AK Gençliğin Buluşma Noktası
Önden Giden Atlılar Önlerinde okyanus, Kızgın bir çöl arkada, Asıl içlerindedir, Zaptedilmez bir deniz, Önden giden atlılar...



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 06-02-2010, 19:09   #31
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Şûrâ
Şûrâ

Şûrâ, ilk mîrasçılar gibi günümüzün kutsileri için de en hayâtî bir vasıf, en esaslı bir kuraldır. Kur'ân'a göre o, mü'min bir toplumun en bariz alâmeti ve İslâm'a gönül vermiş bir cemaatin en önemli hususiyetidir. Kur'ân-ı Kerim'de şûrâ, namaz ve infakla aynı çizgide zikredilir ve 'Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icâbet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.' (Şûrâ, 42/38) buyurularak, şûrânın ibadet ölçüsünde bir muâmele olduğu hatırlatılır. Evet, bu İlâhî emirde, Allah'ın çağrısına icâbet ve bu icâbetin gereği ve neticesi sayılan namaz-şûrâ-infak zikredilerek bu hayâtî meselenin önemi vurgulanmıştır.
Bu itibarladır ki; şûrâyı önemsemeyen bir toplum tam mü'min sayılamayacağı gibi, onu uygulamayan bir cemaat de, kâmil mânâda Müslüman kabul edilmemiştir. İslâm dininde şûrâ, hem idare edenlerin hem de idare edilenlerin mutlaka uymaları lâzım gelen hayatî bir esastır. İdareci; siyaset, idare, teşrî` ve toplumla alâkalı daha pek çok meselede istişârede bulunmakla; idare edilenler de, kendi görüş ve düşüncelerini idarecilere bildirmekle sorumlu tutulmuşlardır.
Şûrânın önemiyle alâkalı bir sohbete mevzu olmuş aşağıdaki hususları kaydetmekte fayda mülâhaza ediyoruz: Evvelâ şûrâ, herhangi bir hususta verilecek kararların isabetli olabilmesinin ilk şartıdır. İyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitleri alınmadan fert ve toplumla alâkalı verilen kararlar, çok defa hüsran ve fiyasko ile neticelendiği görülmüştür. Kendi düşüncelerine kapalı ve başkalarının fikirlerine de saygılı olmayan biri, üstün bir fıtrat, seviyeli bir dimağ, hatta dâhi bile olsa, her düşüncesini meşverete arz eden sıradan ve düz bir insana göre daha çok yanılmalara maruzdur.
En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının düşüncelerinden de en çok yararlanan insandır. İş ve plânlarında kendi fikirleriyle yetinen, hatta onları zorla diğer insanlara da kabul ettirmeye çalışanlar, önemli bir dinamizmi elden kaçırdıkları gibi, çevrelerinden de sürekli nefret ve istiskal görürler.
Evet, bir insanın teşebbüs ettiği herhangi bir işinde en güzel neticelere ulaşmasının ilk şartı meşveret olduğu gibi; onun kendi gücünün kat kat üstünde önemli bir kuvvet kaynağına sahip olmasının yolu da başka değil yine meşverettir.
Evet, herhangi bir işe teşebbüs etmeden evvel, her türlü danışma ve araştırma yapılmak sûretiyle, sebepler bazında ve tedbir plânında kusur edilmemelidir ki, neticede kaderi tenkit ve çevreyi suçlama gibi, musîbeti ikileştiren zararlı davranışlara girilmesin.. evet, herhangi bir işe azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez, bilgi ve tecrübe sahipleriyle de görüşülmezse, hayâl kırıklığı ve nedâmet kaçınılmaz olur. Önü-arkası düşünülmeden içine girilmiş nice işler vardır ki, iki adım ileriye götürülememiş olmaktan başka, müteşebbislerin hem itibar kaybetmelerine, hem de inkisârlarına sebep olmuştur.
Bir sistem olarak İslâm nizâmını ayakta tutan dinamiklerin başında şûrâ gelir. Ferde-topluma, devlete-millete, ilme-maarife, iktisâdiyâta ve içtimâiyâta ait meselelerin çözümünde en önemli misyon ve vazife şûrâya aittir; tabiî bu meseleler hakkında mânâsı açık 'nass' mevcut değilse..
İslâm'da 'Devlet Şûrâsı' icrânın önünde ona rehberlik yapma konumunda bir müessesedir. Onun yerinde bugün 'Danıştay' vardır ama, İslâmî şûrâya göre fonksiyonu sınırlı, hareket sahası dar, sıkıştırılmış bir müessesedir.
Devlet reisi veya başyüce, Allah tarafından müeyyed olup vahiy ve ilhamla da beslense, yine istişâre etme zorunluluğu altındadır.. günümüze kadar da bu hep böyle devam edegelmiştir. Yer yer onu ihmal edenler olmuş ise de, büyük ölçüde, değişik ad ve ünvanlarla devam ettiren millet ve toplumların sayısı da az değildir. Aslında, bugüne kadar onu görmemezlikten gelen veya gözardı eden hiçbir toplum iflah olmamıştır. Zaten Efendimiz de ümmetin kurtuluş ve geleceğe yürümesini, 'İstişârede bulunan kaybetmez. ' sözleriyle meşverete bağlamıyor mu?
Kur'ân-ı Kerîm'de istişâre, iki âyette sarâhaten ele alınır; işâreten şûrâya temas eden âyât-ı Kur'âniye ise pek çoktur. Te'vilsiz, yorumsuz açıktan açığa şûrâ ile alâkalı bu iki âyetten biri, Âl-i İmrân sûre-i celîlesindeki: 'Bu iş hususunda onlarla istişârede bulun!' (3/159) âyeti, diğeri de Şûrâ sûre-i mübînindeki: 'Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir. ' (42/38) fermân-ı Sübhânîsidir. Ayrıca, şûrâyla alâkalı beyânın içinde bulunması itibârıyla, bu sûreye 'Şûrâ' isminin verilmesi de gayet mânidârdır!
Bu sûrede şûrâ, sahâbe-i kirâmın övgüye lâyık bir vasfı olarak ele alınıyor. Sanki 'Her işleri meşveret yörüngeli olan bu insanlar nasıf senâ edilmez ki' tarzında takdir buudlu bir hatırlatma yapılıyor.. evet, ashâbın senâ edilecek onca husûsiyetlerinin yanında burada, sadece 'şûrâ' kelimesi seçilerek onunla senâ edilmeleri, meşveretin ehemmiyeti adına çok önemli bir ipucu sayılır..
İstişâre, Kur'ân-ı Kerîm'de önemle üzerinde durulan bir kural olduğu gibi, sünnet-i seniyyede küçümsenmeyecek ölçüde üzerinde durulduğuna, hatta tahşidât yapıldığına şâhit oluruz. Efendimiz, hakkında nass vârid olmayan her meseleyi, kadın erkek, genç-ihtiyar herkesle istişâre ederdi ki, değişik sahalarda onca ilerlemeye rağmen, meşveret mevzuunda o gün ulaşılan noktaya henüz ulaşabildiğimiz söylenemez.
Evet, Allah Rasûlü, her meseleyi ashâbıyla istişâre ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, plânladığı her işi ma'şerî vicdana mâlediyor ve onun hissiyât, duygu ve temâyüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması plânlanan işlere, herkesin rûhen ve fikren iştirâkini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu.
Şimdi bu hususla alâkalı O'nun hayât-ı seniyyelerinden küçük bir kesit arz edelim:
Hazret-i Rûh-u Seyyidi'l-Enâm Uhud'a çıktıkları zaman, ashâbına bir kısım tavsiyelerde bulunmuş ve bir düzine strateji üzerinde durmuştu. Arkadaşlarından zımnî bir muhalefet bile almadan uygulamaya koyduğu bu şeyler arasında: Okçuların bir tepeye yerleştirilmesi, onların düşmanı nasıl karşılayacakları keyfiyeti, ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları lâzım geldiği hususu.. ve diğerleriyle beraber emre itaat edip zaaf göstermemeleri, ganimet arkasına düşmemeleri gibi tavsiyeler bunlardan bazıları.. ne var ki, ashap-ı kirâm, emre itaatteki inceliği anlasalar da, zaman itibarıyla emir süresinin bitmesinde içtihat hatasına düşmüş ve kapalı bir muhalefet tavrı almışlardı ki, Efendimiz, Uhud yolunda karşılaştığı zımnî muhalefetlerden biriyle karşı karşıya bulunuyordu. Şimdi, eğer O'nun yerinde böyle üst üste muhalefetlerle karşılaşan bir başkası olsaydı, bunca zarar ve zâyiattan sonra onları da, onların düşüncelerini de elinin tersiyle iter ve 'Gidin Allah'tan bulun!' derdi. Ama O, öyle yapmadı; arkadaşlarının sebebiyet verdiği ve hasımlarının gerçekleştirdiği en amansız tecavüzlerle yüzü-gözü kanlar içinde, bir sürü şehidin paramparça cesetleri karşısında ve arkadaşlarından bazılarının kendi başlarının derdine düştükleri, hatta bazılarının da 'Medine' yolunu tuttuğu hengâmda, O suçlu-suçsuz etrafında kümelenen insanlara, hiçbir şey olmamış gibi, Allah'ın: 'Bu iş husûsunda onlarla istişâre et!' âyetini onlara okuyor ve oturup yeniden onlarla meşverette bulunuyordu. Sadece meşveret etmekle de kalmıyor, onları bağışlaması lâzım geldiğini ve onlar hakkında istiğfar emri aldığını da onlara duyuruyordu.
Böylece Allah Rasûlü, hayât-ı seniyyelerini vahyin aydınlığında sürdürüyor olmalarına rağmen, meşveretle memur olduğunu da ortaya koyuyor; bununla idarecilere sorumluluklarını hatırlatıyor, idare edilenlere de düşüncelerinin değerlendirilmesi fırsatını veriyor.. ve onlara, idarecilere yardımcı olma yollarını açıyor, idarecilere de istibdâda girmemelerini hatırlatıyordu.
