![]() |
#11 |
![]() Emeğine sağlık ruh dünyamıza katkısı yüksek olacak bir çalışma teşekkürler.
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#12 |
![]() eyvALLAH abim bir nebzede güzel birşeye vesile olabiliyoruzdur inşaALLAH.
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#13 |
![]() Düşünce ve Aksiyon İnsanı Düşünce ve aksiyon insanı; hareket eden, plânlayan, dünyaya yeniden nizam verme hafakanlarıyla oturup kalkan, asırlardan beri yıka geldiğimiz ruh ve mânâ heykellerimizi yeniden ikame etme hareketini temsil eden, târihî değerlerimizi bir kere daha yorumlayan; hareketten düşünceye, düşünceden harekete irade ve mantık mekiğini rahat kullanmasını bilen ve kendi ruh ve mânâ kanaviçelerimize göre bize yeni yeni dantelalar ören bir hamle insanıdır. O, duygudan düşünceye, ondan da pratik hayatın hemen her faslına uzanan çizgide, hep nizam soluklar; yapma ve inşâ etme duygusuyla oturur-kalkar. O, maddî güç ve kuvvetini kullanarak ülkeler fethetme, zaferden zafere koşma yerine, ruh erkân-ı harplerini, düşünce mimar ve fikir işçilerini yetiştiren, çevresine her zaman imâr ve inşâ düşüncesi üfleyen, çıraklarına harabeleri ma'mûr etme yollarını gösteren ledünnî bir Hak eridir. İradesini, sonsuz meşîetle birleştirebilmiş, fakrını gınâ, aczini de aynı kudret haline getirebilmiş, şevk ü şükürle coşkun bir Hakk eri... O, bu güç kaynaklarını yerinde ve sahibine vefâ hissiyle kullanabildiği sürece, kat'iyen yenilmez; yenildi zannedildiği yerlerde bile farklı bir zafer tabyasının başında olduğu görülür. Düşünce ve aksiyon insanı, bazen vefâlı bir vatan evlâdı, bazen düşünce buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı, bazen dâhi bir sanatkâr, bazen bir devlet adamı, bazen de bunların hepsidir. Son dönem itibarıyla, bunların bazılarına misâl teşkil edecek bir hayli düşünce ve aksiyon adamından bahsedilebilir. Bunlardan kimileri, düşünceleri aksiyonlarının önünde, kimilerinde aksiyon ve düşünce atbaşı, kimileri de düşünceleri meknî birer hareket adamıdır. Filibeli Ahmed Hilmi'den Mustafa Sabri Bey'e, Ferit Kam'dan Muhammed Hamdi Yazır'a, Bedîüzzaman Hazretlerinden Süleyman Efendiye, Mehmet Âkif'ten Necip Fazıl'a uzanan çizgide bir hayli nûrefşan simâdan söz etmek mümkündür. Ne var ki, bunca mübarek ismin doğum ve vefat tarihlerini vermek bile, bu yazının çerçevesini aşacağından, biz, şimdilik sadece bu hakikat kahramanlarının adreslerine işaret edip geçeceğiz. Filibeli Ahmed Hilmi: Bulgaristan'ın Filibe şehrinde doğmuş bir sefir çocuğu.. maârifle ve çağıyla tanışması Galatasaray Sultanîsi'nde başlıyor.. sonra, İzmir'de ikamet.. Beyrut'ta memuriyet.. bu arada Jön Türklerle temas ve bu yüzden Fîzan'a nefiy... Ve Meşrûtiyeti müteakip İstanbul'a avdet.. derken 'İttihad-ı İslâm' düşüncesi bayraktarlığı.. ve bu düşünceye tercüman olabilecek aynı isimdeki gazetenin çıkarılması.. ardından, günlük Hikmet gazetesi ve bu gazetede İttihad ve Terakki Cemiyetiyle savaşı.. arkasından başka gazeteler, başka mecmualar.. ve bir ara, Dârulfünûnda felsefe muallimliği.. derken, genç sayılabilecek bir yaşta muhtemelen ebedî hasımları masonlar tarafından zehirlenerek öldürülmesi... Hayatına kuşbakışı bir göz attığımız bu müstesna düşünce ve aksiyon adamı, arkada bıraktığı onca eserleriyle üzerinde akademisyenlerin araştırmalarını bekliyor. Ferit Kam: İstanbul'un irfan hayatına çok erken uyanmış bu nâdide düşünce, zevk ve beyan insanının hayat-ı sergüzeştîsi de şöyle: Fransızca muallimliği.. felsefe merakı.. bu merakla gelen muvakkat bunalım.. ilâhî inâyetin kolları arasında tasavvufa sığınma.. yeniden duygu ve düşünce istikameti.. ardından 'Sırât-ı Müstakîm' ve 'Sebîlürreşad' mecmualarında duygularını neşretme.. bir ara, Dârulfünûn ve Süleymâniye Medreselerinde müderrislik.. Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiyeye intisâp.. arkasından aziller, vazifeye iâdeler.. ardı arkası kesilmeyen çileler, mahrumiyetler.. nihayet her düşünür ve aksiyon adamı gibi, yürüyüp Rabbine ulaşacağı âna kadar ukbâ buudlu rengârenk bir hayat.. bu mübeccel hayatı koca bir mücellitle anlatmak bile mümkün değildir. Hakkında söylenip-yazılanlar esas alınarak, asrın bu aydın simâsı da varidât enginlikleriyle mutlaka günümüzün nesillerine anlatılmalıdır. Mustafa Sabri Bey: Bu tertemiz Anadolu evlâdı, tam mânâsıyla bir mücadele insanıdır. Müderrislikten saray kütüphâneciliğine, milletvekilliğinden 'Benıânü'l-Hakk' başyazarlığına, ondan da Hürriyet ve Îtilâf Fırkası üyeliğine; mâlum Bâbıalî Baskınıyla ülkesini terk edeceği âna kadar hep bir aksiyon ve mücadele insanı olarak görürüz bu Osmanlı şeyhülislâmını. Yurt içinde havalar sertleşince, başka bir İslâm ülkesinde hizmet vermeyi deneyen, fırsat bulunca yeniden yurduna dönüp, mücadelesini burada sürdüren bu hareket insanı, imkân yakalayınca, 'Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye' âzâlığı ve 'Şeyhülislâm'lık mansıbıyla bir kere daha ülkesini hizmetle kucaklar ve 1922 yılında son kez Türkiye'den ayrılır; Romanya, İskeçe derken Mısır'a gider ve 1954 yılında vefat edeceği âna kadar ömrünü kızıl kıyâmet bir mücadele içinde geçirir. Bir hayli çileli ve çokça inişli-çıkışlı bir hayat yaşayan bu vatan evlâdının da mübarek hayatları birkaç doktoraya esas teşkil edecek kadar zengindir. Babanzâde Ahmed Nâim: Bağdat doğumlu ve bir paşazâde.. emsâli gibi İstanbul maârifiyle beslendi.. duygu ve düşünce dünyası itibarıyla engin ve zengin bu ufuk insan, Galatasaray Sultanîsi.. Mülkiye Mektebi.. ardından Hâriciye Nezâreti Tercüme Kaleminde memuriyet.. Maarif Nezâreti Tedrisât Müdürlüğü.. arkasından Tercüme Dâiresi âzâlığı.. Dârulfünûn edebiyat Fakültesi müderrisliği.. ve muvakkat bir rektörlük, onun sergüzeşt-i hayatı içinden sadece bazı kesitler. Ahmed Nâim de, son dönem Türk toplumunu, fikren ve rûhen besleyen önemli kaynaklardan biridir.. ve ilim, irfan hayatımız adına gelecek nesillere dünya kadar mîras bırakmıştır. Mehmet Âkif: Her türlü tariften vâreste bu samimî ve hasbî vatan evlâdı için şimdiye kadar cilt cilt eserler yazıldı. Üzerinde bir hayli yorumlar yapıldı ve pek çok şey söylendi. Zannediyorum, bundan sonra da, îmanı, aşkı, heyecanı, aksiyonu, dâvâsı ve düşüncesiyle alâkalı daha dünya kadar şey yazılıp-söylenecektir. O, yaşadığı dönem itibarıyla Anadolu, Rumeli ve Arabistan'ı dolaşan ender Türk aydınlarından biridir.. ve uğradığı her yerde şanlı fakat talisiz bir milletin. hicran dolu sesi olmuş, soluğu olmuş inlemiş ve çevresinde ürpertiler meydana getirmiştir. Az