02-02-2010, 17:27 | #1 |
Türkiye'deki Laiklik ve gerçek Laiklik..
Eskiden Avrupa'da çıkarcı tavır ile ülke yönetimine olumsuz anlamda karışan Kiliselerin etkisini yok etmek üzere çıkan yönetim biçiminin Türkiye'deki uygulanışı üzerinde tartışmalar dinmiyor. 21.yüzyılda bu ülke hala Laiklikle ilgili kavram karmaşası yaşıyor. Buyrun tartışalım.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
02-02-2010, 17:41 | #2 |
Evet konu güzel . Laikliğin evrensel tek boyutlu olmadığı ülkelerdeki güç odaklarınca istismar edildiği ortada , bu mevcut kavramı insan aklı kendi yaşam felsefesine göre dizayn edip farklılıkları bir arada tutan aygıt olma yerine kendi modelini dikta etmesi aşınmasına ve farklı algılanmasına vesile oluyor. Aslında insan aklı ile bezenmiş bu kavram gelişen akıl ile beraber yeni yorumlara gebe kalması yerine onu durağan konuma getiren yöneticiler bu ideoloji ile hastalık üreten virüs haline dönüştürdüklerinide biliyoruz. ülkemizdeki zinde güçlerin dünya standarlarından çok uzak algıladıkları bu yönetim bicimini maalesef yıllardır bu ülkenin başında demoklesin kılıcı gibi salladılar. Yorumladıkları laik liği muhafaza etmek içinde yıllardır kendi içimizden ona düşman ürettiler düşmanlar ile mücadele ederek o kavramın yaşayabileceği tezini bu halka dayattılar bu savaşın etrafında bir çok nefer yetişdiler şimdi onların yorumladıkları laik liğin dışına cıkan her kesi düşman bellediler.Fransadan aldığımız laik liği Fransızlar her gelişen hayat şartlarına göre yeniden dizayn ederken bizdeki güçler soğuk savaş yıllarından kalma yorum ile onu yaşatmaya calışıyor haliyle bir çok ayrışmaya vesile olan sorunları beraberinde getiriyor . Bir an önce modern ülkelerdeki laik lik anlayışı devlet modeli halimize gelmesi gerekir. Nasıl olsa şeriatın gelmesi çok güç şeriaat denilince ürken o kadar çok müslüman varki en azından bireysel hakların çok daha rahat kullanılabileceğimiz geniş kapsamlı laik anlayışı benimsemek çok daha kolay.
|
|
02-02-2010, 18:00 | #3 | |
Alıntı:
Laiklik özgürlük demektir. Ama bu ülkede kavram karmaşası mevcut. Karmaşa kelimesinide iyimser olarak söylüyorum,kasıtlı yapıldığını,kimlerin bu şekilde yaptığını bütün herkes biliyor. Bir ülkede sistemi korumak için baskı politikası izlemek yerine hoşgörü politikası izlemek gereklidir. En büyük güvence,yasalar ve birtakım kararnameler değildir. Halkın güvenmesidir. Halkın sevmesidir,benimsemesidir. Ama sistemimiz tıpkı bir saatli bomba gibi. Her an bir yerden patlayacak,birilerine zarar verecek izlenimi veriyor. Halk bir sistemi böyle sevemez,bir sistemse böyle korunmaz. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı'nın eşi Gata'ya başörtüsünden ötürü alınmıyorsa bu sistem normallikten çıkmıştır. Bu sistemi düzeltmek için kavramda anlaşmak,ortak bir algıya ulaşmak gerek. Laikliği Fransa'dan alırken hoş,ama onun gelişmesini izlerken boş. böyle bir mantık olabilir mi? Asır öncesinin Fransasının sistemiyle 21.yüzyılda idare etmeye çalışmak,Türkiye'nin adına yakışmaz. Dipnot; Oligarşik gruptan kastım soyut bir kavramdır. Konu .:Ay_Yıldız:. tarafından (02-02-2010 Saat 18:03 ) değiştirilmiştir.. |
||
02-02-2010, 18:54 | #4 |
Türkiyede hala kişilere laik değilsin gibisinden eleştiriler getiriliyor.Halbuki kişilerin laik olmak gibi bir sorumluluğu yoktur.Devletin laik olmak gerekmektedir.
|
|
02-02-2010, 19:54 | #5 |
"Dinin siyaseti gölgelemediği,siyasetin pis elleriyle dini kirletmediği sistem"Türkiye'de bu uygulanmadığı sürece tartışmalar da devam edecektir.
|
|
02-02-2010, 20:03 | #6 |
İslam dini açısından laiklik.
