![]() |
#101 |
![]() 1. İbrâhim as.’ın Tevhide Ulaşması (İrşadı ) ve Tevhidi İspatlama Kanıtları :
İbrâhim as. ailesine sorduğu bu sorular ve aldığı yanıtların kendisini tatmin etmemesi üzerine, kendi kendine düşünmeye başlayarak, soruları bu sefer kendisine sormaya başlamış ve bir dizi cevapsız kalan sorular ve her sorunun sonundaki çaresizlik bir diğer sorunun başlangıcı olmuş ve sonunda bu, İbrâhim as.’ı Tevhid’e götürmüştür. Kur' an-ı Kerim bize bunu şöyle haber vermektedir ; “İbrahim, babası Âzer’e; “putları ilah mı ediniyorsun? Ben, seni ve kavmini ap-açık bir sapıklıkta görüyorum”demişti. Yakinen iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdi. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü “Rabbim budur” dedi. Yıldız batınca, “batanları sevmem” dedi. Ay'ı doğarken görünce “Rabbim budur” dedi. O da batınca “Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum” dedi. Güneşi doğarken görünce de, “Rabbim budur” zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: “Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”[1] Cenab-ı Hakkın İbrahim as.’a vermiş olduğu hikmet ile, İbrahim as. kavmiyle istidraç yoluyla münazara etmeye gücü yeterdi.[2] Çünkü gece karanlıklarına büründükten sonra yıldızı gördüğünde onların mantığıyla konuşan ve onların sözlerine cevap vermek için onların sözlerini ortaya süren bir kişinin alaycı uslûbuyla dedi ki, “Bu benim Rabbimdir.” Bu yıldız kaybolunca da dedi ki, “Ben batanları sevmem.” Sonra onlar ile birlikte yıldızdan aya yükseliyor. Ne zaman ki ay da batıyor, o zaman İbrahim, ayın ilah olmasının mümkün olamıyacağını onlara kuvvetli bir şekilde ortaya koyuyor. Çünkü bazen doğup başka bir zaman da batıyor. Sonra onlarla birlite güneşe yükseliyor. Güneş cismi de, görünüşte daha büyük, ışık, parlaklık ve güzellik bakımından daha üstün. Derken battıktan sonra onun da bir hizmet için kılınmış olduğu, belli bir göreve ve harekete tahsis edilmiş olduğu ve takdir edilmiş, yaratılmış, bir emir dairesinde görev yapmakta olduğu anlaşılıyor. O kavim seyrederken bütün bunlar (ay, yıldızlar ve güneş) kaybolduktan sonra, İbrahim as. kavminin Allah’tan başka tapmakta oldukları, putların, heykellerin, yıldızların ve zalim tağutların hepsinden beri olduğunu ilan etti. Çünkü bunların hiçbiri en ufak bir fayda ve zarar veremezler. Sonra İbrahim başladı Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını onlara anlatmaya: O Allah ki, yedirir, içirir, şifa verir, öldürür ve insanları kabirlerinden çıplak, yalın ayak ve sünnetsiz olarak diriltir. İbrahim as.’ın kavminin önünde sadece zanları kaldı. Bu zan ise, İbrahim as. onların ilahlarını tenkit etmeye ve onları yaralamaya devam ederse, İbrahim’e kötülük ve eziyet verecekleri zannıydı... Halil-ür Rahman İbrahim bu sözleri iptal etti ve bu putlar kendi nefislerini müdafaa etmeye güçleri yetmezken, başkaları onlara zarar verdiğinde o zararı önlemeye güçleri yetmezken, peki nasıl bana zarar vereceklerini bekliyorsunuz, diye onlara meydan okudu. Gerçekte görülen ise; İbrahim as. uzun seneler putlara hücum ettiği halde, peki onların İbrahim as.’a verecekleri zarar nerede?! Daha önce İbrahim as.’ın kavmi, bu yıldızların batmasını veya putların basitliğini düşünmeyi akıllarına sığdıramıyorlardı. Çünkü bu mesele onların nazarında asla münakaşa kabul etmeyen bir meseledir. Sonra onlar, liderlerinden ve atalarından daha anlayışlı ve çok daha mı akıllılar ki? İşte O Rahman’ın dostu İbrahim, onların bu şekilde atalete uğramış akıllarını istidraç (yavaş yavaş) yoluyla ve üstün bir mantıkla harekete geçirmeye çalışıyor.[3] Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Bunlar, İbrahim’e kavmine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derece derece yükseltiriz. Muhakkak Rabbin Hakim ve Alimdir.”[4] Bazı müfessirler diyorlar ki: İbrahim’in yıldızlardaki dersi, daha küçükken tünelvari evden çıktığı zamandı. Çünkü ayetler İbrahim as.’ın Allah’a inanmadan önceki karşı karşıya olduğu kararsızlığını ortaya koymakta ve anlatmaktadır. Bu müfessirler kendi görüşlerini kuvvetlendirme konusunda Cenab-ı Hakk’ın bu kavlini delil olarak ileri sürmektedirler; “İbrahim: “Ya Rabbi! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster” dediğinde, Allah: “Yoksa iman etmiyor musun?” dedi. İbrahim: “Bilakis iman ediyorum. Fakat kalbim mutmain olsun diye” dedi.”[5] Hz. İbrâhim’in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, “Bunlar benim rabbimdir” demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmi kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dini bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim’in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dini telakkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhakeme tarzı olarak kabul edilmelidir.[6] Aynı zamanda bu söylenilenler peygamberlerin “ismet” sıfatına da aykırı düşmektedir. Süleyman Ateş diyor ki; Hz. İbrâhim, önce bir yıldız görür, yüksekliğine ve parlaklığına bakarak onu tanrı sanır. Fakat yıldız batınca batanların tanrı olamayacağını anlar. Ay’ı daha parlak görünce onu tanrı sanır, Ay da batınca onun da tanrı olamayacağı kanısına varır. Güneşi bunlardan daha büyük, daha parlak görünce onu tanrı sanır. O da batınca batan, fani olan şeylerin hiçbirinin tanrı olamayacağını anlayarak özünü, gökleri ve yeri yaratan Allah’a döndürür. O’nun bir ve tek olduğuna kesinlikle inanıp, O’na ortak koşanların yaptıklarından uzak olduğunu vurgular. Hz.İbrâhim’in, yıldızlara önce “Rab” deyip, battıklarını görünce de batanların Rab olamayacağını anlayarak, bunları yaratana döndüğü anlatılmaktadır. Bundan İbrâhim kavminin, yıldızlara taptığı anlaşılıyor. Demek ki Hz.İbrâhim de yetiştiği ortamın etkisinde kalarak çocukluğunda yıldızları tanrı saymış, ama aklı olgunluk düzeyine gelince bunların tanrı olamayacağının düşünüp Allah’ın birliği inancına varmıştır.