insan vardır o ölçüde çizgisini koruyan. Baytarlığından müfettişliğine, Dâıulfünûn edebiyat müderrisliğinden 'Sırât-ı Müstakîm' kadrosu içindeki hizmetlerine, ondan da 'Dârul'l-Hikmeti'l-İslâmiye'deki vazifesine, Millî Mücadele yıllarındaki hitâbelerine kadar hep samîmî olmuş, hep vefâlı davranmıştır. Sahabî gibi zâhitçe yaşamış ve ukbâya da fakirce yürümüş bu tok sesli vatan evlâdı için, şimdiye kadar yapılan meşkûr hizmetler mahfuz, düşünce, aksiyon ve sanat cephelerinin, akademisyenlerce daha ciddî ele alınacağı vefâ tüten günleri bekliyoruz. Muhammed Hamdi Yazır: Âlemin mâlumu bir kâmet-i bâlâ.. ilk tahsilini küçük bir Anadolu kasabası olan Elmalı'da aldıktan sonra, o da eskilerin ifadesiyle 'ikmâl-i nüsah' etmek için pâyitahtın yolunu tutuyor. Husûsî hocalardan ders.. ruûs imtihanı.. Mektep-i Nüvvâb'da ve Medresetü'l-Vâizîn'de müderrislik.. dersiâmlık.. İkinci Meşrûtiyet'ten sonra mebûsluk.. bir içtihat hatası olarak Abdülhamit'in hal' fetvâsına imza koyma.. Dârul-Hikmeti'l-İslâmiye âzalığı.. Evkaf Nâzırlığı.. Cumhuriyet sonrası İstiklâl Mahkemelerinin gazabına uğraması.. ve kıl payı kurtulduğu bu gâileden sonra upuzun bir inzivâ dönemi.. ve o muhteşem tefsirin vücud bulması, kaba hatlarıyla onun hayatından sadece birkaç çizgi. Düşünce ve aksiyon hayatımız adına allâme Hamdi Yazır da o müstesna mevkiiyle üzerinde durulması gereken önemli simâlardan biridir. Necip Fazıl: Maraşlı; ama İstanbul'da doğmuş büyümüş bir İstanbul efendisi. Amerikan Koleji, Bahriye Mektebi o müthiş istidâda bağrını açan kuvve-i inbâtiye nev'inden iki saksı dolusu toprak ve kendine sıçramanın minik rampaları.. Dârulfünûnun felsefe bölümü de muvakitat konakladığı menzillerden biri.. Paris'in Sorbon'u, batıya nazar ettiği ilk küçük menfez.. banka müfettişliği, içine sindiremediği gelip geçici işportacılık.. Devlet Konservatuvarı ve Güzel Sanatlar Akademisi, sanat ruhunu istidatlı-istidatsız her sineye üflediği ilk ocak.. Büyük Doğu ekolü ve aynı ünvanla çıktığı kadar kapanan, kapandığı kadar da çıkan; ama arkasındaki müthiş iradeyle çıkmamazlık edemeyip, kapanırken dahi gidip çıkma programı üzerine kapanan bir büyük mecmuânın bânisi, mimârı ve çilekeş sahibi.. son dönemin en önde gelen şiir ve nesir üstâdı ve geleceğin fikir mimarlarından biri.. tasavvufî düşüncedeki enginliği, metafizik derinliği, ömrü boyunca Mutlak Haklkat'e karşı duyduğu engin saygısı.. Rûh-u Seyyidi'l-Enâma karşı olan olağanüstü ihtiram ve temkini, onun pek çok sahadaki deryalar gibi enginliğinden sadece birkaç damla.. böyle birkaç küçük damla ile işaret edilip geçilen bu dev insanın, değişik yanlarıyla tahlil edilip Türk gençliği ve dünyaya tanıttırılması; hatta bir Necip Fazıl Enstitüsü kurulması kadirşinaslığımızın sesi ve kadirşinaslardan temennimiz. Süleyman Efendi: Silistre'de soylu bir ailenin çocuğu.. hoca oğlu hoca.. rûhî zenginliğini İstanbul âfâkının irfanıyla kıvamına getirince ciddî bir vefa hissiyle maskat-ı re'si olan beldeyi müderrislikle kucaklar. Onunla alâkalı derin bir beklenti içinde bulunan aile fertleri, etrafını saran talebe, dost ve kardeşlerinin sadâkat ve vefâsında onun misyonunu ve yarınlarını görür, tâli'lerine tebessümler yağdırırlar. Süleyman Efendi, aksiyonu önde, eşine ender rastlanır yorulma bilmeyen bir mücâhede insanıdır. Hayatı boyunca, ehl-i sünnet ve'l-cemaat düşüncesinin sadık ve kararlı bir müdâfii olarak yaşamış.. dinî duygu ve dinî düşüncenin üst üste sarsıntılar yaşadığı bir dönemde 'sath-ı mücadele' demiş; dinî düşünce ve tarih şuurunu bir kaneviçe gibi kullanarak, ruhumuzun dantelâsını örmüş.. bir baştan bir başa ülkenin her yanında açtığı kurslar, yurtlar ve pansiyonlarla gönüllerimize varlığımızın esaslarını duyurmaya çalışmış.. ruhların ve ruhânilerin tayerân ettiği âleme yürüyeceği âna kadar da bu misyonunu edadan geri durmamıştır.. Ben, şu birkaç satırla bu büyük hareket adamını anlatma iddiasında değilim; olamam da. Bu kadar az bir zaman içinde, Edirne'den Ardahan'a kadar, ülkenin her yanını, hem de engellemelere rağmen, ilim ve irfanla bezeyen bir ruh ve mânâ insanını anlatmak, değil birkaç paragrafla, mücellitleri bile aşan bir mevzudur. Biz, şimdilik bu önemli şahsiyetin, misyonunu, aksiyonunu, yorumunu, hizmet felsefesinin tahlilini, araştırmacı ve mânâya açık akademisyenlerin incelemesine havale ediyor ve bir kapı aralaması sayılan bu küçük hatırlatmanın, kapıyı sonuna kadar açacak çalışmalara dönüşmesini diliyoruz. Yirminci asrın son yarısındaki aydınları düşünürken, temiz Anadolu evlâdı, velûd dimağ -temel kriterlerimize ters bir kısım mütalâaların hesabı kendine ait- aşk ve heyecan insanı Nureddin Topçu'yu hatırlamamak; çağın müstesna dimağı engin düşünce.. kuluçka sabrıyla civciv bekleyen, mercan gibi sessiz fakat sancılı kanrevân yoluna devam eden, gelecek nesillerin zevkle okuyacakları asrın büyük şâir ve nâsiri Sezâi Karakoç'u görmemezlikten gelmek.. Es'ad Efendiyi minnetle anmamak, Sami Efendiye saygı duymamak, Aıvâsi Hazretlerini, Ali Haydar Efendiyi, Mehmet Zâhid Kotku'yu, Alvar İmamını, Serdehl'in Seydâsı'nı, Menzil'in Muhammed Râşid Efendisini bu hizmet örfânesindeki aşk, heyecan ve aksiyonlarıyla yâd etmemek mümkün değil.. ...Ve hele îmanı, düşüncesi ve baş döndüren aksiyonuyla küfür ve ilhad dünyasının bütün plânlarını altüst eden Bedîüzzaman'ı hatırlamamak mümkün mü? Bugüne kadar onun için pek çok şey yazıldı ve söylendi. Şimdilerde dünya onu konuşuyor.. ve o hemen her dildeki eserleriyle çağın en çok okunan insanlarından biri. Bu açıdan da onun hakkında uzun konuşmaya gerek yok. İşte bu mülâhazayla burada, ona ait bir kitaba önsöz olmuş, küçük bir mütalâanın, küçük bir bölümünü aktarmayı yeterli buluyoruz: Bedîüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de .en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Ona, onun düşüncelerine, hissî mülâhazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anmak sayılmaz. Duygusallık, onun her zaman uğrunda yiğitçe tavır ortaya koyduğu ve gürül gürül anlattığı meselelerin ciddiyetiyle telif edilemez. O, bütün ömrünü, kitap ve sünnetin gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür. Bedîüzzaman'ın, yüksek mefkûresi, yaşadığı çağı düşünüp söylemesi, sadeliği, insânî enginliği, vefâsı, dostlarına bağlılığı, iffeti, tevâzuu, mahviyeti ve istiğnâsı üzerine şimdiye kadar pek çok şey yazıldı ve söylendi. Aslında, her biri başlı başına birer kitaba mevzu teşkil edecek olan yukarıdaki vasıflar, onun kitaplarında da sıkça üzerinde durduğu