Ayrıca Uhud Harbini müteâkip: 'Bu iş husûsunda onlarla istişâre et!' fermân-ı Sübhânisi nazil olunca, Allah Rasûlü'nün şöyle buyurduğu nakledilir: 'Şüphesiz ne Allah'ın ne de Rasûlü'nün meşverete ihtiyâcı vardır. Ne var ki Allah onu, ümmete bir rahmet vesilesi kılmıştır. Kim istişârede bulunursa, o doğruya ulaşmaktan mahrum kalmaz.. kim de onu terk ederse sapıklığa düşer?' Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Allah, meşverete ihtiyâcı olmayan Nebîsine istişâreyi emretmekle, idarecilere şûrânın önemini hatırlatmak istiyordu.
İstişâre husûsunda, O'ndan şerefsüdûr olmuş:
'Meşverette bulunan pişman olmaz
'İstişâre eden zarar görmez.'
'Meşveret eden güvenlik içindedir.'
'İstişâre edip doğru neticede ulaşmamış bir topluluk yoktur' gibi.. dünya kadar pırlanta söz vardır.

Bütün bunlar nazara alarak İslâm ulemâsı, şûrânın, İslâm'ın temel prensiplerinden olduğunda ve mutlaka hayata mâledilmesi gerekli hükümlerden bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Değişik devirler, değişik zaman ve bir kısım husûsî şartlar muvâcehesinde tatbikatta bazı farklılıklar göze çarpsa da bu hep böyle olmuştur.
Elbette ki şûrâ İlâhî emirler önünde bir teşrî` kaynağı değildir. O bir kısım kanun ve prensiplere esas olmakla beraber, gerçek teşrî` kaynaklarına bağlılıkla sınırlandırılmıştır. Evet İslâm'da, hakkında sarîh 'nass' olan meseleler insanların müdahale sınırları dışında bırakılmıştır. Bu türlü meselelerde, sadece nassın ifade ettiği maksadın bulunabilmesi mülâhazasıyla şûrâya mürâcaat edilebilir. Hakkında İlâhî nass bulunmayan meseleler ise bütünüyle şûrâ sınırları içinde sayılır. Bu gibi hususlarda varılan netice ve verilen kararlara, nasslarda olduğu gibi uyma mecbûriyeti vardır.. ve artık bu kararların aleyhinde bulunulamaz.. onlara muhalif görüş ve düşünce serdedilemez. Şayet cumhura rağmen, varılan neticede bir yanlışlık varsa, o da yine bir istişâre ile giderilmelidir.
Şûrâ hakkındaki nasslar, bir mânâda umûmiyet ifade etse de, onlar belirli mevzularla alâkalı nasslar ve Allah Rasûlü'nün hareket ve davranışlarıyla da sınırlandırılmışlardır. Aslında İslâm'daki nasslar, küllî prensipler ve umûmî kaideler ifade eden, sayıları da fazla olmayan bir kısım meselelerin dışında, teferruât sayılabilecek konular üzerinde, tafsilatta bulunup fazla durmamıştır. Haklarında nass vârid olmayan mevzulara gelince, bunlar bütünüyle şûrâ alanı içine girerler ve meşverete açık meselelerdir.
İslâm'ın sarih olarak hakkında ahkâm vazettiği her mesele şûrâ sınırları dışında, hakkında açık bir hüküm bulunmayan hususlar da şûrâ sınırları içinde kalması gerçeğinden hareketle o, hemen her durum ve şart altında İslâm'a bağlılıkla sınırlı Kur'ân ve sünnet endeksli, Kitâbullah'la belirlenen gayeyi gerçekleştirmeye çalışır. Hiç şüphesiz, İslâm'ın hedeflediği hususların başında da, insanlar arasında eşitliğin tahakkuk ettirilmesi.. cehaletle savaşılıp bilginin yaygınlaştırılması.. her meselenin İslâmî kimlik etrafında örgülenip, Müslüman'ın kendi özüyle tersleşmesine meydan verilmemesi.. ülke insanının devletlerarası muvâzenede yer ve itibarını korumaya yönlendirilmesi.. fert ve toplum arasında içtimâî adaletin gerçekleştirilmesi.. her kesimiyle bütün bir milletin, hemen her ferdinde, sevgi, saygı, diğergâmlık ve maddî-mânevî füyûzât hislerinden fedâkarlıkta bulunarak başkaları için yaşayabilmesi duygularının geliştirilmesi.. dünya ve âhiret muvâzenesinin korunup kollanması.. iç ve dış siyasetin tanzim edilmesi.. dünyanın yakın takibe alınması.. ve icâbında bütün bir cihanla başa çıkabilecek güç kaynaklarının, hatta psikolojik savaş timlerinin hazırlanması veya modernizasyonu.. gibi hususları sıralayabiliriz. Bütün bunlar, eskiden beri büyük idarecilerin, insanüstü mütefekkirlerin ve devâsâ filozofların da ısrarla üzerinde durdukları insanlık meseleleridir. İslâm'ın Yüce Peygamberi de, hayat-ı seniyyeleri boyunca, teşrî` ve temsil sorumluluğu içinde hep bu hedefi takip etmiş ve insanlann hayatlarını, kültür faaliyetlerini, teşebbüs ve çalışmalarını, birbirleriyle olan münâsebetlerini bu esaslar üzerine oturtmuş; duygu, düşünce, akıl, mantık, his ve kalbleri arasındaki irtibatı da bu yolla tahakkuk ettirmiştir.
Şûrânın kendine göre vadettiği bir kısım neticeleri ve o neticelere ulaştıran bir kısım da kuralları vardır. Bu cümleden olarak; toplumun fikir ve müdahale seviyesini yükseltmek.. her yeni hâdisede onun görüşlerini alıp ona kendi önemini hatırlatmak, hatırlatıp alternatif düşünce üretmeye sevketmek.. İslâm'ın geleceği adına, şûrâ prensibini dinamik olarak sürekli gündemde tutmak.. bir ölçüde hemen her hâdise münâsebetiyle, 'Seuâd-ı A'zam 'ın idareye katılmasını sağlamak.. halkın idareyi kontrol edip, gerektiğinde onun idarecileri sorgulaması şuurunu canlı tutmak.. yöneticilerin sorumsuzca davranışlarını engelleyip tasarruflarını sınırlandırmak.. gibi hususları zikredebiliriz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, şûrânın bu hayâtî önemindendir ki, Allah, ashap-ı kirâmı senâ makamında 'Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir' buyurur. Ayrıca Efendimiz'e, Uhud'un sonuna doğru ve en ızdıraplı dakikalarında, o acı son ve ızdıraplı dakikalara sebebiyet veren ashâbıyla 'Bu iş hususunda onlarla istişarede bu/un!' diye bir kere daha meşvereti emreder ki fevkalâde mânidardır!
Şûrâ kuralıyla alâkalı şerefnüzûl olan her iki âyet de, olabildiğince esnek, her devrin ihtiyacını karşılayabilecek mahiyette ve bütün zamanları aşacak genişliktedir. Öyle ki, dünya ne kadar değişirse değişsin, zaman ne kadar başkalaşırsa başkalaşsın, hatta isterse insanlık gidip fezada kentler kursun bu nasslara yeni bir şeyler ilâve etme lüzumu duyulmayacaktır. Aslında, İslâm'ın diğer kaide ve prensipleri de aynı esneklik ve aynı evrenselliğe açıktırlar.. ve zamana rağmen hep gençliklerini ve geçerliliklerini korumuşlardır ve koruyacaklardır da..
Şûrâya esas teşkil eden şu hususları hatırlatmakta da yarar görüyoruz:
1) Şûrâ, hem idare eden hem de idare edilenler için bir haktır ve bu hakkı kullanma mevzuunda da, taraflardan birinin diğerine karşı hakk-ı rüçhâniyeti yoktur. Allah (celle celâluhu): 'Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir' buyurarak her iki tarafın da müsâvi olan konumlarına işaret buyurur. Bütün Müslümanlara ait işler herkesi alâkadar ettiği için, onlara ait meselelerin görüşülmesinde idare edenin de edilenin de hakları eşit kabul edilmiştir. Ancak bu hak, yer, zaman ve şartlara göre farklılaşabileceğinden, şûrânın icrâ ediliş şekli de farklı olabilir.
2) Toplumu alâkadar eden meselelerin meşverete sunulması, 'Bu iş hususunda onlarla istişârede bulun!' fermânı gereğince, şûrâya esas teşkil eden husûsu rey ashâbına arzetmesi bir sorumluluk olduğundan, idareci bu sorumluluğu yerine getirmediğinde mes'ul olacağı gibi, idare edilenler de, fikirlerinin alınmak istendiği konularda görüşlerini bildirmediklerinde mes'ul olurlar. Hatta sadece görüşlerini bildirmemekle değil, görüşlerinin alınmasında kararlı olmadıkları zaman da vatandaşlık vazifesini yerine getirmemiş sayılırlar.
3) Şûrânın, Allah rızası için ve Müslümanlar yararına yapılması, rüşvet, baskı ve tehditlerle istişare heyetin düşünce çizgisinin saptırılmasına meydan verilmemesi de önemli bir esastır. Allah Rasûlü, 'Kendisiyle istişâre edilen insan bir güven insanıdır; kendisine bir husus danışılan kimse kendi hakkında karar veriyor olma ölçüsünde düşüncesini bildirmelidir' buyururlar.
4) Meşverette her zaman icmâ olmayabilir; herkesin görüşünün tek bir noktada toplanmadığı durumlarda, ekseriyetin düşünce ve kanaatine göre amel edilir. Zira Sahib-i Şeriat'a göre ekseriyet icmâ hükmündedir. O:
'Allah eli (inâyeti) cemaat iledir.'
'Ümmetim sapıklıkta birleşmez.'