Hıristiyanlığın dünyevi zevkleri ve ihtirasları reddetmesine karşılık, İslam Peygamberi, “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için çalışın” diyor. Yine Kuran’ın pek çok ayetinde de gerek kamusal gerekse özel alana dair kesin hükümlerin yer aldığı görülür. Oysa yukarıda da değinildiği gibi İncil’de kamusal yaşama dair bir düzenleme yoktur. Laikliğin Müslüman toplumlarda uygulanmasında karşılaşılan güçlükler işte bu noktada ortaya çıkıyor. Bir örnek vermek gerekirse; (Bugünlerdeki önemli sorunlardan biri olan ve halen tartışılan türban konusunu geçiyorum.) Üzerinde hemen herkes tarafından mutabakata varılan ve daha az tartışılan namaz ibadetini ele alalım: Laiklik ilkesi gereği devlet kuralları din kurallarına dayandırılamayacağı için, kişinin inancı nedeniyle namaz saatlerinde tatil yapılması mümkün değil. Peki din bu konuda ne emrediyor? Kur’an Müslümanlara namaz kılmalarını emrediyor ve bunun yanında tüm insanları Allah yolundan gitmeye çağırıyor. Peygamber’in de davranışlarıyla örnek alınması gereken bir kişi olması nedeniyle O’nun sünnetine göre davranılmasını istiyor. Yine önemli bir nokta, Kur’an’a uymak ve Peygamberin sünnetinden gitmek demek yalnızca özel alanda yapılan davranışlarla sınırlı değil. Buna göre davranan kişi kamusal alanda da Kur’an’a ve sünnete uymak durumundadır. Bu nedenle bir Müslüman’a, “Sen evinde inandığın gibi yaşayabilirsin, ancak sokağa çıktığın andan itibaren bazı inançlarını evde bırakmak zorundasın” demek mümkün değildir. Peki yaşamını İslamî kurallara göre belirlediğini iddia eden birine, “Senin gibi yaşamayanları namaza, oruca ve örtünmeye teşvik etme” diyebilir misiniz? Elbetteki hayır. Bu saydıklarım zaten İslam’ın temel kurallarıdır ki, kişiden böyle bir istekte bulunduğunuzda ondan İslam’a karşı çıkmasını ve dinin emirlerini reddetmesini istemiş olursunuz. Çünkü dinin emirleri içinde İslam düşüncesini, İslam felsefesini ve İslam İnancını yaymak da vardır. Bugün dünyada yaklaşık 1,5 milyar Müslüman yaşıyor. Müslümanların çoğunlukta olduğu Türkiye hariç hiçbir devlet kendini açık bir şekilde Laik olarak tanımlamıyor. Bunun gerekçesi ise bağnazlık, tutuculuk, taassup falan değil. Bu tamamıyla Kur’an’dan kaynaklanıyor. Çünkü Kur’an’ın kendisi dinin ve devletin ayrılmasına müsaade etmiyor. * * * O halde herkes, “Ben inancıma göre yaşamak istiyorum” dediğinde, İslam’ın en temel kuralları üzerinde dahi (yukarıda verdiğim namaz örneğinde bile hâlâ beş vakit mi, üç vakit mi tartışmaları var) uzmanlar tarafından tam olarak fikir birliğine varılamamışken bu isteklerin yerine getirilmesi ne gibi sonuçlar doğurur? Bir kere bunun için dini inanç özgürlüğü isteyenlerin, başkalarının inanç özgürlüğüne saygı duyması ve onları olduğu gibi kabul etmesi gerekiyor. Oysa görüyoruz ki, bunu isteyenler kendileri gibi düşünmeyen ve inanmayanların da kendileri gibi olmasını istiyorlar. Onlara “öteki” gözüyle bakıyorlar. Hatırlayın; bir tarihte Japonya’yı ziyaret eden Meclis Başkanı Bülent Arınç Japonlar için, “Umarım onlar da bir gün Hak yoluna