını almışlardı. Onların dinini kabul eden başka gruplar da bu kavme katılmışlardır. Hz. İsa (a.s.) dahil bütün İsrail peygamberleri İslâm'ı, Allah'a teslimiyeti yaymaya çalışmışlardır. Fakat İsrailoğulları bozulup dinlerini (İslâm) kaybedince, Yahudiliği, daha sonra da Hıristiyanlığı icat etmişlerdir.[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/96-97. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
![]() 1. İbrâhim as.’ın Çocuklarının Ülkelere Dağılmaları :
İbrâhim as.’ın Kutara’dan oğullarından Medan ile Medyan, Medyan topraklarına yerleşmişler ve bundan dolayı, oraya Medyen adı verilmiştir. Yokşan’ın çocukları, Mekke’ye gelip yerleştiler. Öteki çocuklar ise, başka ülkelere gidip oralarda yerleştiler ve İbrâhim as’a: "Ey Babamız! İsmail ile İshakı, Senin yakınında ve yanınıda bıraktın. Bizlere ise, gurbette ve yabancı illerde yerleşmemizi emrettin!?” dediler. İbrâhim as:”Ben, böyle yapmakla emrolundum!” dedi. Onlara, Yüce Allah’ın isimlerinden bir isim öğretti ki, onunla, yağmur ve yardım dileğinde bulunur, yağmura ve yardıma kavuşurlardı.[1] Onlardan bazıları da, Horasan’a varıp yerleştiler.[2] Hâzerler gelip onlara: “Bunu, size öğreten, yeryüzü halkının hayırlısı ve Hükümdarı olmağa lâyıktır!” diyerek onların krallarına Hâkan ünvanını verdiler.[3] İbn. Habib’e göre: İbrâhim as’ın, Horasan’a gidip yerleşen oğulları: Medan, Eşbak, Şeuh olup bunların, orada nessileri çoğalmış ve Horasan Türkleri de, bunların soyundan gelmiştir.[4] Bir Hadis-i şerifde de, Türklerin, Kantura oğulları oldukları bildirilmiştir.[5] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.47,48; Taberi-Tarih c.1, s.160; Sâlebi-Arais s.97; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.222. [2] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.48; İbn.Habib-Muhabber s.394; Taberi-Tarih c.1, s.160; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.222. [3] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.47-48; Taberi-Tarih c.1, s.160; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.222. [4] İbn.Habib-Muhabber s.394; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223. [5] Nevevî-Tehzibülesma vellugat c.1, s.102; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
![]() 1. Hz. Sâre’nin Vefatı :
Hz. Sâre, yüz yirmi yedi yaşında iken, Ken’an topraklarında Zorbaların kariyesi olan Habrun’da vefat etmiştir.[1] Vâdilkurâ ile Şam arasında bulunan Habra veya Habrun,[2] Beytülmakdis (Kudüs) kariyelerinden olup Halilürrühman diye de anılır.[3] Hz.Sâre vefat edince, İbrâhim as, onu, gömmek üzere bir yer ararken, Habra nahiyesinde oturan kendi dininde bulunan Safvan adındaki bir adamla karşılaştı ve ondan, elli dirheme-ki, o asırda bir dirhem, beş dirhemdi- satın aldığı yere Hz.Sâre’yi defnetti. Vefat ettiği zaman, kendisi de, oraya gömüldü. İbrâhim as.’ın oğlu İshak as.’ın zevcesi de, sonra, İshak as. da, İshak as.’ın oğlu Yâkub as. da, Yâkub as.’ın zevcesi ilya da, oraya gömüldüler.[4] Rivayet edildiğine göre, Sâre’nin vefatından sonra Hâcer’in bir müddet daha yaşadığı ifade ediliyor. Fakat doğru olan görüş ise, Hz. İbrâhim’in Mekke’ye gitmesi konusunda yukarıda anlattığımız üzere Hâcer’in Sâre’den önce vefat etmiş olduğudur. Her halde doğru olan da budur.[5] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Kuteybe-Maarif s.16; Sâlebî-Arais s.97; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.123; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.174; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: 221. [2] Zürkanî-Mevahibülledünniye Şerhi c.3, s.358; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.221. [3] Peygamberler Tarihi M.Asım Köksal s. 221; İbn.Esîr-Kâmil c.1, s.115. [4] Yâkut-Mucemülbüldan c.2, s.212; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s. 221. [5] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.115. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#10 |
![]() I. BÖLÜM: İBRAHİM AS.’IN FAZİLETleri
1. İbrâhimî Duruş : Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet. Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.[1]” Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.[2]” Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?[3]" diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır. Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası ![]() Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk[5].” İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır. İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek bir çok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.” (Nûh: 71/21-22) Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.[6]”. Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.[7]” Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim (a.s.)’in en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.[8]” Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”, “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir. Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur. Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?[9]” “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.[10]” Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.[11] Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.[12]” Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir.[13] “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin[14].” Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rabların hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.[15]” Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir. Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir[16].[17] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Ankebût: 29/25. [2] Necm: 53/23. [3] En’âm: 6/79-81. [4] Meryem: 19/46, 48. [5] Enbiyâ: 21/68-70. [6] En’âm: 6/79. [7] Mümtehıne: 60/4. [8] Nahl: 16/120. [9] Nahl: 16/51-52. [10] Mâide: 5/44. [11] Mâide: 5/3, 54; En’âm: 6/81, 82. [12] Âl-i İmrân: 3/175. [13] Ahzâb: 33/39; Fâtır: 35/28; Mâide: 5/100; Talak: 65/10. [14] Âl-i İmrân: 3/102. [15] Nahl: 16/2. [16] Enfâl: 8/45-47. [17] Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001; Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2464-2467. |
|
![]() |
![]() |