![]() |
#21 |
![]() Kargaşadan Nizama (1) Birkaç asırdan beri toplumumuz, ahlâk, fazîlet ve ilim düşüncesi adına tam bir enkaz görünümü arz ediyor. Evet o, eğitimde, sanatta, ahlâkta alternatif bir nizam ve düşünce arayışı içinde. Daha doğrusu, bu koskocaman coğrafyada, sorumluluk duygusuna, insânî değerlere, ilme, ahlâka, hakikî tefekküre, fazilete, sanata önem vermeyen öksüz ruh ve çelimsiz düşüncelere karşılık; varlığı bütün derinlikleriyle, insanı dünyevî-uhrevî enginlikleriyle kucaklayacak, yorumlayacak, hattâ Allah'ın halifesi olma ünvanıyla eşyaya müdahale edecek cins kafalara, çelik iradelere ihtiyaç var. Dünyadaki son değişim ve dönüşüm hareketleri, çoklarının yüzündeki peçeyi sıyırıp gerçek çehrelerini ortaya çıkardığı gibi, bizim gözümüzdeki perdeyi de aralar gibi oldu.. oldu ve nazarımızda herkesin, her şeyin hakikî mahiyeti daha bir belirgin hale geldi. Şimdilerde olup-bitenleri daha 'net' görebiliyor ve hâdiselerden daha sağlam neticeler çıkarabiliyoruz.. çıkarabiliyor ve artık anlıyoruz ki, iki yüz seneden beri bu ülkede, atılma, terk edilme ve unutturulma talihsizliğine uğrayan, sadece kılık kıyafet, fikriyât ve hayat felsefemiz değilmiş; millî kültürümüz, tarih şuurumuz, ahlâk sistemimiz, fazilet telâkkimiz, sanat düşüncemiz ve mânâ köklerimiz de bunlar kadar hattâ daha büyük erozyonlara maruz kalmış ve rûhî rabıtalarımız bütün bütün sarsılmış, fazilet kaynaklarımız kurutulmuş, geçmişle aramızda aşılması güç uçurumlar meydana gelmiş. Evet, bu mübarek dünyada öyle dönemler olmuştur ki, aydınlar susmuş; düşüncenin ağzına fermuar vurulmuş; gücü-kuvveti temsil edenler, dalâlet ve soysuzluğa arka çıkmış ve zavallı nesiller, şaşkınlık homurdanmaları içinde hep cenazeler gibi cansız, ümitsiz ve kapkaranlık duygularla haşr u neşr olmuşlardır. Her yanın duman duman ümitsizlikle kuşatıldığı bu kızıl dönemde, çok defa çaresizlik içinde gözler yaşlarla nefes almış, gönüller hislerini kelâm-ı nefsîlerle haykırarak bir kısım utanma bilmeyen yüzlere karşı içlerini çekmiş ve: 'Bu ilhâda yelken açmış şaşkınlardan, bu herkesi ve her şeyi alkışlayan densizlerden, bu kuvvete boyun eğmeye alışmış vicdanzedelerden, bu kirlenmiş onur ve şereflerden başka ne beklenirdi ki?' demiş inlemişlerdir; ama, sarsılan sarsılmış, yıkılan yıkılmış, giden gitmiş ve yerlerine de yeni bir şeyler konamamıştır.. evet hemen hepimizin, hattâ gününü gün etmekten başka bir şey düşünmeyen realistlerin (!) dahi gönüllerinin derinliklerinde, bilhassa şimdilerde duyup hissettikleri huzursuzluğun, tedirginliğin şehadetiyle yıkılanlar yıkılıp gitmiş, yerlerine de herhangi bir şey ikâme edilememiş ve değerleri itibarıyla toplum âdetâ tepetaklak hale getirilmiştir. Şimdi rica ederim, hayatı yaşanmaz bir yük ve muamma haline getiren bu ahlâkî sefaleti ve her gün içimizde daha bir girdaplaşan bunalımları ne ile aşacak?. Ferdî, ailevî, içtimâî buhranlardan nasıl kurtulacak?. Ve nasıl güvenle geleceğe yürüyeceğiz? Dünyanın şurasından-burasından ithal edilmiş üç beş fantezi düşünce ile mi?. Ya da her şeyi üzerine bina etmeye çalıştığımız çağın akliyatçılığıyla mı?.. Hayır hayır! Ne o nesepsiz düşünceler ne de bu karanlık mantık tek başına o Kafdağı'ndan ağır yükün altından kalkacak gibi değil. Yıllardan beri bu dünyada, ortaya konan her yenilik hamlesi, hep şeklî bir değişiklikten ibaret kalmış; ne bir gâye-i hayâl takip edilebilmiş ne de söylenen hedeflerin en küçüklerine ulaşılabilmiştir. Zirveleri tutanlar, âdetâ ellerinde fırça, millî ve içtimâî bünyede meydana gelen yaralara boya çalmayı marifet, hatta inkılâp zannetmiş ve toplumun can damarı sayılan en hayatî organlarındaki iç kanamaları ve bu iç kanamaların meydana getirdiği komplikasyonları bir türlü görememişlerdir. Yakın tarihimiz itibarıyla, gücünü îman, ümit ve azminden alan istiklâl mücadelesi kahramanlarının husûsî mazhariyet ve temsilleri istisna edilecek olursa, bu hep böyle cereyan edegelmiştir. Kaldı ki, o mübarek hamleyi dahi, çıkış noktası itibarıyla kendinde var olan güç ve safvetiyle devam ettirdiğimizi söylememiz mümkün değildir. Evet, bugün artık, o ölçüde bir birlikten bahsetmek ve öyle bir kıyam ve dirilişi düşünmek imkânsız olmasa da çok güç olsa gerek.. Bir kere son seneler itibarıyla birbirinden kopan ve araları açıldıkça açılan kitleler, düşünce hayatı, ruh ve özleri açısından ciddi bir farklılık göstermeseler de, birbirlerine karşı fevkalâde yabancılaştı ve âdetâ birbirinin kurdu haline geldiler: Öyle ki bunlardan birinin ak dediğine diğeri kara diyor.. birinin ortaya attığı düşünceye öbürü muhalefet ediyor.. birinin alternatif görüşlerini diğeri bozgunculuk sayıyor.. birinin salâbetini beriki taassup kabul ediyor.. bir de bu tersliklerin yanında, hakkın hangi cephede olduğunu tespit için herkes tarafından kabul edilmiş ortak kıstaslar yoksa, varın kavganın, daha doğrusu, bu kör döğüşünün buutlarını siz takdir edin! . Bu itibarladır ki, bugün her şeyden daha çok bizi, hakikata, fazilete taşıyacak bir yola, aldatmaz bir düşünce tarzına ve yanıltmaz kriterlere ihtiyacımız var. Vakıa, vicdan ve ahlâkî değerler pek çok problemi çözmeye yeten birer ışık kaynağı sayılabilirler ama, gel gör ki, günümüzde o vicdan yaralı ve ahlâkî değerler de târumâr; evet, bu iki önemli dinamik de bugün köklerinden koparılmış ve menbâları kurutulmuş iki müzelik çeşme gibi.. 'Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân'ın Ne irfânın kalır tesiri kat'iyen, ne vicdânın' (Mehmet Âkif ) Bir de buna, iradelerin olabildiğine gevşek, muhakemelerin fevkalâde dekolte ve beşerî hislerin de gulyabânîler ölçüsünde azgın ve hunhar olduğu ilave edilecek olursa, yaşadığımız kâbusun enginliği ve derinliği kendiliğinden ortaya çıkacaktır... Bu açıdan da işe, muhakemelerimizin temel unsurlarını bir kere daha gözden geçirmek, mantıkî düşünce çizgisini bulmak, iradelerimizin hakkını vermek ve azimli nesiller yetiştirmekle başlamakta zaruret var. Bir kere sebeplerle kuşatılmış bir âlemde yaşadığımıza göre onları görmezlikten gelemeyiz. Sebepler dünyasında sebeplere karşı lâkayt kalmak, düpedüz cebrîlik ve dolayısıyla da bir dalâlettir. Değil sebeplere riayetsizlik, sebep netice arasındaki münasebeti (tenâsüb-i illiyet prensibi) gözetmek mükellef olmanın önemli bir lâzımı olsa gerek. İşte bu noktadan hareketle, bugün olsun ciddi bir sorumluluk hissiyle bir kısım zararlı düşünce ve zararlı cereyanların esaslarını tespit edip önünü almazsak, şimdilerde yaşadığımız ahlâkî sefalet, içtimâî felaket ve bir kısım çarpıklıkları, gelecekte de değişik buudlarda yaşayacağız demektir. Netice ortaya çıktıktan sonra felaket ve sefaletin farkına varmak marifet değildir; marifet, hangi sebep ve sâiklerin, neler doğuracağını daha önceden kestirebilmektir.. yakın tarihimiz itibarıyla böyle bir firâset gösterdiğimizi söylemek oldukça zordur. Hele iradelerimizin hakkını verdiğimizi iddia etmek asla!. Aksine, bu alacakaranlık dönemde insanımız, kendi iradesi, kendi düşüncesi ve kendi azminden bile şüphe eder olmuştur.. olmuş ve sürekli kendini idare edecek üstün ve harika iradeler aramıştır. Dahası, 'Falan düşünür-filan bilim adamı, falan ülke-filan devlet..' mülâhazasıyla saf şuurlara ve masum vicdanlara şahsiyetsizlik telkin edilmiş ve azimlere zincir vurulmuştur.. ve zamanla, o falanların-filanların, bizim düşünce ve davranışlarımıza hükmetmeleri, bizde bir çeşit başdönmeleri, muhakeme inhirafları, mülâhaza çarpıklıkları ve şahsiyet kaymaları meydana getirmiştir. Hele, bilâ kayd u şart teslimiyetçi ruhlarda, tamiri imkânsız korkunç deformasyonlar hasıl etmiştir. Oysaki, ilâhî iradeden başka tahkiksiz ve tenkitsiz inanılıp kabul edilecek hiçbir irade yoktur. Descartes, 'Hür olmayan düşünce, düşünce sayılmaz' diyordu. Pek çok yanlarıyla çürümüş ve demode olmuş bugünkü skolastik düşünce sistemlerinden ruhumuzu kurtarmak için lâakal Descartes gibi düşünmemiz gerekmez miydi?. Ne gezer! Önümüzdeki yıllarda, vukuu muhakkak gibi görünen dünyadaki 'oluşumları' belirleyecek dünya-ukbâ ufukları aydın nesiller, hem dışarıdan içimize sokulan hem de içimizde şekillenen düşünceleri, formülleri, sistemleri bir kere daha gözden geçirerek, toplumu mutlaka yabancılaştırıcı levsiyâttan arındırmalı ve kendi mânâ kökleriyle irtibatlandırmalıdır; irtibatlandırmalıdır ki, özünü, benliğini koruyabilsin ve dünya ile içli-dışlı olsa da kendi çizgisinde, kendi geleceğine yürüyebilsin.. yürürken de, dünü bugünle beraber iç içe mütalâa edebilsin; geçmişi eski diye atmasın, yeni ve taze zannettiği şeyleri de körü körüne kabul etmesin.. evet, bugün ve yarınla alâkalı her şeyi bilmek ve bilinmesi gerekli olan şeylerin, böyle veya şöyle bildiklerimizden ibaret olmadığını anlamak ve hakikati, laboratuar bulgularının yanında ilham esintileri altında, akıl, mantık, muhakeme süzgecinden geçirerek anlamaya çalışmak bu aydınlık neslin en belirgin vasfı olacaktır. Böyle bir gelişim ve değişimi gerçekleştirmek için, yakın tarihimizi, târihî kahramanlarımızı tanımamız da çok önemlidir. Günümüzdeki tarihin 'oluşum'unda en müessir sâikler ve şahıslar kimlerdi? Bu milletin bağrında son bir kere daha var olma aşk ve heyecanını kimler uyardı? Millî ruh bestesini kim hazırladı ve bu besteyi seslendiren hangi vatan evlatlarıydı? Bunlar tam olarak bilindikten sonra, zannediyorum nelerin idealize edilmesi gerektiğini daha iyi anlayacak ve yarınlarla alâkalı plânlarımızı daha 'net' olarak ortaya koyabileceğiz.. koyabilecek ve düşüncesini, dâvâsını, aşkını, müsamaha ahlâkını kalbinde dipdiri tutabilmiş babayiğitlerin yolunda yürüme bahtiyarlığına ereceğiz. Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1995, Cilt 4, Sayı 30 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#22 |