intisap ederler” diye bir temenni de bulunmuştu. Bu durumda bırakın Hıristiyanların Misyonerlik çalışmalarını, İran’ın veya Suudilerin Türkiye’deki çalışmalarına dahi tepki göstermek gibi bir lüksünüz olmamalı. Çünkü onlar da kendi inançları doğrultusunda hareket ediyorlar. Bir gün Türkiye’yi ziyaret eden yabancı bir ülke temsilcisi Türkler için de aynı şekilde bir görüş belirtse, inanç özgürlüğü isteyenlerin tepkisi nasıl olurdu merak ediyorum doğrusu. * * * İslam dini sağlıklı bir şekilde ele alındığında, Müslümanların elinde tek bir Kur’an olmasına karşılık, yukarıda değindiğim mezhep ayrılıklarının da, aynı mezhep içinde var olan farklılıkların da aslında o gruba ait toplulukların örf ve adet farklılıklarından kaynaklandığını görürüz. Önceleri doğal olarak ortaya çıkan bu farklılıklar, siyasal gücü elinde tutan iktidar sınıfı tarafından kesin dini hükümler gibi benimsetilmeye çalışılmış, farklı düşünmenin ve davranmanın dine aykırı olduğu söylenmiştir. Bunun altında yatan gerçek başlangıçta değindiğim gibi, iktidarı elde tutma ve bunu sürdürme çabasından başka bir şey değildir. Bu gün yaşadığımız dünyada insanların tamamını mutlu edecek bir siyasal sistem geliştirilebilmiş değil. Ancak örnekler gösteriyor ki, hemen herkesin asgari düzeyde de olsa, isteklerine cevap verebilen tek yönetim biçimi çoğulcu demokrasidir. Çoğulcu demokrasinin temelinde ise “laiklik” vardır. Kendisini demokratik bir yönetim olarak adlandıran ülkelerde gerçek demokrasiden söz edebilmek için laiklik ilkesinin yurttaşların tümü tarafından benimsenmesi gerekir. Bu nedenle devletin Anayasasında “Laik” yazması ve kendisini “Laik” olarak tanımlaması yeterli olmaz. Bu sadece kağıt üzerinde bir anlam ifade eder. Laikliği yurttaşlarıyla birlikte benimsemiş bir ülkede her vatandaşın bir diğerinin inancına saygısı varsa ve onu kendisi gibi inanmaya zorlamak gibi bir çabası yoksa laiklikten söz edebiliriz. Böyle bir toplumda kimsenin, “namaz kılıyor, camiye gidiyor, örtünüyor” diye suçlanamayacağı gibi, diğerlerinin de “açık geziyor, oruç tutmuyor veya namaz kılmıyor” diye suçlanması ve eleştirilmesi söz konusu olmaz. |
|
02-02-2010, 20:16 | #7 | |
Alıntı:
Bu ülkede başörtülü bir bayan eğitim hakkını elde edemez,Kamuda çalışma hakkını elde edemez ve bunların üstüne gittiğindede Anti Laik yaftası yerse,böyle bir tartışma konusu açılır. Bu ülkede tesettürlü olmayan bayanlar- ben de dahil- istediğim yerde eğitim alabiliyor,hiç bir kısıtlamaya maruz kalmıyor isem,başörtülü bir bayanda bu hakkı elde edebilmeli. Kendini Laik diye tanımlayan kesimin sürekli baskıcı diyerek suçladığı İran'da nasıl açık gezen insanlara yönelik bir kısıtlama mevcutsa,Türkiye'deki durumda eşit. |
||
02-02-2010, 20:22 | #8 |
Arkadaşım bak. Laikliğin tam ve kesin çizgiler ile belirlenmiş şekli yoktur. Laiklik ülkelerin idare ve iradesi ile tam şeklini alır. Bu yüzden, aslında Laikliği diğer ülkeler ile kıyaslamak manasız.Zira bizim ülkemiz, irticai faaliyetlere son derece müsait bir ülkedir. Aslında buna yanıtım aşağıdaki yazıdadır.