konulardır. Ayrıca, hâlâ aramızda, hayatta iken onun yakınında bulunma bahtiyarlığına ermiş ve onu, rûhî enginliği, fikrî zenginliği ile tanımış dünya kadar insan var ki, bunlar da canlı birer kitap gibi bu konunun en sadık şahitleri. Dış görünüş itibarıyla sade ve basit görünen Bedîüzzaman, gerek düşünce hayatında, gerek aksiyonunda hemen her zaman başkalarında bulunmayan engin bir karakter sergilemiştir. Onun, insanlık için en hayâtî meselelerde bütün insanlığı kucaklayışı, küfür, zulüm ve dalâlete karşı tiksinti duyuşu, her yerde istibdâtla savaşı, hatta bu uğurda hayatını istihkâr edercesine vefâsı ve civanmertliği ve ölümü gülerek karşılaması, onun için normal davranışlardı. O engin bir his insanı olmanın yanında, misyonuyla alâkalı meselelerde, hep kitap-sünnet yörüngeli; muhâkeme ve mantık televvünlü yaşamıştı. O hemen her zaman, davranışları itibarıyla, mâsum bir ikili görünüm sergilerdi: Biri, engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsâli ve olabildiğince mert bir insan görünümü; diğeri de fevkalâde dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü, büyük plân ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahip mütefekkir görünümü. Bedîüzzaman ve onun dâvâsına bu zaviyeden yaklaşmak, onun, İslâm büyüklerinin bir devamı olarak, içinde bulunduğumuz çağda bizim için ifade ettiği mânâyı anlamamız bakımından çok önemlidir. Bazı kimseler görmemezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bedîüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddî düşünürü ve yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama kat'iyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep âlâyişten uzak kalmaya çalışmıştır. 'Şöhret ayırı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır...' sözü, onun bu konudaki altın beyanlarından sadece bir tanesi. O, yirminci asırda İslâm dünyasında, şimdilerde dünyanın dört bir yanında, her zaman listenin başında birkaç yazardan biri olarak tanınmış, her kesimce sevilerek okunmuş ve zamanın eskitemediği simâlardan biri olarak da tarihe mâl olmuştur. Bedîüzzaman'ın hemen bütün eserleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden, yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddî bir gayretin sonucudur. Onun eserlerinde önce Anadolu, sonra da bütün İslâm dünyasının hem âh u efgânı, hem de ümit ve şevk u târâbını duyup dinlemek mümkündür. Gerçi o, doğunun ücrâ bir kasabasında doğmuştur ama, kendini hep bir Anadolulu olarak hissetmiş, bizim duygularımızı bir İstanbul efendisi gibi soluklamış ve her zaman topyekün bir ülkeyi engin bir şefkat ve dupduru bir samimiyetle kucaklamıştır. Bedîüzzaman, materyalist düşüncenin, fikir hayatımızı hercümerc ettiği, komünizmin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden geçtiği çok talihsiz bir zaman diliminde, îman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı üstüne sarsıntı yaşayan insanımıza Hızır çeşmesine giden yolları gösterdi ve gezdiği her yerde yığınlara hep 'ba'sü ba'de'l mevt' üfledi. Onun, hepimizden ve herkesten evvel görüp sezdiği ve ele alıp çözmeye çalıştığı en büyük problem, küfür ve ilhad kaynaklı anarşi problemiydi. O, bütün hayatı boyunca, insanımıza, çağın bu hastalığının mutlaka aşılması lazım geldiğini salıkladı. Ve bu hususta insanüstü bir gayret sarfetti. Böylesine buhranlar içinde inim inim bir dünya ile karşılaşan Bedîüzzaman, kendini bekleyen sorumlulukların farkındaydı.. ve Kafdağı'ndan ağır böyle bir yükün altına girerken, fevkalâde mütevâzı, mahviyet içinde ve hacâletle iki büklümdü; iki büklümdü ama, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve nâmütenâhî gınâsına karşı da olabildiğine bir güven içindeydi. Evet, bütün insanların fen ve felsefe âlet edilerek ilhâda sürüklendiği, komünizmle beyinlerin yıkandığı, bu menfî oluşumlara 'dur' diyenlerin memleket memleket sürgüne gönderildiği, ülkenin her köşesinde en utandırıcı tehcirlerin yaşandığı ve daha garibi de bütün bunların medeniyet ve çağdaşlaşma hesabına yapıldığı, hatta nihilizmin, asrın en yaygın büyüsü haline getirildiği o kapkara günlerde, Bedîüzzaman, hâzık bir hekim edâsıyla hepimizin, içlerimizdeki zindanları, ruhlarımızdaki çeşit çeşit mahkûmiyetleri, kendi cinâyetlerimizi ve kendi kendimize esâretlerimizi hatırlattı, ruh dünyalarımızda ve vicdânî hayatlarımızda uyuyan insânî yanlarımızı harekete geçirerek, maâliyâta müştak gönüllerimize üst üste nefesler aldırdı, ötelerle alâkalı derinliklerimizi gözler önüne serdi, tekye, zâviye, mektep ve medresenin bütün vâridâtını birden başımıza boşalttı. Evet, Bedîüzzaman milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze kalındığı, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştu. O, upuzun ve karanlık yılların hazırlayıp sahneye sürdüğü dünya kadar felâket altında didinip duran talihsiz nesillerin, îmansızlık, dalâlet ve şüphe vadilerinde bocaladığını, kurtulmak istedikçe daha derin buhranlara gömüldüğünü gören, hisseden, görüp hissettiklerini vicdanının derinliklerinde duyan bir insan olarak, ilk günden itibaren hep müteheyyiç yaşadı.. sürekli düşündü.. devlet ve topluma alternatif tedaviler teklif etti.. ve bu şanlı fakat talihsiz millete, muhteşem fakat bahtsız ülkeye eski enginlik ve zenginliğini duyurmaya çalıştı. Bedîüzzaman, tâ Devlet-i Âliye döneminden başlayarak ülkenin pek çok yöresini dolaştı; en büyük şehirlerden en ücrâ kasabalara, nüfusu yoğun beldelerden, en tenhâ mıntıkalara kadar her yere uğradı.. uğradığı her yerde cehaletin hükümfermâ olduğunu, yığınların fakr u zarûretle kıvrandığını, insanımızın değişik buudlardaki iftiraklarla birbirini yiyip bitirdiğini gördü, ürperdi.. ve yaşadığı çağı çok iyi idrak etmiş bir mütefekkir olarak, o günkü perişan yığınlara ilim ruhu aşılamak istedi. Fakr u zarûret ve iktisâdî problemlerimiz üzerinde durdu. İftiraklarımıza çareler aradı ve hemen her zaman birlik ve beraberliğimizi solukladı.. solukladı ve milletimizi, bu bunalımlı günlerinde bir an bile yalnız bırakmadı. O, gezdiği her yerde âvâzı çıktığı kadar bağırıyor ve: 'Bu iç içe dertler eğer şimdi tedavi edilmez, yaralarımız, mâhir ve mütehassıs eller tarafından sarılmazsa, hastalıklarımız müzminleşir, yaralarımız da kangren ha(ini alır. İlmî, içtimâî, idârî dertlerimiz mutlaka teşhis edilmeli, maddî-manevî bütün problemlerimiz çözüme alınmalı ki, mevcudiyetimizi kemiren, varlığımızı temelinden sarsan ve bizi her gün daha fecî çukurlara sürükleyen sıkıntılara mâruz kalmayalım' diyordu. Bedîüzzaman'a