![]() Kargaşadan Nizama (2) Eşya ve hâdiseler arasındaki âhenk cebrî, insanlar arasındaki nizam ise, irâdî ve büyük ölçüde mehâfet ve mehâbet kaynaklıdır. Nizam; huzur, itmi'nân, içtimâî âhenk ve istikbal vaat etmenin bir diğer adıdır. Kargaşa içinde huzur ve âhenk olamayacağı gibi, anarşik bir ortamda gelecekten ve verimlilikten bahsetmek de mümkün değildir. İlk bakışta nizam, düz irade ve mücerret aklın eseri gibi görünse de, ruhun emrine girmemiş akıl ve şer eğilimlerin kökünü kesememiş, hayır meyelânını şahlandıramamış iradenin nizamdan daha çok anarşinin yanında olduğu görülmüştür. İnsan dışındaki eşya, dünya var olduğu günden bu yana hep nizam içinde olagelmiştir. Zerrelerin âhenkli hareketinden çiçeklerin revnaktâr çehrelerine; canlı-cansız varlıklar arasındaki uyum ve dengeden, gökyüzünde sürekli bize göz kırpan ve gelip birer şiir, birer duygu halinde gönüllerimize akan yıldızlara; ağaçların dal, yaprak ve çiçeklerinde tüllenen mânâlardan canlılık soluklayan hayata kadar her yerde ve her şeyde büyüleyen bir nizam hâkimdir. Evet, vicdan bir lâhza varlık kitabını temâşâ edip değerlendirebilse, her yerde buğu buğu bir nizam ve âhengi, baş döndüren bir güzellik ve mânâ zenginliğini müşâhede edecektir. O kadar derin hassasiyete lüzum yok; az duyarlı bir gönül, yıldırımların ürperten seslerinden kuş ve kuşçukların âhenkli nağmelerine, çiçeklerin büyüleyen çehrelerinden gökyüzünün sihirli ışıklarına kadar her renk, her şekil, her ses ve her solukta sonsuzluk televvünlü bir şiiri, bir zemzemeyi duyabilir.. ve bir adım daha ilerde olanlar, kim bilir, varlığın fizik, kimya, biyoloji ve astrofizik dalga boyunda daha neler neler müşâhede ederler!. Evet, denizlerin mehâbetli homurdanmalarından tenha koruların birer mızrap gibi duygularımıza çarpan ürperticiliğine; tepelerin vakûr duruşundan dağların şâhikalarına; deryaların bitmeyen çağıltılarından gökyüzünün sonsuzlukla tüllenen derinliklerine kadar her şey 'nizam' der, 'âhenk' der, varlığın ruhundaki engin mânâları haykırır. Her yerde ve her şeyde nizam köpürdüğü halde, gayr-i nizâmîlik diyeceğimiz kargaşa yeryüzüne nereden gelmiştir? Yeryüzü kargaşayı ve onun arkasındaki lâahlâkîliği insanoğluyla tanıdı; aklını Allah'a teslim edememiş; iradesini şerlere karşı frenleyip hayır duygularını coşturamamış insanoğluyla.. evet, insanoğlu, çeşit çeşit ihtiraslara açık ve başka hiçbir canlıda olmayacak ölçüde boşlukları olan bir varlıktır. Onun; hırs, kin, nefret, öfke, şiddet, şehvet gibi hemen her boşluğunda, değişik dalga boyunda tahrip duyguları, anarşi hisleri, kargaşa anaforları nümâyândır. O, iyi bir terbiye ile, bu kötü duygularını zapt u rapt altına alıp insânî duygularında şahlandıracağı; arzu-istek, sevinç-keder, hak-hürriyet düşüncelerinden başkalarının mevcûdiyetini de hesaba katarak, vicdanında zımnî bir 'içtimâî mukavele'ye 'evet' diyeceği âna kadar bir kısım olumsuz neticelerden kurtulması mümkün değildir. Onu, potansiyel insanlıktan hakikî insanlığa yükseltecek terbiye, mutlaka lâhut ufuklu ve mevhibe eksenli olmalıdır.. evet bizim kültürümüz, bizim meşcereliğimizdeki güllerle, bizim ruh ve mânâ köklerimizin usâreleriyle beslenmelidir ki, ma'şerî vicdan ve tarih şuurundan tepki gelmesin.. içtimâî mukavele de çağın şartlarına göre ve en ileri seviyedeki hak, hürriyet mülâhazaları çerçevesinde gerçekleştirilmelidir ki; toplumun değişik kesimleri teâruzların-tesâkutların ağında ve çelişip nötrleşmeler fâsit dairesinde güç ve kuvvetini, itibar ve kıymet-i hükmiyesini yitirmesin... Buradaki mukaveleden maksat, alt tarafı mütakâbil imzalarla süslenmiş bir toplu sözleşme senedi değil; buradaki mukavele, insânî değerlere uyanmış vicdanların, hak ve hürriyet mefhumlarına saygıları ve hakikate karşı olan sevgileriyle irtibatlı ve sınırlı bir mukaveledir. Bu sözleşmenin sınır ve çerçevesini, ferdin kalbî yapısı, rûhî enginliği, inançları ve inandığı şeylerin, onun tabiatının bir yanı haline gelmesi belirler. Bu açıdan da, herkesin vicdânî mukavelesi, onun insânî seviyesiyle eşdeğerdedir. Kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla cismâniyetini aşmış olgun fertlerin meydana getireceği bir toplum, nizam örneği bir toplumdur. İnsanlık âlemindeki böyle bir nizam, topyekün varlığı içine alan evrensel âhengin de bir buudu olması itibarıyla kalıcı ve istikbal vaat edicidir. Bizim dünyamızda devlet, parçaları böyle ahlâk ve fazilet gamzeden, bütünün en hayâtî noktasında ve tam dümenin başında bir kaptan gibidir ki, böyle bir kaptanın vazifesi, elinin altındaki elemanları en iyi şekilde değerlendirerek, onlar ve kâinat nizamı arasındaki uyumu sağlayarak, hâdiselerin çarklarıyla müsâdeme etmeden onları hedefe ulaştırmaktır. Fertleri, faziletten mahrum ve lâahlâkîliğin gayyâlarında bir toplumdan sıhhatli bir cemiyet ve mükemmel bir devlet meydana getirilemeyeceği gibi, her yanı ayrı bir illetle ma'lûl kargaşa yığınlarının istikbal vaat edeceğini beklemek de bir aldanmışlıktır. Dolayısıyla ne isimde ve ne şekilde olursa olsun, kara bahtıyla yapayalnız böylesi yığınlar arasında idare ve emniyet adına beklentilere girmek sırf bir kuruntu, devlet ve otoriteden söz etmek ise mesnetsiz bir tesellidir. Otorite de, devlet de, toplum içinde ona hayat veren, onu besleyen bir yüce mefkûrenin hedeflenmesi, her şeyin ona göre plânlanması ve onun etrafında örgülenmesi, tek kelimeyle her hamle ve gayretin 'Bir'e irca edilmesiyle ancak gerçekleşebilir. Evet, her fert ve her hayâtî ünitenin, milleti zirvelere yükseltmeye göre hazırlanıp plânlanması lâzımdır ki, şahsiyet plânındaki küçük hesap ve çıkarlar genel âhengi bozmasın, farklı yığınlar, denizlerin dalgaları gibi kendilerine rağmen kabarıp çarpışmasın, çarpışıp dağılmasın! . Vaktiyle İslâm ruhunun hayata hakim olması sayesinde, bu gâye-i hayâl çok iyi belirlenmiş, toplumu meydana getiren fertler ve birimler nizamın birer rüknü haline getirilerek, zirvelere yürüme âdeta, hayatın tabiî seyri içinde gerçekleştirilir olmuştu. Nizam düşüncemizin yeniden gözden geçirilmesi, varlık içindeki ilâhî âhengin bizim iradelerimizle insanlık dünyasına taşınacağı inancının yenilenmesi ve devletler dengesinin bu yörüngeye çekilmesi bugünkü nesillerin, geleceğin dünyalarına en büyük armağanları olacaktır. Böyle önemli bir misyon için, iradelerimizin bir kere daha gözden geçirilmesi, Allah nazarında konumumuzun tespiti, millî hedeflerimizin tayini, tutarlı strateji ve politikaların tersîni ve sahip bulunduğumuz dinamiklerin harekete geçirilmesi yetecektir zannediyorum... Yeni Ümit, Ocak-Mart 1996, Cilt 4, Sayı 31 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#23 |
![]() Kendi Dünyamıza Doğru Şimdiye kadar değişik devirlerde, dünyanın değişik yerlerinde adı ünvanı ne olursa olsun, sık sık yeniden yapılanmadan bahsedildi ama, böyle bir iddianın doğru olup olmadığının her zaman münakaşası yapılabilir. Ancak böyle bir yapılanmanın, hem de topyekün varlık ve varlığın perde arkasını, insan ve hayatı kucaklayacak şekilde ele alındığı bir âlem vardır ki, bu âlem yukarıdaki kayıtlardan bütünüyle âzâdedir. Kuşkusuz işte bu âlem, hususuyla da geniş bir zaman dilimi itibarıyla bizim âlemimiz, bizim dünyamızdır. Asırlar süren bir uzun bunalım ve sarsıntıdan sonra bu dünya, her şeye rağmen günümüzde de böyle bir tekevvünü gerçekleştirecek güçte; bir yeni 'Ba'sü ba'de'-mevt'i tahakkuk ettirecek potansiyele sahip; çevresindeki bütün yeni oluşumlara rehberlik yapabilecek kadar da bilgi birikimli.. ve ayrıca asırlar ve asırlar boyu devam edegelen liderliğinin, idare edilen milletlerin ta o zamandan kalma şuuraltı kabulleri gibi avantajları da elinde bulundurmaktadır ve bunları kullanabilir de. Evet o, temsil adına her şeyiyle tamamdır ama, elverir ki, bu uzun ve muhteşem geçmişin canı-kanı sayılan tarihî dinamikleri bir kere daha yerli yerinde kullanabilsin! .. Bir zamanlar tabiî bilimlerden dinî ilimlere, tasavvuftan mantığa, şehircilikten estetiğe hemen her sahada, Harizmî, Bîrunî, İbn-i Sina, Zehrâvî gibi varlığı didik didik eden dehâlarla; Ebû Hanife, İmam Muhammed, Serahsî, Merginânî gibi fıkıh ve hukuk üstatlarıyla; İmâm Gazâli, Râzî, Mevlânâ, Şâh-ı Nakşibent gibi mantığı kalb ve mantıkla yenip hayatlarını vicdan endeksli yaşamış insânî normlan aşan istidatlarla; İmam Mâturidî, Taftazânî, Seyyid Şerif, Devvânî gibi muhakeme ve fetânet kahramanlarıyla; Mîmar Hayreddin, Mimar Sinan, Itrî ve Dede Efendi gibi sanat dâhileriyle her zaman çağının çok çok önünde yürümüş bu dünya, geçici bir aradan sonra yeniden bütün aydınlık ruh ve dimağları harekete geçirerek, bir ikinci veya üçüncü Rönesansı gerçekleştirebilir. Evet bu dünya, bir kere daha İslâm'ın ruh ve mânâsını duymaktan varlığın yeniden yorumlanmasına; tasavvufun engin lâhûtî ikliminden evrensel metafiziğe; İslâmî muhâsebe ve murâkebeden insana değerler üstü değer kazandıran teyakkuz ve temkine; iç âlemimizin soluklanabildiği ve iç âlemimizi soluklayabileceğimiz şehir ve şehircilikten kitlelere malolmuş estetiğe, her yerde ruh ve mânâyı nakşeden ve nakşında sonsuzu arayan sanattan, uhrevîleşen, inceleşen, ötelerle bütünleşen, gerçek bedîiyât zevkine ulaşarak yeni bir fasıl açabilir. Açabilir ama, bu öyle kolay olacağa da benzemez. Evet yıllar ve yıllar bu ülkede, rûhî hayatın büyük ölçüde söndürülmesi, dinî dünyamızın işlemez hale getirilmesi, aşkın, vecdin bütün bütün unutturulup gönüllerin diline zincir vurulması, düşünen ve okuyan aydınların gidip kaskatı bir pozitivizme aborde olmaları, salâbet ve hakta sebat yerine softalığın ikâme edilmesi; hattâ âhiret ve cennet istenirken bile, dünyada alışılagelen mutluluğun devamı mülâhazasıyla istenmesi gibi çarpık düşünce, çarpık telâkkileri sînelerimizden söküp atmadan bir yeni fasıl açmamız mümkün değildir. Bu, son birkaç asırdan beri ruhlarımızı saran levsiyât sökülüp atılamaz demek değildir. Bu, milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duyguları atıp, İslâm'ın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergamlık, rûhânîlik ve rabbânilik ruhuyla hakka yönlendirilip ve hak duygusuyla arıtılıp şekillendirilmeden.. ve bu anlayış, bu ülkeyi ve bu milleti sarmadan düze çıkma imkânsızlık ölçüsünde zor demektir. Ama, bütün bütün olmaz demek de değildir. Eğer içimizde, öze sadık kalabilmiş, çağı kucaklayabilecek tecdit iradesine sahip bir kısım yiğitler varsa -ki vardır bu yenileşme ve değişme mutlaka gerçekleşecektir. Kur'ân buudlu, fıtrat huylu yenileşme ve değişme.. hem öyle bir gerçekleşecektir ki, hâlâ bu anlayışa kapalı kalan, kapalı kalmakta ısrar eden yığınlar da bunu engelleyemeyeceklerdir. Zira şimdiye kadar, tanıyıp bildiğimiz dünya çapındaki Rönesanslar, bu işin mimarları sayılan ferdî dehâların semere-i sa'yiydi; yığınların hamle ve hareketi değil.. evet İslâm'ın zuhurunu müteakip yıllarda, yer yer patlama ölçüsündeki yenileşme ve değişmeler, Emevî ve Abbâsî döneminde yetişen bir düzine müstesna ruh, müstesna zeka ve müstesna düşüncenin eseri olduğu gibi, İlhanlı, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki 'anil-merkez' hareket ve tekevvünün arkasında da yine bu engin düşünce, bu derin ruh ve bu parlak fıtratlar vardı. Hemen her devirde dopdolu bir gerilimle ortaya çıkan bu rehber ruhların açtıkları çığır, zamanla birer mektep ve kitlelere yeniden yapılanma ruhunu üfleyen birer ekol haline gelmiştir. Arkadan gelenler bu rehber ruhları ve onların düşüncelerini takip etmiş, yığınlar onların arkasından gitmiş, onların aydınlık iklimine sığınmış, bu yüce rehberler de onlara can olmuş, kan olmuş ve bir ruh gibi onlarla beraber yaşamışlardı. Bu ulu dimağlar silinip gittiği ve arkadan da onların yerlerini dolduracak seviye insanlarının yetişmediği dönemlerde ise toplum her kesimiyle