Dini hemen her alanda referans olarak kullanma çabasının altında aslında toplumsal yaşamın her alanında gördüğümüz iktidar mücadelesi yatar. İktidar mücadelesi toplumun en küçük birimi olan aileden başlayarak, pek çok toplumsal birimde görülebilir. Bu mücadelenin en uç noktasını ise siyasal iktidarı ele geçirme isteği oluşturur. Siyasal iktidar kavgası yani otoriteyi ele geçirme mücadelesi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir: Tarihsel süreç içinde insanlar bazı zorunlu ihtiyaçlarını karşılama (güvenlik ve barınma gibi) amacıyla bir araya gelmeleriyle birlikte toplumlar kendilerini yönetecek birilerini aradılar. Başlangıçta yöneticilik vasfına ve ehliyetine sahip bu kişiler birebir Tanrı ile özdeş tutulurken zamanla yarı tanrısal bir kimlik taşımaya başlamışlardır. Eski Mısır’da firavunlar Güneş Tanrısı Ra’nın oğlu olarak bilinirdi (Japon İmparatorlarının bugün bile hâlâ “Güneşin Oğlu” olarak anılmasının temelinde de bu yatar). Orta Asya Türk devletlerinde de Hakanların “Gök Tanrı”dan “Kut” aldığına inanılırdı. Bu geleneğin Selçuklularda da devam ettiğini görüyoruz. Daha sonraları da krallar ve imparatorlar iktidarlarını meşrulaştırmak için her zaman dini referansa ihtiyaç duymuşlardır. Avrupa’da krallar Kilise tarafından kutsanırken, Müslüman devletlerde bu iş –bazı farklılıklar taşısa da- Şeyhülislam gibi dini unvana sahip kişiler tarafından yapılmıştır. Yavuz’la birlikte Osmanlı Padişahlarının “Halife” unvanını kullanmaları da aslında siyasal iktidarlarını güçlendirmekten başka bir amaç taşımaz. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edildiği IV. yüzyıldan, aydınlanma çağının başladığı 18. yüzyıla kadar geçen bin 500 yıllık süre içinde Avrupa tarihi çoğunlukla din savaşları tarihi olarak karşımıza çıkar. Bu savaşların kökeninde de din adı altında bir iktidar mücadelesi vardır. Bu mücadele “Tanrının Yeryüzü Krallığını” kimin yöneteceğini belirlemeye yöneliktir. Oysa J.J. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde belirttiği gibi Hıristiyanlık öğretisi insanlara dünya hayatı ile ilgili hiçbir vaatte ve hiçbir telkinde bulunmamaktadır. Tanrı Krallığı da bu dünyada değil öbür taraftadır. Dolayısıyla İncil toplum düzenine dair bir şey empoze etmeye çalışmaz. Hatta tamamen dünyevi zevk ve ihtiraslardan uzak durmayı önerir. Bu bakımdan Reform ve sonrasında Aydınlanma dönemiyle birlikte Kilisenin sorgulanması sonucunda Kilisenin otoriteyi elinde tutma çabasının aslında İncil’e dayanmadığı, Kilisenin gücünü elinde tutanlar tarafından tamamıyla siyasi bir amaçla hareket edildiği anlaşılmıştır. Hıristiyanlığın toplumsal yapı içinde bireysel bir kurum olduğunun anlaşılmasıyla laiklik, “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde tanımlanmıştır. Ve bu tanım tam anlamıyla Hıristiyan kültürüne uygun düşmektedir. Bu nedenle inançlı bir Müslüman için din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının hiçbir anlamı yoktur. Kanımca evrensel anlamda en uygun ifade, “İktidarın (egemenliğin) kaynağının gökyüzünden (Tanrıdan), yeryüzüne (halka) indirilmesi” şeklinde olmalıdır. Ki bu tanım yüzyıllardır süregelen iktidar mücadelesini de çok iyi bir şekilde özetlemektedir. |
|
02-02-2010, 20:35 | #9 |
İyide arkadaşım, Laikliğide kötüleme gibi bir derdim yok. Ben Türkiye'deki sistemi eleştiriyorum. Yıllarca bu ülkede darbelerde,yasakçı sistemlerde başta irticai suçlamalarla uygulamaya konuldu.