göre, bugün olduğu gibi o gün de, bütün fenalıkların menbaı, cehalet, fakr u zarûret ve iftiraktı. Evet içtimâî sıkıntılarımızın en birinci sebebi, millî sefâletlerimizin en önemli sâiki cehalettir. Allah bilmeme, peygamber tanımama, dine karşı lâkayt kalma, maddî-mânevî târihî dinamiklerimizi görememe mânâsına gelen cehalet, hiç şüphesiz o gün-bugün başımızın en büyük belasıdır.. ve Bedîüzzaman da ömrünü bu öldürücü mikropla savaşa vakfetmişti. Ona göre kitleler, ilimle, irfanla aydınlatılmadıkça, toplum sistemli düşünmeye alıştırılmadıkça ve yanlış, sapık düşünce akımlarının önü alınmadıkça, milletimiz için kurtuluş ümidi beslemek abestir. Evet, o cehalet yüzünden değil midir ki; kâinât Kurân'dan, Kur'ân da kâinâttan koparıldı.. koparıldı ve biri, varlığın sırlarını bilmeyen, eşya ve hâdiselere kapalı, bağnaz ruhların hayal zindanlarında yetim kaldı; diğeri de her şeyi maddede arayan ve mânâya karşı bütün bütün kör, mük'ab cahillerin elinde bir kaos halini aldı. Yine bu cehalet sebebiyle değil midir ki; bu mübarek dünya, en münbit ovalan, en feyyaz obaları ve en bereketli ırmaklarına rağmen, zarûret ve sefâletlerin pençesinde inim inim inlemekte ve eski kapıkullarına dilencilik etmekte. Bu korkunç cehalet ve zarûret yüzünden değil midir ki; ülkenin dört bir yanında, toprağın altında sessiz sessiz yatan onca kıymettar madenlerimiz, haddi-hesabı bilinmeyen yer altı, yer üstü zenginliklerimiz başkalarının hazinelerine akarken, biz, perişan, derbeder ve korkunç bir borç şoku altında iki büklümüz. Evet, yıllardan beri milletimizi zebun eden bu bela yüzündendir ki, bîçâre işçi ve köylümüz, sürekli didinip durdukları, yıpranıp ezildikleri halde emeklerinin karşılığını tam olarak elde edememekte, elde ettiklerinin de bereketini bulamamakta, mutlu olamamakta ve taksit taksit kahrolup gitmektedir. Yine bu cehalet ve cehalet kaynaklı tefrika sebebiyledir ki; cihanın dört bir yanında bizimle alâkalı bir dünyada 'tegallübler, esaretler, tahakkümler, mezelletler, türlü iptilâlar, türlü türlü illetler' yaşandığı, hatta kan gövdeyi götürdüğü, ırzlar çiğnenip namuslar payimâl olduğu, dünya dengesizlikler ağında bir oraya, bir buraya kayıp durduğu halde, bir türlü tefrikadan sıyrılıp bu fecâyi ve bu fezâyie 'dur' diyemiyor; İslâm âleminin her gün daha korkunç, daha vahim uçurumlara yuvarlanması karşısında onun sıkıntılarına çare olamıyor, vahdet ruhuyla gerilemiyor ve çağımızla hesaplaşamıyoruz. Biz, milletçe, bu kahredici hastalıklar ağında kıvranırken, batının sûrî ve maddî terakkisi karşısında bir kısım kamaşan gözler, bulanan bakışlar ve dönen başlar, dimağlarını müspet fenlerle, gönüllerini dinî hakikatlerle donatıp, maddî-mânevî zenginliklere ereceklerine bütün bütün ruhsuz ve köksüz davranarak, mülî ve dinî en hayâtî dinamiklerimizi görmemezlikten gelerek, kör bir taklit ve şablonculukla, kitleleri millî seciyeden tecrit, tarih şuurundan mahrum, ahlâk ve fazîletten de yoksun bıraktılar. Bence, milleti kurtarma mülâhazasıyla sapılan bu ikinci yol ve gerçekleştirilen bu ikinci hareket daha zararlı oldu ve toplumun ruhunda onulmaz yaralar açtı. Birinci durum itibarıyla insanımız, seneler ve seneler boyu boğucu bir kâbus altında kıvranıp durmasına karşılık, ikinci hâl itibarıyla da millî faziletlerimiz, rûhî necâbetimiz, cihanpesendâne aksiyonumuz bütün bütün yıkılıp gitti. Bedîüzzaman, bu her iki cephedeki yanlış muâleceler ve bu yanlış muâlecelerin meydana getirdiği toplum çapındaki komplikasyonları göğüslemiş, asırlık yaralarımıza neşter vurmuş ve bu cerîhalan sebebiyet verdiği felaketleri teşrih ve teşhis edip çarelerini göstermek, ülke ve insanımızı yıkılıp gitmekten kurtarmak için tâ bidâyet-i hayatından Urfa'da Mevlâsına kavuşacağı âna kadar, hep yürekten ve samimi, hep tok sesli ve tok sözlü bu vatan evladı, ülkesine vefa hisleriyle dopdolu olarak, hep aynı şeyleri söylemiş, aynı ölçüde dertlerimizin üzerine yürümüş ve tedavi adına da aynı şeyleri takdim etmiştir. Toplumun kafasına birtakım yeni düşünceleri yerleştirmek ne kadar zor ise, seneler ve seneler boyu, onların dem ve damarlarına işlemiş anlayışlar, telâkkileri, geçmişten tevarüs edilen -yanlış, doğru- âdet ve ananeleri söküp atmak da o kadar çetin ve o kadar zordur. Dünden bugüne yığınlar, her zaman -yararlı veya zararlı bu kabil metrukatın tesirinde kalmış, ferdî ve içtîmaî hayatlarını böyle bir teessür atmosferi içinde örgütlemiş; alışılagelen şeylere uymayan ve umûmi hissi okşamayan hususlara karşı da nefret duymuş ve onlardan uzak kalmaya çalışmıştır. Bu his, bu duyuş ve kabullenişler bazen yanlış da olabilir. Eğer bu yanlış düşünce ve kanaatler kitleler tarafından hüsn-ü kabul görmüş, yaşana yaşana toplumun her kesimine mâl olmuş, hayatın her yanında dal-budak salarak kökleşmiş, güç kazanmış ise, bütün bu yanlış kanaatlerin yıkılması, toplum çapındaki inhirafların giderilmesi, varsa, küflü kanaatlerin temizlenip, düşünce ve vicdanların iyiden iyiye tahliye ve tahliyelerden (fena şeylerden arındırılıp iyi şeylerle donatılma) geçirilmesi lazımdır ki, milletçe geleceğe yürünebilsin. İşte Bedîüzzaman, gençlik günlerinden itibaren hep bu duygu ve bu düşünce içinde oldu. O, bu mevzuda, en küçük bir hakikati dahi gizlemeyi ülkesine ve insanına vefasızlık saydı; milletini de felâkete sürükleyen yanlış düşünce ve yanlış kararlar karşısında, kollarını makas gibi açtı ve avazı çıktığı kadar 'burası çıkmaz sokak' diye haykırdı. Onun fıtratı, yanlış vedinî değerlere ters şeyler karşısında fevkalâde müteheyyiç, ufku âlî ve himmeti de olabildiğince 'ulü'I-azmâne' idi. Koskoca bir milletin mahv u izmihlâline göz yumup lâkayt kalmak, bu arslan yürekli insanın tabiatına zıttı. O, milletçe kusurlarımızı ve felâket sebeplerimizi, hem de en derin, en gizli noktalarına kadar açarak, millete kendini sorgulama yollarını gösterdi. Sık sık ona inkıraz sebeplerini hatırlattı ve kurtuluş reçeteleri sundu.. sundu ve en acı hakikatleri hiç tereddüt etmeden haykırdı.. yanlış kanaatlerin, küflü düşüncelerin, küfür ve ilhâdın üzerine at sürdü.. ve hayatı boyunca da, hakikat nurlarının inkişafına mâni bütün engellere karşı sürekli mücadele etti. Hiç kimsenin dinî hakikatler adına bir şey söylemeye cesaret edemediği en kâbuslu dönemlerde o, uyutulmak istenen yığınlara teyakkuzlar çekti.. cehalet, fakr u zaruret ve iftiraka karşı savaş ilan etti.. toplumu saran çeşit çeşit vehimleri temelinden sarstı.. ateizm ve inkâr-ı ulûhiyete karşı bir sath-ı mücadele oluşturduğu gibi, bâtıl