kadavralaşmış, düşünceler karbonlaşmış ve yenileşme fikri de olmazlara girmişti. Günlerin bahara döndüğü, şafakların şafakları kovaladığı şimdilerde hem ümitleniyor, hem bekliyor hem de Rabbimiz'e yalvarıyoruz: Bize ruhumuzun heykelini ikame edecek, kalbimizi cennet yamaçları gibi yemyeşil hale getirecek ve gönüllerimizi ulûhiyet hariminin sırlarına ulaştıracak meşîet destekli irade versin!. Ve milletimize Muhammedî 8sav) çizgide yenilenme yollarını göstersin! Bunu istemek ve beklemek hem hakkımız, hem vazifemiz, hem de îmanımızın gereğidir. Ancak, bu hakkı kullanırken, bu vazifeyi yerine getirirken sık sık şanlı geçmişimize mürâcaat etmemiz ve dünümüzü muhteşem kılan değerlerimize sığınmamız da şarttır. Batı böyle bir Rönesans gerçekleştirip günümüzün medeniyetine doğru yürürken, Hristiyanlığa sığınmış, Yunan'ı örnek almış ve eski Roma'yla zifaf olmuştu. Bu kabil esaslar başka medeniyetler için de her zaman söz konusudur. Öyleyse biz de kendi mâzi, kendi mânâ köklerimize sığınacak ve örneklerimizi zamanın bulandıramadığı lâhûtîliğin enginliklerinden alacağız. Felsefî düşünceden tasavvuf gerçeğine, dinin yerleşmiş tarz-ı telâkkisinden ahlâkî buuduna kadar birer kanaviçe gibi, her zaman onunla övündüğümüz ve bizim için de zamanın altın dilimi sayılan ak çağlardan alacak ve onun üzerinde atkı atkı geleceğin dantelasını öreceğiz. Bu dantelada, Mevlânâ Taftazâni ile yan yana gelecek, Yunus Mahdum Kulu ile aynı seccade üzerinde oturacak, Fuzûlî Akif'i kucaklayacak, Uluğ Bey Ebû Hanife'ye selâm çakacak, Hoca Dehhanî İmam Gazâli'yle diz dize gelecek, Muhyiddin İbn-i Arabî İbn-i Sina'ya gül atacak, İmam-ı Rabbanî Bediüzzaman'ın bişâreti ile coşacak.. ve koskocaman bir geçmiş, o devâsâ düşünceleri, devâsâ kametleriyle bir araya gelecek ve bize kurtuluşun ve dirilişin büyüsünü fısıldayacak... Elverir ki, onları bir araya getirecek duygu, düşünce, metot ve felsefeyi keşfedip, o semâvî ve ölümsüz üslûbumuzu bulabilelim! Bu itibarla da, bence her şeyden evvel yürünecek yolların bir kere daha gözden geçirilip, yeniden stabilize edilmesine ihtiyaç var. Aşk u şevkin ilham ve bereketi, akıl ve mantığın emniyet telkin eden sağlamlık ve rasâneti, hürriyet ve kendimiz olmanın istikrar ve insânîliği, sanat ve' felsefemizin derinlik, incelik, tecrit buudlu, mantık eksenli ve vahiy ruhlu olması bizim rönesansımızın önemli esaslarıdır. Bu yenilenmede Allah rızası gâye-i hayâl, ruh bedenin önünde, nefis kalbin idaresinde vazife şuurunu harekete geçirecek temel dinamik, insan ve ülkemizi sevme vazgeçilmez bir tutku, ahlâkîlik hiçbir zaman terk edilmeyecek olan hayâtî bir yol azığı; kâinat, insan ve hayat Kur'ân menşûru altında ayrı ayrı fasıllarıyla sürekli kurcalanan sırlı bir kitap, insan karakteri ve gerçek beşerî değerleriyle önemli bir güç kaynağı, hedef ve gâyenin hakkaniyet ve mukaddesiyeti ölçüsünde, o hedef ve gâyeye ulaştıran yolların Kur'ân ve sünnet yörüngeli olması da şaşmazlığın garantisidir. Aslında, kurtuluşumuzun reçetesi de diyebileceğimiz; ülke ve insanımızın geleceğinin hedeflenmesi, birkaç asırlık ma'kûs kaderimizin değiştirilmesi gayreti, toplumumuzu yoğurup şekillendirecek ruhun cesetlerimize cân olması, milletimiz adına taptaze tarihî bir sayfanın açılması gibi hususlardır ki, bunlar, ütopyaları aşan bir medeniyet ve yenilenme rüyasının sadece birkaç esasından ibarettir.. Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1993, Cilt 3, Sayı 22 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#24 |
![]() Kendimize Yönelirken Bu çağ bizim için üst üste bir problemler çağı oldu ve olmaya da devam ediyor. Hele bu problemlerden birisi var ki o, diğer bütün problemleri unutturacak kadar derin, tedavi ve muâlecelere karşı mukavemetli ve kronik, ihmale tahammülü olmayacak kadar da acildir. İşte bu dev problem, milletimizin, hususuyla da gençlerimizin kendi değerlerimiz açısından ihmali problemidir; eğer derinliği ölçüsünde, hem de vakit fevt etmeden, usta ve mahir ellerce çözüme kavuşturulmazsa, pek çok beklenmedik tersliklere girilerek başarı kuşağında hezimetler yaşanabilir ve en umulmadık anlarda maruz kalacağımız bir kısım nevzuhur hâdiseler mukadderatımızı karartabilir. Dün, ihmal, gaflet, umursamazlık, yetersizlik, başkalaşma fantezisi gibi millî bünyemizde birer modül şeklinde beliren tümörler, çok kısa bir süre geçmeden, üst üste ve hızlı metastazlarla her yanımızı sardı ve bizi dize getirdi; hem öyle bir getirdi ki, toplumun her kesimine ayrı bir hazan yaşatarak, herkesin gerçek rengini alıp götürdü. Evet, bugüne kadar kim bilir kaç defa bu rahatsızlıklarla sarsıldık ve onlara yenik düşme talihsizliğini yaşadık.. kaç defa onları bahtımızın kara yazısı olarak gördük ve sarardık.. kaç defa onlara karşı öfkelerimizi ifade etmek için -gerçek üslûbumuza uymasa da- münasebetsiz kelime veya ona uygun bir söz bulamamanın helecanlarıyla oturup-kalktık ve bir 'lâ havle..' çekerek kendi hafakanlarımızı yine kendi içimizde söndürdük. Bu arada bazılarımız, böyle öldüren bir his girdabında kıvranırken, bazılarımız da sadece bu levsiyata girmiş kimseleri karalamakla yetindi. Oysa ki, hem bu insanları hem de daha başkalarını, yürüdükleri çizgi itibarıyla karalayacağımıza onları, yepyeni ve taze bir hayat vaadiyle kucaklamalı, heyecanlarını saygıyla selâmlamalı ve hezeyanlarına da bir kısım makul sebepler, mazeretler bularak içimizdeki şiddetin, hiddetin havasını almaya çalışmalı, hatta onlara bazı haklar vermek suretiyle, aramızdaki müşterek meseleleri müzakereye bir zemin hazırlamalıydık!.. Şu bir gerçek ki bizim toplum, bünyesinde çok düşünceyi, çok anlayışı, çok felsefeyi birden barındıran bir toplum. Bu itibarla da o kendi millî mecramızda yol alırken, yer yer Fransız izleriyle karşılaşabiliyor; gidip Alman telâkkilerine takıldığı oluyor; zaman zaman da İngiliz düşünce tarzına kendine salıyor; şimdilerde daha çok serâzad Amerika felsefesiyle mahmurlaşıyor ve hep kendi şehrahının bariyerlerini zorluyor. İşte bütün bu anlayışlar, bu telâkkiler, bu felsefeler millî kültürümüzü olumsuz olarak etkilediği söylenebilir; ancak böyle bir renkliliğin, her zaman bir zenginlik olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Bence önemli olan, milletin kendi değerlerini koruması ve kendi yörüngesine oturmuş olmasıdır. Ama gel gör ki, değerlendirebilenler için, her biri, yepyeni birer sentez unsuru da sayılacak bu farklı kültürleri değerlendiremeyip, tıpkı altın madenine uzanan yolun taştan-topraktan geçtiğini görüp de, damar içinde ilerlerken ne yaptığını bilemeyen acemi madenciler gibi, ya taşa-toprağa takılıp kalmışızdır, ya da içinde dolaştığımız maden havzasını taş ocağı sanarak hep alâkasızlığımızın mahrumiyetini yaşamışızdır. Evet bugüne kadar nice ışık kaynaklarına sahip olmuşuzdur ki, bu kaynakları birer aydınlanma unsuru olarak değerlendirmek yerine, çok defa onlardan alev-ateş çıkarmış ve tenevvür edeceğimiz yerde yangınlara sebebiyet vermişizdir. Gariptir bizde iki damla bir şey bilen hep başkalarını hafife almış; bir damla düşünebilen kendini filozof sanmış; kuvveti temsil edenler aklı, mantığı yedeğe alarak yollarına kaba kuvvetin vesayetinde yürümüş; siyaset yapanlar, particiliği gaye haline getirerek 'o olmazsa olmaz' mülâhazasıyla her şeyi ona feda etmiş; iktisadî, siyasî, kültürel faaliyetlerimiz, kıskançlık, rekabet ve hazımsızlık ağında 'teâruzlar-tesâkutlar' fasit dairesinin dışına çıkamamış; daha çocuk yaştakiler, ellerindeki zeytin dallarını veya kuş tüyünden oyuncaklarını sopa gibi birbirinin başına çalmış; gençler, ruhlarındaki dinamizmi, sarsılan itibarımızı, kırılan gururumuzu tamir yolunda harcayacaklarına onu kendi milletlerine karşı kullanmış ve millet ruhunda rahneler açmışlardır. Acaba nedendir bütün bunlar?.. Neden sevişebilecekken sevişemiyor, neden bir türlü kalıcı dostluklar kuramıyor, neden milletçe tasayı-sevinci, neşeyi-kederi paylaşamıyoruz? Acaba, bizim için kalplerin fethi yolundaki mücahede ve gayret, muharebe meydanlarındaki mücadeleden daha mı zor? Yoksa insanoğlunun en değerli yanı sayılan kalbi, sevgiye, müsamahaya, kucaklaşmaya, kabullenmeye, paylaşmaya kapalı da; nefrete, kine, hoyratlığa, hazımsızlığa ve inhisar-ı fikre mi açık?.. Hayır hayır! O kalbi yaratan Allah'a yemin ederim ki, insanın bu en kıymetli derinliği ve bu en zengin yanı bu ölçüde faziletlere kapalı ve levsiyata açık olamaz!.. Cihanın en büyük fatihleri, fethin ilk durağı gönüllerden başlamışlardı her işe.. evet onlar, önce gönülleri kazanmış; sonra da bu rıhtımlardan açılarak dünyanın dört bir yanına yürümüşlerdi. Eğer daha önceden Anadolu insanının gönlüne girilmeseydi, Malazgirt gerçekleşemezdi.. İstanbul surlarını kuşatan leventlerin, samimiyetle çarpan sînelerinin vaat ettikleri hissedilmeseydi, surların dışında gürleyen top gülleleri Bizans'ı sindiremezdi.. evet mü'min gönüllerde bir his, bir alâka şeklinde belirip bütün sineleri saran ve onları tesiri altına alan şefkat ve sevgi ağıydı ki, atkılarının ulaştığı her yerde, gönül rızasıyla kendine koşanlara naz ile geriliyor, naz ile toparlanıyor ve alıp bağrına bastıklarına hep muhabbet destanları dinletiyordu. Şimdi, eğer tarihimizde yoksa, nereden gelip içimize sokuldu bu kin, nefret düşmanlık ve hazımsızlık.? Son bir iki asırdan beri, Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika'ya şimdilerde biraz da, Japonya'ya hep derin bir hayranlık duyarken, neden birbirimizden nefret ediyor, birbirimizin kuyusunu kazıyor ve birbirimizin kurdu olarak yaşıyoruz?. Daha doğrusu birbirimize yaşamayı haram ediyoruz? Yoksa bizde bir şahsiyet hastalığı mı var?. Var da 'Bizden hayır gelmez; bari yabancı ruhlara sığınalım' diyor ve bin senelik tarihî değerlerimizi, bir kısım fantastik mülâhazalar uğruna çer çöp gibi götürüp mezbeleliğe atıyoruz. Biz kendimize yok yere kaoslar icat ededuralım; desteksiz, yörüngesiz, irfansız, mefkûresiz ve tabiî, dümensiz yetişen bilmem kaç nesil, hevânın, hevesin ve fantastik hülyaların çocukları olarak yetişti!.. Bütün metafizik mülâhazalarını kaybetmiş; millî resim ve millî kimliğinden habersiz.. dilencilik yoluyla yedi dünyadan toplayıp getirdiği partal şeylerde, 'ben kimim?' sorusuna cevap bulduğu vehmiyle yaşayan bu nesil, hep maddenin gel-gitleri ağında çırpınıp durmuş, hep dilsiz ve gönülsüz yaşamış zaman zaman dinini üstûrelere karıştırmış, ahlâkiliği ibâhiliğin kudûmuna kurban etmiş, sanat telâkkisini şehvetin rengine boyamış.. şiirini, mûsıkisini yırtıklığın ağız suyu haline getirmiş ve derken kendini, bu elli türlü yanlışlığın birbiriyle boğuştuğu bir öldüren arenanın tam göbeğinde bulmuştur. Zaten neticenin başka türlü olması da düşünülemezdi.. Artık bundan sonra o, gayızla sağa sola saldıracak; geçmişini hafife