'Allah'tan, ümmetimin sapıklıkta içtimâ etmemesini istedim, O da bu isteğimi kabul buyurdu' beyanlarıyla çoğunluğun icmâ kuvvetinde olduğunu ve 'Sevâd-ı A'zam'a uyulması lâzım geldiğini ihtar eder ki, bu mevzuda hayat-ı seniyyelerinden pek çok misâl aktarmak mümkündür. Ezcümle, Bedir ve Uhud'un hem bidâyetindeki hem de nihâyetindeki meşveretler bu çizgide cereyan etmişlerdir.
5) İster icmâ kararıyla, ister çoğunluğun görüşüne göre olsun, şûrâ, usûlüne göre cereyan etmişse, artık orada üzerinde anlaşılan görüşe muhalefet etmek câiz değildir ve alternatif düşünceler ileri sürülemez. 'Ben farklı ve isabetli bir görüşte bulunmuştum' veya 'Ben muhalefet şerhi koymuştum' gibi sözlerle alınan karar aleyhinde rey izhar etmek düpedüz bozgunculuk ve günahtır. Allah Rasûlü, kendi içtihatlarına rağmen böyle bir çoğunluğun görüşlerine uyarak Uhud'a çıkmış, sonra da evvel ve âhir, hatalı da olsa, ekseriyetin içtihatlarıyla alâkalı hiçbir beyanda bulunmuştur. Kaldı ki, Kur'ân-ı Kerîm, Uhud'a hazırlanırken irtikap edilen o mukarrabînın zellesinin sorgulanabileceği işaretini de vermişti..
6) Şûrâ, mevcut problemleri çözmekle meşgul olur; muhtemel hâdiselerle alâkalı tahminî kararlar üzerinde fazla durmaz. Zaten, İslâmî hayat, nassların ışığı altında sürüp gitmektedir. O çerçevenin dışında cereyan eden vak'alar veya mutlaka gerçekleştirilmesi lâzım gelen plân ve projeler ise, o vak'a ve o projelerin hususiyetleri de nazar-ı itibara alınarak, her hâdise, her plân kendi cereyan keyfiyetine göre kendi içinde çözülmelidir.
7) Şûrâyı teşkil eden heyet ihtiyaç hâsıl olunca biraraya gelir.. ve problemleri çözüp, plân ve projeleri nihâî duruma getirecekleri âna kadar da çalışmasını sürdürür. Onun periyodik olarak icrâ edileceğine dâir herhangi bir nass olmadığı gibi, maaşlı ve ücretli adamlarla yürütüldüğüne dair de herhangi bir işaret mevcut değildir. Teşrî` döneminden sonraki tatbikat ise bizi bağlamaz. Zaten, şûrânın maaşlı memurlarla yürütülmesi beraberinde bir kısım problemleri de getirir...
Şûrâ söz konusu olunca kimlerle meşveret edileceği hususu üzerinde de durmak îcap eder. Bütün bir ülke insanını bir araya getirip hepsiyle birden istişâre etmek mümkün olmadığına göre, onun sınırlı bir kadro ile gerçekleştirilmesi zarûreti doğar. Ayrıca, istişâreye arz edilen konular, büyük ölçüde ilim, mümârese, ihtisas ve tecrübe istediğinden, şûrânın da bu hususlarla temâyüz etmiş şahıslardan teşkil edilmesi îcap eder ki, bu da ancak, ulemânın 'ehlü'-hall ve'l-akd' dedikleri her meseleyi çözebilecek bir baş yüceler heyeti olabilir. Husûsuyla hayatın bütün bütün giriftleştiği, dünyanın globalleştiği ve her problemin bir dünya problemi hâline geldiği günümüzde, İslâmî mânâ, İslâmî n.ıh ve İslâmî ilimlerin yanında, Müslümanlar için çok defa maslahat sayılan diğer ilim, fen ve teknikle alâkalı konuları bilen kimselerin de bu baş yüceler içinde bulunması şarttır. Bu ikinci şıktaki hususlar, dine uygunluğu, dinî otoritelerce kontrol edilmesi kaydıyla, her zaman değişik sahalardaki ihtisas erbâbıyla yapılabilir. Aslında şûrâ, ehlü'-hall ve'-akd'e bırakıldığı gibi, onun değişik zaman ve değişik keyfiyetlere göre icrâ şekli de yine onlara havale edilmiştir. Dönüp tarihe baktığımız zaman, değişik devirler ve ayrı ayrı ahvâl itibârıyla onun tatbikatındaki farklılıkları görmek mümkündür. Evet, tarih boyunca o, yer yer dar dairede, zaman zaman da genişletilmiş olarak; bazen sırf siviller arasında, bazen de askeriye ve ilmiyeye de kapılarını açarak bir hayli farklılıklara sahne olmuştur. Ama, bu onun değiştirilmeye maruz bir kural olmasından değil, her devirde uygulanabilirliğindeki esnekliğinden ve evrenselliğindendir.
Değişik şart ve değişik devirlere göre şûrânın icrâ şekli ve heyet mozayiği değişse de, onu teşkil eden baş yücelerin, ilim, adalet, görüş ve tecrübe sahibi, hikmet ve ferâset erbâbı olmaları vasfı değişmez. Adalet; farzları yerine getirip haramlardan sakınmak ve insanî değerlere ters işler yapmamak demektir. İlim; dinî, idârî, siyâsî ve fennî uzmanlık demektir. Her ferdin değişik ilim dallarında ihtisas erbabı olması gerekmese de, heyet ve şahs-ı manevînin, yukarda zikredilen mevzulara açık olması yeter. Bazen görgü ve tecrübenin esas olduğu hususlarda, ilmiyeden olmasa bile, tecrübe sahiplerinin görüş ve düşünceleri de alınabilir. Hikmet; ilim, hilim, mânâyı nübüvvet anlamlarına geldiği gibi, eşyanın perde arkasına ıttılâ, halka kapalı olan şeyleri ferâset nûruyla görüp sezme; ferdî ve içtimâî problemleri çözebilme istidat, kabiliyet ve fetâneti mânâlarına da hamledilmiştir ki, her zaman erbabı az, değeri yüksek bir vasıf olarak görülmüş ve kabul edilmiştir.
Efendimizin, bütün hayat-ı seniyyelerinde şûrâya verdiği önem ve değişik yaş ve baştaki insanların görüş ve düşüncelerine saygı da üzerinde durulması îcap eden başlı başına bir mevzudur. Evet, O, hemen her zaman başkalarının düşüncelerine başvurur.. herkesin fikrini alır ve şûrâ yoluyla alternatif plân ve projeleri daha sağlam bir zemine oturtma yollarını araştırırdı. Bazen rey ve görüş sahiplerine birer birer düşüncelerini açarak, bazen de ashap-ı reyi bir araya getirerek kararların kolektif şuûra dayandırılmasına fevkalâde önem verirdi. Şimdi, isterseniz bu hususu tenvir için birkaç örnek arz edelim; sonra da konuyu noktalayalım:
1) İlk Hâdisesi (münafıkların Âişe Vâlidemize iftira vakası) münasebetiyle Hz. Ali, Hz. Ömer, Zeynep binti Cahş ve Berîre gibi pek çok sahâbî (rıdvânullâhi aleyhim) efendilerimizle istişâre etmişti. Hz. Ali, Efendimiz'in, içinde bulunduğu sıkıntıdan sıyrılması istikametinde izhar-ı reyde bulunmuş; Hz. Ömer, Zeynep ve Berîre gibi pek çok mübarek zevât ise Âişe Vâlidemiz'in muallâ ve müzekkâ olduğu üzerinde durmuşlardı. Hatta, senet açısından tenkit edilse de, bu istişâre münasebetiyle, Efendimiz ve Hz. Ömer arasında şöyle latîf bir muhâverenin cereyan ettiği de kaydedilir: Allah Rasûlü, Hz. Ömer'e, Âişe Vâlidemiz hakkındaki düşüncesini sorar. Hz. Ömer: 'Yâ Rasûlallah Âişe kat'iyen pâk ve temizdir' der. Efendimiz; Âişe Vâlidemiz'in pâk ve temiz olduğuna nasıl hükmettiğini sorunca da, Hz. Ömer şöyle buyurur: 'Bir gün bize namaz kıldırıyordunuz. Tam namaz esnasında, ayağınızdaki nalınları çıkarıverdiniz. Namazdan sonra keyfiyet sorulunca, ayakkabınıza bir pislik bulaşmış olduğunu ve Cebrâil'in gelip bunu haber verdiğini; bunun üzerine de ayakkabınızı çıkardığınızı ifade etmiştiniz.. şimdi eğer, pâkize zevcenize böyle bir şey bulaşmış olsaydı Allah onu hiç haber vermez miydi..?' Bu vak'anın aslı hadîs kriterlerine takılsa da, faslı üzerinde bir şey söylenemez.
2) Bedir'e çıkılacağı zaman Allah Rasûlü, hem muhâcirîn hem de ensârla istişâre etmişti. Muhâcirler adına Mikdat (ra), ensâr adına da Sa'd b. Muaz, birbirine yakın ve Allah Rasûlü'nün görüş ve düşüncelerini destekler mâhiyette îman, teslimiyet ve heyecanla köpüren konuşmalar yapmış ve başında bulundukları toplumları, orada alınan kararlara ve o kararları yerine getirmeye imâle etmişlerdi. Görüldüğü gibi burada da yine Allah Rasûlü, bir kısım hayatî kararları umûma mâlediyor ve ma'şerî vicdanı yanına alarak hedefine öyle yürüyordu.
3) Ve yine Bedir'de İslâm ordusunun nerede konaklayacağı, hangi vadilerde düşmanla karşılaşacağı hususlarını Hubab b. Münzir gibi sahâbilerle görüşüyor ve onların görüşleri istikametinde karar veriyordu ki, o kararlar çerçevesinde hareket eden İslâm ordusu, kendilerinden üç-dört kat fazla düşman birliklerini bir hamlede ezip geçiyor ve zafer neşideleriyle Medine'ye dönüyordu.