ve hurafeleri de kendi çıkmazları içinde boğdu. Her zaman, şâyân-ı hayret bir medenî cesaretle asırlık dertlerimizi teşrih etti ve tedâvi yollarını gösterdi. Araplar: 'En son ilaç dağlamadır' derler. O, bir-iki asırlık riya, gösteriş ve âlâyiş üzerine âdetâ bir kızgın demir bastı; saray ricalinden doğudaki aşiret reislerine, meşîhâttan askeri erkâna kadar herkesin ruhunda ma'kes bulacak çok yeni şeyler söyledi.. söyledi ve her kesimiyle milletin dikkatini kendi üzerine çekti. O, tabiatı îcâbı hep bu türlü şeylere karşı olsa da, yapılan şeylerin tabiatının gereği de böyle îcap ettiriyordu. O, hemen her kesime, sürekli cihad için kınından sıyrılacak kılıçtan evvel, fikir ve ruhlarımıza vurulan zincirlerin kınlması lazım geldiğini ihtar etti.. ve bir ba'sü ba'de'1-mevt müjdesiyle, genç nesillere İslâmî düşünceye giden yollan gösterdi. O, coğrâfî olarak ülkenin bölünmesinden, parçalanmasından, küçülmesinden korkuyor ve titriyordu ama, daha çok bu tür tersliklere sebebiyet verecek olan fikirlerin daralmasından, ruhların sefilleşmesinden, batı taklitçiliğinden ve şablonculuktan ürperiyordu. Bedîüzzaman, hep okuma, düşünme, çalışma diyor ve millet fertlerini mütekabil yalnızlıktan kurtarmak, mükemmel bir toplum ve ma'mur bir millet haline getirmek için durmadan çırpınıyordu. Ülke ve insanımızı böyle bir zirveye taşımak için de sürekli 'maârif' diyor, talim ve terbiyeden dem vuruyordu. Her tarafta neşr-i maârif ve her şekilde talim ve terbiye.. mescitler, medreseler, kışlalar, sokaklar, parklar, hatta hapishaneler bile bu eğitim seferberliğine katılmalıydı ona göre... Katılmalıydı: zira ancak maârif sayesinde, aklî ve mantıkî vahdet gerçekleşebilirdi. Önce, dimağ dimağa birleşip bütünleşemeyenler, bir yolda uzun zaman, beraberliklerini sürdüremezler. Evvelâ vicdanlar birleşmelidir ki, daha sonra gönüller ve eller de birleşebilsin. Böyle bir birleşmenin yolu da, hayatın dinî disiplinlere göre ele alınmasına, -kitap, sünnet ve selef-i sâlihînin sâfiyâne içtihatları mahfûz- zamanla mukayyet şeylerin çağın idrakine göre yorumlanmasına vâbestedir. Evet, insanımız bu asır ve bu asrın vâridat, mânâ ve yorumlarıyla mutlaka tanışmalı, barışmalı, ve uzlaşmalıydı. Dünya başını almış bir yerlere giderken, kendi dar kabuğumuza çekilip, inzivâya dalmak bizi öldürürdü. Bugünü yaşamak isteyenler mutlaka, hayatın çağlayanlarıyla, kendi irade, sa'y ve gayretleri arasındaki âhengi, uyumu ve desteği yakalama mecburiyetindedirler. Aksine, kâinattaki umûmî cereyana karşı direnmeleri, onların mahvolup gitmelerini netice verir. Eğer Bedîüzzaman soluk soluğa ülkenin dört bir yanına mesajlarını sunduğu zaman, onu anlayacak birkaç yüz aydın, düşüncelerinde ona destek olabilseydi, ihtimal bugün en zengin ülkelerden daha zengin, en medenî milletlerden daha medenî hâle gelmiş ve daha sonraları karşımıza çıkan her engeli aşabilecek güce ulaşarak, şimdilerde girilmiş gibi görülen bu nurlu yola tâ asrın başında girmiş ve bugünkü problemlerin pek çoğuyla karşılaşmamış olacaktık.. yine de her şeye rağmen ümitvârız. Ben, milletimizin, bütün bütün mânâ köklerinin kuruduğunu iddia edenlerin gaflet ve zühûllerine inanırım. Gerçi başka milletler gibi biz de düştük; bunu inkâr etmemize imkân yok. Ne var ki, doğrulup kendimize gelemeyeceğimizi de kimse iddia edemez. Şimdilerde, milletçe, eski rahat düşkünlüğü yerinde intibah nurları parıldıyor.. harem hisleriyle titrek ruhlarımızda taptaze bir canlılık ve bir dirilme sıcaklığı var.. Bu gelişmeleri, masmavi bahar günlerinin takip edeceği kuşkusuz. Ancak, dolaşıp yamaçlarımızda seccâde serecek Hızırlar ve korkmadan enginlere yelken açacak İlyaslar bekliyoruz. Bu konuda Bedîüzzaman önemli bir işarettir... 'Dehâ için intihap yoktur' derler; yani dehâ sahibi 'şunu yapayım, şunu yapmayayım' demez; 'şunu yapmak yararlı, şu da zararlı' diyerek, bir şeyin yapılacağına veya terkedileceğine hüküm vermez. O, ilâhî bir mevhibe, ledünnî bir saika ve şaika ile, çevresinin en derin, en şümullü ve zahirî, bâtınî, rûhî, içtimâî ihtiyaçlarını kucaklayacak çok üniteli bir güç kaynağı gibi pek çok şeyi omuzlayabilecek kuvvetleri ruhunda toplamış bir fıtrat harikasıdır. Bedîüzzaman ve onun arkada bıraktığı eserlerini tetkik edenler onda dehânın bütün hususlarının var olduğunu görürler. O, gençlik döneminde, çevresine sunduğu ilk deha solukları sayılan eserlerinden, mahkemeler, zindanlar ve sürgünlerle geçen çileli bir hayat içinde inkişaf edip gelişen olgunluk dönemi kitaplarına kadar hep o seviyeler üstü seviyesini korumuş ve her zaman dâhiyâne konuşmuştur. Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1994, Sayı 26 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#14 |
![]() Bazı kimseler görmemezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bedîüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddî düşünürü ve yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama kat'iyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep âlâyişten uzak kalmaya çalışmıştır. 'Şöhret ayırı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır...' sözü, onun bu konudaki altın beyanlarından sadece bir tanesi. O, yirminci asırda İslâm dünyasında, şimdilerde dünyanın dört bir yanında, her zaman listenin başında birkaç yazardan biri olarak tanınmış, her kesimce sevilerek okunmuş ve zamanın eskitemediği simâlardan biri olarak da tarihe mâl olmuştur.
Bedîüzzaman, materyalist düşüncenin, fikir hayatımızı hercümerc ettiği, komünizmin en çılgın dönemini yaşadığı, dünyanın en bunalımlı, en karanlık, en sıkıntılı günlerden geçtiği çok talihsiz bir zaman diliminde, îman ve ümit tüten eserleriyle, sarsıntı üstüne sarsıntı yaşayan insanımıza Hızır çeşmesine giden yolları gösterdi ve gezdiği her yerde yığınlara hep 'ba'sü ba'de'l mevt' üfledi. Onun, hepimizden ve herkesten evvel görüp sezdiği ve ele alıp çözmeye çalıştığı en büyük problem, küfür ve ilhad kaynaklı anarşi problemiydi. O, bütün hayatı boyunca, insanımıza, çağın bu hastalığının mutlaka aşılması lazım geldiğini salıkladı. Ve bu hususta insanüstü bir gayret sarfetti. Böylesine buhranlar içinde inim inim bir dünya ile karşılaşan Bedîüzzaman, kendini bekleyen sorumlulukların farkındaydı.. ve Kafdağı'ndan ağır böyle bir yükün altına girerken, fevkalâde mütevâzı, mahviyet içinde Ne büyük vehbi ilim sahipleri varmış . Aralarında yakın tarih olarak Bediüzzamanın gayretleri akıl alır gibi değil. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#15 |
![]() Faydalı çalışma olmuş.