[7] “Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim'in bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Hâla ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?”[8] Toplumun insanları kendisiyle tartışırlar. İbrahim as.’ı tanrıların gazabıyla tehdidederler. Fakat İbrâhim, Allah, kendisini tevhid yolu olan gerçeğe ilettikten sonra onların tanrı diye taptıkları şeylerden korkmayacağını, Allah’ın dilediğinden başka hiçbir şeyin olamayacağının söyler. “Siz, hiçbir esasa dayanmadan Allah’a ortak koşmaktan korkmadıktan sonra ben sizin ortak koştuğunuz tanrılardan nasıl korkarım?” der ve delilsiz olarak Allah’a ortak koşanların mı, yoksa delil ile bir tek Allah’a tapanın mı daha güvencede olduğunu onlara sorar ve buna ilaveten şöyle söyler;[9] “İman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlara gelince işte güven onlar içindir; hidayete erenler de onlardır.”[10] Allah’ın istediği ve razı olduğu şekilde iman edip salih amel işleyenler ve imanlarına zulüm, işkence, haksızlık, isyan, şirk ve inkâr karıştırmayıp bunlara alet olmayanlara gelince işte dünyada mutlu ve huzurlu olmak, ahirette de cehennem azabından emin olmak onlar içindir; hidayete erenler ve dosdoğru yol üzerinde olanlar da onlardır.[11] “İşte bu, kavmine karşı İbrâhim'e verdiğimiz delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyle bilendir[12]. “İşte bu İbrahim’in Allah’ın birliğine dair getirdiği, güneşin, ayın ve yıldızların batması gibi değişime ve başkalaşmaya uğrayan şeylerin yaratıcılık ve mabudiyet vasfına sahip sahip olamayacaklarına dair gösterdiği kanıt, kavmine karşı onun için kesin bir delil olsun diye ona verdiğimiz, ilham ettiğimiz, öğrettiğimiz, irşad ettiğimiz hüccet ve delillerimizdir. Biz dilediğimize ilim, hikmet, anlayış, risalet, düşmanlarını susturma kabiliyeti vererek makamını derece derece yükseltiriz, ona yüksek rütbeler, mertebeler ihsan ederiz. Sünnetimize, düzenimizin yasalarına uygun olarak, irademizin tecellisine tabi, akıllı ve sorumlu kimseleri dünyada yüksek makamlara getiririz. Muhakkak Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerine koyar, gizli açık her şeyi bilir, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Herkese yaptıklarının karşılığını zerre miktarı haksızlığa uğratmaksızın verecektir.”[13] Biz O'na İshak ve (İshak'ın oğlu) Yakub'u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve O'nun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik; Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”[14] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74-79. [2] Bazı müfessirler şöyle diyorlar: İbrahim ile kavminin arasında olan bu münazara Babil’de olmuştur. Başkaları ise, Harran’da olduğunu söylemektedirler. Çünkü ehl-i Şam ve civarı yıldızlara tapıyorlardı. İbn Kesir de böyle diyen müfessirlerdendir. Bizim için mühim değildir. Nerede meydana gelirse gelsin. Bilakis mühim olan, ayetlerin sıyakları böyle bir münazarının kavmiyle olduğudur. M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 178. [3] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberlerin Metodu I, Guraba Yayınları: s.179,180. [4] Kur’an-ı Kerim: Enam, 83. [5] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 260. [6] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.21/269. [7] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/97. [8] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/ 80-81. [9] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.97. [10] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/82. [11] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [12] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/ 83. [13] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [14] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/ 84. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#102 |
![]() 1. Âzer’in İbrâhim as.’a Kardeşleriyle Birlikte Put Sattırışı :
İbrâhim as.'ın annesi Nuna'nın mağarada çocuğunu doğurmasından sonra ve İbrâhim'i herkezden hatta kocasından bile onbeş ay saklamasının ardından, günyüzüne çıkma zamanı gelmiştir. Nemrud bütün olanları unutmuş ve İbrâhim de büyümüştü. İbrâhim, anne ve babasıdan başka, yaratıklardan henüz hiç birini görmemişti. İbrâhim bu yüzden ki her görüp şaşırdığı şey hakkında soru sormaktadır. Yeryüzünde gezen, dolaşan hayvanlara, yaratıklara bakıyor ve ardarda ailesine bir dizi sorular yöneltiyordu. Annesinin, babasının rabbisinin kim olduğunu soruyor. Onlar da Nemrud olduğunu söylüyorlar, Nemrud'un Rabbinin (Efendisinin) kim olduğunu sorunca da ailesinden ters cevaplar alıyordu.[1] Âzer İbrâhim as.'ı ve kardeşini put satmaya gönderirdi. İbrâhim as. putları babasından alınca, ayaklarından bir iple sıkıca bağlar, arkasından çeker götürürdü. “Ne zarar ne de, yarar veremeyen bu putları, alan var mı?” diye seslenir. Hiçbir kimse kendisinden put satın almazdı. Putları satamayınca, bir ırmağın kıyısına götürüp başlarını, suya sokar, kavminin putlara düşkünlüğüyle alay etmek için “içiniz!” derdi. Kardeşleri ise, görtürdüklerinin hepsini satmış olarak eve dönerlerdi.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Sâlebî-Arais s.74; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.145. [2] Taberi-Tarih c.1,s.121; Sâlebi-Arais s.75; İbn Esir-Kâmil c.1,s.96; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.148. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#103 |
![]() 1. İbrâhim as.’ın Istıfası ve Risaleti :