4) Ahzap vak'asında, ashap-ı kirâmla istişâreleri esnasında, Selmân-ı Fârisî'nin düşüncelerine temâyül göstermeleri ve düşmanın Medine'ye sızması muhtemel noktalarda hendekler kazdırması O'nun meşverete verdiği önemi aksettiren aynı bir tablo..
5) O, Hudeybiye musâlahası esnasında da istişâreye fevkalâde önem vermiş; herkesin görüş ve düşüncelerini aldıktan sonra Ümm-ü Seleme Vâlidemiz'le de meşverette bulunmayı ihmâl etmemiş; sonra da zâtî temâyülleri istikametinde ortaya konan görüşlere göre bir yol ve strateji belirlemiş ve muhakkak bir hezimeti zafere çevirerek Medine'ye öyle dönmüştü. O'nun hayat-ı seniyyeleri yakından takip edildiğinde, vahyin sınırları dışında kalan her mesele ve her problemin şûrâdan geçirildiği ve ma'şerî vicdana arz edildikten sonra icrâya konduğu görülür ki, daha sonraları, değişik İslâm devletlerinde müşâhede ettiğimiz meşveret meclisleri bu ilk şûrâ ve şûrâ heyetinin basit bir kopyasından başka bir şey değildir.
Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1994, Cilt 3, Sayı 24
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-04-2010, 19:50   #32
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Ümit Nesilleri (1)
Ümit Nesilleri (1)

Ümit nesilleri, şimdiler itibarıyla, ilim, îman, ahlâk, sanat anlayışının eri; bizden sonra geleceklerin de ruh mimarlarıdır. Bunlar, gönüllerinin ötelerle beslenen dupduru ilhâmlarını muhtaç sînelere boşaltarak toplumun her kesiminde yepyeni oluşumlar meydana getireceklerdir. Yakın tarihimiz itibarıyla art arda pek çok neslin nasipsizliği, heder olup gitmesi, hattâ çılgınlık ve hezeyânı, büyük ölçüde böyle bir ümit nesliyle buluşamayışından kaynaklanmıştır.
Sonra bir-iki asırlık tarihimiz açısından biz, başarı ortamlarında bile hezîmet üstüne hezîmet yaşadık ve çok defa kazanma kuşağında hep kaybettik. Birbirimizin kurdu gibi davrandığımız bu dönemde, arkadan gelen nesillere kin, nefret ve siyaset hırsı miras bıraktık. Evet bu dönemde siyasetin içinde olanlar da, dıştan ona destek verenler de ya kendi ekip ve kadrolarının başa geçirilmesi için her vesîleyi meşrû saydı ve akla-hayâle gelmedik entrikalara girdi, ya da iktidârın el değiştirmesiyle pek çok şeyin değişeceğini ve vatanın kurtulacağını vehmettiler. Ne ilkler ne de ikinciler hedeflenen noktaya ulaşabilmenin, ancak îman, ilim, ahlâk, düşünce ve fazîlet yörüngeli bir inkılâpla mümkün olabileceğini katiyen anlayamadılar; anlayamadıkları için de, arzu edilen büyük 'değişim' ve 'dönüşüm'ü içi boş, mânâsız, sûrî ve şeklî bazı değişikliklerde gördü ve âdeta koskocaman bir tarihî restorasyonda boyaya-badanaya ve makyaja takılıp kaldılar. Dahası bazıları, milliyet düşüncesi gibi yüksek bir mefkûreyi -gerçek millî değerlerimize yabancı olduklarından ötürü- tıpkı toy Faust gibi, çok önemsiz şeyler karşısında şeytana sattılar... ve yine bunlar, hâlin gereklerine göre, bir kısım muvakkat menfaat ve çıkarları açısından, bir gün şöyle bir millet-bir gün böyle bir millet olma, daha doğrusu görünme garâbeti içinde sürekli çırpınıp durdu; kâh Turancılık soluklandı, kâh çiftçi-köylü millet olduğunu mırıldandı, kâh aristokrasiden dem vurdu, kâh demokrasi dedi, kâh komünizme göz kırptı ve fakat bir türlü yüzüp-gezmeden kurtulamadı. Öyle ki, bir zamanlar Fransız fantezisi, başka bir dönemde İngiltere hayranlığı, derken Almanya tutkusu ve arkadan ve Amerika aşk u iştiyâkı, hususuyla da aydınımızın o kritersiz ve karışık iştihâsı adına hep hayatı yorumlama dinamizmimiz ve geleceğe açılma rıhtımlarımız oldu.
Oysaki, milletçe müşterek mefkûremiz olan din ve milliyet duygusu, her türlü fantezinin üstünde ve ferdî ruhların hakîkatını aşkın, sağlam bir inancın, temelleşmiş bir düşüncenin, oturmuş bir ahlâkın, ruhlara mâl olmuş bir fazîletin o muhkemlerden muhkem blokajına oturtulmalıydı. Evet, her günü aynı istikamette, kendi ruh ve mânâ zenginlikleri yörüngesinde her türlü açılım ve 'değişim'e açık, Hak rızası eksenli, menfaat ve çıkar mülâhazalarına karşı bütün bütün kapalı bir ahlâk hareketidir ki, gelecek nesillere beklediğimiz kurtuluşu vaat edecektir. Aksine, düşünce dünyamızda bir sürü zikzak, gönüllerimizde sakînleşmemiş karmakarışık bir inanç, kafalarımızda birbirinden farklı bir sürü 'yönetim' ve çok medeniyet telâkkîli bir anlayışla, milletimizin öz malı olan bir ruh ve mânâya sahip çıkmamız, onu korumaya olmamız ve gelecek nesillere, emânette emîn birer emânetçi olarak ulaştırmamız imkânsız gibi gözükmektedir.
Yakın geçmişimizde, bize ait değerlerin zayi olup gitmesiyle yaşadığımız o bunalımlı dönemleri bilenler bilirler; pek çok farklı anlayışı, birbirinden çok uzak telâkkîleri, birbirini nakzeden düşünceleri uzlaştırarak, kendimize yeni bir üslûp, yeni bir hayat felsefesi çıkarmayı çok düşünmüşüzdür. Heyhat!. Nice ömürler heder olup gitti; biz hâlâ bir şeyler çıkaracağımız kuruntularıyla tesellî olmaktayız. Bana öyle geliyor ki, bugüne kadar yeni bir üslûp, yeni bir hayat felsefesi ortaya koyamadığımız gibi bundan sonra da koymamız oldukça zor olacaktır; zira kendi hayatımızın ruh ve mânâ köklerine sahip çıkmadan, düşüncede yeni bir terkibe, kendimizi ifade etmede taze bir üslûba ulaşmamız mümkün değildir. Yeni bir düşünce sistemi ve taze bir üslûba ulaşmak şöyle dursun, her zaman ruhumuzdaki pek çok çatallı ikilemlerin tesirinde, birkaç şey birden hissetmemiz lazım geliyormuşçasına sürekli bir bulantı yaşadık.. ve tabiî bu arada yer yer elde ettiğimiz fırsatlar, sahip olduğumuz potansiyel güç ve kuvvetler de boşu boşuna heba olup gitti.
Biz, bir-iki asırdan beri bir şeyler yapıyor gibi görünsek de, tarihin derinliklerinden akıp gelen kendi inancımız, kendi düşünce tarzımız, kendi ahlâkımız, kendi kültürümüz, kendi sanatımız, kendi iktisadiyatımız ve kendi idare şeklimiz adına inandırıcı, imrendirici bir eser ortaya koyamamışızdır. Bazı dönemlerde ya fantastik veya gençlik hevesatını şahlandırmaya matuf plastize bir kısım şeyler gerçekleştirirse de hakikî ihtiyaçlarımız, çağın yorumlanması, ilmin değerlendirilmesi, vifak ve ittifak esprisinin kavranması ve uzun zamandan beri bizi iki büklüm eden zaruretlerin aşılması gibi.. hususlarla alâkalı birkaç düzine mesnetsiz temennilerden ileriye gidilememiştir. Hislerimizle bizi esir edip oyalayan bu dar görüş ve bu çelimsiz düşüncelerden kurtulmamız, ancak yaşadığımız çağın idrakinde, ilim iştiyakıyla şahlanmış hakikat âşığı; bugünün gerçek sıkıntıları ve yarının mutasavver ızdıraplarıyla kamburlaşmış; davranışları içinin akisleri, sözleri gönlünün solukları; her zaman ufuk ötesini temâşâ edebilen idrak, basiret ve ledünniyat kahramanları sayesinde gerçekleşecektir.. belli bir noktaya çekip yükseltmek istedikleri nesiller karşısında onun ızdıraplarıyla inleyen, onun bulanık geleceğini ruhunda gözyaşlarına çevirip Eyyûb gibi ağlayan ve onun bugünkü ve yarınki acılarını onunla paylaşan, lezzetlerini de Hak'tan gelmiş nimetler mülâhazasıyla değerlendirip şükürle şahlanan ledünniyat kahramanları. Bunlardır ki, yüzlerce senelik canlı ve renkli tarihimizden güç ve ilham alarak bize, hakikî ve durulardan duru bir millet olma ruhunu üfleyerek gençlerimizi îman, ümit ve hareket mefkûresi ile coşturup, uzun zamandan beri korkunç bir humûdetin öldürücü ağında durgunlaşmış millî mefkûremizin havuzunda yeni yeni mecrâlar meydana getireceklerdir. Bizler de, millet olarak bu mecrâlar içinde, bir zaman gönlümüzde yitirdiğimiz mâbede koşarak orada vuslat gözyaşları dökecek.. cennet köşkleri kadar sıcak kendi yuvalarımıza dönüp, hayli zamandan beri kaybettiğimiz cennetlerin akisleriyle buluşacak; kâideleri, hakikat arayışı ve ilim aşkı olan kendi mektebimizi yeniden keşfederek onun kâinata açık menfezlerinden varlıkla bir kere daha tanışacak; herkesi daha çok severek, her şeyi paylaşmasını bilecek ve daha çok muzdarip yaşamak ahlâkıyla herkesi gönlümüzün zümrütten yamaçlarında kucaklayacak.. varlık karşısında sanat duygusuyla coşacak; beşerî münasebetlerde iç iniltiler, hafakanlar ve gözyaşlarıyla düşünecek, düşünecek ve kendimizi ifade edeceğiz.
Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1997, Cilt 5, Sayı 36
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-04-2010, 19:53   #33
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Ümit Nesilleri (2)
Ümit Nesilleri (2)

Milletçe yeni bir 'ba'sü ba'de'l-mevt'i yaşamamız, tenlerimizde can, damarlarımızda kan birkaç düzine kahramana vâbestedir.. ilim ufkunun ötesinde hakîkat nurlarına ulaşabilmiş, bedene ait arzu ve isteklerini zarûret çerçevesi içinde zapt u rapt altına almış; vicdânlarında her zaman farklı bir mâverâîlik armonisiyle Allah'a çağrıldıklarını duyan, heyecan ve hıçkırıklarının 'bî hurûf u lafz u savt' beyânıyla hep O'nu seslendiren, O'nunla nefes alıp-veren birkaç düzine kahramana.
Bu kahramanlar, tâ baştan hakîkatin âzat kabul etmez köleliğine kendilerini hazırladıkları için, hiçbir zaman toplumdaki dağınık isteklerin hizmetkârı ve esîri olmayacak; her zaman boyunlarında Hakk'a kulluğun tasmasını hissederek sürekli sonsuzluk mülâhazasıyla oturup-kalkacak; ömürlerini ilhâm sağanakları altında sürdürecek, her yeni ilhâmla daha başka vâridât kapılarını zorlayarak, birlerini binlere ulaştırma mazhariyetiyle kendi farklılıklarını duyacak ve her an ayrı bir fenâ içinde bekânın zevk, lezzet ve hazlarını yudumlayacaklardır.
Bu kahramanların sergüzeşt-i hayatları, îman, irfan, muhabbet, aşk ve rûhânî çerçevesinde yenilenip duracak; düşünce ufukları, fânîleri sonsuzdan ayıran enginlikte kanat çırpıp pervâz edecektir. Sermayeleri ilim, îman, dayanakları Kudreti Sonsuz ve yolları da bugüne kadar gelmiş-geçmiş Hakk'ın sâlih kullarının yürüdüğü şehrâh. Dinin yenilmez gücüne, Allah'ın sürpriz inâyetlerine güvenerek yürüyecekler ebedlere kadar. Ve böylece bir ilhâd ve fetret dönemi daha kendi gayr-i tabiîliğinin gayyâlarında boğulup gidecek.
Tarihin hiçbir döneminde insanoğlu ilimsiz, îmansız, yaşamadığı gibi medeniyetler de mabetsiz ve Mabutsuz olamamışlardır. Zaman zaman insanlık, kendi eliyle kendi ufkunu karartarak ilimsizlik ve îmansızlık gayyâlarına yuvarlanmış ise de, hemen her düşüşünde, vicdanın Allah'la alâkasını daha derinden duyarak, daha tutarlı, daha anlamlı, daha hızlı ve daha çalımlı bir yönelişe geçmiştir. Bu itibarla da mabet ve Mâbud adına medeniyetlerin, ilim ve îman adına da insanlığın, boşlukta kalması, boşlukta yaşaması hep muvakkat olmuştur.. bundan sonra da öyle olacaktır.. öyle olacak ve kıyamet kopup dünyalar yıkılıncaya kadar, mabet-Mâbud düşüncesi insanlığın gönlünden sökülüp atılamayacak ve beşer hiçbir zaman bütün bütün Allah'tan koparılamayacaktır. Vicdanlar temelde Allah'a açık oldukları için, zaman zaman ufukların kararması tıpkı 'hüsûf' ve 'küsûf' hadiselerinde olduğu gibi gelip-geçici olacak ve kararmaları aydınlanmalar, gurupları da tulûlar takip edecek.. ve gün gelip, zaman da zamanın içindekiler de, plânları ötede belirlenmiş, kararları önceden verilmiş Allah'ın o karşı koyulmaz hükümleriyle yine O'nun tayin buyurduğu yörüngeye oturacaktır.
Günümüzün nesilleri hemen her yerde, kendi özünü, vicdanındaki dünyasını, ve bir zamanlar yitirdiği cennetleri arıyor. Bu ölçüde de olsa böyle bir yöneliş, onun kahramanını bulması ve Hak çizgisine ulaşması adına yetecektir. Değil mi ki, artık vicdanlar, tabiatlarının yörüngesine oturdu.. ve Allah, kulaklarımızdan, gözlerimizden, duygularımızdan içimize akan her nesnenin varlığının, şeklinin, renginin soluklarında hissediyor..
Dahası, bunca zamandır, eşyayı, ihtiva ettiği ruh ve mânâdan sıyırarak, hevâ, heves ve fanteziler uğrunda kullanan ateizm üst üste kendi tutarsızlıklarına yenik düşmeye, hattâ çözülmeye başladı.. ve bu arada kendi hakikatini arayan ruhlar, kendi özlerini bir kere daha keşfetme sürecine girdi; elbette alelâde şeylere karşı olan alâkalarımız da yavaş yavaş gevşeyecek.. ve referansı, kalplerimizde kendi acz ve zaaflarımızı hissetmenin ünvanı, vicdanlarımızın derinliklerindeki 'nokta-i istinat' ve nokta-i istimdadın sezilmesi sayesinde, fıtrat ibresi fevkalâdelikleri gösterecek.. derken iradelerimiz, kendi darlıklarından sıyrılarak Sonsuz'un istek ve dileklerine yönelecektir.
Yine bu süreçte, her başarının en büyük manevî dinamiği olan îman ve azim herkese, ruhunun ledünnî gücünü kazandıracak ve bu ruh gücü, onların ümit ve iradelerini şahlandırarak bedbinliklerini, tutarsızlıklarını darmadağınık edip, onları kendileri olmaya giden köprülerden geçirerek Allah'a ulaştıracaktır.
Evet, insanı hakikate ulaştıran en serî, en keskin, en selâmetli yol, ilim ve irfanla donatılmış îman yoludur. Ruh, baş döndürücü o büyük zaferlerini hep bu yolla elde etmiştir. İrfanla beslenmiş îmanın olmadığı bir ortamda, hakikatin de hukukun da yerini kaba kuvvet alır. Ve böyle bir zeminle, her zaman kuvvetin zorbalığıyla karşılaşmak kaçınılmazdır. Evet böyle bir ortamda sık sık silaha başvurur.. her zaman para konuşur.. sadece cerbeze sesini duyurur.. ve riyâkârlık en mergup bir metâ haline gelir ki, böyle bir atmosferde varlığın ruhuna ulaşmak ve varlık ötesini temâşâ etmek imkânsızdır.
Oysaki bizim hakikatimiz, sonsuzun ruhuyla sımsıkı irtibatlıdır. Bu irtibatı sezmek ve bu alâkanın vaat ettiklerini duyabilmek için, milletçe pek çok fedakârlıklarda bulunmamız icap edecek; ferdî saâdetten, dünyevî imkânlardan, makamdan-mansıptan, hatta manevî füyûzât hislerimizden vazgeçmedikten sonra, böyle bir alâka ve irtibattan söz edilemeyeceği açıktır. Bu alâka ve irtibat gerçekleştirilebildiği takdirde yarının dünyası, Hakk'ın başlara taç yapıldığı, hakikatin saygı gördüğü; kuvvet düşüncesinin, menfaat mülâhazasının ayıp sayıldığı aydınlık bir dünya olacaktır.
Biz, kendimizi, böylesi aydınlık bir dünyaya ulaşmak için senelerden beri hep yollarda farz ediyoruz.. farz ediyor ve çevremizde şafak emâreleri arama kehanetine girmeden, matematiğin sırlı dünyasında büyülü araştırmalarla meşgul olmadan, ilâhî sâbitelerin rehberliğinde ruh ibremizin doğru diye gösterdiği her şeyi değerlendirerek, Hak meşîetinin en büyük vesile-i taalluku kendi iradelerimizle belirlemeye çalışacak ve o mübarek kendi yaşam biçimimiz uğrunda bütün hayatını, varlığını bahse koyan kahramanlar gibi yürüyeceğiz ilâhî meşîet ve onun vaat ettikleriyle buluşacağımız noktaya.
Herkes, ciddî bir ferdî sorumlulukla 'İş başa düşüyor; gücümün yettiğince ben yapmazsam, her hâlde başkaları da yapmayacak' diyerek atını mahmuzlayıp en ön saflarda bayraktarlığa koşmalıdır.. rekabete girmeden, kıskançlık göstermeden, sağında ve solundakilere de hareket ve yürüme imkânı vererek hep bayraktarlığa koşmalıdır. Pek çoğumuz itibarıyla şimdiye kadar bilerek veya bilmeyerek yaptığımız işlerin bir kısmı kalplerimizi söndürdü ve ruhumuzun gözlerine kezzap gibi aktı. Bu karanlık dönemde millet olarak büyük ekseriyetimiz silkinip mahiyetindeki hakikat nurlarını uyaramadı ve dirilişimizin suyu, havası, kuvve-i inbâtiyesi gibi hayatiyet ifade eden manevî dinamiklerine ulaşamadı. Şimdilerde olsun, mevcudiyetimizi devam ettirebilmek için kendi kendine ayakta duramayan sarmaşıklar gibi kendi dışımızda bir dayanak arayacağımıza, kendi potansiyel gücümüzü, ötelerle alâkalı bütün irtibatlarıyla ortaya çıkararak O'na sırtımızı verip yürüyebiliriz.