alacak; imanının yanında güvenini ve güvenirliğini de yitirecek; insanî duygularıyla beraber sevgiye de hasret gidecekti. Dahası, tamamen yabancı vicdanların vesayetine teslim edildiği bu dönemde o, terbiyesi yabancı ellere bırakılacak; duyguları, düşünceleri ile yabancı kreşlerin çocukları gibi yetişecek; başkalarına kendinden daha yakın, bu yakın-uzak fikirzedeler, birbirlerinin sıcaklığını duyacak kadar birbirleriyle iç içe bulundukları halde, kendi aralarındaki soğukluktan da her zaman tir tir titreyeceklerdir. İşte bunlardır ki, îmanı bin türlü şüphe ve tereddütle delik-deşik.. güveni temelinden sarsık.. ümitleri târumâr.. kalbi, suları çoktan çekilmiş bir dere yatağı gibi kupkuru.. insanî duyguları kine, nefrete, düşmanlığa emanet.. o bomboş yüreği bir sürü korkunun cevelângâhı.. hep hedefsizliğin, gayesizliğin gel-gitlerine teslim ve mesafelere yenik.. ufku kapkaranlık ve inişlerinde bile yokuş yaşamakta.. özü, üsâresi sıkılıp içinden çıkarılmış da, sadece kabuğuyla ayakta duruyor gibi âdetâ her şeyiyle iğreti hale gelmiştir. Doğrusu, böyle bir canlı cenazeye hayat üflemek çok zor olsa gerek; zira o, hayatın bizcesine karşı tamamen yasancılaşmış ve kendi değerlerine tepki içinde. Ne var ki her şeye rağmen onu tutup kaldırmak da yine bize düşüyor. İnancımız o ki, ilâhî meşiet iradelerimize hayat olup aktığında, o da, İsrafil surunu duymuş gibi ayağa kalkacak ve varlığının ikbalini bir kere daha haykıracaktır. Gerçi, birkaç asırlık bu büyük ihmalin, toplum bünyesinde açtığı boşlukları doldurmak ve arızaları gidermek çok kolay olmayacak; olmayacak ama, bugüne kadar bilmem kaç defa, kendiyle beraber vesayetinde taşıdığı pek çok mazlumun, mağdurun idbarını da ikbale çeviren yeryüzünün düşünce mirasçıları, bu ürperten bâdireyi de mutlaka aşacaklardır; aşacak ve kendi mahrumiyet dünyalarında başkalarına ferah-fezâ cennetler kuracaklardır.. ve tabiî diriliş üflemeye memur oldukları toplumun değişik boşluklarını müsamaha enginlikleriyle dolduracak.. başkalarının kusurlarını, kendi hatalarının küçülten göstergesi altına yerleştirerek, onların yanlışlarında kendi yanlışlarını kabullenmiş olan vicdanlarının hakemliğine başvuracak.. ve hastasına hastalığını hissettirmeyen usta bir hekim gibi, onların ruhunu hırpalamadan ve işledikleri hataların ihsas zulmünü yaşatmadan onlara bir sürü alternatifli çıkış yolları göstereceklerdir. Elbette bunca yıldır değerleri alt-üst edilmiş ve tersliklere alıştırılmış bir toplumda, her şeyi kerametvâri bir hamlede değiştirip, ilhadın yerine îmanı, keyfiliğin yerine disiplini, kargaşanın yerine nizamı, lâahlâkîliğin yerine ahlâki, şehvetin yerine ilâhî aşkı ve millet sevgisini ikame etmek kolay olmayacaktır.. evet, yıllardan beri gelip inancın otağına taht kurmuş ateizmi, ahlâkî değerleri alt-üst etmiş lâubâliliği, disiplinli yaşamaya karşı sürekli prim verilerek azgınlaştırılmış faydasızlığı birden söküp atmak ve onların yerine Allah'ın istediği, Peygamber'in öğütlediği değerleri yerleştirmek kolay olmasa gerek. Zira, yıllar var ki, bütün dünya ile beraber bizde de, bir kısım çarpık ideolojiler, nihilistçe telâkkiler ve baş kaldırma hezeyanlarıyla cemiyeti cemiyet yapan, daha doğrusu yığınları cemiyet haline getiren bütün kıstaslar târumâr oldu.. yüreklerden sorumluluk duygusu sökülüp atıldı ve zinde güçlere âdetâ bohemlik duygusu içirildi. Her gün yeni bir fantezinin, kitleleri alıp arkasından sürüklediği bu talihsiz dönemde, kimi serâzad ruhlar: 'Meğer bunca yıl ellerim boynumda bağlı yaşamışım..', kimi çakırkeyf fıtratlar: 'Ah meğer ne olmayacak şeylerden hayâ edip durmuşum; keşke bu anlamsız şeylere (!) hiç takılmasaydım' ve kimi muhakemesizler de: 'Baş kaldırdım esaretten kurtuldum' veya 'Haram-helâl sınırlarını aştım hürriyete kavuştum' diyor ve kendilerini akıbeti belirsiz bir cereyana salıyordu. Şimdi bütün bu dağınıklıkları gidermek ve durgunlaşan aktivitemizi kendi düşünce ufkumuza göre harekete geçirmek yine bize ve bu ülkeye seven herkese düşüyor. Evet bir kere daha millî ruh harimine çekilip iradelerimizin hakkını son santimine kadar kullanarak, bunca yıllık mazlumiyetlerin, mağduriyetlerin bilediği bir azimle, tıpkı havariler ve ilk Müslümanlar gibi 'bir kere daha yolculuk' deyip, nerede bir insan var, orada îman, iz'ân ve irfan da olmalıdır duygusuyla ömürlerimizi hicretten hicrete göçlerle derinleştirerek, bundan sonraki hayat dantelâmızı, Hakk'ın hoşnutluğuna ermiş hakikat erlerinin düşünce ve aksiyon kaneviçeleri üzerinde örgülemeye çalışmalıyız. Biz inanıyoruz ki, bugün yeryüzünde hemen herkes, bu kıvamda gönüllerin kendilerine uzatacağı elleri öpüp başına koyacaktır. Yapılabildiği takdirde; dinimizin, dilimizin, ülkemizin, ülkümüzün bayraktarlığını yapacak bu olgun ve oturmuş iradeler, ülke ülke seyahatler tertip edip, kapı kapı dolaştıkları her yerde, Hızır gibi karşılanacak ve sundukları düşünceler de âb-ı hayat gibi içilecektir. Evet onlar, uğradıkları her yerde Musa-Hızır arkadaşlığı içinde sonsuza açılacak; Zülkarneyn bekleyenlere koruyucu setler inşa edecek ve asırlardan beri ömrünü mağaralarda geçiren münzevilere de 'ba'sü ba'del mevt'e giden geçitleri göstereceklerdir. Kim bilir belki de, uğradıkları her yere, asırlardan beri beklenen en kapsamlı bir ulu Rönesans düşüncesinin ilk kıvılcımlarını da onlar götüreceklerdir... Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1997, Cilt 5, Sayı 38 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#25 |
![]() Bu, son birkaç asırdan beri ruhlarımızı saran levsiyât sökülüp atılamaz demek değildir. Bu, milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duyguları atıp, İslâm'ın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergamlık, rûhânîlik ve rabbânilik ruhuyla hakka yönlendirilip ve hak duygusuyla arıtılıp şekillendirilmeden.. ve bu anlayış, bu ülkeyi ve bu milleti sarmadan düze çıkma imkânsızlık ölçüsünde zor demektir. Ama, bütün bütün olmaz demek de değildir. Eğer içimizde, öze sadık kalabilmiş, çağı kucaklayabilecek tecdit iradesine sahip bir kısım yiğitler varsa -ki vardır bu yenileşme ve değişme mutlaka gerçekleşecektir.
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#26 |
![]() Milletimizin Ana Dâvâsı Bütün dünyanın bahara kaydığı şu günlerde hemen herkes, tarih perspektifi açısından bir kısım tersliklere rağmen, geleceğin aydınlık olacağı gerçeğinde ittifak ediyor. Ancak cihan çapındaki bu 'oluşumu' azim, irade ve yüksek bir performansla zorlayanların durumu da, üzerinde durulmaya değer bir konu. Bu ülke ve milletimizin geleceğini düşünmek, her aydının vazifesi olduğunda şüphe yok. Ne var ki herkes, böyle bir sorumluluk altında olduğunun şuurunda mı, değil mi onu bilemeyeceğim; bu konuda bildiğim bir şey varsa, o da, yıllardan beri bu ülkede bir avuç insanın, yatıp-kalkıp sürekli geleceğin hülyâlarıyla yaşamış olması ve yolların bir gün mutlaka düzlüğe çıkacağı ümidiyle hep çırpınıp durmasıdır. Bir zamanlar uğrunda, milyonlarca insanın değişik şekillerde can verdiği bu ülke ve bu topraklar, bugün de pek çok vefalı evladıyla, maziden âtiye geçiş heyecanı içinde.. hem de ümitle dopdolu ve milletini yükseltme hummasıyla inim inim olarak. Öyle ki bunlardan her biri bir el ve bir ayaklarıyla gündelik meşguliyetlerinin içinde bulunurken, diğer el ve ayaklarını, hatta his ve şuurlarını ideallerinin emrine vererek geleceğin plân ve projelerini üretmeye çalışıyorlar. Bu itibarla da şanlı ve azametli bir tarihin, talihli ve zeki bir milletin, bir mânâda bin yıldan beri koruyup kolladığı, geliştirip şekillendirdiği ana dâvânın bir kere daha ciddî bir 'dâüssıla' tutkusuyla ruhlarda tütmeye başladığı söylenebilir. Evet, pek çoğu itibarıyla bugünkü nesiller, birlik ve beraberlik şuuru ve milletlerini çağın birinci milleti haline getirme azimleriyle, hem bu dâvânın remzi, hem de bu misyonun temsilcileri gibi görünüyorlar. Bir muhalif rüzgâr esip her şeyi harman gibi savurmazsa, gelecek, bunların ebedî otağı olacağa benzer. İlk İslâm büyükleriyle, çok kısa zamanda dört bir yanda şehbal açıp; Emevi, Abbasi derken, Selçuklularla ayrı bir kıymet hükmüne ulaşan ve nihayet Osmanlılarla bir ulu mesele haline gelen bu dâvâ, belli bir dönem itibarıyla ağır bir talihsizliğe uğratılmış olsa da, bugün yeniden köyde-kentte, ailede-devlette, sokakta-mektepte, sanatta-ilimde, işte-ahlâkta bir diriliş süreci yaşamakta ve ülkenin ruh haritasını gönül heyecanlarıyla uyarıp, renklendirip, gözyaşlarıyla sulayanlar sayesinde, her şeye rağmen bir fecir vefasıyla daha şimdiden dört bir yanda tüllenmeye başladı bile. Bir mânâda üst üste kâzip fecirlerin aldatmalarına maruz kalınsa da, yakında güneşin doğacağını haber veren en sadık şâhitler de yine o fecirlerdir. Talihsiz bir dönemde bizim ruh ve düşünce dâvâmızın yerine gelip oturan madde hırsı, makam sevgisi, yaşama tutkusu, şöhret hissi, dünyaları kaybetme endişesi... gibi hususlar veya en pes şeylerin kutsallaştırılmasına karşılık, bugün artık bütün bunların yerini, ruh ve mânâ eksenli şeyler almaya başlamıştır. Evet dün, vatan kurtarma ve ülkeyi batı standartlarına ulaştırma iddiasıyla atıp-tutan, çalışıyor görünüp caka yapan bir kısım toy düşüncelerin ve onların fantezilerinin yerinde bugün büyük ölçüde, ilmin, sanatın, ahlâk ve faziletin yüksek temsilcileri veya böyle bir temsilciliğe namzet mazinin bütün değerlerinin mirasçıları var. Gerçi hâlâ bir kısım siyaset meydanları, çıkar arenaları, menfaat turnikelerinde kıyasıya bir vuruşma söz konusu.. ve bunlardan bazıları: Vatanı kurtaralım, insanımızı aydınlatalım, ülkemizi yükseltelim... teraneleri arasında sürekli hırslara, heveslere prim vermekte ve milleti kaoslara sürüklemekte, ama; rica ederim, bunların bulunmadığı herhangi bir zaman dilimi göstermek mümkün mü? Bunlar her zaman var oldu; bugün de, yarın da var olacaktır. Evet tarih, her zaman iyi insanların yanında birbirine söven, birbirini kemiren, birbirine pusu kuran, birbirine ihanet eden ve iftiralar yağdıran insanların da tarihidir. Uzun boylu konuşmaya ne gerek var; dönüp yakın geçmişimize bir bakıversek, ruhların demokrasi adına kaç defa suikaste maruz kaldığını, kaç defa toplumun değişik kesimlerinin, birbirinin kurdu haline getirildiğini ve o geniş iletişim imkânları sayesinde kaç defa gönüllerimize kin, nefret ve iğbirar içirildiğini görecek ve ürpereceğiz. Evet, toplumun bazı kesimleri itibarıyla ve bazı hususlar açısından, bugün yapıla gelen işlerin dünkülerden, yarınkilerin de bugünkülerden farkı olmayacaktır. En nezih ve en ideal toplumlarda bile, sürekli aldatıp bölen, istismar edip ezen ve devamlı yüzündeki maskeyi değiştirerek kendisini saklamasını bilen bir kısım karanlık ruhlar olmuştur ve olacaktır da. Ama bunların yanında