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#16 |
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#17 |
![]() Hayat Felsefemiz İnsanların bir kısmı düşünmeden yaşar; bir kısmı da sadece düşünür, ama düşüncelerini kat'iyen hayata geçiremez. Olması gerekli olan şeye gelince o, düşünüp yaşamak, yaşarken de yeni yeni düşünce kombinezonları meydana getirerek daha farklı tefekkür varyasyonlarına açılmaktır. Düşünmeden yaşayanlar, başkalarının hayat felsefelerinin figürleri sayılırlar. Bunlar, sürekli şablondan şablona koşar, durmadan kalıp değiştirir ve ömür boyu duygu-düşünce inhirafları, şahsiyet kaymaları, sûret-sîret meshleri içinde çırpınır-durur ve hiçbir zaman kendileri olamazlar. Zaman zaman toplumun elde ettiği mazhariyetleri paylaştıkları ve yer yer bir kısım tevafuk esintilerinden -onların düşünce, şuur ve iradelerine terettüp ediyormuşçasına- yararlandıkları da olur ama, kat'iyen ruhlarını iradî meziyet ve faziletlerle rahatlatamaz, şahlandıramaz ve sonsuza yönlendiremezler. Bunlar, her zaman kısır, bereketsiz, durgun ve kokuşmaya açık birer su birikintisine benzerler. Öyle ki, hayatiyet adına bir şey ifade etmeleri şöyle dursun, zamanla çevrelerini tehdit eden birer virüs yumağı ve mikrop yuvası haline gelmeleri kaçınılmazdır. Bunlar, düşünceleri itibarıyla o kadar sığ, görüşleri itibarıyla da o kadar sathîdirler ki, tıpkı çocuklar gibi, görüp duydukları her şeyi taklit eder, bir o tarafta-bir bu tarafta kitlelerin arkasında sürüklenir gider ve hiçbir zaman kendilerini duymaya, kendilerini dinlemeye ve kendi değerlerini tetkik etmeye fırsat bulamazlar.. daha doğrusu kendilerinin de bir kısım değerlerinin var olduğunu asla hissedemezler. Hayatlarını cismânî ve bedenî duyguların âzâd kabul etmez köleleri gibi yaşar.. elde ettikleri ve edecekleri her fırsatı cismâniyetin dar çerçevesinde değerlendirir ve Allah'ın insaniyete en büyük lütufları sayılan kalb, irade, his ve şuurlarını, bedenî hazların değersiz birer vasıtası haline getirir ve ömürlerini bohemlik içinde geçirirler. Makam, mansıp, şöhret, menfaat ve yaşama tutkusu onların, hareket ve faaliyetlerini belirleyen en önde gelen âmillerdendir. Farkına varsınlar veya varmasınlar, her gün kendilerini bu öldürücü ağlardan birinin veya birkaçının içinde bulur, ruhlarını ölümlerin en reziliyle birkaç kere katlederler. Böyleleri'nin ne geçmişleri vardır ne de gelecekleri; Ömer Hayyam gibi 'Geçmiş-gelecek masal hep/Eğlenmene bak ömrünü berbat etme' der, hayvânî hislerini takip eder, dünyayı bir çayır, bir mera gibi değerlendirir ve hep insanî duygu, insanî melekelerine rağmen yaşarlar. Daha doğrusu, sürekli bir bataklık, bir levsiyât içinde çırpınır-dururlar. Hayatı düşünerek yaşayanlar ve derecelerine göre yaşadıkları hayatın her gününü, her saatini, yepyeni düşüncelerin limanları, rıhtımları, rampaları haline getirenlere gelince, onlar ömürlerini hep zaman üstü olmanın fevkalâdelikleri, sürprizleri, büyüleri içinde sürdürür; geçmişi mübarek bir kaynak gibi yudumlar, bir râyiha gibi ciğerlerine çeker, bir kitap gibi mütalâa eder ve geleceğe de bu donanımla yürür.. ve onu gönlünün bütün sıcaklığıyla kucaklar, ümitleriyle renklendirir, azim ve iradesiyle şekillendirir; içinde bulunduğu zaman parçasını da, yüksek ideallerini gerçekleştirmenin strateji merkezi, bu uğurda gerekli teknolojileri üretme atölyesi, nazarîden amelîye geçme köprüsü kabul eder ve hep zaman üstü, mekan üstü olmaya çalışırlar. Evet onlar, bir yandan varlık ve zamanı böyle bir perspektifle değerlendirirken, diğer yandan da maddî, cismânî hayatın darlığından sıyrılarak duygu ve düşünce âlemlerinin enginliklerine açılır ve bu fani, muvakkat hayat içinde ebediyet buudlu bir başka âlemin sonsuza açık yamaçlarında dolaşırlar; dolaşır, hem düşünceleri, hem hisleri, hem de ümitleriyle sürekli sonsuzu peyler, sonsuzluk duygusuyla yaşar; kalplerinin derinliklerinde oyup derinleştirdikleri ledünnî enginliklerde insan olmanın zenginliğini temâşâ eder ve gönüllerinde kurdukları ağlarla, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan hayalinin tasavvur edemeyeceği türden sürprizler avlamaya çalışırlar. Öyle ki, artık onların seviyeler üstü bilgi, marifet ve müktesebâtları, onlara, daha yukarıları, yukarıların da yukarısını gösterir ve her birine birer semavî üveyk olmayı vaat eder. Böyle düşünüp böyle yaşayanlara ve hayatlarını birer düşünce meşcereliği haline getirenlere, siz isterseniz hikmet erleri, isterseniz hidayet edâlı felsefe kahramanları diyebilirsiniz.. onları nasıl tanımlarsanız tanımlayın, eski dünyalardan şimdilere uzanan çizgide, tarihi bir dantela incelik ve zerafeti içinde örgüleyen aydınlık insanlar, hep bu üstün ruhlar arasından çıkmıştır. Hatta, dinden daha ziyade birer felsefî sisteme benzeyen, Brahmanizm, Budizm, Konfüçyizm, Taoizm ve Zerdüşt sistemi dahi, bu ruh kahramanlarının insanlığa birer armağanıdır. Geçmişin o upuzun düşünce cereyanlarının çağıltılarında, hep bu düşünce abidelerinin besteleri duyulur. Eski dünya, yeni dünya cihanın dört bir yanında, değişik dünya görüşleri, farklı hayat tarzları; evrensel medeniyet havuzları ve kültür zenginlikleri her zaman bu kahramanların tefekkür harmanlarının ürünü olagelmiştir. Onca tağyir, tahrif ve özlerinden uzaklaştırılmış olmalarına rağmen, dünya nüfusunun büyük bir bölümünün -bugünkü hayat biçimiyle telif edilmese bile- hâlâ o eski ruh, mânâ ve muhtevanın peşinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.. referansı kahraman temsilcileri, tahrife, tağyire uğramamış olanı bulacakları âna kadar da bu hüsn-ü zan ve hüsn-ü tevil hatasının devam etmesini tabiî karşılamak icâp edecek zannediyorum... Bu itibarla da, bugün bize düşen şey, kendi mânâ kökleriyle sımsıkı irtibatlı olarak yenilenmeye hazırlanırken, kendine yine kendi ruhundan aşı yapmasını bilen, yani dünkü güftelerimizi hiçbir şeye takılmadan bugün de yorumlayıp seslendirecek ve bize her zaman ayrı bir televvünle gönüllerimizin heyecanlarını duyurabilecek bu kahramanları yetiştirmek düşüyor. Aslında, onları yetiştireceğimiz güne kadar, iş bilmeyen yabancı çırakların elinde harap olup gideceğimiz de kaçınılmazdır. Tabiî bu arada, topyekün insanlık da, vicdanıyla arayıp aklıyla bir türlü bulamadığı ezelî ve evrensel değerlerin yerini hep, kendi kadim ustûreleriyle doldurmaya çalışacak ve tatminsizlikten bunalıma, bunalımdan yeni yeni tahriplere sürüklenip gidecektir. Bizim, birkaç asırdan beri, millî kültürümüzün mânâ köklerini teşkil eden İslâmî dinamiklere dayalı bir düşünce sistemimizin, bir hayat felsefemizin olmayışı, bize bağlı koca bir dünya ile beraber sürüm sürüm olmamızı netice vermiştir. Aristo düşüncesinde havuzlaşan Yunan felsefe sisteminin mütercimleri sayılan Kindîlerin, Fârâbîlerin, İbn-i Rüştlerin ve bir mânâda İbn-i Sinaların düşünce ve felsefî sistemlerini, kökleri semalara dayanan, ezel kadar eski ve her çağı kucaklayacak kadar da yenilerden yeni bizim hikmetler manzumesi düşünce sistemimizden ve hayat felsefemizden ayırmak icâp eder. Bizim fikir sistemimizde, lâhût, ceberût, melekût ve nâsût inişli, menşei belli ve aydınlık, yaratılış gerçeğine dayalı yorum söz konusudur. Böyle bir yorum ve tefsir kendi esprisiyle kavranabildiği