“Gerçekten Allah Adem’i, Nuh’u, İbrâhim ve İmran’ın ailesini seçip alemlere üstün kıldı. Hepsi birbirinden gelmiş tek bir zürriyetti. Allah hakkıyla işitendir, bilendir.”[1] Alimlerin Konu ile ilgili Görüşleri: Süleyman Ateş diyor ki; Allah’ın, Adem’i, Nuh’u, İbrâhim ve İmran ailelerini ıstıfâ edip âlemlere üstün kıldığını; bunların, birbirinden türemiş nesiller olduğunu belirten bu ayetlerde doğadaki “ıstıfâ” kanununa işaret edilmektedir. Istıfa, bir şeyi yabancı maddelerden ayıklamak, saf ve temiz hale getirmektir. Müfessirler ıstıfa’yı “onları yaratıklarının en safı ve temizi kıldı” veya ”onları kötü sıfatlardan temizledi, güzel huylarla bezedi” şeklinde iki türlü tefsir etmişlerdir. Bunların ikiside birbirine bağlıdır. Yüce Allah, evreni bir evrim yasasına göre yaratmıştır. İnsanı varlığa getirmek için önce inorganik maddeleri yaratmış, bunları süze süze bitkileri vücuda getirmiş; bitkileri olgunlaştıra olgunlaştıra canlıları; onları da geliştire geliştire sonunda insanı yaratmıştır. Cisim tekâmülü tamamlanınca bu kez ruhsal tekâmül başlamış; insanı süzüp olgunlaştırarak meleklerin dahi secde ile boyun eğdiği hilâfet makamına yükseltmiştir. İlk halife insan, Hz. Âdem’dir. Onun neslinde bu ıstıfâ: ruhsal olgunlaşma devam ederek gittikçe medeniyyet geliştiren toplumlar ve bu toplumları yönetecek yasaları getiren peygamberler yetişmiştir. En iyisini bilen Alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Zürriyet, çocuklar anlamındadır. Gerçi nesil anlamında babalara ve çocuklara da zürriyet denilirse de kelimenin asıl konumu çocukları ifade etmek içindir. Allah, Adem’in zürriyetinden peygamberleri süzerek meydana getirmiştir. Peygamberler, kamunun özü, süzülmüşüdür. Peygamberler maddesel ve ruhsal olgunluğun doruğunda bulunan insanlardır. Nuh soyu, İbrâhim ve İmrân soyları hep birbirinden süzüle süzüle gelmiştir. Bütün peygamberler, önce İlk halife Adem’den, sonra Nuh’tan türemiştir. Nuh zürriyetinden Hz. İbrâhim gelmiş, onun zürriyetinden de Hz. Musa’nın babası İmran türemiş, onun soyundan da İsrailoğlu peygamberleri meydana gelmiştir. Yine İbrâhim zürriyetinden gelmiş olan Hz.Muhammed as.’da bütün peygamberler zümresinin özü, hülâsasıdır.[2] Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Allah peygamberlik için mahlukatının en üstünlerini seçti. Bazıları şunlardır: İnsanlığın babası Âdem (a.s.), peygamberlerin piri Nuh (a.s.) ve İbrahim’in (a.s.) aşiret ve yakınları ki bunlar İsmail ve İshak peygamber ile bunların soyundan gelen peygamberlerdir. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) de bu soydandır. Kurtubi şöyle der: Diğer nebi ve rasullerin hepsi, bunların neslinden geldiği için Allah sadece bunları zikretti.”[3] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Burada içinde yaşadığımız asrı en çok uğraştıran pek önemli bir ilmi kanun ile peygamberlik meselesinin niteliği gösterilivermiştir. Şimdi Peygamberlik nedir? Peygamberlerin diğer insanlardan ne farkı vardır? Ne için Allah, herkese bizzat emrini tebliğ etmesin, kelâmını ve emirlerini anlatmasın da ayrıca peygamber göndersin? Bunlara ne lüzum var mı diyeceksiniz? Bunu anlamak için varlıkta ve özellikle canlı varlıklar dünyasında, hele hele akıl sahibi olan canlılar dünyasında Allah'ın rablık sıfatının gereği olarak bir tekamül (gelişme) ve ıstıfa (seleksiyon) kanunu vardır ki, bu kanun O'nun Rablığının tanıklarından, ilim ve kudretinin, sonsuz rahmet ve inâyetinin kanıtlarından birini teşkil eder. İşte peygamberlik meselesi, bu ilâhî geleneğin, bu hakikat yolunun ve bu ilmî kanunun çerçevesinde ele alınacak olursa, peygamberlerin nasıl olup da insanlar arasında fevkalade bir imtiyaza mazhar olabildikleri başka delil aramaya ihtiyaç bırakmadan, bilimsel bir kesinlikle ve en akla yatkın bir şekilde anlaşılır. Çünkü peygamberliğe mazhar olmayanların bunu dış gözlem veya iç gözlem yoluyla bizzat tecrübe ederek bilmeye, anlamaya çalışmaları abestir, boşunadır. Bunu anlamak için de âyetteki “Istafâ” ve “Zürriyeten ba’duha min ba’din” kayıtlarını iyi anlamak lazım gelir. Mahmut Toptaş diyor ki: “Rasulullah’ın (s.a.v.) bir adı da Mustafa’dır. Kötülüklerden arındırılmış, insanlar arasından süzülüp çıkarılmış insan demektir. Biz hergün düşüncelerinde değişiklik yapan, eğriyle doğruyu ayırd edemeyen, kararsızlık içinde bocalayıp duran, yazdığı kanunları devamlı bozup yeniden yazan insanlara değil, Allah’ın seçtiği peygamberlerle gönderdiği kitaba ve onun peygamberine uyarız.”[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Al-i İmran, 3/ 33- 34. [2] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/91. [3] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/371. [4] Mahmut Toptaş, Şifa tefsiri, Cantaş Yayınları: 2/44. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#104 |
![]() 1. Rahman’ın Istıfâ (Seleksiyon) Kanunu :
Lüğatte bir şeyin safını, yani en saf ve en halis olan özünü almaktır. Tasfiye bir şeyin karışığını, bulanıklık şaibelerini giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmak demek olduğu gibi, ıstıfa da en safisini seçip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini almak bir ıstıfa, o cevherler arasından herhangi bir şeye elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. İşte lüğat anlamıyla ıstıfa böyle karışık olanı seçip ayıklamaya, değişik maddelerden meydana gelmiş olan karışımları ayrıştırıp amaçlanan yönde geliştirmeyi hedef tutan bir iradi fiil ve bir iradi etkidir ki, yaratılışta bu fiil ve etkinin varlığını sürdürmesine bilim dilinde "Istıfa Kanunu" deniliyor. Bunun frenkçesi seleksiyondur. Lüğat anlamıyla ıstıfa genel olarak yaratılmış olarak bir varlık üzerindeki işlem olarak anlaşılır ve yaratılıştan sonraki bir iş olarak ele alınır: Gül yapraklarından gülyağı elde etmekte olduğu gibi... Burada söz konusu olan ıstıfa ise yaratılış sırasında hakim olan Allah Teâlâ'nın ıstıfasıdır ki, asıl ıstıfa kanunu budur. Binaenaleyh bunda tasfiye ile mevcut safiyi, saf olmayandan seçip ayırmak anlamından daha fazla olarak safiyi yaratmak, ona vücut vermek mânâsı da eklenmektedir. Bundan dolayı tefsir âlimleri bu ıstıfayı iki farklı anlamda tefsir etmişlerdir: Birisi, ıstıfa yarattıklarının en halisi, mahlukatın en özü kıldı şeklinde olan tefsirdir. Diğeri de "Yakışıksız sıfat ve niteliklerden ayıklayıp güzel hasletler ve alışkanlıklar ile donattı." demek olan tefsir şeklidir. Şüphe yok ki, ıstıfa bu ikinci mânâda daha açıktır. İmam Fahruddin Râzî bu ikinci mânâ üzerinde yürüyerek, peygamberlerin yaratılışı üzerinde cereyan eden ilâhî ıstıfayı, tabiatteki "Istıfa Kanunu" nazariyesine uygun düşecek bir şekilde izah eylemiştir.