dünya kadar olumlu insan ve olumlu gayretin bulunduğu da bir gerçek... Bugün, değişik ad ve ünvanlarla gerçekleştirilen eğitim seferberliği, sevgi, hoşgörü ve diyalog uğrundaki gayretler, aslında toplumun parçalarını bir araya getirme ve onun mânevî güç kaynaklarını harekete geçirme istikametinde çok önemli teşebbüslerdir.. ve metafizik gerilimi tam, inanmış nesillerin elinde, karaya oturmuş millet gemisini yüzdürmeye yetecek mahiyettedir. Vaktiyle, Yemen'den Balkan yarımadasına, Arap çöllerinden Asya steplerine kadar geniş bir coğrafyada bulunan, yavrularını kaybeden aileler, kaybettikleri şeyleri tedarik etmenin biricik yolu kabul ettikleri istiklâl ve istikrar mücadelesi sayesinde, ümitle şahlanıp yeni bir dünya kurmaya karar verdikleri gibi, ruh ve karakter itibarıyla çok ciddi hırpalanmış, ahlâk, fazilet, düşünce, sanat ve topyekün insanî değerlerde iç içe kayıplar yaşamış bugünkü nesillerin, rûhî istiklâlleri ve fikrî istikrarlar sayesinde yeni bir 'ba'sü ba'de'l-mevt'e ereceklerinde şüphe edilmemelidir. On dokuzuncu ve yirminci asır bizim için bir çözülüş ve gerileyiş asrı olmuştu. Uzun zaman bu gerilemenin ve çözülmenin hakikî sebepleri sezilemedi veya bu konudaki düşünceler kasten çarpıtıldı; dolayısıyla da, dinde, ilimde, sanatta, bediiyatta gerçek gericilik şaheserleri sergilendi, hatta yer yer fikir mücadelesi şeklindeki bir kısım cereyanlar, biraz fantezi, biraz da şaşkınlık eseri olarak zamanla birer ilhad ve inkâr akımı haline geldiler. Öyle ki, ilmî dehanın yerinde hokkabazlık, aydınlığın yerinde illüzyon ve mücadelenin yerinde de başkalarına kara çalma moda oldu. Hileyi hüner sayan bazı kesimler, tarihî hakikatleri, iftira, tezvir ve yalanlarla yıkmak için kıyasıya mücadele verdiler.. kaderin cilvesine bakın ki, bugün o tarihî dinamikler ve milletin mânâ kökleri bütün salâbetiyle dimdik ayakta; yıkılıp-giden onlar oldu. Evet, şimdilerde bir kere daha peygamber çizgisine uyanmış bu millet, yepyeni bahar esintileriyle salım salım ve her yörede üfül üfül kar çiçekleri gibi bize yeni bir varoluşun neşidelerini mırıldanıyorlar. Evet artık bugün, belli ölçüde de olsa, kendimize gelmenin, kendimizi bulmanın ümit ve inşirahıyla daha çelik çavak ve daha kararlı görünüyoruz.. dilerim, bundan sonra da ortaya koyacağımız her cehd ve gayret, dökeceğimiz her gözyaşı damlası bugüne kadar onulmaz gibi görünen yaralarımızın şifası ve bazılarımıza karanlık görünen geleceğimizin de ziyası olsun! Yirmi birinci asra girerken, biz ve bizimle alâkalı diğer ülkelerin geleceği, bugün için ilim, fazilet ve ahlâkın yüksek temsilcileri sayılan ve büyük çoğunluğu itibarıyla kendilerini eğitim ve öğretim işine adamış ışık ordusunun nurdan kanatlı üveyklerinin vesâyetinde sayılır. İnşaallah bu kutlu nesiller, kaybettiğimiz bütün tarihî değerleri yeniden bize kazandırmanın yanında, milletimizin çağıyla hesaplaşması konusunda da ışık sesli, ışık düşünceli rehberlerimiz olacaklardır. Zaten, bizim varoluş dâvâ ve gayemizin kaba kuvvetle hiç mi hiç alâkası yoktur. Biz, Hakk'a teslim olmuş kuvvetin bir hikmet-i vücudu olabileceği mülâhazasıyla, kendi engin düşünce tarzımız, o nefislerden nefis sanat telâkkimiz ve kılı kırk yararcasına o incelerden ince 'ihkâk-ı hak' anlayışımızın yanında, tekniğin ve teknolojinin zaruretine, sanayinin lüzum ve âciliyetine, ilmin değerlerüstü değerine içten saygı duyuyor ve ülkemizin mutlaka bunlarla beslenip desteklenmesinin 'zorunluluğu 'na inanıyoruz. Bunun için de bugün biz, her şeyden daha ziyade, ülke ve insanımız adına bu dengeleri kurabilecek, milletimizi düşünce şâhikalarına yükseltecek, bizi kendi mânâ köklerimize yönlendirecek ve meâlîye müştak ruhlarımıza sonsuza açılma startı verecek cins dimağlara, engin fikirlere ve ufuk sahibi mürşitlere ihtiyacımız var. Evet, bu ülkenin parti ve hizipçilikten daha çok, îmanla, ümitle donanmış; aşkla, heyecanla dopdolu; maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî garazlardan sıyrılabilmiş ilim, ahlâk ve fazilet havârisi babayiğitlere ihtiyacı var. Onlarla buluşup, onlara teslim olacağımız âna kadar, nisbî de olsa, bu iç içe gurbet ve esaretlerimiz devam edeceğe benzer. Rahmeti Sonsuz'dan, ellerinde hayat kâsemiz, yıllardan beri ufukta emareleriyle müteselli olduğumuz o Hızır çeşmesi görmüş ölümsüzleri imdadımıza göndermesini niyaz ederiz... Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1996, Cilt 4, Sayı 32 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#27 |
![]() Ruh Mimarları Rabbanîler Günümüzde ahlâkî değerleri, insandaki iç derinliğini, kalbî ve ruhî hayatın önemini dudak bükerek karşılayanlar olsa da, hakikî insanlığa giden yolun bu değerlerden geçtiğinde şüphe yok. Bazılarımızın tarz-ı telâkkisi ne olursa olsun, bugün içtimaî, iktisadî, siyasî, kültürel değişik bunalımlarla iki büklüm ve sırtında birkaç kamburu birden taşıyan çağın insanını, üst üste buhran ve tazyiklerden kurtaracak tek çare de yine bu dinamiklerin hayata geçirilmesi olsa gerek. Böyle hayatî bir misyonun gerçekleşmesi ise ancak, hiçbir zaman kendini düşünmeyen ve düşünecek olursa da, kurtuluşunu başkalarının kurtarılmasında gören Rabbanîler sayesinde mümkün olacaktır. Bize göre -bununla gerçek Müslümanlığı kastediyorum- Allah nezdinde kurtulmuş olmak, kurtarıcı olma cehd ve gayretine bağlıdır. Biz, uzak ve yakın geleceğimizin selâmetini, başka ruhlara melce' olmada, başka. iradelere fer pompalamada, başka gönülleri şahlandırmada görür ve her zaman yangınları göğüsleyen ve şahsî çıkarlara sırtını dönen kimseler arasında yerimizi almak isteriz. Zaten, davranış ve hareketlerimizin ahlâkî olması da, ruhlarımızda mefkûreleşen böyle bir mesûliyet şuuruyla yakından alâkalıdır. Evet, topyekün varlığı kucaklayan nizamın en hayatî nüvesini teşkil edip evrensel huzurun da en ehemmiyetli kaynağı sayılan ve hemen her zaman ferdiyetimizin sınırlarını aşan böyle bir sorumluluk ruhu, böyle bir yüce himmet azmi ve rehberlik iradesi, hem bizim kurtuluşumuzun biricik esası. hem de bütün insanlığa muhtaç olduğu ruh ve mânâyı fısıldayacak en müessir bir ses ve en beliğ bir lisandır. Umum varlık ve genel nizama arkasını dönüp egonun karanlık labirentlerinde ömürlerini geçirenlerin kurtuluşa erdikleri görülmemiştir. Kurtuluşa ermek şöyle dursun, böyleleri çok defa kendilerine hüsn-ü zan besleyenlerin de helâk olmalarına sebebiyet vermişlerdir. İnsanlığın ilerilere yürüdüğü dönemler de hep varlıkla el ele olduğu dönemler olmuştur. Şimdilerde de, geleceğe yürümeyi plânlayanlar, egoizmayı bırakıp mutlaka herkesle ve her şeyle el ele olmalıdırlar. İradeler ve idealler; hakiki mânâda bütünleşmiş heyetlerin, kenetlenmiş azimlerin ve kolektif şuurların desteğini aldığı ölçüde gerçek değerini bulacaktır. Aslında, başkalarını yaşatmak ve başkalarıyla yaşamak için onların içinde eriyip yok olmak, onlarla kaynaşıp bütünleşmek, fertken cemaat haline gelmenin, damla iken derya olmanın ve dolayısıyla da ölümsüzlüğe ermenin biricik yoludur. Değişik bir yaklaşımla, insanın, insanla hedeflenen mânâ ölçüsünde insan olması onun, beden, cismaniyet ve 'akl-ı meâş'ına rağmen, kalbinin emrinde olup ruhunu dinlemesine bağlıdır. Yani insanın kendini ve çevresini daha iyi tanıyabilmesi için, her şeye ve herkese biraz da gönül gözüyle bakması ve onları kalbin kadirşinas kriterleriyle değerlendirmesi şarttır. Unutulmamalıdır ki, her zaman ruh safvetini ve kalb tazeliğini koruyamayan, zihnî, fikrî ve hissî zenginliğiyle beraber çocuklar kadar saf ve temiz kalamayan bir kimse, bilgi, görgü ve tecrübeleriyle ne kadar da engin olsa, çevresine güven telkin edemez ve kat'iyen inandırıcı olamaz. Bir kısım politikacılarla, güç ve kuvveti, mantık, muhakeme ve kalbin önünde götürenlere -korktuğundan ve sindirildiğinden ötürü inanıyor gibi görünenler müstesna- kitlelerin güven duymaması ve itimat etmemesi işte bundandır. Temiz ruhlar, saf gönüller, her zaman kalb kaynaklı nezih düşünce ve dürüst davranışları takip etmiştir. Evet, fıtrî safvetini koruyan pâk kalpler, bir kutlu sözün de işaret ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk'ın kenzen bilindiği O'na ait bir hane sayılmışlardır. Bu hanenin, ötelere ait buutlarının temizlik ve semavîliği ölçüsünde, orada lâhut gerçeği kemmiyetsiz, keyfiyetsiz duyulup hissedilebilir. Zaten 'gördüm' diyenler de hep bu mânâda gördüklerini söylemek istemişlerdir.. ve zaman üstü bu saf ruhlar, herkesin ötede girmesi muhtemel veya muhakkak olan firdevslere, henüz dünyada iken, kalplerindeki bir 'tûbâ-i cennet' çekirdeği içinde ulaşmış, zerrede kâinatı temâşâ etmiş, hatta böyle bir noktanın da ötesinde rüyet ufkuna vasıl olmuş sayılırlar. Aslında, Kur'ân ve Hz. Sahib-i Kur'ân'ın bize anlattığı kalb adamı da, işte bu, vicdanın bütün fakülteleriyle gören; düşünen, davranan; oturuş-kalkışı merhamet, sözü-sohbeti mülayemet ve her hali nezaket bir hakikat eri ve kalb insanıdır. Varlığı içinden tanıma ve sezme sırrını veren, hayatın gerçek mânâ ve gayesini ifade edebilen bir hakikat eri ve kalb insanı. Böyle bir Rabbânînin gaye-i hayali, her ruhu ebedî varoluşa taşımak, herkese sonsuzluk iksiri sunmak; kendi nefsinden, şahsî çıkarlarından ve gelecek endişelerinden bütün bütün sıyrılarak hem benliğinin derinliklerinde, hem âfâkî âlemde, tabiî hem de kalbî dünyasında ve Rabbi'nin huzurunda bulunma gibi ayrı ayrı münasebetleri aynı anda koruma ve kollama gibi engin ve önemli hususlardır. O, çok defa, kendi bedenî ve cismânî perişaniyetine rağmen, çevresindeki insanların mutluluğunu plânlayan, mensup olduğu toplum için nakış nakış. huzur ve saadet projeleri geliştiren, insanlığın, hususuyla da kendi milletinin ızdırap ve sefaletleri karşısında hafakandan hafakana giren nebî gönüllü bir diğergâmdır. Bu itibarla da o, bütün dünyayı ve bilhassa bizim insanımızı saran kötülüklerle yaka-paça olmada, onlar savmada 'Bâtılı tasvir sâfi zihinleri idealdir' çıkmazına girme yerine, sancı sancı üstüne yapması gereken şeylerin projeleriyle oturup-kalkan, onlar çözme heyecanıyla yutkunup duran; ciddi bir vazife aşkı, sorumluluk hırsı ve ihsan şuuruyla her zaman problemler üzerine yürüyen bir peygamberâne azim kahramanıdır. Acz ve fakrıyla kanatlanmış, şevk u şükürle gerilmiş, umumî âhenk ve hakikati ihya etme mesuliyetiyle inim inim bir azim kahramanı. Bu öyle bir mesuliyettir ki, ferdin idrak ve şuurlu iradesine giren hiçbir mesele onun dışında kalamaz. Varlık ve hâdiseler karşısında sorumluluk, tabiat ve toplum karşısında sorumluluk.. geçmiş-gelecek, diri-ölü, genç-ihtiyar, okumuş-cahil, idare ve emniyet.. herkesten ve her şeyden sorumluluk.. ve tabiî bütün bu sorumlulukların gönülde bir ızdırap halinde duyulması, ruhta çıldırtan hafakanlar halinde kendini hissettirmesi her zaman