takdirde, bugün de, kendi düşünce sistemimizi ortaya koymamız mümkün olacaktır ki bu aynı zamanda, dünya çapında en ciddî yenilenmelere vesile teşkil edecek ve çok zengin yollar açacaktır. Fatih cennet-mekân döneminden bugüne kadar, böyle bir düşünce sistemi adına pek çok teşebbüste bulunulmuştur ama, bu teşebbüsler hiçbir zaman beklenen hedefe ulaşmamıştır. Bu mülâhaza, bazı yönleri itibarıyla tartışmaya açık olsa da, genel olarak böyledir. Hocazâdelerden Molla Zeyreklere, Mustafa Reşit Paşalardan Meşrûtiyet mimarlarına, ondan yeni dönemin düşünce işçilerine kadar samimî-gayr-i samimî pek çok kimse, ma'şerî vicdandaki böyle bir arayış ve bekleyişe cevap bulmaya çalışmıştır ama; kimileri İbn-i Rüşd-İmam Gazâlî Tehâfütleri'ne takılıp kalmış, kimileri Fransız İhtilal-i Kebir'i ve Auguste Comte anaforlarında boğulup gitmiş, kimileri de Durkheim'in hezeyanlarıyla oyalanıp durmuş.. ve hep hareket halinde olunmuş ama, ya içinde yaşanılan çağ hiç hesaba katılmamış, ya sadece fantezilerin arkasından gidilmiş, ya da heva ve heves hüda sayılarak şaşkın şaşkın bin yıllık millî değerler târumâr edilmiştir... Bari şimdilerde olsun bütün bu olumsuzlukları aşabilseydik! Heyhât! O mevzuda da bütünüyle olumlu düşündüğümüz kat'iyen söylenemez. Bütün bu olumsuzlukları aşmayı ve kendi kaynaklarımızdan beslenen bir düşünce sistemi, bir millî felsefe geliştirmeyi ne kadar arzu ederdim!.. Hemen şunu da ifade etmeliyim ki, varlığı duyuş, seziş ve yorumlayış açıları farklı olduğundan, eğer, her şeyi üzerine bina edeceğimiz böyle sağlâm bir düşünce blokajı ve böyle bir felsefî sistemimiz olmazsa, görüşlerimiz sürekli birbiriyle çelişir ve 'teâruzlan-tesâkutların' ağında birbirimizi yer ve bitiririz. Evet, bugünümüz gibi, yarınlarımızın da bize âidiyeti mutlaka böyle bir usûl ve sistem sayesinde ve bütün nesillerin paylaşabileceği bir üslup örfânesiyle gerçekleştirilmelidir. Şayet duygu, düşünce ve hayat tarzımızda böyle bir vahdet olmazsa, bugün de yarın da millî birlik ve beraberlikten bahsetmemiz hamâsî bir temenniden ibaret kalacaktır. Zira herhangi bir sistemde, millî mantık, millî düşünce, millî muhakeme ve ruh vâridâtı çok önemlidir. Bir düşünce sistemi ancak milletin kendi aklından, kendi vicdanından ve kendi his âleminden kaynaklandığı ölçüde, o milletin his birliği, mantık birliği, muhakeme birliği ve beraberce yaşama suhûleti tahakkuk edebilir.. aksine, duyguların, düşüncelerin, yorumların ve üslupların birbirleriyle çarpıştığı, muhakemelerin birbiriyle çeliştiği bir ortamda çok hareket olsa da kat'iyen bereket olamaz; bereket olmak bir yana, bu türlü durumlarda her zaman bütün bütün yok olup gitmek söz konusudur. Evet, böylesine anlayış ve yorum kargaşalarının yaşandığı bir toplumda, her hamle, tıpkı birbiriyle çarpışan deniz dalgalarında olduğu gibi, sürekli kırılır ve kendi atâlet havuzuna boşalarak bir fasit daire içinde döner-durur. Deniz dalgalarının birbirini tesirsiz hale getirmelerinde, gizli bir kısım hikmetler bulunabilir; ama, bir toplum içindeki bu kabil müsademelerde sadece kokuşma, çözülme ve kendi kendini tüketme vardır. Öyle ki, böyle bir toplumda, âdeta herkes birbirinin kurdu ve her düşünce de bir ölüm projesi gibidir ki, böyle bir dünyaya gökten sürekli rahmet yağsa da, heyet-i içtimaiye her zaman bir güve tehdidi altında sayılır. Ve yine böyle bir toplumda her zaman tarihî değerler delik-deşik olmaya maruz ve mukaddesler de târumâr edilmekle yüz yüzedir.. evet, böyle yığınlar içinde ne yaşlılarda vefa, ne de gençlerde civanmertlik söz konusudur. İstikbâli omuzlarında bayraklaştıracaklarını beklediğimiz dinamik güçler, bir yandan bayrağa küfredip geçmişe söverken, diğer yandan da geleceği, rezaletlerini icra edecekleri bir çılgınlık arenası sanır; buna karşılık, kendilerini ürperten bir umursamazlığa salmış yaşlılar ve aydınlar ise âdeta, bu levsiyât düşüncesinin teşvikçisi gibi davranırlar. İfadeleri, yazıları-çizileri ve medyadaki programlarıyla ruhlardaki bohemliği coşturur ve basiretlere sürekli kezzap dökerler. Yeni Ümit, Ocak-Mart 1997, Cilt 5, Sayı 35 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#18 |
![]() Allah razı olsun kardeşim güzel işler yapıyorsun
![]() |
|
![]() |
![]() |
#19 |
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#20 |
![]() İdeal Nesiller Güzel günlerin arefesinde ve fecirlerin bayram solukladığı şu günlerde bir kısım aşılmaz gibi görünen buhranlarımızın bulunduğu da bir gerçek. İçtimâî sıkıntılar, millî dertler ve tabiî afetler gibi, toplumları saran krizler de günlük tedbirlerle çözülemez. Bu ölçüde krizlerin çözülmesi, toplum çapında basiret, ilim ve hikmetin yaygınlaşmasına bağlıdır. Aksine, hedefsiz, ufuksuz, günlük siyasî manevralar türünden politikalarla bu kabil problemleri çözmeye çalışmak, zaman israfından başka bir işe yaramayacaktır. Dünden bugüne, en yaygın kriz ve bunalımları, ruh, mânâ ve basiret İnsanlar, o engin ufukları, engin himmetleri sayesinde ve bir ölçüde bugünün güç kaynaklarını da gelecek hesabına harekete geçirerek, tasavvurlarımızı aşan bir kolaylıkla çözmüşlerdir. Biz, onların bu dâhiyâne tedbirlerini çok defa beşerüstü sanmış ve hayretten hayrete düşmüşüzdür. Oysaki, her muvaffak insanın yaptığı, onların da edip eylediği, sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine bahşettiği istidat ve imkânları sonuna kadar ve rantabl olarak kullanmaktan başka bir şey değildir. Evet onlar, oturur-kalkar, bugünle beraber yarınların hesaplarıyla meşgul olur.. ve halihazırdaki bütün imkân ve dinamikleri geleceğe ulaşma adına birer köprü malzemesi olarak kullanır ve bugünleri yarınlara taşımanın hesabıyla yutkunur dururlar.. yutkunur dururlar, zira problem çözme biraz da içinde bulunduğumuz zamanı aşmaya, daha doğrusu zaman üstü olmaya bağlıdır.. dünü-bugünü-yarını aynı netlikte görüp değerlendirebilme ölçüsünde zaman üstü olmaya. Bugünden yarınları kucaklama ve geleceğin ruh, mânâ ve muhtevâsını kavrama demek olan böyle bir düşünce enginliğine siz isterseniz 'ideal' de diyebilirsiniz ki, böyle bir ufka sahip olmayanın ne bunca problemin üstesinden gelebilmesi, ne de yarınlarımız adına herhangi bir şey vaat etmesi söz konusu olamaz. Firavunların, Nemrutların, Napolyonların, Sezarların, -bir kısım safderunlar gözlerinde büyütseler bile- ne o baş döndüren debdebe ve ihtişamları ne de o gürültülü hayatları kat'iyen istikbal vaat edici olmamıştır.. olamazdı da; zira bu insanlar, hakkı kuvvetin emrine vermiş, içtimâî rabıtaları hep menfaat etrafında aramış ve ömürlerini nefsânîliğin âzât kabul etmez köleleri olarak geçirmiş zavallılardı. Oysaki, başta Râşit Halifeler olmak üzere, Anadolu'yu yurt edinenler, neticeleri açısından, dünyaları aşıp ukbâya ulaşan öyle eserler ortaya koydular ki -muvakkat 'husûf' ve 'küsûf'lara aldanmayanlar için- bu eserler, çağlarla yarışacak mahiyettedir.. evet onlar, o dolu dolu ömürlerini yaşayıp gitseler de, sînelerde hep bir yâd-ı cemîl olarak yaşayacaklardır. Evet, bugün yurdumuzun dört bir yanında hâlâ, Alparslan, Melikşah, Osman Gazi ve Fatih'e ait ruh ve mânâ tütüp durmakta ve ruhlarımıza onların gaye-i hayallerinden ümitler ve müjdeler akmaktadır. Sezar, Roma mefkûresini kendi heva ve hevesine çiğnetmiş; Napolyon, Büyük