[1] Fakat bu izahın tamam olması için birinci tefsir şeklini de dikkatten uzak tutmamak lazımdır. Zira ıstıfa kanunun akışında her aşamadaki ıstıfa ikinci mânâyı akla getirirken, yani çirkin ve olumsuz özellikler atılıp ayıklanırken, iyi ve olumlu özellikler ile donatılırken, o donatma mükemmel olarak yeni bir yaratılışı da içine aldığından birinci manadan uzak değildir. Bunun için Rağıb Isfahanî demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın bazı kullarını ıstıfası, bazan başkasında olan karışıklıktan, şaibeden safi olarak icad ile, bazan da bundan ari olmayarak ihtiyar ve hükmüyle olur. ilh..." Demek ki, müfessirlerden bazıları bunun birini diğer bazıları da öbürünü daha uygun bulmuşlardır. Hasılı ilâhî ıstıfa, mutlaka safî olanı hem yaratmak, hem de seçmek ile ilişkilidir. Şu kadar ki, bu yaratma ya başlangıçtadır veya sonradan ve ilâvetendir ki, bu sayede bir safiden daha safisi, ondan da daha safisi ilh... meydana gelerek sürekli bir tekamül mümkün olmaktadır. Başlangıçta maddesiz safi olarak yaratmak dahi Âdem'deki karışıklıktan tasfiye edilmesi mânâsını da içine almaktadır. Bu da bir çeşit ıstıfa demekse de ıstıfa sözünden normalde anlaşılan şey, mevcut bir karışım üzerinde yapılan işlemdir. Böyle bir ıstıfa dahi yeniden yaratmaktan uzak değildir. Bu sûretle ıstıfa, varlık düzenindeki yaratılış olayında Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir Rablık kanunundan başka bir şey değildir. Onun koyduğu bir sünnet, yürürlükte tutup geçerli kıldığı kuraldır ki, varlık düzeni içinde olup biten bütün değişmeler ve gelişmeler, ancak bu kanunun hasıl ettiği fiil ve tesirler sayesinde olmaktadır. Yani ıstıfa, varlık düzeni içinde yer alan çeşitli varlıkların bir sıfat olarak değil, Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir kanun, O'nun iradesinin eseri olan bir kuraldır. Tekdüze olarak sürüp giden atalet ve ıttırad prensibine aykırı olan ve ilâhî iradenin etkisine en büyük misal ve belge olan sebeplilik prensibi ile, sebeplerin değişmesiyle sonucunda değişeceği genel ilkesine bir yönden benzeyen bu kanun, tabiat icabı olarak öne sürülen nazariyeyi, devamlı olarak ve durmadan iptal etmek için, hem her aşamasında ıttırad kanununu iptal eder, hem de ilme ve sebeplerin sürekliliğine belge olmak için onu büsbütün ortadan kaldırmayıp beraberinde sürükleyip götürür. Bu sûretle görülüyor ki, ıstıfa tekamülün şartıdır ve birlikte mütalaa edilmesi lazım gelir. Bütün varlıkları bir tek varlık şeklinde bir araya toplayarak, onları çeşitli varlık ve hayat basamaklarına ayırarak, basitten mürekkebe doğru, veya noksanlıktan mükemmelliğe doğru en uygun ve uyumlu bir sınıflandırmaya tabi tutan ve bu sayede beşerin bilim ve teknolojisine dahi kendi sahalarıyla ilgili olarak uygun ve uyumlu bir sınıflama temin eden bu ıstıfa kanunu, kâinattaki olayların hepsinde kendini göstermekle beraber, en çok hayat olaylarında ve canlılar dünyasında, özellikle de insanın yaratılış ve gelişmesinde pek çok olarak kendini göstermektedir. Bu mütalaada başlangıçta maddenin basit ve safi, ya da karışık ve mürekkep olarak yaratılıp yaratılmadığı bahislerine girmeye hiç lüzum görmeden, olayların şimdiki durumda bilinen tekamül derecelerini nasıl kazandıklarını ve kazanmakta olduklarını düşündürmek bile yeter. Şimdi şu karşımızda duran ve "âlem" denilen karışık olaylar yumağını şöyle dikkatle bir düşünelim: Evvela bir feza (uzay) ile birçok gök cismini içine aldığı görülen genel bir görünüm karşısında bulunuyoruz. Ve bu manzarada gök cisimlerinin birbirlerinden ayrılmış ve farklı farklı özellikler kazanmış olduklarını ve bu arada üzerinde yaşadığımız yer kürenin de onlardan ayrılmış olduğunu görüyoruz. İşte bunların herbiri bize bir ıstıfa örneği sunar. Sonra yer küremizi teşkil eden cisimler içinde üç temel kaynak denilen madenler (toprak), bitkiler ve hayvanların birbirinden çok açık ve mütekamil farklarla ayrılmış olduklarını görürüz; şöyle ki, ilk maddeden madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden de hayvanlar gittikçe artan bir tekamül ile gruplara ve türlere ayrıla ayrıla gelmiş gibi, bir gelişme düzeni ve tekamül çizgisi gösteriyorlar. Maden adı altında birleşen ve madenleşme veya cevherleşme denilen bir karışım, yine çeşitli tasfiye aşamalarından geçerek ve her aşamada başka başka yeni özellikler kazanarak yepyeni bir cevher özünde ıstıfa edilip çok çeşitli madenler zuhur ediyor. Yine her birinde çeşitli mertebede sınıflamalar da görülüyor. Sonra başka birtakım özellikleriyle bitkiler karşımıza çıkıyor. Bunlar madenlerde bulunan özelliklerden daha başka bir özellikle bambaşka bir ıstıfa şeklinde gelişme, büyüme ve üreme gibi, özellikle topraklardan silkinip bir yeni varlık manzarası arzediyor. Bu da yine kendi alanında, bitkilerin sınıflandırılması ve türlere ayrılması sırasında bir çok ıstıfa aşamalarını meydana getiriyor. Bunlar da her aşamada ıstıfa ve tekamüle uğruyorlar ki, madenlerdekine göre bunlardaki ıstıfa ve gelişme çok daha açık olarak görülüyor. Madenlerde milyonlarca yılda meydana gelen ıstıfa, yani cevherleşme bunlarda bir iki nesil içinde ve çok daha hızlı biçimde oluyor. Üçüncü olarak bir başka özellikleriyle hayvanlar âlemi geliyor. İlkel bitkiler ile ilkel canlılar arasındaki fark bizim için ister bilinsin, ister bilinmesin, ama bunların şimdiki durumda aralarındaki gelişmişlik farkı o kadar açıktır ki, hiç kimse bir çiçekle bir kelebeği karıştırmaz; çiçeği dalından koparır, kelebeği de kovalamaya mecbur kalır. Ve bilir ki, bitkisel hayat, kelebekte fazlasıyla vardır. Fakat kelebekteki hayat çiçekte yoktur. Çiçek kelebek haline gelmek için topraktan bir daha silkinmiş, daha mütekamil bir ıstıfaya mazhar olmuştur. Bu sûretle bitkisel özellikler, hayvansal özelliklere eklenerek gelişmişlik düzeninde bir de hayvansal varlıklar zuhur etmiştir. Bu da hayvanlar arasında bir sınıflamayı gerektirmiştir ve hayvanlar da bitkilerden daha çok sınıflara ayrılmıştır. İşte yer küremizde, onu öteki gök cisimlerinden ayıran ilk yaratıldığı andan beri, onun üzerinde görülegelen bu değişimler içinde çok çeşitli ıstıfa aşamalarından geçtiği o kadar açık seçiktir ki, bunda tabiat adı verilen ve hep tekdüzelik özelliği anlamına gelen oluşlar her aşamada bir yeniden yaratılışa tabi tutulmuş, alışılmışın aksine her aşamada bir harika eklenerek yeni bir varlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Tabiatta hiçbir olayın bir önceki olayla eşit şartlarda ve aynen tekrar etmediğini, bu yüzden tam anlamıyla ve sanıldığı gibi hiçbir değişikliğe uğramadan sürüp giden bir tabiat davasının batıl olduğunu ilim ve tecrübe ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu değişiklik içindeki ıttırat ve tutarlılıktan okunan bütünlük düzeninin kendi yaratıcısı ve düzenleyicisi varlığın kendisi olmayıp, bu düzenleme özelliğinin varlıkların kendi içlerinde bulunmadığı, daha açık bir ifadeyle, sonradan yaratılmış olan varlıkların hiçbirisinin ne sebebi, ne de gayeleri kendi varlıkları içinde aranmamalıdır. Bütün varlıklar bir araya toplanıp cem edildiği zaman illet-i küll denilen ve hepsinin varlığına vücut veren esas sebebin bunların toplam varlığı içinde yok olmayıp, tam aksine bütün varlığın o illet-i küll içinde fâni olacağı ve Allah'ın birliğinin ancak bu illet-i bakiyeye ait olduğunu ve binaenaleyh bütün âlemin de bir tabiat olmadığını gösteren açık bir delil ve şahit vardır. Akıl ve ilim sahiplerinin bu ıstıfa sırrını pek iyi düşünmeleri lazım gelir. Bu ıstıfayı yapan, varlıkları böyle bir asıldan ayırıp ayırıp peyderpey çoğaltan ve türlere ayıran, onları tekamül ettiren gücün, âlemlerin yaratıcısı olan Allah olduğunda şüphe eden hiçbir ilim sahibine tesadüf edilmemiştir. Şu kadar ki, bir takım kimseler bu çeşitli tabiatların hep birbirinden doğarak geldiğine ve her mükemmelin bir noksandan kendiliğinden çıktığına, her sonradan olandaki ıstıfa kuvvetinin bir öncekinde yine kendiliğinden var olduğuna, değişmenin de bu ıstıfanın eseri olduğunda şüphe etmemekle beraber ıstıfanın sebepsiz, illetsiz ve gerekçesiz olduğuna ve bu suretle ıttırad, tam zıddı olan değişme ve çeşitlenmeyi zorunlu olarak meydana getirdiğine ve bu çelişki içinde âdî ve gelişigüzel bir tabiat kanunu olduğuna sahip olmak gibi bir çelişki içine düşmüşlerdir. [2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 8/22; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim yayınları: 2/347. [2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim yayınları: 2/346-352. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#105 |
![]() . İlim Adamlarının Istıfa ile ilgili Faraziyeleri :
Bugün tabiat biliminde ilim adamlarının iki çelişkili teoride ısrar ettiklerini görüyoruz: 1) Diyorlar ki, ıstıfa kanunu ve tekamül prensibi gereğince bütün varlıklar bir tek varlıktan, bir tek kökten doğup çoğalmışlardır. Binaenaleyh bütün canlılar, bir tek ilk canlıdan üreyerek veya değişerek gelmiştir. Ve bu tekamül ve bu ıstıfa bitkilerden madenlere geçerek ta bir ilk maddeye kadar gerisin geri irca olunuyor. Binaenaleyh insan dahi iptidaî canlılardan üremiştir. 2) Her hayvan, her bitki mutlaka ve behemehal kendi türünün bir tohumundan ürer veya doğar. Pastör bunu tecrübeye bağlı olarak ispat etmiştir. Binaenaleyh tohumsuz bir üreme olmayacağı gibi, mesela nohut tohumundan buğday çıkmaz, balık tohumunda köpek çıkmaz, maymun tohumundan ayı doğmaz, hatta zatürre tohumundan tifo mikrobu doğmaz. Görülüyor ki, bu iki dava birbirine tamamen zıttır. Biri bilimsel ve doğru ise öbürü değildir. Bugün herkes bilir ki, yer küremiz sonradan teşekkül etmiştir. Ve üzerindeki hayvanlar da sonradan meydana gelmiştir. O halde bugünkü canlıların başlangıcı olan tohumlar nasıl oluştu? Tabiat nazariyesine en uygun olan Pastör nazariyesinde bu suâle cevap yoktur. Meğer ki, arzın değişimi ve sonradan yaratılmış olduğu inkâr edilsin. Halbuki önceki nazariye ıstıfa ve tekamüle dayanarak buna cevap verebilir; nice bin derece sıcakta kaynamakta olan maddelerden ıstıfa ve tekamül kanunu ile gazları, sıvıları, katı cisimleri, madenleri, bitkileri, hayvanları çıkarmak imkânını bulabilir. Fakat bunu bulmak için olayların, nasıl maddedeki asıl ve zati çerçeveyi aşabildiğini ve o asıldan daha gelişmiş, daha mütekâmil özellikler kazanabileceğini ve dolayısıyla hakiki etkenin, maddenin kendisi değil, ona hükmeden ve ona etki eden, onun üstünde istediği gibi tasarrufta bulunan bir yaratıcı gücün olduğunu kabul etmek gerekir. Ve bunu itiraf edip söylemek için, tabiat davasından vazgeçip onu bir yana bırakmış olduğunu ilan etmek lazım gelir, yoksa bu da kendi içinde kendisiyle çelişkiye düşmüş olur. Istıfa ve tekamül kavramlarının tabiat fikri iddiasıyla nasıl uzlaştırılabileceği sorulduğu zaman, değişiklik ifade eden ıstıfa ile tekdüzelik demek olan ıttırad kanununun aynı tabiat kanunu olduğunu, bu ikisinin tek ve aynı şey olduğunu söyleyenler, bir çelişkiden başka bir şey söylemiş olmazlar. Bunlar ilmin esası olan ve gerçeğin kendi kendisine uygunluğu ve sebeplilik kanununa küfretmiş olurlar. O zaman ne ilim kalır, ne bilgi, ne bilen, ne bilinen, ne tabiat ne de varlık... Bu noktaya gelince bütün hakikatı itiraf ederek ıstıfanın tabiattan değil, fakat mutlak kudretin sahibi olan yüce yaratandan, O'nun iradesinden geldiğini ve binaenaleyh fıtrat denilen yaratılışın tabiatten önceliğini itiraf etmek gerekir. Bunun içindir ki, ıstıfa nazariyesinde irade terbiyesinin önemi pek büyüktür. Şu halde tabiat bilimleri, tabiata aykırı harikaları inkâr ettirecek bir zaruret, bir kesinlik değildir. Her zaman aksine oluşların ve yaratılışların mümkün olduğu bir alışılmışlık anlamı ifade eder. İşte peygamberliğin niteliğini anlatmaya yönelik olan ve Hz. İsa'nın yaratılışına dahi bir mukaddime teşkil edecek olan bu âyette ıstıfanın zaruri bir mutlak ıttırad değil; tabiat üstü bir fıtrat, bir üstün yaratış ifade eden bir ilâhî fiil olduğuna ve aslî maddelerin zarureti ve kadim olduğu görüşünden de sarfınazar etmek gerekeceğine bir uyarıdır. Binaenaleyh tabiat davasıyla her şeyi değişmez bir tekdüzeliğe bağlayıp, onunla mukayese ederek izah etmeye, yaratılışta ayan beyan görülmekte olan fevkalade terakki ve tekamülü, değişme, gelişme ve ayrışmayı inkâra veya durdurmaya kalkışmak doğru bir yol değildir. Ve bu cümleden olmak üzere insan tabiatı namına insanların hepsini fıtrat, kuvvet ve melekât bakımından aynı seviyede saymamak ve bu suretle birçoklarında yok diye nübüvveti, risaleti ve peygamberlerin mucizelerini imkansız, akıl dışı gibi zannetmemek ve İsa meselesini de işte bu esas çerçevesinde anlamak lazım gelir.”[1] Bundan sonra Yüce Allah, İbrâhim as.’a, Cebrail as.’ı gönderip dinini öğretti ve kendisini, kavmine, Peygamber olarak gönderdi. “Rabb’i ona: Müslüman ol!Dediği zaman, o: alemlerin Rabb’ına teslim oldum!” dedi.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim yayınları: 2/346-352. [2] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/131. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#106 |
![]() 1. İbrahim as.’ın Kendisine İndirilen Sahifeler :
Yüce Allah tarafından İbrâhim as.’a indirilmiş olan On Sahife[1] Ramazanın ilk gecesinde indirilmiştir.[2] Bunların içindekiler emsal (kıssalar, ibretli sözler) ile Sübhanallah diyerek Yüce Allah’ı tesbih ve tenzih, “La ilahe illallah” diyerek tevhid, Elhamdü lillah diyerek O’na şükür etmekten ibaretti.[3] Ebu Zerr r.a’ın rivayet ettiği bir hadiste Hz.Peygamber s.a.v.: “Allah Celle Hz.İbrâhim’e on sahife indirmiştir.” Buyurdular. Bunun üzerine Ebu Zerr:"Ey Allah’ın Rasülü! Bu sahifelerde neler vardı?” diye sorulduğunda Hz.Peygamber:"Bütün sahifelerdekiler, emsâl’den ibarettir." Buyurdular. Mesala, bu emsâlden bir tanesi şudur:"Ey halkın başına geçen mağrur hükümdar! Ben seni dünya servetini birbiri üzerine yığmak için değil, mazlumun hakkını zalimden alarak onun bana dua etmesini (Mazlumu, bana yalvarmak zorunda bırakmayasın) ihtiyaç bırakmamak için gönderdim. Zira ben, kafir dahi olsa mazlumun duasını geri çevirmem! Onda, şöyle meseleler de, vardı: Aklına, mağlub olmadıkça, akıl sahibinin belli saatleri olmak: Bir saatini, Rabb’ına dua ve münacâta, Bir saatini, Yüce Allah’ın sanat ve kudreti üzerinde durup düşünmeğe, Bir saatini, geçmişte işlediklerinden ve gelecekte işleyeceklerinden kendisini sorguya çekmeye, Bir saatini de, helâlinden yeme içme ihtiyacını karşılamağa ayırmak gerekirdir."[4] Yine akıl sâhibine gerekir ki: üç şey için: Âhirete hazırlamak, Geçimini düzene koymak, Haram olmayan şeylerden yararlanmak için olmadıkça, bir yerden, başkaa bir yere göç edip gitmemektir.[5] Yine akıl sâhibine yaraşan: Zamanına, basîretle, ibret gözüyle bakıcı, İşini, önüne katıcı, Dilini, koruyup tutucu, kelâmını, azaltıcı olmaktır.[6] İbn Esir diyor ki: “Ayrıca bu sahifelerdeki emsâlden birisi de şudur: “Akıl sahibi olup da nefsine mağlup olmamış kişi için günün içerisinde belirli saatleri olmalıdır. Bu saatlarin birinde Rabb’ine münâcat edip yalvarmalı, diğerinde Allah’ın yarttığı varlıklar hakkında tefekküre dalmalı bir diğerinde nefsini muhasebe etmeli, bir başka saatte ise helâlinden yiyecek ve içeceklerin temini ile meşgul olmalıdır.”[7] Şaban Piriş diyor ki: “Akıllı olan kimse ancak üç şey için yer değiştirip intikalde bulunur. Bunlar: Ahireti için hazırlanmak, hayati ihtiyaçların düzene koymak ve haram olmayan nesnelerden faydalanıp lezzet almaktır. Akıll kişi zamanını iyi değerlendirmeli, kendi durumuna yönelmeli ve dilini muhâfaza etmelidir. Sözünü (mesuliyet bakımından) amelden sayanın konuşması az olur ve ancak kendisi için lüzumlu ve faydalı olan şeyleri konuşur.”[8] “Ya Resulallah! İbrâhim ve Musa’nın Sahifelerinde bulunan şeylerden, Yüce Allahın, Sana indirdiği bir şey var mıdır?” Diye sordum. “Ey Ebuzer! Okusana!: “Hakikaten iyi temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip de, namaz kılan kimse, umduğuna erişmiştir. Belki, siz, dünya hayatını, Ahiretten üstün tutarsınızdır. Hiç şüphesiz, bunlar önceki Sahiferlerde, İbrâhim ile Musa’nın Sahifelerinde de vardır.” [9] buyurdu.”[10] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Taberi-Tarih c.1, s.161; İbnüneddîm-Fihrist s.39; Zemahşerî-Keşşaf c.4, s.245; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.116. [2] Ahmet b.Hanbel-Müsned c.4, s.107; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223. [3] Mes’udi-ahbaruzzaman s.80; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.223 [4] Taberi-Tarih c.1, s.161; Ebû Nuaym-Hilyetülevliya c.1, s.167; Zemahşeri-Keşşaf c.4, s.245; Sâlebi-Arais s.100; İbn.Asarkir-Tarih c.6, s.357; Ebülferec İbn.Cevzi-Tabsıra c.1, s.108; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.124; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.132,133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224. [5] Taberi-Tarih c.1, s.161; Ebû Nuaym-Hilyetülevliya c.1, s.167; Sâlebî-Arais s.100; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.132,133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224. [6] Taberi-Tarih c.1, s.161, Ebû Nuaym-Hilyetülevliya c.1, s.167; Zemahşeri-Keşşaf c.4, s.245; Sâlebi-Arais s.100; Ebülferec İbn.Cevzi-Tabsıra c.1, s.108; İbn.Asakir-Tarih c.6. s.357; Fahruzzari-Tefsir c.31, s.150; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25: Nesefi-Medarik c.4. s.350; Sûyiti-Dürrülmensur c.6, s.341; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224 [7] İbn-Esir-Kâmil c.1, s.116. [8] Şaban Piriş, Hz. İbrahim. Denge yayınları: s.76. [9] Kur’an-ı Kerim: A’la, 87/14-19, [10] Ebû Nuaym-Delâilünnübüvve c.1, s.169; İbn.Esir-Caiul’usül c.2, s.505; Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: c.20, s.25; Hâzin-Tefsir c.4, s.371; Süyütî-Dürrülmensur c.6, s.341; Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.16, s.133; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.224. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#107 |
![]() I. BÖLÜM : BABASI ÂZER’E TEBLİĞ
1. İbrahim as.’ın Davetteki Üslûbu : İbrahim as. kavmini ve ehlini davette tek bir yol seçip hep aynı üslûbu iltizam etmedi. Bazen babasıyla ve ev halkıyla fert fert münakaşa (mücadele) etti. Bazen de kavmi kendi bayramlarında toplanmış halde iken ve umumi toplantılarında iken onlarla mücadele etti. Bazen, katı inatçı, gaddar tağutları Nemrut’la mücadele etti. Bazen âdet ve taklitlerden ünsiyet ettikleri her konuya tekrar gözden geçirmelerini onlara görev tayin etmek için, bir çok konumda kendi vicdanlarıyla başbaşa bırakırdı...[1] 45-“Babacığım, gerçekten ben sana Rahman’dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman, şeytanın dostu olursun.” Meal/ Tefsiri : “Ey babacığım! Ben, senin anlattıklarıma kulak vermeyerek inkârda ısrar etmek suretiyle kâfir olarak ölmenden, dolayısıyla Allah’ın elem verici azabına uğramandan ve ebediyyen cehennemde şeytanın arkadaşı, yardımcısı olmandan korkuyorum.”[2] Fahreddin Razi diyor ki: “Bil ki İbrahim (a.s.) bu sözü, çok güzel bir sıra içinde söylemiştir: Çünkü önce putlara ibadet etmekten alıkoyacak şeylere dikkat çekmiş; sonra babasına taklidi bırakıp tefekküre ve istidlale tabi olmasını söylemiş, daha sonra da şeytana itaat etmenin aklen doğru olmadığına işaret etmiş ve sözünü, insanı uygun olmayan şeylere yönelmekten alıkoyacak bir tehdid ile noktalamıştır. Hem sonra Hz. İbrahim (a.s.) bu güzel sözlerini gayet nazik ve yumuşak bir üslupla söylemiştir. Çünkü her sözünün başında, “Babacığım” deyişi, babasını çok sevdiğine, onu ilahi azabtan kurtarma arzusu içinde olduğuna, doğruya ve güzele iletmek istediğine bir delildir. İbrahim’in (a.s.) sözünü “Hakikaten korkuyorum ki” cümlesi ile bitirmesi de, kalbinin babasının yararına olan şeylere ne denli ilgi duyduğuna delalet eder. O bunu şu sebeplerden ötürü yapmıştır: 1) Babalık hakkını ödemek için... Nitekim Allah Teala: “Ebeveyninize de iyilikte bulunun” (İsra: 17/23) buyurmuştur. Babayı, hak dine götürmek ise, en büyük iyiliktir. Binaenaleyh buna bir de, babaya karşı edebi gözetme ve yumuşak davranma eklenirse, bu nurun ala nur (nur üzerine nur) olur. 2) Hakka sevkedenin sözünü katı ve sert bir üslupla değil, mutlaka yumuşak ve nazik olarak söylemesi gerekir. Çünkü bir kimsenin katı ve sert konuşması dinleyenlerin haktan yüz çevirmesine adeta bir sebep olur ve böylece bu gerçektesanki iğva etme (saptırma) için bir çaba olmuş olur. 3) Ebu Hureyre Rasulullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teala İbrahim’e şöyle vahyetti: Sen benim Halilim (dostum)sun. Binaenaleyh kâfirlere karşı bile ahlakını ve davranışını güzelleştir ki ebrarın (iyilerin) girdiği yere giresin. Çünkü huyunu güzelleştirenler için hükmüm (takdirim, ezelde) şöyle yazılıştır: “Ben onu Arşımın altında gölgelendireceğim. Kutsiyet alanımda yerleştireceğim ve onu kendime yaklaştıracağım.”[3] Allah en iyisini bilendir.”[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 176. [2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [3] Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal: 3/5159. [4] Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb, Akçağ Yayınları: 15/360. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#108 |
![]() 1. Anlatım Düzeni, Putlara ve İnsanlara Tapmayı Önlemeyi Amaçlamıştır :
İsa’nın (a.s.) “Şüphesiz ki Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Bu sebepten yalnız O’na ibadet edin; işte dosdoğru yol budur.[1]” dediğini, Hz. İbrahim’in de “Babacığım, doğrusu sana gelmemiş olan bir ilim bana gelmiştir. Öyleyse bana uy da seni dosdoğru bir yola ileteyim[2]” dediğini görmekteyiz. Hz. İbrahim’in babasını çağırdığı şey Allah’a ibadet etmek ve Allah’tan başkalarına ibadeti terketmek konusunda kendisine uymaktan ibarettir. Bu da şuna delildir; Peygamberlerin izlediği yol birdir; o da sadece Allahu teala’ya ibadettir. Bu dosdoğru yoldan sapmak İbrahim, İsa ve diğer peygamberlere –tümüne selam olsun- uymaktan bir sapmadır. Buna göre anlatım düzeni insanı putperest veya hristiyan olsun, putlara veya insanlara ibadet etmekten kurtarmak amacındadır.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Meryem: 19/36. [2] Meryem: 19/43. [3] Said Havva, El-esas fi’t-tefsir, Şamil Yayınları: 8/469. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#109 |
![]() 1. Davet Edilenlerin İlki Kimdir? ve Davete Tepki :
Davet edelinlerin ilki, İbrahim as.’ın babası olacağı açıktır. Çünkü insanların O’na en yakını babasıdır. Ve hidayete de en evlâ olanı da yine odur. Allahu Teala, Muhammed as.’a aşiretinden ve akrabalardan başlamasını emretmiştir. Allah Nebilerinin de davetteki metodu böyledir.[1] İbrâhim as. Babil halkına uzun süre hak dini, dünyayı, âhireti, hayatı, ölümü ve yeniden dirilişi anlatmış, en yakını olan babasına ise bu meseleyi inceden inceye izah etmişti. Ancak başta babası Âzer olmak üzere halk, İbrâhim as.’a inanmayıp inkâr etmişti. İbrâhim as. babasının bu hareketine kızmamış, ona darılmamıştı. Hatta onun için Allah'tan rahmet dileyerek babasına karşı şöyle dedi: "Sana selâm olsun! Senin için rabbımdan mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı lütufkârdır"[2] Bundan sonra İbrâhim (a.s), baba ocağını terkederek oradan ayrıldı.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 150. [2] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/47. [3] Şamil, İslam Ansiklopedisi, İbrahim Maddesi, c.3. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#110 |
![]() 1. Kur’an-ı Kerim’de İbrahim as. ve Babası Arasında Geçenler :
Kur’ân-ı Kerim de şöyle anlatılmaktadır. “İbrâhim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.”[1] “Kitap'ta İbrâhim'i an. Zira o, sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir zaman o babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum. (Babası ![]() İbrâhim: Selâm sana (esen kal) dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.”[2] Bu ayetlerde tevhid dininin önderi olan Hz. İbrâhim’in yüce vasıfları, babasını tevhid dinine daveti, bu konuda onunla tarışması, babasının sert tepkisine, “Bu davadan vazgeçmezsen seni taşlarım, elimden bir kaza çıkmadan yanımdan defol git uzun zaman gözüme görünme” diyen babasına tatlı dille esenlik ve Allah’tan mağfiret dilemesi bahsedilmiştir.[3] Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı.[4] Ve İbrahim as. gayet sakin ve öfkesiz bir haldedir. Bu şefkat ve merhamet gerektiren uslupla nida ettikten sonra edeple ona şöle dedi: “Ey babam! Niçin işitmez, görmez ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere tapıyorsun?” “Ey babam! Sen ona nida ettiğinde, seni duymayan bir ilaha nasıl ibadet ediyorsun? Sen ona yaklaştığında veya ondan uzaklaştığında seni görmez. Sana hiçbir fayda vermez veya hoş olmayan herhangi bir şeyi senden defedemez...” İşte bu manzara, bir çok manzaralardan biridir ki, İbrahim as. bu manzara esnasında onun topmakta olduğu putların acziyetini açıklıyor, babasını düşünceye ve akıl nimetinden istifadeye davet ediyor. “Ey babam! Bana, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde bana uy ki, seni doğru yola hidayet edeyim.” İbrahim babasıyla konuşmada mücadelesine, çok ilmi oluşundan, delilinin kuvvetliğinden ve zekasının üstünlüğünden başlamadı. Yine babasını da cahillikle vasıflandırmadı. Eğer öyle ve böyle de deseydi doğru idi. Ancak O babasına sadece şöyle dedi ve o babası nezdinde de emin ve sadıktır: “Ey babam! Allah kendi fazlından bir üstünlük verdi ve özel kıldı. Bu yeni emri dinle ve Hakk’ın davetine icabet et ki, her iki cihanda da kurtuluşa erenlerden olasın. Ey babam, şu içinde bulunduğun halde devam etmekten uzaklaş; yoksa şeytan’a kul olursun. Rahman’ın ibadetiyle Şeytan’ın ibadeti mü’minin kalbinde asla birleşmez.” Ve İbrahim as. babasıyla olan konuşmasını “ey babam” sözüyle bitiriyor. Yani çok latif, ince bir nida ile başladı. Çünkü; Dünya ve Ahiret’te Allah’ın azabının onun üzerine gelmesinden korkuyordu.[5] Toplumsal siyaset düzeyinde Kur’an, bir yandan ebeveyn, çocuklar ve yaşlılardan meydana gelen temel aile birimini güçlendirmeyi hedef alırken, diğer taraftan kabileyi (veya milleti) feda etmek pahasına bile olsa, daha geniş çapta Müslüman toplumunu geliştirmeyi esas alır. Çocukların (ana-bab ve akrabaya) sadakati vurgulanmaktadır: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, anaya, babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara, iyilik edeceksiniz.”[6], “Anaya, babaya ve akrabaya... iyilik edin”[7] Toplumu bir arada tutan bağdan Kur’an’ın her safhasında ve özellikle de Medeni surelerde bahsedilmektedir. Bütün Müslümanların “kardeş” oldukalır ilan edilmiştir.[8] Müslümanlar “kurşunla sağlamlaştırılmış zaptedilmez bir yapı”[9] gibi birbirlerine bağlıdır. Elbette bu durumda doğal kan bağlılıkları ile (evlattan beklenen sadakat da dahil) doğruya sadakat, dürüstlük veya toplum arasında ciddi bir sürtüşme ortaya çıkabilir. Bu durumda kesin olarak ikinci gruptakilere bağlı kalmak gerekmektedir. Hz.İbrahim ile müşrik babasının hikayesi Kur’an’da birkaç kez tekrar edilmiştir. Babasına karışı olan şefkat hissine rağmen sırf Allah için onu nasıl terkettiği zikredilmektedir. İbrahim as.’ın babasına dua ettiği söylenmektedir.[10] Fakat yine belirtilmiştir ki, babasına “söz verdiği için” dua ediyordu.[11] Buradan şöyle bir sonuç çıkar ki, şayet bir kimsenin anne ve babası yanlış yola saparlarsa onlara dua etmek bile, pek iyi bir şey değildir. Nitekim “Biz insana anne ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Ama onlar, Bana şirk koşmaya seni zorlarlarsa onlara itaat etme” ayetinde kesin bir açıklama yapılmıştır. Ve yine sık sık anlatılan Nuh as. ve sel felaketinde helak olan müşrik oğlunun hikayesindeki durumda aynı konuya ışık tutmaktadır.[12] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: En’am, 6/74. [2] Kur’an-ı Kerim: Meryem, 19/41-48 [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/93. [4] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri: 42-44. [5] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 154. [6] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/83. [7] Kur’an-ı Kerim: Nisa, 4/36, En’am, 6/151, İsra, 17/2, Ankebut, 29/8, Lokman, 31/14, Ahkaf, 46/15. [8] Kur’an-ı Kerim: Hucurat, 49/10. [9] “Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi (sağlamca) saf bağlayarak çarpışanları sever.” Saf, 61/4. [10] Kur’an-ı Kerim: Meryem 19/47; Mümtehine, 60/4. [11] Kur’an-ı Kerim: Tevbe 5/114. [12] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, Ankara Okulu Yayınları: s.83-84. |
|
![]() |
![]() |