onun gündeminde birinci sıra yarışı içindedirler. Zannediyorum Allah katında, insanı değerler üstü değerlere ulaştıran ve Rabb'in yakınlığını kazandıran peygamberâne azim ve bu azimle ulaşılan ruhtaki miraç da işte budur! Evet, mesuliyet şuurundan kaynaklanan ızdırap, hele devam ederse, reddedilmeyen bir dua, alternatif projeler üretmede güçlü bir menba ve temiz kalabilmiş samimi vicdanlar üzerinde de en müessir bir nağmedir. Her ruh insanı, ızdırabının enginliği ölçüsünde kendi gücünü hatta mensup olduğu cemaatin gücünü aşmaya namzet, geçmiş ve gelecek nesillerin güç ve kuvvetinin bir nokta-i mihrâkiyesi haline gelebilir. Burada, yaşayanlarla yaşatanları, birbirinden ayırmak icab ettiğini bir kere daha hatırlatalım: Bizim, her zaman ısrarla üzerinde durduğumuz; yaşatmak için kendilerini ihmal edecek kadar ömürlerini samimiyet, vefa ve diğergâmlık içinde geçirenler, ruhumuzu kendilerine emanet edeceğimiz tarihî hakikatlerin hakiki mirasçılarıdırlar. Onlar, kat'iyen, kitlelerin kendilerini takip etmelerini istemezler.. istemezler ama, onların mevcudiyeti, önü alınamayan öyle güçlü bir çağrıdır ki, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bir cazibe merkezi gibi herkes bu Rabbânîlere koşar.. ve hatta onların arkasında güle güle ölüme gidebilir. Gelecek, hem bir mesuliyet manzarası hem de başarı meşherleriyle, bu önemli misyonu temsil edecek olan Rabbânîlerin eseri olacaktır. Milletimizin ve milletimizle alâkalı diğer milletlerin varlık ve bekâsı, yepyeni bir medeniyetin bütün vâridâtı ve zengin bir kültürün diriltici engin dinamizmi, onların nefesleriyle soluklanacak, onların omuzlarında bayraklaşacak ve onların güçlü omuzlarıyla istikbale taşınacaktır.. taşınacaktır; zira onlar, yüce hakikatlerin emanetçileri ve tarihî zenginliklerimizin de mirasçılarıdırlar. Tarihe mirasçı olmak demek, geçmişin bilinen-bilinmeyen, büyük-küçük bütün birikimine, bu birikimi nemâlandır maya, yeni terkipler meydana getirmeye, sonra da bütün bunları gerçek mal sahibi olan gelecek nesillere intikal ettirmeye varis olmak demektir. O bugünle, yarınla alâkalı bu tarihî misyonu eda etmediği takdirde, bugünü berbat, yarını da zâyi etmiş sayılacaktır. Bu öyle bir sorumluluktur ki, mirasçı gaflet ve tekasüle düştüğü, ya da onu havale edecek bir başkasını aramaya durduğu, hatta âhiretin cazibedar güzelliklerine kapılıp öteleri arzu ettiği takdirde, belli ölçüde dâvâya ve tarihe ihanet etmiş ve dolayısıyla da gelecekle aramızdaki köprüleri yıkmış sayılır. Oysaki varlık ve bekâmız adına, geleceğe bizim olacağı nazarıyla bakmamız elzemdir. Onu, duygularımızın, düşüncelerimizin, plânlarımızın birinci maddesi olarak bir serlevha haline getirmek, hareket aktivitemiz adına çok önemlidir. Bunun aksi ise, milletimize karşı bir saygısızlık ve ihanettir. Din, ilim, sanat, ahlâk, iktisat ve aile gibi hemen her alanda bize ait kurumlara omuz vermek ve bu müesseseleri, tarihimizdeki gerçek seviyelerine yükseltmek zamanı gelmiş ve geçmektedir. Bizler, milletçe böyle bir sorumluluğu yüklenecek azim, irade ve cehd insanlarını bekliyoruz. Bizim, içten ve dıştan gelecek ihsanlara, düşünce sistemlerine değil; bizim, top yekûn milletimizde mesuliyet ve ızdırap şuuru uyarabilecek ruh ve düşünce hekimlerine ihtiyacımız var. Gelip-geçici saadet va'di yerine ruhlarımızda derûnîlik meydana getirecek ve bizi bir hamlede, mebde' ile müntehayı birden görebileceğimiz seviyeye ulaştıracak ruh ve düşünce hekimlerine. Evet, şu anda biz, icabında cennete girmekten dahi vazgeçip ve şayet girmişse, dışarıya çıkma yollarını araştıracak kadar mesuliyet ve dâvâ âşıkı insanlar bekliyoruz. 'Güneşi bir omuzuma, ayı bir omuzuma kovsalar, ben bu işten vazgeçmem!' diyen insanlar.. bu bir Peygamber ufkudur. Bu ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun bir dimağ, yerinde: 'Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var; milletimin îmanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmava razıyım' der iki büklüm olur.. veya ellerini açar, 'Vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın' çığlıklarıyla semavâtı lerzeye getirir. Evet, bugün insanımızın, herşeyden daha çok, milletinin günahları için ağlayan, insanlığın affedilip bağışlanmasını, kendi bağışlanmasının önünde bekleyen.. ve A'rafta durup cennetliklerin hazlarıyla yaşayan, cennete girse dahi şahsî hazlarını duymaya vakit bulamayan derûnîlere ihtiyacı var... Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1995, Cilt 4, Sayı 28 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#28 |
![]() Amin.Ecmain ablam.Katılıyorum bu durum ve bu tür sözlerde beni çok derinden yaralıyor.
Konu NûN tarafından (09-12-2010 Saat 13:27 ) değiştirilmiştir.. Sebep: Alıntı düzeltilmiştir. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#29 |
![]() Ruhumuzun Heykelini İkame Ederken Daha önce, icmâlen yeryüzü mirasçılarının vasıflarına işaret etmiştik. Şimdi o hususları biraz daha açarak netleştirmek istiyoruz. Mirasçının birinci vasfı, kâmil îmandır. Kur'ân; insanın yaratılış gayesini marifet ufku, muhabbet rûhu, aşk u şevk buudu ve rûhânî hazlar televvünleriyle 'îman-ı billah' olarak tesbit eder. İnsan, yerinde kendi özünden varlığın derinliklerine yollar vurarak, yerinde varlıktan değişik kesitler alıp özünde değerlendirerek îman ve düşünce dünyasını inşâ etmekle sorumlu tutulmuştur. Bu, aynı zamanda onun rûhunda meknî bulunan insanlık gerçeğinin ortaya çıkması demektir. Evet insan, ancak îmanın aydınlığında, özünü, özündeki derinlikleri, varlığın hedef ve gayelerini sezip kâinât ve hâdiselerin iç yüzüne, eşyanın perde arkasına muttali olabilir; muttali olup varlığı kendi buudlarıyla kavrayabilir. İnançsızlık tıkalı ve boğucu bir sistemdir. İnançsızın nazarında varlık bir kaosla başlamış, rastlantıların ürperten belirsizlikleri içinde gelişmiş ve sür'atle de dehşet veren bir sona doğru kaymaktadır. Bu sallana ve yuvarlana gidiş içinde, ne rîıha inşirah veren Rahmânî bir nefha, ne de bizi insânî emellerimizle kucaklayacak emniyet esintili küçük bir yer hatta ayağımızı basacak kadar bir zemin vardır. Menşeini, hareket çizgisini, nereye ve neye yönlendirildiğini, vazife ve sorumluluklarını sezebilen îman insanı ise, her şeyi apaydın görür; ayağını basacağı yere endişesiz basar, tevcih edildiği hedefe korkusuzca ve güvenle yürür.. yürürken de varlığı ve varlığın perde arkasını elli bin defa kurcalar; elli bin defa eşya ve hâdiseleri imbikten geçirir; her kapıyı zorlar, her nesneyle münasebet yollarını araştırır.. bildiklerinin, bulduklarının yetmediği yerlerde, o güne kadar kendisinin veya başkalarının gerçekleştirdiği tesbitlerin çehresinde görüp-duyduğu hakikatlerle yetinir ve yoluna devam eder. Bu ölçüler içinde bir îman seyyahı, çok önemli bir güç kaynağı keşfetmiş sayılır. Evet 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh' ile remzedilen ötelere ait bu cephane ve hazine öylesine önemli bir kuvvet kaynağıdır ki, bu kuvvet kaynağı ve bu ışığı elde eden insanın artık başka güç kaynağına ihtiyaç hissetmesi söz konusu değildir. O, hep O'nu görür, O'nu bilir; O'nun maiyyetine koşar, hayatını O'na yönelik yaşar; marifet ve itimadının derinliği ölçüsünde bütün dünyevî güçlere meydan okuyabilir ve her şeyin üstesinden gelebileceği ümidiyle en olumsuz durumlarda bile şevkle yaşar bedbinlik ve karamsarlığa düşmez. Bu husus, başta Risâle-i Nur Külliyâtı olmak üzere dünya kadar esere mevzu teşkil ettiğinden şimdilik onlara havale edip geçiyorum. Mirasçının ikinci vasfı, yeniden dirilişin en önemli iksiri sayılan aşktır. Gönlünü Allah'a îman ve O'nun marifetiyle onarmış, donatmış bir insan, derecesine göre bütün insanlara, hatta bütün varlığa karşı derin bir muhabbet ve engin bir aşk duyar; duyar da bütün ömrünü, topyekün varlığı kucaklayan aşkların, vecdlerin, cezbelerin, incizapların ve rûhânî zevklerin gelgitleri arasında yaşar. Her dönemde olduğu gibi, günümüzde de bir ulu dirilişi gerçekleştirmek için, yepyeni bir anlayışla, gönüllerin aşkla coşup, şevkle köpürmesine ihtiyaç var. Zira aşk olmadan, neticesi itibarıyla kalıcı hiçbir hamle ve hareketi gerçekleştirmek mümkün değildir. Hele bu hamle ve bu hareket ukbâ ve öteler buudlu ise.. Allah karşısında var eden ve var olan münasebetler içinde yerimizi belirlemek.. varlığımız, O'nun varlığının, ziyasının gölgesi olması itibarıyla yaratılmış olmanın hazlarını duymak.. O'nun hoşnutluğunu yaratılışın gayesi kabul edip, hep onu avlamaya çalışmak çerçevesiyle sunacağımız ilâhî aşk, sınırsız ve sırlı bir güç kaynağıdır. Yeryüzü mirasçıları bu kaynağı ihmal etmemeli, onu köpürte köpürte yaşamalıdırlar. Batı, aşkı, madde televvünlü buudlarıyla filozoflann arkasında felsefenin sisli-dumanlı ikliminde tanıdı; tattı ve yol boyu şüphe ve tereddütler yaşadı. Biz varlığa, varlığın kaynağına, kitap ve sünnet adesesiyle bakacak, Yaratan'a karşı gönüllerimizde tutuşturduğumuz sevgiyi, aşk u hummayı, ondan ötürü, bütün varlığa karşı duyduğumuz alâkayı bu iki kaynağın dengeleyici prensiplerine ve metafiziğe açık enginliklerine sığınarak gerçekleştireceğiz. Zira insanın menşei, kâinâttaki yeri, var olmasının hedefi, takip edeceği yol ve bu yolun sonu, bu iki kaynakta, insan düşüncesi, insan hissi, insan şuuru ve insan beklentileriyle o denli uyum içindedir ki onu hissedip de hayret etmemek ve hayranlık duymamak mümkün değildir. Bu iki ak kaynak, gönül erleri için birer aşk u şevk fevvâresi, birer cezb u incizap madenidir. Onlara duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle mürâcaat edenler boş dönmez, onlara sığınanlar da ebedî ölmez. Elverir ki, sığınanlar, bir Gazâlî, bir İmam Rabbânî, bir Şah Veli, bir Bediüzzaman derinlik ve samimiyetiyle sığınsın; bir Mevlânâ, bir Şeyh Gâlip, bir Mehmed Âkif heyecanıyla yaklaşsın; bir Hâlid, bir Ukbe, bir Salahaddin, bir Fatih ve bir Yavuz îman ve aksiyonuyla yönelsin.. evet, bunların o köpük köpük bütün zamanları ve mekanları saran aşk u şevkini, çağımızın usûl, üslûp ve metotlarıyla harman yaparak, Kur'ân'ın devirleri aşan ve eskimeyen rûhuna, dolayısıyla da evrensel bir metafiziğe ulaşmak bizim ikinci adımımızı teşkil edecektir. Mirasçının üçüncü vasfı; akıl, mantık ve şuur üçlüsüyle ilme yönelmek olacaktır. İnsanlığın, bir kısım karanlık faraziyeler arkasında sürüklendiği bir dönemde insanlardaki genel temayüle de bir cevap teşkil edecek olan bu yöneliş, top yekûn beşerin kurtuluşu adına ehemmiyetli bir adım olacaktır. Evet, Bediüzzaman'ın da işaret ettikleri gibi: İnsanlık âhir zamanda her şeyiyle ilme ve fenne yönelecek.. o bütün kuvvetini ilimden alacak.. hüküm ve kuvvet bir kere daha ilmin eline geçecek.. ve ilimlerin geniş kitlelere kabul ettirilmesinde fesâhat, belâgat ve ifade üstünlüğü de herkesin alâka duyduğu bir mevzu haline gelecek.. yani yeniden bir ilim ve beyan devri yaşanacak. Zaten, çevremizi saran vehimlerin sisli-dumanlı atmosferinden sıyrılıp gerçeklere ve Gerçekler Gerçeği'ne ulaşabilmemiz için de başka yol yok. Evet, son birkaç asırlık boşluğu aşmamız, marifette doygunluğa ulaşmamız; yıllar ve yıllar boyu yaşadığımız ezikliğin şuuraltı tahribini onararak bir kere daha kendi kendimizi ispat etmemiz, ilmin, İslâmî düşünce menşûrundan geçirilerek temsil ve ifade edilmesine bağlıdır. Yakın tarihimiz itibarıyla bizde bazen yönü ve hedefi belirlenmediği, bazen de ilim bilime, bilim de felsefeye karıştırıldığı için ilmî düşüncede ciddi kargaşalar yaşandı ve ilim adamları da tamiri zor itibar kaybına uğradılar. Ülkemizde yaşanan bu boşluk yabancıların işine yaradı; memleketimizin hemen her köşesinde harıl harıl mektepler açtılar ve bu eğitim yuvaları vasıtasıyla nesillerimize yabancılık aşıladılar. Bizden bir kesim de, en istidatlı vatan evlatlarını, hatta el-ayak öperek bu okullara yerleştirdi ve bu yabancılaşmayı biraz daha hızlandırdı. Belli bir süre sonra, bu toy ve aldatılmış nesillerde 'Ne din kaldı, ne îman; din harap, îman da türâp olup' gitti.. gitti ve milletçe, hem düşüncede, hem tasavvurda, hem sanatta hem de hayatta benlik müptezelliğine maruz kaldık. Niye olmasın ki; hiçbir endişeye kapılmadan genç dimağları emanet ettiğimiz bu mekteplerde, bilâ istisnâ, Amerikan kültürü, Fransız ahlâkı, İngiliz görenek ve gelenekleri her zaman ilmin ve ilmî düşüncenin önünde oldu. Bu itibarla da gençlerimiz içinde bulundukları çağı ilmiyle, tekniğiyle, teknolojisiyle yakalayacaklarına, değişik kamplara ayrılarak Marksçılık, Durkheimcilik, Lenincilik, Maoculuk oyunu oynamaya başladılar. Kimi komünizm ve proletaıya diktatörlüğü rüyalarıyla avundu.. kimi gidip Freud kompleksine saplandı.. kimi aklını varoluşçuluğa kaptırarak Sartre'e takıldı.. kimi Marcus deyip salya attı.. kimi de ömrünü Camus'un hezeyanları arkasında geçirmeye durdu... Evet bu ülkede bunların hemen hepsi yaşandı ve bu işin dâyeliğini de sözümona ilim yuvaları yüklendi. Bu buhranlar döneminde bir kısım kara ses ve kara ağızlar, durmadan dini, dindarı karalıyor ve sürekli batı menşe'li çılgınlıkları nazara veriyorlardı. Elbette ki, bizim o dönemi ve o dönemin ucuz piyonlarını unutmamız mümkün değildir. Ülkemiz ve insanımıza rağmen bu zemini hazırlayanlar, ma'şerî vicdanda ilelebed tarihî suçlular olarak yâd edileceklerdir. Şimdi biz, içlerimizde bulantı, gönüllerimizde sızı bu karanlık dönemi ve o günün serkârlarını kendi mesâvileriyle baş başa bırakarak, geleceğimizi inşâ edecek düşünce işçilerinden bahsetmek istiyoruz. Evet, gençlerimize aşılayacağımız ilmî düşünce sayesinde, batıdan asırlar ve asırlar önce de gerçekleştirdiğimiz gibi, onların ilimle, fikirle kaynaşıp bütünleşmesini sağlayıp mutlaka kendi yenilenmemizi (Rönesans) tahakkuk ettirmeliyiz. Ma'şerî vicdanda duyulan ma'kûs mukadderâtın ızdırabı, yıllar ve yıllar boyu maruz kaldığımız vesayet hayatının hâsıl ettiği hafakanlar, birkaç asırlık istismarın insanımızda meydana getirdiği reaksiyon, şimdiler itibarıyla bizde yeniden Âdem nebînin feryatlarına, Yunus peygamberin sızlanışlarına, Eyyub Aleyhisselâmın iniltilerine denk âh u efgâna vesile olmuştur. Hatta şu anda, bu duygu ve bu düşüncenin iticiliği ve tarihî tecrubelerin kılavuzluğuyla mesafelerin büzülmeye başladığını ve varılacak noktaya birkaç adım kaldığını hisseder gibiyiz. Mirasçının dördüncü vasfı; onun, kâinât, insan ve hayat mülâhazalarını bir kere daha gözden geçirip yanlış ve doğrularını kritik etmesidir. Bu hususta şunları zikredebiliriz: Kâinât, sık sık mürâcaat edilmek üzere Allah tarafından gözler önüne serilmiş bir kitap; insan, varlığın derinliklerini rasat etmeye açık bir menşûr ve bütün dünyaların şeffaf bir fihristi; hayat da bu kitap ve bu fihristten süzülen, süzülüp ilâhî beyanla yankılanan mânâların temessülüdür. Eğer kâinât, insan ve hayat televvünleri itibarıyla farklı fakat aynı hakikatin değişik yüzleri ise -ki öyledir- bunları birbirinden ayırmak, hakikatin ahengini bozacağından varlığa da insana da haksızlık ve saygısızlık demektir. Evet, Cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatından gelen beyanını okuyup, anlayıp, itaat ve inkıyadda bulunmak bir vecîbe olduğu gibi, ilmiyle plânlayıp, kudret ve meşîetiyle de var edip ortaya koyduğu topyekûn eşya ve hâdiselerde tanınıp anlaşılması, anlaşılıp mutabakat yollarının tesbit edilmesi vazgeçilmesi imkânsız bir esastır. Evet, O'nun kelam sıfatından gelen Furkan-ı Azîmüşşân, bütün varlığın rûhu, dünya ve ukbâ saadetinin biricik kaynağı; kâinât kitabı da bu gerçeğin cesedi, temsili ve hâvi bulunduğu değişik ilim dalları itibarıyla, dünya hayatının doğrudan doğruya, ukbâ hayatının da dolayısıyla çok önemli bir dinamiğidir. Bu itibarla, her iki kitabın da iyi anlaşılıp pratiğe dönüştürülmesinin, sonra da bütün bir hayatın onların üzerinde örgütlenmesinin mükâfâtı; onları ihmal etmenin, görmemezlikten gelmenin, hatta uygun şekilde yorumlayamamanın ve hayata geçirememenin de cezası söz konusudur. Gerçek insânî derinliklerin, duygu, düşünce ve karakterde aranması lazım geldiği gibi onun Hakk'ın nazarında ve halkın yanındaki itibarı da yine bu hususlarda aranmalıdır. Üstün insânî vasıflar, duygu, düşünce derinliği ve karakter sağlamlığı hemen her yerde geçerli bir kredi kartı mesabesindedir. Îmân ve iz'ânına kâfirce vasıf ve düşünceler bulaştıran, karakteriyle de çevresinde her zaman endişe ve kuşku uyaran insan, hiçbir zaman Hakk'ın te'yid ve inayetine mazhar olamayacağı gibi, halk nezdindeki itibar ve güvenilirliğini de koruması mümkün değildir. Zira Hakk da, halk da insanları, insânî vasıfları, üstün karakterleriyle değerlendirir ve ona göre mükâfâtlandırırlar. Bu itibarla da, insânî değerler itibarıyla fakir, karakterleriyle de zayıf kimseler, çok iyi birer mü'min görünümünde olsalar da, büyük başarılar elde etmeleri ve elde ettikleri başarıları koruyabilmeleri; aksine iyi bir Müslüman görünümünde olmadığı halde sağlam karakteri ve üstün insânî vasıfları itibarıyla birkaç kadem ileride olanların da bütün bütün başarısız kalmaları mümkün değildir. Evet, Hakk'ın takdir ve mükâfâtı sıfatlara göre olduğu gibi, insanların hüsn-ü kabulü de bir ölçüde yine buna bağlıdır. Meşrû ve hak olan bir hedefe ulaşmanın vasıtaları da yine hak ve meşrû olmalıdır. Evet, İslâmî çizgide olanlar için her işte gâye-i hayâlin meşru olması bir hak, o hakka ulaşmada başvurulacak vesilelerin meşrûiyyeti de bir vecibedir. Hakk rızası ve Hakk'a vuslat, ihlas ve samimiyet olmadan elde edilemeyeceği gibi, İslâm'a hizmet ve Müslümanları gerçek hedeflerine yönlendirmek de kat'iyen şeytânî yollarla gerçekleşemez. Hatta bazen bunun aksi mümkün görülse de, bâtıl yollarda itibarını tüketerek Hakkın iltifatını ve halkın teveccühünü yitirmiş kimselerin, uzun süre başarılı olmaları kat'iyen düşünülemez. Mirasçının beşinci vasfı; onun hür düşünebilmesi ve düşünce hürriyetine saygılı olması şeklinde hulâsa edilebilir. Hür olabilme, hürriyeti duyabilme insan iradesinin önemli bir derinliği ve benlik sırlarına açılmanın da sihirli kapısıdır. O derinliğe açılamayan ve o kapıdan içeriye giremeyene insan demek oldukça zordur. Yıllar ve yıllar var ki bizler, hem içten hem de dıştan korkunç bir esaret cenderesi içinde kıvranıp duruyoruz. Duygu ve düşüncelerimize çeşit çeşit baskıların yapıldığı esaret cenderesi içinde.. okumanın, düşünmenin, hissetmenin ve yaşamanın tahdit edildiği böyle bir ortamda yenileşme ve gelişme bir yana, insanın insanî melekeleriyle kalabilmesi bile mümkün değildir. Evet, böyle bir zeminde, tecdid ruhuyla şahlanmış gözü sonsuzluklarda büyük insanların yetiştirilmesi şöyle dursun, saf ve düz insan seviyesinin korunabilmesi bile çok zor olsa gerek. Böyle bir vasatta olsa olsa, şahsiyet kaymasına uğramış zayıf karakterler, sünepe ruhlar ve duygularıyla mefluç insanlar bulunur. Yakın tarihimiz itibarıyla, hem yuvanın, hem sokağın, hem eğitim müesseselerinin hem de sanat çevrelerinin ruhlarımıza pompaladığı çarpık düşünceler, sakat kriterler, maddeden ruha, fizikten metafiziğe her şeyimizi altüst etti. Bu dönem itibarıyla, düşüneyim derken saplantılarımızı ortaya koyuyor, her şeyi benlik yörüngeli plânlıyor, inanç ve anlayışlarımızın yanında başka inanç ve anlayışların da olabileceğini hiç mi hiç hesaba katmıyor; fırsat buldukça sık sık kuvvete başvuruyor, kuvvete başvurarak hakkın da iradenin de, hür düşüncenin de ağzının payını veriyor ve gelip gelip başkalarının tepesine biniyorduk. Ne acıdır ki şu anda bile bunların olmadığını ve olamayacağını söylemek mümkün değildir. Oysaki milletçe yenilenmeye doğru yürürken, bir taraftan bin yıllık tarihî dinamikleri gözden bir kez daha geçirmemiz, diğer taraftan yüz elli senelik çeşitli 'değişim' ve 'dönüşümler'i sorgulamamız şarttır. Şarttır, zira günümüzde hükümler ve kararlar bir kısım tabulara göre verilmektedir. Böyle belli düşünceler altında verilen kararlar ise ma'lûldür.. velûd olamaz.. ve hele beklenilen aydınlık bir dönemi hazırlayamaz. Halihazırdaki anlayışa göre hazırlansa hazırlansa ihtirasların öldürücü ağında yığınlar arası çatışmalar, partiler arası boğuşmalar, milletler arası kavgalar ve kuvvetler arası müsademeler hazırlanır. Bugün bir kesimin diğeriyle vuruşması bundan, farklılıkların kavgaya dönüşmesi bundan ve bir türlü aşılamayan yeryüzü vahşeti de yine bundandır. İnsanlar bu kadar bencil, bu kadar muhteris, bu kadar acımasız olmasalardı ihtimal dünya şimdikinden bir hayli farklı bir görünüm arz edecekti. Öyleyse, bugün farklı dünyalara doğru yürürken hem başkalarına karşı olan tavırlarımızda, hem kendi benlik ve hırslarımız açısından biraz daha hür düşünceli ve hür iradeli olmalıyız.. evet, bugün her şeyden ziyade hür düşünceyi kucaklayabilen, ilme ve ilmî araştırmalara açık olabilen, kâinâttan hayata uzanan çizgide Kur'ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı sezebilen engin sinelere ihtiyaç var. Bunu da şimdilerde ancak dehâ misyonunu yüklenen bir cemaat yapabilir. Vâkıa eskiden bu büyük işler ferdî dehâlarla temsil ediliyordu.. ne var ki, her şeyin olabildiğince teferruata açıldığı ve ferd-i ferîdlerin dahi altından kalkamayacağı bir hâl aldığı günümüzde, artık dehânın yerini de şahs-ı mânevî, meşveret ve kolektif şuur almıştır ki, bu da yeryüzü mirasçılarının altıncı adımının hulâsasıdır. Yakın tarihimiz itibarıyla, böyle bir anlayışın İslâmî topluma mâl edilemediği bir gerçek.. zaten mektebin bir kısım dogmaları heceleyip durduğu, medresenin hayata kenarından köşesinden baktığı, tekyenin bütün bütün gidip metafiziğe gömüldüğü, kışlanın sadece kuvvetle gerinip, kuvvetle gürlediği bir dönemde bunların hayata mâl edilmesi de mümkün değildi. Evet bu dönemde mektep bütünüyle skolastik düşüncenin tesirinde kaldı ve hep onu solukladı; medrese, ilme ve düşünceye kapalı, inşâ gücünden mahrum âdeta bir mefluç gibi yaşadı.. tekye-zaviye aşk u şevkin yerine menkıbelerle teselli olmaya başladı.. kuvveti temsil edenler de sık sık unutuldukları mülâhazasıyla kendilerini hatırlatma ve ispat etme kompleksine kapıldı; derken her şey altüst oldu ve millet ağacı devrilecek şekilde temelinden sarsıldı. Öyle anlaşılıyor ki kaderin, yollarına su serptiği bahtiyarlar bu dinamikleri yerli yerinde kullanacakları, kalb ve kafa arasındaki tıkanıklıkları açıp insan enfüsünde ilham ve düşünce koridorları meydana getirecekleri güne kadar da bu sarsıntılar yaşanacak. Mirasçının yedinci vasfı, riyâzî düşüncedir. Bir dönemde Asya'daki ilkler daha sonra da batı, Rönesansını riyâzî kanunlarla düşünme sayesinde gerçekleştirdi. İnsanlık, tarihi boyu pek çok belirsiz ve karanlık şeyleri sayıların sırlı dünyasında keşfedip ortaya çıkarmıştır. Hurûfilerin ifratkâr davranışları bir yana, matematik olmayınca ne eşyanın ne de insanın birbirleriyle münasebetlerini anlamak mümkün değildir. O, kâinâttan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibi yollarımızı aydınlatır, bize insan ufkunun ötelerini, hatta düşünülmesi taşınılması çok zor imkân âleminin derinliklerini gösterir ve bizi ideallerimizle buluşturur. Ne var ki, riyâzî olmak, matematikle alâkalı şeyleri bilmek değildir; o, matematiği kanunlarıyla düşünmek, insan düşüncesinden varlığın derinliklerine uzayan yolda sürekli onunla beraber olmaktır. Fizikten metafiziğe, maddeden enerjiye, cesetten ruha, hukuktan tasavvufa hep onunla beraber olmak. Evet, varlığı tam kavrayabilmek için hem tasavvufî düşünce, hem ilmî araştırma çifte usûlunü kabul etme mecburiyetindeyiz. Batı temelde kendinde olmayan bir cevherin yerini doldurmada oldukça zorluk çekmiş ve bu ihtiyacı bir ölçüde mistisizme sığınarak karşılamaya çalışmıştı.. her zaman İslâm rîıhuyla içli-dışlı olmuş bizim dünyamız için, yabancı herhangi bir şey aramaya veya herhangi bir şeye sığınmaya ihtiyaç yoktur. Bizim bütün güç kaynaklarımız düşünce ve îman sistemimizin içinde vardır; elverir ki o kaynağı ve o rûhu ilk zenginliğiyle kavrayabilelim.. o zaman, varlık içindeki bir kısım sırlı münasebetleri ve bu münasebetlerin ahenkli cereyanını görecek ve her şeyi daha bir değişik temâşâ ve zevk irfânına ulaşacağız. Şimdilerde muğlak ve isrâf-ı kelâm gibi görünen, fakat gelecekte büyük yankıları olacağına inandığım riyâzî düşüncenin de küçük bir hulâsasını verdikten sonra; sanat düşüncemizi sekizinci vasıf olarak hatırlatmak îcab ederdi. Ancak şimdilik belli mülâhazalara binaen, Jülvern gibi: 'Bir kısım çevreler bizim kriterlerimiz içinde henüz böyle bir yolculuğa hazır değiller' deyip böylece bu mütalâamızı da noktalıyoruz. Yeni Ümit, Ocak-Mart 1994, Cilt 3, Sayı 23 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#30 |
![]() Sorumluluk Şuuru
Var olmanın en önemli derinliği hareket ve hamledir. Hareketsizlik bir çözülme ve ölümün bir başka adıdır. Hareketin sorumlulukla irtibatlandırılması ise onun en birinci insanî buudunu teşkil eder. Sorumlulukla disipline edilmemiş bir hamle ve hareketin tamam olduğu söylenemez. İnsanların pek çoğu değişik maksat ve gayeler arkasında koşar dururlar ama, bu koşup durmalar sorumlulukla derinleştirilmediği takdirde bunlardan bir şey beklemek beyhûdedir. Gözleri, çıkar hırsıyla dönmüş menfaatçiler harıl harıl çalışır, politikacılar gezer büyülü nutuklar atar, medya haber-yorum ve daha değişik programlarıyla şov üstüne şov yapar, bazı çevreler bütün bir sene boyu müstehcenlik soluklar durur, bir kısım din adamı kıyafetindeki insanlar sürekli hakk-ı temettû peşinde koşar, borsalar ve para piyasaları spekülasyonlarla sabahlar, spekülasyonlarla akşamlar, bazı devlet daireleri değişik ideolojilere primler yağdırır, bir kısım aklı erenler de olup-biten bunca şeyi olabildiğine bir umursamazlıkla seyreder; yani ezen ezer, ezilip-giden de 'ıstıfâ-i tabü' deyip bütün bunları olağan kabul ederse, yapılması gerekli olan şeyler çok zorlaşmış demektir. Öyle ki, bu uğursuz hareket ve oluşumların kahramanlarına ve bu korkunç dolaplar arasında ezilip perişan olanlara: 'Böyle nereye gidiyorsunuz?' 'Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış: Bir ümmet göster, ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış.' (Mehmet Âkif ) demeye kalksanız, yüzünüze bir tokat veya tükürük atmasalar bile, mutlaka bir laf çarpar ve gülümser geçerler. İhtimal size: 'Koyunu koyun ayağından, keçiyi de keçi ayağından asarlar' ya da daha bir umursamazlık içinde: 'Gemisini kurtaran kaptandır' der, mesuliyet şuurunuzla alay ederler. Hatta daha bir sere serpe insan imajını hatırlatan lâubalilikle: 'Bana ilişmeyen yılan bin yıl yaşasın' hezeyanını savurur, hüşyâr vicdanlarınızda hafakanlar hasıl ederler. Kim bilir bu vadide, saf düşüncelerinize ve masum duygularınıza gelip çarpacak daha neler ve nelerle karşılaşırsınız.? Ne var ki, bunların hiçbiri inanmış ve duyarlı gönüllerin düşünceleri değildir; değildir ama, densizlik ve hezeyan deyip geçmeniz de sizin sorumluluk şuurunuzla telif edilemez. Telif edilemez; zira milletçe çepeçevre düşmanlar ve düşmanlıklarla sarılı bulunuyoruz. Böyle bir abluka içinde bulunduğumuz sürece, duyguda, düşüncede, inançta, sanatta, hür teşebbüste kendimiz olduğumuzu söyleyemez, İslâmî haysiyetimizi, millî iffetimizi koruyamaz, gemimizi kurtaramaz, sahile ulaşamaz, kendi dünyamızı kuramaz, gönlümüzce yaşayamaz, yeryüzü mirasçısı olamaz ve Allah'a varamayız.. evet, artık gözümüzü açıp gerçeği görmemiz, basiretimizi kullanıp dünden bugüne bize ait olan şeylere sahip çıkmamız, içten içe varlığımızı ve benliğimizi kemiren şeyleri de kovmamız şarttır. Yoksa bir gün mevcut durumu muhafaza etmemiz bile imkânsızlaşacaktır. Bir zamanlar bizim düşmanlarımız cehalet, fakirlik, tefrika ve taassup gibi şeylerdi. Şimdilerde bunlara hilebazlık, zorbalık, sefâhet, müstehcenlik, vurdumduymazlık ve kozmopolitlik de ilave oldu. Nezâhet-i diniye, safvet-i fikriye ve heyecân-ı milliyesini koruyanlar, bugün olsun böyle bir endişe taşıyanlar beni mazur görsünler, bir hayli zamandan beri genç nesiller ve safderûn bir kısım kartlar, çok masum heyecanlarla saptırılmakta, aldatmama ve aldanır olma karakterinin gadr u efgânını yaşamakta ve bütün kerameti süslü-püslü anlatılmasında bir kısım çarpık ideolojilerle baştan çıkarılmakta. Bazı kesimleriyle dahi olsa, milletçe böyle bir düşünce inhirafı ve şahsiyet kayması ise, bu mübarek ülkenin yeni baştan işgali demektir. Ve işte asıl bu işgalde, Fatih zehirlenmiş, Hüdavendigâr bağrından hançer yemiş, Yıldırım kederinden ölmüş ve Yavuz da şirpençeye yenik düşmüş olacaktır. Bu ise apaçık, istiklâl mücadelesinden muzaffer olarak çıkan millet ruhunun, çağın mesâvîsi, aydınların gafleti ve kitlelerin vurdumduymazlığı yüzünden katledilmesinden başka bir şey değildir. Bizler dünyamıza, îman, insan ve hürriyet sevgisinden örülmüş yepyeni bir ruh kazandırma ve bu esaslar üzerinde neşv ü nemâ bulmuş, gelişmiş mübarek bir ağacın mânâ köklerinin safveti ölçüsünde ve o köklerle irtibatlı olarak yeni sürgünlere zemin hazırlama mesuliyeti altındayız. Şüphesiz böyle bir sorumluluğun yerine getirilmesi de ancak ülkenin mukadderâtına, insanımızın, tarih, din, örf, âdet ve bütün mukaddesâtına sahip çıkacak kahramanların mevcudiyetine vâbestedir.. ilim aşkıyla dopdolu, imar ve inşâ düşüncesiyle gerilim içinde, samimilerden daha samimi dindar, milliyetperver ve sorumluluk duygusuyla her zaman vazife başında kahramanların mevcudiyetine. Onlar ve onların gayretleri sayesinde milletçe hayatımıza, bizim anlayışımız, bizim düşüncelerimiz ve bu anlayış ve düşüncelerin muhassalası hâkim olacak.. herkeste, nefsini toplumun hizmetine adama duygusu öne çıkacak.. vazife taksimi ve karşılıklı yardımlaşma düşüncesi yeniden canlanacak.. işveren-işçi, ağa-köylü, memur-sokaktaki insan, ev sahibi-kiracı, sanatkâr-sanatsever, müvekkil-vekil, muallim-talebe bir vâhidin değişik yüzleri olma hususiyetiyle bir kere daha ortaya çıkacak ve birkaç asırlık beklentilerimiz bir bir gerçekleşecektir. Düşlerimizin idealize edildiği bir dönemde yaşıyor ve çağın sorumlularının iyi bir zamanlama ile vakti geldiğinde bunların hepsini realize edeceklerine inanıyoruz. Evet, bizim birkaç asırlık rüya veya hülyalarımızın esası budur; bu rüya ve hülyaları gerçekleştirmenin en birinci yolu da mesuliyet şuuru ve mesuliyet ahlâkıdır. Tamamen hareketsizlik bir ölüm ve çözülme, hareketteki sorumsuzluk ise bir kargaşa olduğuna göre bize, davranışlarımızı mesuliyetle disipline etmekten başka seçenek kalmıyor.. evet, bizim her teşebbüsümüz mesuliyet endeksli olmalıdır. Yolumuz hak yolu, dâvâmız 'hakkı tutup kaldırmak', hedefimiz de gözlerimizi açıp-kapayıp Allah'ın rızasını araştırmaktır. Aslında bunun böyle olması bizim insan olmamızın sadakası ve iradelerimizin de hikmet-i vücûdudur. Hayatımızda, hayatın gayesini aramaya, ruhumuzda aşka ulaşmaya, vicdanlarımızda mesuliyet şuurunu kavramaya ve esası, temeli, ışığı, güç kaynağı îman ve aşk olan bir sistemin kaynağına uyananlara, ilim, sanat, ahlâk ve hikmet yollarını göstermeye kendimizi mecbur biliyor ve bu misyonun azat kabul etmez köleleri sayıyoruz. Tarihimizin bidâyetinden günümüze kadar gelen evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn çizgisi ve ruhâniyetleri üzerinde serpilip gelişeceğini ümit ettiğimiz gayretlerimiz, ikinci bir Rönesans hareketinin başlangıcı olacaktır. Şimdiye kadar her asrın bir kerâmeti olmuştur: Evet, milâdî altıncı asırda insanlığın yeniden var olması, onuncu asırda pek çok Türk boyunun İslâm'la bir kere daha dirilmesi, ondördüncü asrın başında da, Söğüt'ün bağrında yusufçuğun kelebeğe dönüşmesi gibi bir metamorfoz kerâmeti yaşanmıştır. Zannediyorum yirmibirinci asrın kerâmeti de milletimiz ve ona bağlı milletlerin devletler muvâzenesindeki yerlerini almaları şeklinde zuhur edecektir. Dünya tarihinin istikâmet ve akışını da değiştirecek olan bu yeni tekevvün, ruh, ahlâk, aşk ve fazilet yörüngeli olacaktır. Evet, ilim, ahlâk, hak ve adalet mücadelesi de diyebileceğimiz bu mânevî cihadımızla, yıllardan beri dünyanın değişik yerlerinde perişan ve derbeder olmuş mübarek milletimizin bütün parçalarını bir araya getirerek, bugüne kadar sahipsiz ve idealsiz kalmış nesillerin, bir mefkûre etrafında ve 'Livâu'l-Hamd'e erme neşvesiyle yeni bir 'ba'sü ba'de'l-meut' yaşayacaklarına inanıyoruz. Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1995, Cilt 4, Sayı 29 |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|