Fransa idealini hırslarının ağına hapsetmiş ve öldürmüş; Hitler, Büyük Almanya gaye-i hayalini maceralı çılgınlıklarıyla yeyip bitirmişti. Halbuki, kahramanlıkları tamamiyet ve bitevîlik arz eden bu milletin mütemâdiliğe açık mefkûresi ise, her çeşit bayağılığın üstünde, zaferde de-hezimette de, uğrunda canların feda edildiği bir sancak gibi ta'ziz edilegelmiştir. Fatih o sancağın altında İstanbul'u çiğneyip geçti ve garbın âfâkında bir çığlık oldu inledi.. Kânûnî, batı yamaçlarında o livânın dalgalanışını temâşâ ede ede ötelere yürüdü.. Çanakkale kahramanlar, onun adına kanlarıyla 'Bedir' gibi destanlar yazdı ve Anadolu insanı binbir yoklukla kuşatıldığı bir dönemde ona son vefa borcunu edâ ederek mukaddes tarihimizin kalbiyle bir kere daha gürledi ve 'ebed-müddet' dedi. Mefkûre, mefkûre insanının elinde değerler üstü değerlere ulaşır ve zaferlerin, muvaffakiyetlerin büyüsü haline gelir. Eğer o mefkûreyi temsil edecek insanlar, o işin tam eri değilse, o mefkûre sancak olmadan çıkar; altında seviyesiz, âdi hırsların haykırıldığı bir flama olur. Böyle bir flama sokak çocuklarını bir araya getirip oyun türünden bazı hedeflere sevketse de, milletimizin ruh derinliklerindeki duyguları gerçekleştirmeye yetmez. Her şeyden evvel mefkûre insanı bir sevgi kahramanıdır. O, Allah'ı deli gibi sever ve bu engin sevginin kanatlan altında bütün varlığa karşı derin bir alâka duyar: Herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklar.. ülke ve insanını aşk ölçüsünde bir sevgiyle bağrına basar.. çocukları geleceğin tomurcukları gibi okşar ve koklar.. gençlere yüksek hedefler göstererek onlara ideal insan olmalarını salıklar.. yaşlıları en içten bir saygı ve hürmetle onore eder.. herkese karşı mutlaka bir diyalog yolu araştırır.. ve toplumun değişik kesimleri arasındaki uçurumları, geliştirdiği köprülerle buluşturur, belli nispette uyum içinde olanları da bütün bütün pürüzsüz hale getirmek için çırpınır durur. Gerçek mefkûre insanı, aynı zamanda bir hikmet eridir. O, her şeyi bir taraftan aklın ihatalı dünyasıyla temâşâ ederken, diğer taraftan da kalbin kadirşinas kıstaslarıyla tartar, muhasebe ve murâkabe kriterlerinden geçirir, muhakeme potasında yoğurur, şekillendirir ve her zaman aklın ziyâsıyla kalbin nurunu at başı götürmeye çalışır. Mefkûre insanı, içinde yaşadığı topluma karşı tam bir sorumluluk örneğidir. Hedefine ulaşma uğrunda -ki en başta Yaratan'ın hoşnutluğu gelir- Allah'ın kendisine bahşettiği her şeyi, hem de gözünü kırpmadan feda eder.. hiçbir şeyden korkup çekinmediği gibi, O'ndan gayrı hiçbir şeye de gönül kaptırmaz.. gözünde ne mutluluk tutkusu, ne de mutsuzluk endişesi vardır. O, ülküsü ve ülkesi pâyidar olduktan sonra, cehennemin alevleri içinde bulunmayı bile umursamayacak kadar bir mânâ Heraklitidir. Seviyeli bir mefkûre insanı, gönül verdiği değerlere saygıyı bir murâkabe derinliğiyle duyar, bir ibadet neşvesiyle yerine getirir ve hep bir aşk ve heyecan insanı olarak yaşar. İdeali uğrunda canını, cânânını, servetini-sâmânını, evladını-iyâlini, bugününü-yarınını bir çırpıda feda etmesini bilir ve hakka-hakikate, kılı kırk yararcasına riayetin yanında her zaman tercihlerini yüce mefkûresi istikametinde yapar. O, nefsine hâkim, hakikate mahkûm, makama-mansıba karşı alâkasız ve şöhret, tama', tenperverlik, rahat tutkusu gibi şeyleri öldürücü birer zehir kabul etme esprisiyle gönlünün derinliklerinde sürekli bir mücadele içindedir. Bu itibarla da o, kazanma kuşağında hep kazanır, kaybetme arenalarını da birer teknik başarı ringi haline getirir. Yürüdüğü bu ulular yolunda o, Hakk'ın hesaplarına o denli içten bağlıdır ki, gelip kendisine çarpan ihtiras fırtınaları ondaki hakperestlik hissini daha bir pekiştirir; kin, nefret tûfanları, onun ruhundaki sevgi ve şefkat fevvârelerini coşturur ve sıradan insanların takılıp kaldığı daha ne nimetleri çiğner geçer, ne hikmetleri göğüsler. Onu akıllara durgunluk veren gerçek ufkuyla düşündükçe, gözümüzün önünde âdeta peygamberâne azimler tüllenir, çağrışımların araladığı kapı aralarından duygularımıza insanüstü resimler akmaya başlar ve hayâl hanemiz tarihî kahramanlıklarla köpük köpük olur.. olur da, Afrika çöllerinde Ukbe'nin vefa ve samimiyetiyle ürperir.. Tarık'ın Herkül Burcu ötesindeki cesaret ve fütursuzluğuyla kendinden geçer.. Fatih'in azm u ikdâmını hayranlıkla temâşâ eder.. Plevne'de düşmana teslim olmayan kılıcı saygıyla öper.. ve nihayet başında güllelerin, bombaların patlamasını gülerek karşılayan Çanakkale Arslanlarını tazimle selâmlar. Evet, bugün bizim, şuna-buna değil; böyle yüksek karakterle idealize edilen ufuk insanlara ihtiyacımız var. Önümüzdeki yıllarda, milletimizin yeniden bir kere daha kuruluşunu, bu ruh ve mânâ erleri ve bu yüksek mefkûre insanları gerçekleştirecektir. Varlıklarının mâyeleri, îman, aşk, hikmet ve basiret olan bu yiğitler, dokuz-on asırdan beri, içten ve dıştan gelen onca saldırı karşısında asla eğilmemiş, sarsılmamış; belki biraz büzülmüş, daralmış ve fakat mutlaka daha bir salâbet kazanarak yarınlarla hesaplaşacak kıvama gelmiş ve olağanüstü bir ruh gücüyle nöbettarlığa hazır aktif bir bekleyiş içinde çağı süzmektedir. Evet, son birkaç asırdan beri, aşk, hikmet, basiret ve mesuliyet şuurunun daraldığı, büzüştüğü ve basit gündelik meselelerin gelip millet mefkûresinin yerine oturduğu bir gerçektir. Tabiî bu dönemde, yenilik adına bir şeyler yaptığımızdan söz etmemiz de mümkün değildir. Evet bu dönemde yenilik adına ortaya atılan şeyler seviyesiz birer taklitçilik ve dublajcılıktan ibaret kalmıştır. Milliyet düşüncesinin fıska bürünmesi ve millet ruhunun tahrip edilmesi diyebileceğimiz böyle bir şablonculuğun ise faydadan daha çok zararı olmuştur. Toplum bünyesinde üst üste meydana gelen tahriplerle millet kan kaybederken, hakikî dert bilinememiş, tedavi yolları belirlenememiş ve yanlış muâlecelerle yığınlar felç edilmiştir. Birkaç asırlık bu buhran dönemi, o azgın 'anilmerkez' feverânıyla günümüzde de hâlâ kendisini hissettirmektedir. Bu itibarla da, dün olduğu gibi bugün de eğer sıkıntıların gerçek sebepleri üzerinde durulmaz; ferdî, ailevî ve içtimâî dertlerimizin üzerine bir hekim hazâkatiyle gidilmez ve birkaç asırdan beri içinde çırpınıp durduğumuz levsiyat bataklığından çıkılmazsa, çare ararken hatadan hataya koşacak, buhranlarımızı daha bir derinleştirecek ve asla krizler fasit dairesinden sıyrılamayacağız. Zamanı elinde bulunduranlar, birkaç asırlık inatlarında devam ede dursunlar, duygu, düşünce ve aksiyonlarıyla geleceğe yönelmiş, ülküsünü, ülkesini ve insanını aşk derecesinde seven, hizmete kilitli ve sorumluluk duygusuyla yay gibi gergin ideal nesillerin, bütün bu olumsuzlukları aşıp, yeni oluşumlar gerçekleştireceklerine inancımız tamdır. Bir gün mutlaka, onlardaki bu aşk ve hizmet sevdası, içinde bulundukları toplumların bütün katmanlarına sızacak ve ulaştığı yerlerde birer rüşeyme dönüşecektir.. evet, madde ve cismâniyetin realitelerini kaldırıp bir tarafa fırlatacak olan bu düşünce, kendi dünya görüşü ve kendi hareket plânıyla bir kere daha kendi ruhunun gergefini mutlaka işleyecektir. Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1996, Cilt 5, Sayı 33 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|