Her şeyi, ruhun gözleriyle temâşâ edeceğimiz, onun kulaklarıyla dinleyeceğimiz, onun elleriyle tutup götüreceğimiz ve onun ilhamlara açık muhakemeleriyle değerlendireceğimiz bir ufka ulaşmamız da, ancak bu potansiyel gücü ve bu irtibatı yeniden gözden geçirmeye ve yenilemeye bağlıdır. Niyazî'ce bir yaklaşımla hulâsa edecek olursak: Sen, seni varoluşa taşıyan ruh ve mânâyı katiyen dışta aramamalısın; başını eğip, vicdanını dinlemeli ve mahiyetini bir mercek gibi kullanarak varoluş istikametindeki seyahatini özünden başlatmalısın...
Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1997, Cilt 5, Sayı 37
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-05-2010, 12:46   #34
Kullanıcı Adı
0000000000
Standart
Emeğine sağlık kardeş..Bu güzel paylaşımları kısa kısa paylaşarak istifademize sunsanız daha yerinde olur diye düşünüyorum. Benim için sorun yok gerçi
0000000000 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-09-2010, 21:26   #35
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart
Alıntı:
0000000000 Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Emeğine sağlık kardeş..Bu güzel paylaşımları kısa kısa paylaşarak istifademize sunsanız daha yerinde olur diye düşünüyorum. Benim için sorun yok gerçi

İnternete artık giremiyorum girdiğim kısıtlı sürelerde de foruma pek takılamıyorum.Bu işe giriştik anlımızın akıyla çıkalım diye girdiğim zamanlar (3 kere oldu.) iki yazı birden paylaşıyorum.Forumdaki herkesten özür diliyorum.Sizde hakkınızı helal edin.
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-09-2010, 21:33   #36
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Yarınki Dünyaya Doğru
Yarınki Dünyaya Doğru

Son birkaç asırdır İslâm dünyası, bir kısım yanlışlar fâsit dairesi içinde dönüp durmakta ve bir türlü kendi özüne, kendi ruhuna yönelememekte. Şayet iki adım doğru yürüse, hemen arkadan birkaç adım geriye gitmekte veya değişik inhiraflar yaşamakta. Hatta çok defa, hataların sevapları aştığı, zararlı şeylerin yararlıları da alıp götürdüğü bu meş'um yürüyüş veya uğursuz inhiraf, toplumun kendi içinde kendini arama, kendini bulma gayretlerine de olumsuz tesirlerde bulunmakta ve yapılan güzel işleri de, yapanları da derinden derine sarsmaktadır. Bu da, bu koskoca âlemde her şeyin şirâzeden çıktığını, devlet ve milletler çarkının kendi aleyhinde işlediğini göstermektedir.
Bu itibarla biz, topyekün İslâm dünyasının, îman anlayışı, İslâm telakkîsi, ihsan şuuru, aşk u şevki, aklı, mantığı, düşünce tarzı, kendini anlatma üslûbu ve ona bu hususları kazandıracak müesseseleriyle ele alınmasının ve her kesimiyle yenilenmeye tevcih edilmesinin zarûretine inanıyoruz.
Bizim mânevî hayatımızın temeli, dinî düşünce ve dinî tasavvurlara dayanır. Bugüne kadar varlığımızı onlarla sürdürdüğümüz gibi, hamlelerimizi de onlara dayanarak gerçekleştirmişizdir. Onlardan tecrit edildiğimiz zaman kendimizi bin sene gerilerde buluruz. Gayesi, insanı ve kâinatı mânâlandımıa, insanî ruha ve öze açık olma, dünyaları aşan arzulan gerçekleştirme, vicdandaki ebed duygusunu cevaplama.. gibi hususlardan ibaret olan din, sadece ibadetlerden ibaret değildir; o, ferdî, içtimâî bütün hayatı kucaklar.. aklî, ruhî, kalbî her şeyimize karışır.. ve niyetlerimize göre her davranışımıza boyasını çalar ve her şeyi kendi rengiyle boyar.
Evet, gerçek dindarın her davranışı ibadet eksenli, her gayreti cihad buudlu, her hamlesi de ukbâ ve rızâ televvünlüdür. Onun hayatında dünya ukbâ ayrımı söz konusu değildir.. kalbiyle aklı arasında berzahlar yoktur.. duyguları mantığıyla iç içedir.. muhakemesi ilhamlarını tanımamazlık edemez. Kezâ, onun düşünce dünyasında tecrübe, akla uzanan ışıktan bir merdiven, bilgi, firâset statikli yüksek bir burçtur. O, bu merdivende aşkın dev kanatlarıyla sürekli sonsuzluğa açılan bir kartal ve bu burçta fetânetiyle varlığı didik didik eden bir hallaçtır. Böyle bir anlayışın hiçbir yanında boşluk olmadığı için, bu sistemde insanın ferdî ve içtimâî ihmali de söz konusu değildir.
Dini akılla, ilimle, muhakemeyle çatıştıranlar, dinin de, aklın da ruhundan haberi olmayan talihsizlerdir. Hele toplumun değişik kesimleri arasındaki vuruşmadan onu sorumlu tutmak bütün bütün bir aldanmışlıktır. Kitleler arasındaki çatışma bilgisizlikten, şahsî çıkar düşüncesinden ve zümre menfaatlerinden kaynaklanmaktadır. Din, bu duygu ve bu düşüncelerden hiçbirini tasvip etmez. Vâkıa, bir kısım dindarlar arasında da çatışma ve vuruşma söz konusudur ama, bu, aynı ruhu taşıyan bu insanların, gerektiği ölçüde inanamadıklarından, ihlâsı koruyamadıklarından.. bazen de hislerine yenik düştüklerindendir. Yoksa, îmanlı fazilet böyle bir talihsizliğe yol vermez.. aslında böyle bir talihsizliğe düşmemenin bir tek çaresi vardır; o da, dinin bütün müesseseleriyle hayata geçirilip toplumun canı, kanı haline getirilmesidir.
Evet, İslâm toplumunun yeniden bir 'ba'sü ba'de'l-mevt'e, melekât-ı akliye, rûhiye ve fikriyesinde ciddî bir ıslaha, daha canlı bir tabirle bir dirilişe ihtiyacı vardır. Dinin orijinini koruma ciddiyet ve gayreti içinde, nasların esnekliğinin vadettiği genişlik ve evrensellikte her zaman ve her mekânda, her sınıf insanın ihtiyacını karşılayacak ve bütün hayatı kucaklayacak olan bir dirilişe...
Başımızda gölgesini hissettiğimiz günden bu yana -Allah ebedlere kadar vesâyetini üzerimizden eksik etmesin!- bu mübarek sistem, defaatle tecdîde, ıslâha kapılarını aralamış ve defaatle dirilişler yaşamıştır. Mezhepler umumiyetle ve büyük çoğunluğu itibarıyla, fıkıh ve hukuk sahalarındaki yenilikleri temsil etmişlerdir. Tarikatlar ise, kalbe ve ruha giden yolları işlemiş birer şehrâh haline getirmişlerdir. Mektep ve medrese de bizim olduğu dönemde, daha çok varlık ve kâinatın mânâlandırılmasıyla meşgul olmuştur. Bugün gerçekleştirilmesi düşünülen tecdit ve dirilişe gelince o, bütün bunların uzlaştırılması ve hepsinin bir tek platformda ele alınmasıyla mümkün olacaktır ki, bu da, hemen her meselede, kalıptan sıyrılarak öze, şekilciliği terkederek ruha yönelmekle tahakkuk edecektir. Yani inançta yakîne, amelde ihlâsa, duygu ve düşüncede ihsâna yönelmekle...
Evet. ibadetlerde kemmiyet tam, keyfiyet hedef, duâlarda sözler vesile, ruh ve samimiyet esas, davranışlarda sünnet rehber, şuur elzem ve bütün bunların hepsinde Allah gaye olmalıdır. Namaz, yatıp kalkmak değildir.. zekât, nereye gittiği bilinmeyen bir matrahın def-i belâ kabilinden çıkarılıp bir yere atılması olamaz.. oruç, aç-susuz durmaktan ibaretse perhizden farkı ne? Hac, yörüngesinde icrâ edilmezse bir şehirden bir şehire seyahattan ve birilerine döviz kazandırmadan farkı kalır mı? İbadetlerde kemmiyet eksenli kalmak çocukların eğlencesi olsa gerek.. duâlardaki ruhsuz bağırıp-çağırmalar, gırtlak harcı arayanların işi olmalı.. özünden habersiz hac ve umre, 'hacı' adı ve hac menkıbeleriyle mütesellî olma yolunda katlanılmış bir meşakkat değilse, mânâlandırmada biraz zorlanacağız...
Bütün bu olumsuzluklar ağında heder olup gitmemenin yolu, bize âit boşlukları dolduracak, zaaflarımızı giderecek ve bizi cisim ve bedenin kulları olmaktan kurtaracak, kurtarıp kalb ve ruhun hayat seviyesine yönlendirecek ruh ve mânâ hekimlerinin yetiştirilmesinde umumî seferberlik ilân etmekten geçer. Gönülleri fizikten metafiziğe, matematikten ahlâka, güzel sanatlardan tasavvufa, kimyadan ruhaniliğe, astronomiden enfüsiliğe, hukuktan fıkha, siyasetten seyr-i sülûke kadar bütün ilim, zekâ, irfan, varidât ve füyûzat sahalarına açık ruh ve mânâ hekimleri. Bu milletin, şuna-buna değil, böyle bir beyne ihtiyacı vardır. Beyin sinir kordonlarıyla vücudun uzak-yakın her yanıyla görüşüp-konuştuğu, en ücra noktalara mesajlar gönderip mesajlar aldığı gibi, bu beyin kadro da, millet bünyesinin bütün molekülleriyle, atomlarıyla, partikülleriyle münasebet içinde bulunacak, toplumu teşkil eden bütün birimlere ulaşacak, eli bütün hayâtî ünitelerin içinde olacak.. ve her kesime geçmişten gelen, hâlle daha bir derinleşen ve geleceğe uzanan ruhtan ve mânâdan bir şeyler fısıldayacaktır.