Bende diyorum ki, Bir ülkede sistemi korumak için, o sistemi olumlu olarak halka yansıtmak,ve sistemin çatısı altında olan halkın huzurlu olduğu bir ortam yaratmaktır. Şuanlık soruna yalnızca başörtüsü probleminden yaklaşıyorum. Yani, başörtüsüyle özgürce okuyabilen,haklarını kullanabilen bir insan ne diye irticai faaliyetlerde bulunsun? Laiklik kıyaslanamaz diyorsun Hiç bir ülkeyle kıyaslamıyorum; Ülkemiz daha huzurlu bir laik sistem yaratır ise,gündem biraz olsun değişir. Halkta aynı mevzularda sıkıldı artık. Konu .:Ay_Yıldız:. tarafından (02-02-2010 Saat 20:56 ) değiştirilmiştir.. |
|
02-02-2010, 20:48 | #10 |
bununla ilgili bir köşe yazısı paylaşmak istiyorum...mehmet kamışın yazsı
Sömürge laikliği Fransız Milli Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nde Ortadoğu ve Türkiye uzmanı olarak çalışan Pierre Jean Luizard'ın Zaman'ın Paris muhabiri Ali İhsan Aydın'a verdiği röportaj maalesef Türkiye'de yeterince tartışılmadı. Geçtiğimiz hafta Zaman gazetesinde yayınlanan röportajında Luizard, Türkiye'nin laiklik konusunda Fransa'daki modeli değil, Fransa'nın bir zamanlar sömürgesi olan Cezayir'de uyguladığı laiklik modelinin uygulandığını savunuyordu. Luizard; Anglo-Sakson sekülerleşmenin yeterince sert olmaması nedeniyle Kemalist elitler tarafından benimsenmediğini, bunun yerine Fransa modelinin örnek alındığını ifade ediyor, bu Fransız sekülerizminin de Türkiye'nin Osmanlı geçmişiyle sert bir kırılmayı sağladığını söylüyordu. Fransız uzman, ülkesinin, "Cezayir'de cemaatleri, halk İslam'ını, tarikatları bastırmak lazım. İslamî söylem devletin tekelinde olmalı" anlayışıyla davrandığını, aynı laiklik anlayışının Türkiye'de de halen uygulanmak istendiğini söylüyor. Luizard, ''Fransa'nın sömürgesi Cezayir'de uygun gördüğü bu laiklik uygulaması, İslam dünyasında Nasser, Burgiba ve Baas tarzı yönetimler için model oldu. Türk ve sömürge modelini uyguladılar.'' diyor. Bilindiği gibi Tunus, Cezayir vs. gibi sömürge ülkelerinde bağımsızlıktan sonra iktidara gelen bütün yönetimler, sömürge döneminin uygulamalarına devam etti. O dönemin, toplumuyla problemli katı laik yönetim biçimlerini aynen sürdürdüler. Din sadece kontrol altına alınmıyor, olabildiğince de baskı altında tutuluyordu. Bu model Luizard'ın dediği gibi sömürge ülkelerinin, sömürgeci ülkeler tarafından kontrol edilmesi için üretilmiş bir formüldü. Bu nedenle İslam ülkelerinde demokrasi hiç uygulanmadı. Uygulanması, sömürgeci ülkelerin işine hiç de yaramayacaktı. Sömürgeden kurtulduğu söylenen ülkelerde durum böyleydi, peki bu modeli ısrarla Türkiye'de uygulayanlar ve ısrarla da uygulamaya devam etmek isteyenler kimlerdi? Bugün bu anlayışı sürdürmek için yoğun gayret sarf edenlerin ulusalcı bir kimlikle ortaya çıkmaları da doğrusu pek yaman bir çelişki. Devlet Türkiye'de sadece din üzerine böyle baskıcı davranmadı. Bütün farklılıklara, farklı olduğunu düşündüğü her şeye baskıcı davrandı. Onları yok sayarak yok edebileceğini düşündü. Ama hiçbir şey yok olmamıştı. Türkiye'de bugüne kadar bastırılmış bütün kimlikler demokratikleşmeyle birlikte yeniden gün yüzüne çıkıyor. Demokrasi, seksen yıldır tek kimlik üzerine yürütülen siyaset mühendisliğinin hiç ama hiç başarılı olmadığını gösteriyor. Türkiye, ya bu kimliklerle yeniden yüzleşecek ve kendini yeni çağa göre yeniden tanımlayacak ya da cebir, şiddet ve olağanüstü hallerle yönetmeye devam etmeye çalışacak. Türkiye'de yaşayan insanların büyük çoğunluğu, kapatma davasının AK Parti'den çok; bir vatandaş olarak kendisine açıldığını düşünüyor. AK Parti üzerinden kendi inançlarıyla, değer yargılarıyla yeni bir hesaplaşmaya gidilmek istendiğine inanıyor. Bu nedenle birtakım güç merkezlerinin yaptığı her engelleme girişiminde AK Parti biraz daha güçlenecek. Güçlenme AK Parti ile olamasa da başka bir parti ile olur. Yani Türkiye'deki yerliler, artık okuyan, yazan, dünyayı gören, kendine saygı duyan yerliler, üç beş güç merkezinin sömürge laikliğini dayatmasını içine sindiremiyor. Türkiye'deki toplum, ne 27 Mayıs Türkiye'sinin ne de 12 Eylül Türkiye'sinin toplumu. Bir sömürge ülkesinin insanları gibi muamele görmek, tahammül edilesi bir şey değil. 22 Mart 2008, Cumartesi |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|