Bu kadro, mektepteki mukayyet ve müeddep çocuklardan, sokaklardaki serazad ve âvâre vatan evladına kadar herkese bağrını açacak ve her sîneye ruhunun ilhamlarını boşaltarak, onları yarınların bilgi, hüner ve dehâ sahipleri olarak yetiştirip toplumun istifadesine sunacak; ışık yuvaları, yurdu, pansiyonu, okulu, üniversitesi, mabet ve tekyesiyle herkesi ve her kesimi çağın levsiyatından arındırarak insanî kemâlâta yönlendirecektir.
Yine bu kadro, gazete, mecmua, radyo ve televizyon gibi güçlü medya silahlarını ehlîleştirerek bir taraftan onları millî ve dinî hayatın sesi-soluğu haline getirecek, diğer yandan da bunlarla karanlık duygu, karanlık düşünce ve kapkara seslere insan olma yollarını gösterecektir.
Ve yine bu kadro, dış baskılarla, iç sapmalarla, her günkü havaya göre şekil ve yön değiştiren tâlim ve terbiye müesseselerimizi Avrupa ve Amerika vesayetinden kurtararak hâlin gereklerine açık ve tarihî perspektife göre tanzim ederek, programı, metodu ve üslûbuyla gayeli bir konuma yükseltecektir.
Bu sayede milletçe, duygu, düşünce sefaletinden, ezbercilikten, şablonculuktan gerçek ilmî düşünceye, çeşitli rezaletleri sanat ünvânıyla tezkiyeden hakikî sanat ve estetiğe, menşei meçhûl görenek ve tiryakiliklerden din ve tarih kaynaklı ahlâk şuuruna, bizi bitirip-tüketen, sinelerimizdeki değişik düşüncelere kilitlenmelerden hizmet-teslîmiyet-şuur ve tevekkül vâhidine yükseleceğiz.
Dünyada yeni oluşumlar furyası yaşana dursun -aslında biz, ne kapitalizm partasından, ne komünizm fantezisinden, ne onun sosyalizm kırığından, ne sosyal demokrasi melezinden, ne de liberalizm eskisinden yeni bir şeylerin meydana geleceğine inanmıyoruz. Gerçek, yeni dünya düzenine açık bir âlem varsa, o da bizim âlemimizdir. Gelecek nesiller bunu bizim Rönesansımız olarak da ele alabilirler.
Bu yeniden doğuş bizim, duygu ve düşünce dünyamıza, sanat ve estetik anlayışımıza da, şimdiye kadar olduğundan çok farklı derinlikler kazandıracaktır. O sayede kendi bediî zevklerimizi bulacak, kendi mûsikîmize ulaşacak, kendi romantizmimizi keşfedecek.. ve milletimizi ilimden sanata, düşünceden ahlâka hemen her sahada en sağlam bir blokaja oturtarak onun geleceğini teminat altına almış olacağız.
Bu hususta hamle ve atılganlık şiarımız, îman ve hakîkat şuuru da kuvvet kaynağımız olacaktır. Şimdiye kadar bizi hep başka kapılarda dolaştıranlar, îmansızlıktan ve ahlâksızlıktan şifa umanlar sürekli yanıldılar. Biz, her zaman gönülden bağlandığımız Allah, dünyevî her şeye tercih ettiğimiz milletimiz ve bağrında var olup geliştiğimiz toprağımıza teslim olmamız, sahip çıkmamız sayesinde onurlara erdik ve onurlu kalabildik. Bilmem ki aksini şerhetmeme gerek var mı?..
Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1993, Cilt 3, Sayı 21
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-11-2010, 15:41   #37
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Yeryüzü Mirasçıları
Yeryüzü Mirasçıları

Dünya döne döne asıl yörüngesine doğru kayıyor.. ama; acaba, yeryüzünün hakikî mirasçıları, bir zamanlar başkalarına kaptırdıkları miraslarını geriye almaya ve istirdat etmeye hazırlar mı? İlk hak başka, temsil ile gelen hak başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa, başta bir millet ve bir kadroya verilmiş olsa bile her zaman geriye alınabilir.. alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.
Allah, Furkân-ı Bediü'l-Beyan'ında: 'Andolsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da: Yeryüzüne mutlaka sâlih kullarım varis olacaktır, diye yazdık' buyuruyor. Kasemle teminat verilerek anlatılan bu gerçeğin gün gelip tahakkuk edeceğinde kimsenin şüphesi olmamalıdır. Aynı zamanda bu verasetin yeryüzüne münhasır kalacağında da.. zira, küre-i arza vâris ve hâkim olan, feza ve semanın derinliklerine de hâkim olacaktır. Öyle ise buna bir kâinat hâkimiyeti de diyebiliriz. Tabiî böyle bir hâkimiyet niyabeten olduğu için, göklerin ve yerin gerçek sahibinin aradığı temsil vasıflarına uygunluk da çok önemlidir; hatta denebilir ki, bu vasıfların yakalanıp yaşandığı ölçüde bu rüya gerçekleşecektir.
Evet, eğer tarihin sisli-dumanlı bir döneminde, yeryüzünün gerçek mirasçıları olduklarını iddia edenler, bu semavî verasetin gerektirdiği performansı gösteremediklerinden dolayı, mülkün hakikî sahibi tarafından mirastan mahrum bırakılmışlarsa, böyle bir mahrumiyetten kurtulmanın yolu, dönüp yeniden O'na sığınmaktan geçer.
Allah, yeryüzü mirasını şuna-buna değil, kulları arasında salih olanlara vadetmiştir.. yani Muhammedî ruhu, Kur'ânî ahlâkı temsil edenlere.. birlik ve beraberlik düşüncesiyle oturup kalkanlara.. yaşadığı çağın şuurunda olanlara.. ilim ve fenle mücehhez bulunanlara, her zaman dünya ve ukbâ muvazenesini iyi kurabilenlere.. hasılı peygamberlik semasının yıldızlan sayılan sahabe-i kirâm efendilerimizle aynı yörüngede hareket eden ruh ve mânâ üveyklerine vadetmiştir. Bu bir 'sünnetullah'tır. 'felen tecide li sünnetillahi tebdîlen velen tecide lisünnetillahi tehvîla' fehvasınca da hiçbir zaman tebdil edilmeyecek, değiştirilmeyecek bir 'şeriat-ı fıtriye'dir.
Bu itibarla, yeryüzüne mirasçı olmak için, evvela, salâhate, yani dinin Kur'ân ve sünnet çizgisinde yaşanmasına ve İslâm'ın hayata hayat olmasına gayret etmek; sonra da çağın ilim ve fenlerine vâris olmak şarttır. Şu husus hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır: Kâinatta, kudret ve iradenin tecellileri olarak bildiğimiz 'şeriat-ı fıtriye' ve kelâm sıfatından zuhûr eden ilâhî kanunlar mecmuasına riayet etmeyen toplumlar veya manevî hayatlarında iç değişikliğine uğrayan ümmetler, milletler bugün hâkim olsalar da yarınki mahkûmiyetleri kaçınılmazdır. Geçmişte inkıraza uğramış milletlerin mezarı sayılan tarih, âvâz âvâz bu gerçeği haykırdığı gibi, 'bir toplum kendi iç dünyası itibarıyla kendini değiştirmedikçe -ruhta, mânâda deformasyona uğramak- Allah ona bahşettiği lütufları geri alarak o toplumu değiştirmez' mealiyle arz edeceğimiz âyet de, hakimiyet-mahkumiyet, aziz olma-zelil olma hususlarında önemli bir esası hatırlatmakta ve halihazırdaki Müslümanların ciddi bir boşluklarına parmak basmaktadır.
Bu boşluğu, yeryüzündeki bütün Müslümanların, iç yapıları, kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla maruz kaldıkları deformasyon, dış yapıları itibarıyla da çağın çok gerisinde kalmaları şeklinde hulâsa edebiliriz. Böyle bir deformasyon veya çağın gerisinde kalma, ister bir-iki asırdan beri ard arda gelen haricî engellemelerden kaynaklansın, isterse bizim cehalet, zaaf ve yetersizliğimizden meydana gelsin fark etmez. Muhakkak bir şey varsa, o da, son asırlarda İslâm ümmetinin sürekli kan kaybetmesi ve çağlar boyu kendisini ayakta tutan, ayakta tutup yeryüzünün hakikî mirasçısı kılan güç kaynaklarına karşı alâkasız kalmasıdır.
Rica ederim, milletimiz hesabına talihsiz bir dönemde İslâmiyeti temsil iddiasında olanların, ilkler ölçüsünde, derin bir kalbî ve ruhî hayata sahip oldukları söylenebilir mi?. Ve yine o dönem Müslümanlarının tıpkı sahabe gibi yaşama arzusunu bir yana bırakıp, yaşatma düşüncesiyle gerilimde bulunduklarından söz edilebilir mi? Evet bu dönemde 'ya devlet başa, ya kuzgun leşe'5 anlayışıyla, zelil olarak yaşamaktansa, aziz olarak ölmeyi yeğleyen kaç dırahşân çehre gösterilebilir? Kaç aydınlık ruh gösterilebilir ki, hiçbir zaman hasımlarımızın baskılarına 'pes' etmemiş ve hayatını hiç mi hiç çizgi değiştirmeden sürdürmüştür?
Hele bu talihsiz dönemde, idare ve idare edenlerin zaafı bütün bütün yürekler acısıdır. Kur'ân, Müslümanların vesayette yaşamalarını yasakladığı halde, bir türlü vesayetten kurtulamamışızdır. İstirham ederim, bunca yıldır bizi hakimiyetleri altında ezen zalimler karşısında sürüm sürüm olduğumuzu inkâr mı edeceğiz? Yüce dinimiz, ülkemizin ve ülkümüzün amansız düşmanlarına karşı tam tekmil hazırlıklı ve tetikte bulunmayı emretmesine rağmen -hatırlayın Kur'ân-ı Kerim'de atlara ve harp vasıtalarına yemini.. ve her türlü silah ve muharebe malzemesi adına hazırlıklı bulunma direktiflerini- yeryüzü mirasçılarına yakışır şekilde bir kabiliyet gösterdiğimiz söylenebilir mi?
Doğrusu şu ki, bir zamanlar biz, tarihin en affedilmeyen hatalarından birini işledik: Dünyamız ma'mur olsun diye, dini dünyaya feda ettik ve dünyayı dine tercih ettiren bir düşünceyi benimsedik.. ve işte o günden beri de, kendimiz, içinde bulunduğumuz bir 'olmazlar ağı'nda çırpınıp duruyoruz. Din gitmiş, dünya da elde edilememiştir.. ve bu şanlı fakat talihsiz dünya artık bir boşalma dönemi yaşıyordu: Bin senelik mübarek bir miras reddediliyor.. millete sun'î bir mebde' uydurulmaya çalışılıyor.. koskoca bir devlet, mukavemeti sıfır, eften-püften bir blokaj üzerinde dizayn ediliyor.. tarih, millet, soy ve millî kültür tahkire ve tezyife uğratılıyor.. ve gidilip bin senelik düşmanlarımıza, onların düşmanlık dolu düşüncelerine sığınılıyor.. sığınılıyor ve en îmansız fikirler, en galiz tabirler eşliğinde ülkeye sokuluyor.. hatta bunları, nazmen, nesren en iyi ifade edenlere ödüller yağdırılıyor ve bir baştan bir başa bu mağdurlar, mahkûmlar, mazlumlar dünyasında, duygu, düşünce ve ahlâkta âdetâ komünizm yaşatılmak isteniyordu.
Hatta hatırlarım, şimdilerde, bir düzine aciz, iktidarsız ve kendilerinden şüpheleri olan ilhadzedeler, dine saldırmak, mukaddesata salya atmak için siyasî ideoloji, bazı şahıslar ve bir kısım tabulara sığınma lüzumunu duydukları gibi -ki şu anda da en çirkin ve en utandırıcılarını görüyor ve yaşıyoruz- komünizm ve sosyalizmin revaçta olduğu o günlerde de aynı talihsizler, arkalarını bu nesepsiz sistemlere dayayarak, bütün kin, nefret ve gayzlarını kusuyor, diyaneti ve dindarı susturmak için âdeta cihad ediyorlardı. İstiklâl mücadelemizin ümit şairi, İstiklâl Marşı'yla bir milletin yeniden dirilişini destanlaştırmasına karşılık, Müslümanın ve Müslümanlığın yakın takibe alınıp öldürüldüğü, söndürüldüğü ve ifsad edildiği bu karanlık dönemi:
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde! Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl; Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl. Beyinler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türap ofmuş.hicran dolu sözleriyle ifade ediyor ve inkisarla iki büklüm oluyordu.
Ancak hemen şunu da arz edeyim ki, bunca yıl, cebrî, küfrî, keyfî baskılara maruz kalmış bu asil millet tamamen sindirilememiş ve onun ezel ve ebed buudlu düşünceleri de hiç mi hiç söndürülememiştir. Bu düşünceler, yerinde küller içinde bir kor, yerinde küçük bir kurcalama ile 'çıt' diye ses veren bir kıvılcım ve yerinde de dünyaları aydınlatmaya yetecek bir ışık kaynağı olduğu halde, tedbir ve temkinlerin 'ilelmerkez' gücüyle, bir çekirdeğe sığacak kadar büzülmüş, küçülmüş ve böylece çağın en badireli günlerini atlatarak fonksiyonunu eda etme kuşağına ulaşmış ve mevsimi geldiğinde dünyaları ışıklara boğmaya hazır bekliyor.
Elverir ki biz, bunca yıllık derbederliği, çekilmiş bir meşakkat ve gösterilmiş bir cehd ölçüsünde değerlendirelim.. ve maddî-manevî dirilişimize yetecek bir kuvvet kaynağı olan İslâmiyet'i özüne uygun şekilde anlayıp, duygu, düşünce, his, şuur ve iradeleri sağlam.. i'lâ-yı kelimetullah düşüncesiyle dimdik.. ilmî hayatları itibarıyla sistemli.. iş ve davranışlarında güvenli.. nefsanî arzuları karşısında 'pes' etmeyecek kadar karakterli.. kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş salih kullar arasına girerek yeryüzünün hakiki varisleri olduğumuzu bir kere daha ispat edelim.
Allah tevfikini yâr ederse, seyahatimizi yitirilmiş bu çizgi istikametinde sürdürmeyi düşünüyoruz.
Yeni Ümit, Ocak-Mart 1993, Cilt 3, Sayı 19
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-14-2010, 09:40   #38
Kullanıcı Adı
rizzelli
Standart
Allah, yeryüzü mirasını şuna-buna değil, kulları arasında salih olanlara vadetmiştir.. yani Muhammedî ruhu, Kur'ânî ahlâkı temsil edenlere.. birlik ve beraberlik düşüncesiyle oturup kalkanlara.. yaşadığı çağın şuurunda olanlara.. ilim ve fenle mücehhez bulunanlara, her zaman dünya ve ukbâ muvazenesini iyi kurabilenlere.. hasılı peygamberlik semasının yıldızlan sayılan sahabe-i kirâm efendilerimizle aynı yörüngede hareket eden ruh ve mânâ üveyklerine vadetmiştir. Bu bir 'sünnetullah'tır. 'felen tecide li sünnetillahi tebdîlen velen tecide lisünnetillahi tehvîla' fehvasınca da hiçbir zaman tebdil edilmeyecek, değiştirilmeyecek bir 'şeriat-ı fıtriye'dir.

rizzelli isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-14-2010, 09:57   #39
Kullanıcı Adı
rizzelli
Standart
Dini akılla, ilimle, muhakemeyle çatıştıranlar, dinin de, aklın da ruhundan haberi olmayan talihsizlerdir. Hele toplumun değişik kesimleri arasındaki vuruşmadan onu sorumlu tutmak bütün bütün bir aldanmışlıktır. Kitleler arasındaki çatışma bilgisizlikten, şahsî çıkar düşüncesinden ve zümre menfaatlerinden kaynaklanmaktadır. Din, bu duygu ve bu düşüncelerden hiçbirini tasvip etmez. Vâkıa, bir kısım dindarlar arasında da çatışma ve vuruşma söz konusudur ama, bu, aynı ruhu taşıyan bu insanların, gerektiği ölçüde inanamadıklarından, ihlâsı koruyamadıklarından.. bazen de hislerine yenik düştüklerindendir. Yoksa, îmanlı fazilet böyle bir talihsizliğe yol vermez.. aslında böyle bir talihsizliğe düşmemenin bir tek çaresi vardır; o da, dinin bütün müesseseleriyle hayata geçirilip toplumun canı, kanı haline getirilmesidir.

Mezhepler umumiyetle ve büyük çoğunluğu itibarıyla, fıkıh ve hukuk sahalarındaki yenilikleri temsil etmişlerdir. Tarikatlar ise, kalbe ve ruha giden yolları işlemiş birer şehrâh haline getirmişlerdir. Mektep ve medrese de bizim olduğu dönemde, daha çok varlık ve kâinatın mânâlandırılmasıyla meşgul olmuştur. Bugün gerçekleştirilmesi düşünülen tecdit ve dirilişe gelince o, bütün bunların uzlaştırılması ve hepsinin bir tek platformda ele alınmasıyla mümkün olacaktır ki, bu da, hemen her meselede, kalıptan sıyrılarak öze, şekilciliği terkederek ruha yönelmekle tahakkuk edecektir. Yani inançta yakîne, amelde ihlâsa, duygu ve düşüncede ihsâna yönelmekle...

ibadetlerde kemmiyet tam, keyfiyet hedef, duâlarda sözler vesile, ruh ve samimiyet esas, davranışlarda sünnet rehber, şuur elzem ve bütün bunların hepsinde Allah gaye olmalıdır. Namaz, yatıp kalkmak değildir.. zekât, nereye gittiği bilinmeyen bir matrahın def-i belâ kabilinden çıkarılıp bir yere atılması olamaz.. oruç, aç-susuz durmaktan ibaretse perhizden farkı ne? Hac, yörüngesinde icrâ edilmezse bir şehirden bir şehire seyahattan ve birilerine döviz kazandırmadan farkı kalır mı? İbadetlerde kemmiyet eksenli kalmak çocukların eğlencesi olsa gerek.. duâlardaki ruhsuz bağırıp-çağırmalar, gırtlak harcı arayanların işi olmalı.. özünden habersiz hac ve umre, 'hacı' adı ve hac menkıbeleriyle mütesellî olma yolunda katlanılmış bir meşakkat değilse, mânâlandırmada biraz zorlanacağız...

Dünyada yeni oluşumlar furyası yaşana dursun -aslında biz, ne kapitalizm partasından, ne komünizm fantezisinden, ne onun sosyalizm kırığından, ne sosyal demokrasi melezinden, ne de liberalizm eskisinden yeni bir şeylerin meydana geleceğine inanmıyoruz. Gerçek, yeni dünya düzenine açık bir âlem varsa, o da bizim âlemimizdir. Gelecek nesiller bunu bizim Rönesansımız olarak da ele alabilirler.

hamle ve atılganlık şiarımız, îman ve hakîkat şuuru da kuvvet kaynağımız olacaktır. Şimdiye kadar bizi hep başka kapılarda dolaştıranlar, îmansızlıktan ve ahlâksızlıktan şifa umanlar sürekli yanıldılar. Biz, her zaman gönülden bağlandığımız Allah, dünyevî her şeye tercih ettiğimiz milletimiz ve bağrında var olup geliştiğimiz toprağımıza teslim olmamız, sahip çıkmamız sayesinde onurlara erdik ve onurlu kalabildik. Bilmem ki aksini şerhetmeme gerek var mı?..
rizzelli isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi