![]() |
#221 |
![]() Muhabbet Konusuna Giriş
Velîlerinin kalplerini dünyanın süslerine ve iltifat etmekten münezzeh kılan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki onların sırlarını, huzurundan başkasını düşünmekten tasfiye etmiştir. Sonra o sırları izzetinin yaygısı üzerine dürmeleri için edinmiş ve hâlis kılmıştır! Sonra isimler, sıfatlar ve marifetinin nûrlarıyla pırıl pırıl parlayacak derecede onlara tecelli etmiştir. Sonra onlara mübarek vechinin nûrlarını keşfettirmiştir ki sevgisinin ateşiyle yansınlar. Sonra onlardan celâlinin künhüyle perdelendi. Öyle ki onlar kibriyasının ve azametinin sahrasında şaşkın kalakaldılar. Bu bakımdan onlar ne zaman ki celâlinin künhünü mülahaza etmeye yeltenmek isteseler, onları akıl ve basiretlerinin yüzünü kaplayan dehşet kaplar. Ne zaman ki ümitsiz olarak o meydandan çekilmek isterlerse, cemalin çadırlarından ´Ey cehaletinden ve aceleciliğinden ötürü hakkı elde etmekten ümitsiz olan! Sabret!´ diye çağrılır. Böylece onlar red, kavuşma, kabul, kovulma arasında, muhabbetinin ateşiyle tutuştukları halde marifetinin denizinde kalakalmışlardır. Salât ve selâm nübüvvetinin kemâliyle peygamberlerin sonun-cusu olan Hz. Peygamber´in, halkın efendileri, imamları, önder ve rehberleri olan âlinin ve ashabının üzerine olsun! (Yârab!) onlara çokça selâm et! Muhakkak ki ALLAH´ın muhabbeti, makamlardan en yüce makamın, derecelerden en yüksek derecenin ta kendisidir. Muhabbetin idrâkinden sonra hiçbir makam yoktur ki onun meyvelerinden bir meyve, Şevk, Üns, Rıza ve benzerleri gibi onun etbaından biri olmasın. Muhabbet´ten önce hiçbir makam yoktur ki muhabbetin mukaddimelerinden biri olmasın! Tevbe, Sabr, Zühd ve başkaları gibi.... Diğer makamlara, ulaşmak pek zor ise de kalpler onun imkânına inanmaktan boş bulunmazlar. ALLAH´ın muhabbetine inanmak pek az ve nadirdir. Hatta bir kısım âlimler onun imkânını inkâr ederek şöyle demişlerdir: ´ALLAH´ın muhabbetinin mânâsı, ALLAH´a ibadet etmeye devam etmekten başka birşey değildir! Muhabbetin hakikati muhaldir. Bu ancak sevenin cinsinden olursa mümkün olur´. Bu âlimler, muhabbeti inkâr ettiklerinden üns, şevk, münacât lezzeti ve muhabbetin diğer durumlarını da inkâr etmişlerdir. O halde, bu konunun üzerinden perdeyi kaldırmak gerekir. Biz bu kitapta muhabbet hakkındaki şeriat delillerini, sonra muhabbetin hakîkat ve sebeplerini, sonra ALLAH´tan başkasının muhabbet´e müstehak olmadığını, sonra lezzetlerin en büyüğünün ALLAH´ın vechi kerimine bakmanın lezzeti olduğunu, sonra ahiret´teki bakış lezzetinin dünyadaki marifetten daha fazla olmasının sebebini, sonra ALLAH muhabbetini takviye eden sebepleri, sonra insanların muhabbet hususunda neden değişik olduklarını, sonra ALLAH´ın marifetinde zihinlerin kusurluluğundaki sebebi, sonra şevk´in mânâsını, sonra ALLAH´ın kuluna olan muhabbetini, sonra ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmetleri hakkındaki sözü, sonra ALLAH ile olan ünsiyetin mânâsını, sonra ünsiyetteki inbisat mânâsını, sonra rıza mânâsındaki sözü, sonra rıza´nın fazileti ile hakikatini, sonra duanın ve masiyetlerden tiksinmenin buna zıt düşmediğini, günahlardan kaçmanın da böyle olduğunu, sonra muhiblerin çeşitli hikâye ve sözlerini beyan edeceğiz. İşte bu kitabın bütün beyanları bunlardan ibarettir. |
|
![]() |
#222 |
![]() Marifetullah (ALLAH´ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi
Mevcudâtın (varlıkların) en açığı ve en görüneni ALLAH Teâlâ´dır. Öyleyse ALLAH´ın marifeti marifetlerin ilki, zihinlere ilk geleni ve akıllara en kolay geleni olmalıdır. Oysa durumu tam bunun tersi olarak müşahede edersin. Bu bakımdan bunun sebebini belirtmek gerekir. ALLAH Teâlâ´nın, mevcudâtın en açığı ve en görüneni olduğunu bir misal ile anlaşılır bir mânâdan dolayı söyledik. Şöyle ki: Yazarlık veya terzilik yapan kimseyi gördüğümüzde, o insan diri olması hasebiyle, bizim nezdimizde mevcudâtın en açığı olur! Bu bakımdan o insanın ilmi, kudreti ve dikişe iradesi, bizce onun zâhir ve bâtın bulunan diğer sıfatlarından daha açıktır; zira şehvet, öfke, yaratılış, sıhhat, hastalık gibi bâtın sıfatlarının tümünü bilmeyiz. Zâhir sıfatlarının da bazısını bilmediğimiz gibi, bazısından şüphe ederiz. Uzunluğu ve renginin değişikliği ile diğer sıfatlar gibi... Hayat, kudret, irade, ilim ve hayat sahibi olması ise, göz sayesinde kudret ve iradesine bakmaksızın bizim nezdimizde apaçıktır. Çünkü bu sıfatlar beş duyunun hiç biriyle hissedilmezler. Sonra biz onun diri olduğunu, kudret ve iradesini ancak onun dikiş ve hareketiyle biliriz. Bu bakımdan eğer biz âlemde O´ndan başkalarına bakarsak onlarla O´nun sıfatını bile-meyiz. Öyle ise, bilinmesi için bir tek yol vardır. Buna rağmen açık ve seçiktir. Oysa ALLAH´ın varlığı, kudreti, ilmi ve diğer sıfatlarının varlığına, zarurî olarak gördüğümüz her şey delâlet eder. Zâhir ve bâtın duyularımızla idrâk ettiğimiz taş, toprak, bitki, ağaç, hayvan, gök, yer, yıldız, kara, deniz, ateş, hava, cevher, araz, bütün bunlar delâlet eder. Hatta ALLAH Teâlâ´nın varlığına ilk delâlet eden bizim nefsimiz, vasıflarımız, cisimlerimiz, değişen hallerimiz, değişen kalplerimiz, hareket ve hareketsizliğimizdeki bütün durumlarımızdır. Bizim ilmimizde eşyanın en açığı nefislerimizdir. Sonra beş duyu ile hissettiklerimizdir. Sonra akıl ve basiretle idrâk ettiklerimizdir. Bu idrâk edilenlerin her birinin bir tek idrâkçisi, bir tek şahidi, bir tek delili vardır. Oysa âlemde bulunan herşey, konuşan deliller ve yaratanının varlığına şehadet eden burhanlardır. Kendilerini tedbir eden, kendilerinde tesarruf eden, harekete geçiren yaratanının varlığını ilan ederler. Onun ilim, kudret, lütûf ve hikmetine delâlet ederler. İdrâk olunan varlıklar hadde hesaba sığmaz. Eğer kâtibin diri olduğu, bizce zâhir ise, ona bir tek şahidden başka şahitlik yapan yoktur ve o da gördüğümüz onun el hareketidir. Madem ki durum budur, ALLAH Teâlâ bizce nasıl görünmez? Oysa nefsimizin içinde ve dışında düşünülen ne varsa hepsi O´nun varlığına şahitlik eder, O´nun azamet ve celâlini ikrâr eder; zira her zerre, Usanınca varlığının kendisinden, hareketinin zatından olmadığını ve bir mûcid ve hareketlendirene muhtaç olduğunu haykırır. Bunu önce azalarımızın terkibi, kemiklerimi-zin birbirine uygun bir şekilde oluşu, etlerimiz, damarlarımız, tüylerimizin bitiş yerleri, bedenimizdeki parçalarımız haykırır. Zira biz biliriz ki bu parçalar kendiliğinden bu intizam içine girmiş değildir. Nasıl ki kâtibin elinin kendiliğinden hareket etmediğini biliyorsak... Öyleyse varlıkta idrâk olunan, hissedilen, düşünülen, hazır ve gaib her ne varsa, hepsi O´nun büyüklüğüne şahitlik eder, O´nu tanıtır. Böylece akıllar dehşete kapıldığından O´nun idrâkinden aciz kalır. Çünkü O varlığı anlamaktan aklımız âcizdir, bunun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri, kendi nefsinde ve derinliğinde gizli olmasıdır. Bunun misali hiç de gizli değildir. İkinci sebep ise açıklığı zirvede olandır. Bu durum, yarasa kuşunun gece görüp gündüz görmemesinin, gündüzün karanlık olmamasından olmadığı, ancak şiddetli ışıktan ileri geldiği gibidir! Zira yarasanın gözü zayıftır. Güneş doğduğunda ışıkları onu kapatır. Bu bakımdan yarasanın gözünün zayıf olmasından ötürü güneşin kuvvetli ışığı onun görmesine mâni olur. Öyleyse o, ışık karanlığa karışıp belirtisi azalmadıkça hiçbir şey göremez. İşte bunun gibi, akıllarımız da zayıftır. İlâhî huzurun cemâli ise son derece parlak ve nûrludur, son derece kapsayıcıdır. Hatta onun görüntüsünden göklerin ve yerin melekûtundan bir zerre bile dışarıda kalmaz. Bu bakımdan onun görüntüsü gizlenmesine sebep oldu. Nûrunun doğuşu sebebiyle zayıf gözlerden perdelenen ALLAH ortaktan münezzehtir. Açıklığından dolayı basiretten ve gözlerden gizlenen ALLAH ortaktan münezzehtir. Zuhurunun sebebiyle gizlenmesi nasıldır diye hayret edilmesin; zira eşya zıdlarıyla bilinir. Varlığı kendisine zıd kalmayacak kadar yayılıp umumîleşenin idrâki zordur. Bu bakımdan eğer eşyanın bazısı delâlet eder, bazısı etmezse, o vakit aradaki farkı yakın bir mesafeden görürsün. Bütün eşya ona delâlet etmekte aynı tarzda ortak olunca iş zorlaşmıştır. Bu işin misali, yeryüzüne doğan güneşin ışığı gibidir; zira biz biliriz ki bu yeryüzünde olan geçici durumlardan biridir. Güneş kaybolduğunda bu ortadan kalkar. Eğer güneş daima kalsaydı, o zaman cisimlerde renklerinden başka birşey yok zannederdik. O renkler de siyahlık, beyazlık ve diğerleridir. Çünkü biz bu takdirde siyahta ancak siyahlık, beyazda da ancak beyazlık görebilirdik. Işığı ise bir olduğu halde göremezdik. Fakat ne zaman ki güneş battı, her yer karanlığa boğuldu, biz iki halin arasını idrâk ettik. Dolayısıyla cisimlerin bir ışıkla aydınlandığını öğrendik. Güneşin batışı anında kendilerinden ayrılacak bir sıfatla sıfatlanmıştır. Bu bakımdan biz ışığın varlığını yokluğuyla bildik. Eğer yokluğu olmasaydı ancak şiddetli bir zorluk çektikten sonra onun varlığına muttali olabilirdik. Bunun sebebi de şudur: Biz, cisimleri birbirine benzer olarak görürüz. Karanlık ve ışık birbirine muhalif değildir. Görünen eşyaların hepsi ışık vasıtasıyla idrâk olunduğuna ve görünenlerin en açığı olduğuna rağmen ışık başkasını gösterdiği halde nefsinde zâhir değildir. Eğer zıddı olsaydı, hadd-i zâtında zâhir olan ve başkasına görünen bir şeyin açıklığından dolayı müphemliği nasıl düşünülür? Öyleyse ALLAH Teâlâ eşyanın en zâhiridir. Hatta bütün eşya zuhura gelmiştir. Eğer O´na yokluk, gaybûbet ve değişiklik ârız olsaydı muhakkak gökler ve yer yıkılırdı. Mülk ve melekût iptal olunur ve bu vasıta ile iki halin arasındaki fark idrâk edilirdi. Eğer eşyanın bir kısmı O´nunla, bir kısmı da başkasıyla mevcut olsaydı muhakkak iki şeyin delâlet etmek hususunda aralarındaki fark idrâk edilirdi. Fakat onun delâleti eşyada aynı tarz üzerinde umûmîdir. O´nun varlığı bütün hallerde daimdir, aksi muhaldir. Bu bakımdan şiddetli zuhurunun gizliliğini gerektirdiğinde şüphe yoktur. İşte anlayışlarının kusurundaki sebep budur. Basireti kuvvetli olup kuvveti zayıf olmayan bir kimse ise, normal durumunda ALLAH´tan başkasını görmez ve O´ndan başkasını bilmez. Varlıkta ALLAH´tan başkasının olmadığını bilir. Fiilleri ise ALLAH´ın kudret eserlerinden bir eserdir. Bu bakımdan o fiiller ALLAH´a tâbidir. ALLAH olmasa, hakîkat o fiillerin varlığı da olmaz. Varlık ancak hak olan bir´in varlığıdır. Öyle bir ki bütün fiillerin varlığı O´nunladır. Hali bu olan kimse fiillerin hangisine bakarsa, mutlaka orada fâili görür. Dolayısıyla göğün, yerin, hayvanların ve ağaçların yaratık olması hasebiyle, onlara bakmaz. Fiilen hak olan Bir´in sanatı olması hasebiyle fiile bakar. Bu bakımdan onun bakışı, ALLAH´ı geçip de başkasına varamaz. Tıpkı bir insanın şiirine, yazısına veya yazmış olduğu kitaba bakan bir kimse gibi... Bu kimse orada şair ve musannifi görür. Onun eseri olması bakımından görür. Mürekkep ve terkibinde kullanılan maddeleri sebebiyle ve beyaz kâğıt üzerinde yazılmış hat olması hasebiyle bakmaz. Bu bakımdan bu kimse musannifin gayrisine bakmış olmaz! Bütün âlem ALLAH´ın tasnifidir. Bu bakımdan ALLAH´ın fiili olması hasebiyle âleme bakan bir kimse ve âlemin ALLAH´ın fiili olduğunu bilen bir kimse, ALLAH´ın fiilidir diye âlemi seven bir kimse, ALLAH´tan başkasına bakmış, ALLAH´tan başkasını tanımış ve ALLAH´tan başkasını sevmiş olmaz. İşte böyle bir kimse ALLAH´tan başkasını görmeyen hakikî muvahhid olur. Nefsine, nefsi olması hasebiyle değil, ALLAH´ın kulu olması hasebiyle bakar, îşte budur hakkında Fenâ fi´t-tevhîd, fenâ an nefsihi (Tevhidde fani olmuş, nefsinden yok olmuştur) denilen! ´Biz bizimle idik! Sonra biz bizden fani olduk ve biz siz kaldık´ diyenin sözünde bu mânâya işaret vardır. Evet! Bütün bunlar basiret sahipleri nezdinde belli şeylerdir. Anlayışların zâfiyetinden idrâk edilmeleri çetinleşmiştir. Bunları bilenlerin de izah ve beyanları hedefi zihinlere yaklaştırıcı ibarelerle ifade etmekten kusurlu oldukları veya bilenler kendi nefisleriyle meşgul oldukları ve bunun başkasına fayda vermediğine inandıkları için, bu meseleler müşkil ve çözülmez bir vaziyette kalmıştır. İşte anlayışların ALLAH´ın bilgisinden aciz kalmasının sebebi budur. Bir de bu sebebi (ALLAH´ın varlığına şahidlik eden bütün idrâk edilenleri) ancak aklın olmadığı çocukluk devrinde idrâk eder. Sonra o insanda akıl yavaş yavaş gelişir. Oysa o bütün himmetiyle, şehvetlerine dalmış bir haldedir. İdrâk edip hissettiği şeylere ünsiyet vermiş, dolayısıyla o şeylerin onun kalbinde uzun ünsiyetten dolayı tesiri düşmüştür. İnsanoğlu ansızın garip bir hayvanı veya garip bir bitkiyi veya âdetin hilafına garip bir ilâhî fiili gördüğünde tabii olarak onun dili konuşup FesübhânALLAH der. Oysa aynı insan bütün gün kendi nefsini, azalarını ve diğer hayvanları görür durur ve bütün bunlar da kesin delillerdir. Buna rağmen bunlara uzun zamandır alıştığındanbunların şahitliğini hissetmez. Eğer kör birinin akıllı olarak bâliğ olduğunu, sonra gözünün üstündeki perdenin birden kalktığını, gözünün gökler, yer, ağaçlar, bitkiler ve hayvanlara ani olarak bir defada uzandığını farzedersek, böyle bir kimsenin bu acaipliklerin yaratanının varlığına şahitlik ettiklerinden dolayı büyük taaccübe kapılıp aklını oynatmasından korkulur! İşte bu ve buna benzer se-bepler şehvetlere dalmakla beraber halkın önünde marifet nûrlarıyla nûrlanma yolunu ve marifetin geniş denizlerinde yüzmenin yolunu kapatan faktörlerdir. Bu bakımdan insanlar, ALLAH´ın marifetini talep etmek hususunda merkebine bindiği halde, merkebini arayan ve darb-ı mesel olarak verilen bir sarhoş gibidir.27 Açık şeyler istenildikleri zaman çetin olurlar. îşte işin sırrı budur. Bunun için Şair şöyle demiştir: ´Şüphesiz ki göründün! Hiç kimseye gizli değilsin! Ancak kameri tanımayan göze gizlisin! Fakat belirdiğinle perdeli olduğun halde gizlendin. Acaba tanınmakla örtünen nasıl tanınacaktır?´ 27) Bu, halkın ´Evladı omuzunda olduğu halde onu arıyor´ demesine benzer. |
|
![]() |
#223 |
![]() ALLAH´a Olan Şevk´in Mânâsı
ALLAH´a olan muhabbetin hakikatini inkâr eden elbette şevk´in hakikatini de inkâr etmek mecburiyetindedir; zira şevk, ancak se-vilen biri hakkında tasavvur olunabilir. Biz ise ALLAH´a karşı olan şevk´in varlığını ârif kişinin ibret, basiretlerin nûrlarıyla bakmak, haberler ve eserler yoluyla ona mecbur olduğunu ispat edeceğiz. İbreti isbat etmeye gelince, sevginin isbatı hususunda geçen hüküm kâfidir. Her sevilen kendisinin bulunmadığı yerde de sevilir. Hazır bulunana ise iştiyak yoktur. Çünkü şevk, aramak ve bir şeyi beklemek demektir. Hazır olan ise aranmaz. Şevk ancak bir yönden idrâk edilen, diğer bir yönden idrâk edilmeyen bir şeye karşı tasavvur edilir. Hiç idrâk edilmeyen bir şeye karşı ise iştiyak yoktur. Ona karşı şevk sözkonusu değildir; zira bir şahsı görmeyen ve onun vasfını duymayan bir kimsenin, o şahsa karşı müştâk olması düşünülemez. Kemâlinden ötürü idrâk olunana ise, iştiyak sözkonusu değildir. İdrâkin kemâli, görmekle tahakkuk eder. Bu bakımdan sevdiğinin müşahedesine ve ona bakmaya devam eden bir kimse için bu mahbuba karşı şevk´inin varlığı sözkonusu değildir. Fakat şevk ancak bir yönden bilinen, başka bir yönden bilinmeyen bir şeye bağlanır. Bu durum, iki yönden ötürü ancak gözle görülen şeylerden bir misal vermek suretiyle inkişaf eder. Mesela mâşukası kendisinden kaybolup kalbinde onun hayali bulunan bir kimse, görmekle, o hayali kemâle erdirmeye müştaktır. Eğer onun kalbinden mâşukun zikri, hayali ve marifeti unutulacak derecede silinirse, artık ona karşı iştiyakı düşünülemez. Eğer onu görürse, gördüğü anda ona iştiyakı tasavvur edilemez. Bu bakımdan şevk´in mânâsı; nefsinin hayalini tekâmüle erdirmeye müştak olması demektir. Bazen mâşuku kendisine hakîki sureti görülmeyecek şekilde bir karanlıkta görür. Bu bakımdan rüyetinin tamam olmasına iştiyakı olur. Suretindeki inkişafın tamamı ancak üzerine ışığın doğmasıyla mümkündür. İkincisi, sadece mahbubunun yüzünü görmesi, mesela onun saçını ve diğer güzelliklerini görmemesidir. Böylece bunları da görmeye iştiyakı hâsıl olur. Eğer hiç görmemiş ve görmeden sadır olan bir hayal de nefsinde sabitleşmiş ve mahbubun güzel bir uzvu olduğunu bilir, fakat görmekle cemâlin tafsilatını idrâk etmemişse, bu takdirde hiç görmediğinin kendisine keşfolunmasına müştâk olur. Bu vecihlerin ikisi de ALLAH hakkında düşünülür. Bunların ikisi de zarurî olarak her ârif kişiye lâzımdırlar; zira ârifler için ilâhî işler her ne kadar parlak bir şekilde belirmişse de sanki ince bir perdenin arkasındadır. Bu bakımdan tam ve parlak bir şekilde belirmez, ona karışık hayaller katışmıştır; zira hayaller bu âlemde bütün malumatı temsil ve hikâye etmekten kurtulmaz. Bu bakımdan bu hayaller marifetleri bulandırıp karıştırırlar. Bunlara dünya meşgaleleri de eklenir. Öyleyse vuzuhun kemâli, ancak müşahede ve tecellinin tam doğuşuna bağlıdır. Bu da ancak ahirette olur. Bu durum zarurî olarak ALLAH´a karşı iştiyakı gerektirir. İştiyak ise âriflerin mahbubunun müntehasıdır. İşte bu, şevk´in iki çeşidinden biridir. Bu da az olan bir şeyi kemâle götürüp tam vuzuha kavuşturmasıdır. İkincisi, ilâhî işlerin sonuçları yoktur. Ancak kullardan her birine bir kısmı görünür. Sonu olmayan birçok işler de çözülmeden kalır. Ârif kişi onların varlığını ve ALLAH´a malum olduklarını bilir ve ilminin dışında kalan malumatların, bildiklerinden daha çok olduğunu bilir. Bu bakımdan ârif kişi, hiç tanımadığı malumatlardan elde etmediklerinin hakkında durmadan, marifetin aslını elde edinceye kadar iştiyaklı olur. Birinci şevk rüyet, mülâkat ve müşâhede diye adlandırılan şeyler ancak ahirette sonuçlanır. Bu şevk´in dünyada sükûnete kavuşup durgunlaşması düşünülemez. İbrahim b. Edhem (şevk sahiplerindendi) şöyle diyor: Birgün ´Yârab! Eğer seni sevenlerden birisine seninle mülâki olmadan önce kalbini teskin edecek birşey vereceksen onu bana ver; zira kıvranmak beni bîtab düşürdü´ dedim. Bu konuşmadan sonra rüyamda gördüm ki ALLAH Teâlâ beni huzuruna almış ve şöyle diyor: ´Ey İbrahim! Benden utanmadın mi ki benimle mülâki olmadan önce kalbini sükûnete kavuşturacak bir şeyi sana vermemi istedin. Müştâk bir kimse dostuyla mülâki olmadan önce nasıl durur?´ Bunun üzerine dedim ki: ´Ey RABBİM! Senin sevgine hayran kaldım. Bilmiyorum! Beni affet ve ne diyeceğimi bana öğret!´ ALLAH şöyle buyurdu: ´De ki: Ey ALLAHım! Beni kazâna râzı, belâna karşı sabırlı kıl. Nimetlerinin şükrünü yapanlardan kıl!´ Zira bu şevk (ancak) ahirette sükûnet bulur. İkinci şevke gelince, bu şevk ne dünyada, ne de ahirette sonu olmayacağa benziyor! Zira bunun nihayeti (sonu) ahirette ALLAH´ın celâlinden, sıfat, hikmet ve fiillerinden ALLAH´a malum oları şeyin kula keşfolunmasıdır. Oysa bu muhaldir. Çünkü bunun nihayeti yoktur. Kul durmadan ALLAH´ın cemâl ve celâlinden kendisine keşfolunmayan olduğunu bilir. Hiçbir zaman onun iştiyakı durmaz. Hele derecesinin üstünde birçok derecenin olduğunu gören bir kimsenin iştiyakının durması mümkün değildir. Ancak bu kimse visalin aslı olduğu için visalin kemâline iştiyak duyar. Bu kimse bunun için lezzetli bir şevk hisseder ki onda bir elem görünmez. Keşif ve nazarın lütûflarının sonsuza kadar arka arkaya gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Öyle ise nimet ve lezzet kesilmeden, ebede kadar artış kaydeder. Nimetlerin incelerinden yeni yeni verilenlerin lezzeti, verilmeyene karşı olan şevk´i hissetmekten insanı alıkoyar. Bu da dünyada hakkında hiçbir zaman keşif hâsıl olmayan birşey hakkında keşfin vukûunun mümkün olması şartıyladır. Eğer bu mebzul değilse, bu takdirde nimet artış kaydetmeksizin bir sınırda durur. Fakat kesilmez bir şekilde devam eder. (O gün) onların nûru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: ´RABBİMiz! Nûrumuzu tamamla! Bizi bağışla! Muhakkak ki sen herşeye kâdirsin!´(Tahrim/8) Bu ayet şu mânâyı muhtemildir: Kişi dünyada nûrun esasıyla azıklanırsa, nûrunu tamamlamak kendisine minnet etmek olur. Şu mânâya da gelme ihtimali vardır: Dünyada tekâmülün fazlasına muhtaç olacak bir şekilde parlamayanın gayrisindeki nûrun tamamlanmasıdır. Bu bakımdan nûrun, tamamlanandan maksadı o olur! Bize bakın da yararlanalım. Onlara ´Arkanıza dönünde nûr arayın!´ denilir.(Hadîd/13) Bu ayet nûru dünyada edinmenin gerekli olduğuna delâlet eder. Sonra o nûrun parlaklığı ahirette artar. Ahirette yeni bir nûr verilmez. Bu hususta zan ile hükmetmek tehlikelidir. Bizim için hâlâ güvenilir bir hüküm belirmiş değildir. Öyleyse ALLAH Teâlâ´dan bizi ilim ve rüşd bakımından geliştirmesini, hakkı hak olarak göstermesini diliyoruz. İşte basiret nûrlarının bu kadarcığı, şevk´in hakîkat ve mânâlarının keşfedilişidir. Haberlere ve eserlerin delillerine gelince, sayılamayacak kadar çoktur. Hz. Peygamber bir duasında şöyle demiştir. Ey ALLAHım! Senden, kazadan sonra rızâyı ve ölümden sonra maişetin serinliğini, kerîm yüzüne bakmanın zevkini ve mülâkatın olan şevk´i talep ediyorum.28 Ebu Derdâ (r.a) Ka´b´ul-Ahbar´a: ´Tevrat´taki en hususî ayeti bana haber ver!´ dedi. Ka´b dedi ki: Tevrat´ta şöyle buyurulmuştur: Ebrârın, mülâkatıma olan iştiyakı uzadı. Oysa ben onların mülâkatına, şevk bakımından daha şiddetliyimdir. Ka´b dedi ki: Bu ayetin yanında da şöyle yazılıdır: ´Beni arayan beni bulur. Benden başkasını arayan beni bulamaz!´ Bunun üzerine Ebu Derdâ şöyle dedi: ´Ben Hz. Peygamber´in de bunu söylediğine şehadet ederim´. Dâvud´un haberlerinde ALLAH Teâlâ´nın Hz. Davud´a şöyle bu-yurduğu vârid olmuştur: Ey Dâvud! Arzımın ehline tebliğ et ki ben beni sevenin dostu-yum. Benimle oturanın arkadaşıyım. Zikrime ünsiyet ede-nin mûnisiyim. Bana arkadaşlık yapanın arkadaşıyım. Beni seçeni seçerim. Bana itaat edeni severim. Ne zaman kulu-mun beni sevdiğini bilirsem, onu nefsim için kabul eder, onu öyle bir sevgi ile severim ki mahlukâtımdan hiçbiri bu hu susta onun önüne geçemez. Kim hak ile beni ararsa bulur. Kim gayrimi ararsa bulamaz! Ey yeryüzünün ehli! Dünyanın aldanışında sizde olanı terkediniz. Benim kerametime, arkadaşlığıma, benimle oturmaya geliniz! Benimle ünsiyet ediniz ki sizinle ünsiyet edeyim ve muhabbetinize koşayım! Muhakkak ki ben, dostlarımın çamurunu dostum İbrahim´in, kurtardığını (kulum) Musa´nın ve seçtiğim Muhammed´in çamurundan yarattım. Müştakların kalplerini nûrumdan yaratıp, celâlimden nimetlendirdim. Seleften bir zattan rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, sıddîklardan birine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Benim birtakım kullarım vardır, beni severler. Ben de onları severim. Onlar bana müştaktırlar, ben de onlara müştakım. Beni anarlar! Ben de onları anarım. Bana bakarlar! Ben de onlara bakarım. Eğer onların yolundan gidersen seni sever, ayrılırsan senden nefret ederim.O zat ´Yârab! Onların alâmetleri nedir?´ diye sorunca ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: Onlar şefkatli çobanın sürüsünü gözetmesi gibi, gündüzleyin gölgeleri gözetirler. Kuşun, güneş battığı zaman yuvasına müştâk olduğu gibi, güneşin batışına müştaktırlar. Ne zaman ki karanlık gelir, yataklar yayılır, tahtlar kurulur ve her dost dostu ile başbaşa kalırsa, onlar ayaklarının üzerine dikilirler. Yüzlerine doğru yayılırlar. Kelâmımla bana müracaat ederler. Kendilerine vermiş olduğum nimetlerimden ötürü bana yalvarırlar. Onlar bağıran ve ağlayanlar, ah çekenler ve şikayet edenlerdir. Ayakta duran, oturan, rükû ve secdede bulunanlardır. Benim gözümle benim için tahammül ederler, benim kulağımla benim sevgimden şikayet ederler. Onlara ilk vereceğim üç şeydir: Nûrumdan onların kalbine atarım. Onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber verirler. İkincisi, eğer gökler ve bunlarda bulunan şeyler onların terazilerinde olsa bunları onlar için az görürüm. Üçüncüsü, yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle kendisine yöneldiğim bir kimseye vermek istediğimi kim bilebilir? Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde ALLAH Teâlâ´nın ona şöyle vahyettiği vârid olmuştur: - Ey Dâvud! Ne zamana kadar cenneti hatırlamayacaksın? Benden bana olan şevk´i istemeyeceksin? - Yârab! Sana müştâk olanlar kimlerdir? - Bana müştâk olanlar o kimselerdir ki onları her bulanıklıktan arındırmış, sakındırmakla uyandırmışımdır. Kalplerinden bana açılan bir delik yaratmışımdır ki bana bakarlar. Onların kalplerini elimle kaldırır, semanın üzerine koyarım. Sonra meleklerimin ileri gelenlerini çağırır, onlar bir araya geldiklerinde bana secde ederler, kendilerine derim ki: ´Bana secde edesiniz diye sizi çağırmadım! Fakat size bana müştâk olanların kalplerini arzedeyim diye ve size karşı onlarla iftihar edeyim diye çağırdım. Çünkü onların kalpleri, benim göğümde, güneşin yeryüzündekilere ışık verdiği gibi meleklerime ışık verir´.Ey Dâvud! Ben müştakların kalbini rıdvanımdan yaptım, vechimin nûruyla nimetlendirdim. Onları kendime yâr ve bedenlerini yerde bakışımın merkezi yaptım. Onların kalplerinden bir yol açtım. Onunla bana bakarlar. Her gün şevkleri artar. - Yârab! Muhabbetinin ehlini bana göster! -Ey Dâvud! Lübnan dağına git! Orada ondört kişi vardır. İçlerinde genç,ihtiyar,orta yaşlılar vardır. Onlara vardığında benden selâm söyle ve kendilerine de ki: ´Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: ´Siz bir ihtiyaç talebinde bulunmayacak mısınız? Muhakkak ki siz benim muhiblerim, seçilmiş kullarım ve velilerimsiniz. Sizin sevginize seviniyor, sizin muhabbetinize koşuyorum´. Bunun üzerine, Dâvud (a.s) onlara vardı. Baktı ki onlar bir pınarın başında ALLAH´ın azametini düşünüyorlar. Dâvud´u gör-üklerinde kendisinden kaçmak için ayağa kalktılar. Dâvud dedi ki: ´Ben ALLAH´ın size gönderilmiş elçisiyim. ALLAH´ın emrini size tebliğ etmeye geldim!´ Bunun üzerine onlar Dâvud´a yönelip kulaklarını ona diktiler, gözlerini çevirdiler. Bunun üzerine Dâvud (a.s) dedi ki:Ben ALLAH´ın size gönderilmiş peygamberiyim. ALLAH size selâm ediyor. Size diyor ki: ´Benden neden bir ihtiyacınızı, bir hacetinizi istemiyorsunuz? Neden beni çağırmıyorsunuz ki sesinizi ve konuşmalarınızı dinleyeyim? Muhakkak sizler benim dostlarım, velî kullarımsınız. Sevmenize sevinir, muhabbetinize koşarım. Her saat şefkatli ve ince kalpli bir annenin evladına bakışı gibi size bakarım´. Bu söz üzerine gözyaşları yanaklarından dökülmeye başladı. İhtiyarlar dedi ki: ´(Ey RABBİMiz!) Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin. Biz senin kullarınız. Kullarının evlatlarıyız. Geçmişte kaplerimizin senin zikrinden kesilmesini bağışla!´ Diğeri dedi ki: ´Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz senin kullarınız ve kullarının evlatlarıyız. Bizimle senin aranda olan muamelelerimizde bize bakmakla bize minnet et!´ Başka biri ´Sen ortaktan münezzehsin. Sen ortaktan münezzehsin! Biz kullarınız. Kullarının evlatlarıyız! Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını bildiğin halde nasıl senden istemeye cesaret ederiz? Bu bakımdan senin yolunda yola devam etmeyi bize nasip eyle! Bununla bizim üzerimizdeki nimetini tamamla!´ Başkası ´Bizler senin rızanın talebinde kusurluyuz. Cömertliğinle bize yardım et!´ dedi. Başkası Bir damla meniden bizi yarattın. Azametini düşünmekle bize minnet ettin. Senin azametinle meşgul, celâlini düşünen bir kimse seninle konuşmaya cesaret edebilir mi? Bizim isteğimiz senin nûruna yaklaşmaktır´ dedi. Diğeri ´Dillerimiz seni çağırmaktan yoruldu. Çünkü şânın yücedir. Çünkü sen velî kullarına yakınsın. Çünkü muhabbet ehlinin üzerinde senin minnetin çoktur´ dedi. Bir diğeri ´Sensin kalbimizi zikrine hidayet eden! Seninle meşgul olmaya kalbimizi boşaltan. O halde, şükründeki kusurumuzu bize bağışla!´ dedi. Bir başkası ´Bizim ihtiyacımızı biliyorsun. İhtiyacımız sadece senin yüzüne bakmaktır!´ Bir başkası ´Kul nasıl efendisine karşı cüretkâr olur? Zira cömertliğinle dua etmeyi sen bize emrettin. O halde göklerin tabakalarmdan gelen bir karanlıkta bize rehber olacak bir nûru bize bağışla!´ dedi. Bir diğeri ´Senden dileğimiz bize yönelmen ve bunu bizim nezdimizde devam ettirmelidir!´ dedi. Bir başkası ´Senden bize hibe ettiğinde nimetinin tamamını istiyoruz´ dedi. Başkası ´Senin yarattıklarının hiçbirinde bizim gözümüz yoktur. Bu bakımdan cemâline bakmayı bize minnet et!´ dedi. Bir başkası ´Arkadaşlarımın arasında senden bir dileğim var! Dünya ve ehline bakmaktan gözlerimi kör etmeni, ahiretle meşgul olmaktan da kalbimi menetmeni istiyorum´ dedi. Başkası ´Sen müşriklerin dediğinden yücesin! Senin velî kullarını sevdiğini biliyorum. O halde kalbimizin senden başka herşeyden dönüp seninle meşgul olmasın bize minnet et!´ dedi. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, Dâvud´a vahiy göndererek dedi ki: - Onlara de ki: Sizin konuşmalarınızı dinledim. İsteklerinizi verdim. Bu bakımdan her biriniz arkadaşlarından ayrılsın. Kendi nefsine bir yol edinsin! Muhakkak ben kendimle sizin aranızda bulunan perdeyi kaldıracağım ki siz benim nûruma ve celâlime bakasınız. - Onlar ne ile senin bu lûtfuna mazhar oldular? - Güzel zan, dünya ve dünya ehlinden kaçıp benimle başbaşa kalmak, benimle münacât etmekle! Muhakkak bu bir mertebedir. Ona ancak dünya ve dünya ehlini terkeden varabilir. Dünyanın hiçbir şeyiyle meşgul olmayan, kalbini benim için boşaltan, beni bütün kullarıma tercih eden bunu elde eder. İşte böyle bir durumda ona şefkat eder, nefsini boşaltır, benimle onun arasındaki perdeyi kaldırırım. Öyle ki kişi, gözüyle birşeye baktığı gibi bana bakar. Her saat ona kerametimi gösteririm. Onu yüzümün nûruna yaklaştırırım. Hasta düşerse şefkatli annenin evladına bakması gibi ona bakarım! Susarsa su içiririm. Ona zikrimin tadını tattırırım. Ey Dâvud! Ona bunu yaptığımda nefsini dünya ve ehlinden körleştiririm. Dünyayı ona sevdirtmem. Benim (sevgim)le meşgul olmaktan artık o gevşemez. O hemen huzuruma gelmek ister. Oysa ben onu öldürmeyi hoş görmem. Çünkü o, mahluklarımın arasında bakışımın merkezidir. Ben ondan başkasına bakmam. Ey Dâvud! Onun nefsi eridiği, cismi zayıfladığı, azaları fersude olduğu, kalbi zikrimi dinlediği zaman onu bir görsen! Onunla meleklerime ve gök ehline karşı iftihar ederim. O, korku ve ibadet bakımından artar. Ey Dâvud! İzzet ve celâlime yemin ederim! Onu cennette otur-tacağım. Bana bakmaktan onun sabrına şifa vereceğimi Öyle ki rızanın üstünde razı oluncaya kadar... Yine Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: Benim sevgime yönelen kullarıma de ki: ´Yarattıklarımdan gizlendiğimde, sizinle aramdaki perdeyi kaldırıp kalp gözlerinizle bana bakacak derecede size imkân verdiğimde size hiçbir zarar gelmez. Dininizi size yaydığımda sizden aldığım dünyanın size ne zararı olabilir? Benim rızamı talep ettiğinizde halkın öfkesi size nasıl zarar verir?´ Yine Hz. Dâvud´un haberlerinde vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Beni sevdiğini iddia ediyorsun. Eğer beni seviyorsan dünya sevgisini kalbinden çıkart. Çünkü benim sevgimle dünya sevgisi bir arada bulunamaz. Ey Dâvud! Dostunla ihlâslı ol. Dünya ehliyle az ihtilât et! Dinini (veya borcunu) bana havale et, başkalarına değil! Benim muhabbetime uygun görünene yapış, senin için müşkil olan hakkında da bana yaslan, o zaman seni düzeltmeye acele etmem bana hak olur! Senin önderin ve delilin ben olurum. İstemeden sana veririm. Zorluklara karşı yardım ederim. Ben nefsime, ancak talebinin varlığını huzuruma atmak olduğunu bildiğim bir kulu doğruya iletmeyi gerekli kıldım. Oysa o kul bunu huzuruma getirmekle benden müstağni olamaz. Sen böyle oldun mu, zillet ve vahşeti senden uzaklaştırıp zenginliği kalbine yerleştiririm. Çünkü kulum nefsine güvenir ve fiillerine bakarsa onu nefsine havale etmeyi gerekli kılarım. O nefis ki eşyanın en zayıfıdır. O nefis senin ameline zıt düşmez ki sen zorluk çekesin. Arkadaşın da bu durumda senden fayda görmez. Benim marifetime bir hudud bulamazsın. Marifetin sonu da yoktur, Ne zaman benden fazlalık istersen sana veririm. Benden gelen fazlalığın hududunu bulamazsın. Sonra İsrailoğullarna bildir ki benimle kullarımın arasında bir soy yoktur ki onların benim katımdaki istek ve iradeleri alabildiğine büyük olsun. Onlara gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin kalbine gelmeyen şeyleri mübah kılacağım. Beni iki gözünün arasına koy. Kalbinin gözüyle bana bak! Akıllar: benden perdelenmişlere bakma! Çünkü onlar akılları alabildiğine salıverdiler. Ben izzet ve celâlime yemin ettim ki tecrübe niyetiyle benim ibadetime girene sevabımı açmayacağım. Öğrettiğine tevazu et! Müridlere pek fazla serzenişte bulunma. Eğer muhabbetimin ehli, müridlerin katımdaki derecelerini bilseydiler müridler için kendilerini toprak yapar, müridleri üzerlerinde yürütürlerdi Ey Dâvud! Eğer bir müridi, içinde bulunduğu bir sarhoşluktan çıkarırsan, onu kurtarırsan seni var kuvvetiyle çalışıp cihad eden bir kimse olarak kaydedeceğim. Kimi böyle kaydedersem artık onun üzerinde bir vahşet ve insan-ların ihtiyacı sözkonusu olmaz. Ey Dâvud! Sözüme yapış. Nefsinden nefsin için azık edin. Sakın ondan getirmeyesin ki senden muhabbetimi perdelemeyeyim. Kullarımı rahmetimden ümitsiz etme ki bana (rahmetime) olan şehvetini kesmeyeyim; zira ben zevkleri ancak mahlukâtımm zâfiyetinden ötürü mübah kıldım. Kuvvetlilere ne oluyor ki zevk peşinde koşuyorlar. Muhakkak ki zevkler, münacâtımm halâvetini eksiltir. Zevklere dalan kuvvetlilerin en az cezası olarak onların akıllarını kendimden perdelerim; zira ben dünyayı dostum için münasip görmem. Dostumu dünyadan uzaklaştırırım. Ey Dâvud! Benimle arana bir âlimi sokma ki o, sarhoşluğuyla seni muhabbetimden perdelemesin. Onlar, mürid olan kullarımın yolunu kesenlerdir! Şehvetleri terketmek hususunda,daima oruç tutmaktan yardım iste!Oruçyemeyi tecrübe etmekten kaçın! Zira oruca olan sevgim, onun devam ettirilmesidir. Ey Dâvud! Nefsine düşmanlık yapmak suretiyle bana kendini sevdir. Ondan şehvetleri menet ki sana bakayım ve aramızda perdelerin kalktığını göresin. Sevabımla sana minnet ettiğimde, ona gücün yetsin diye seninle müdaraat ediyorum. Sen ibadetime yapışmış olduğun halde onu senden esirgeyecek miyim? ALLAH Teâlâ (c.c) yine Hz. Dâvud´a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Ey Dâvud! Eğer bana sırt çevirenler onları nasıl intizar ettiğimi, onlara nasıl şefkat gösterdiğimi, onların günahı terketmelerine nasıl iştiyak duyduğumu bilseydiler, bana olan şevklerinden ölürlerdi. Muhabbetimden azaları paramparça olurdu. Ey Dâvud! İşte benden yüz çevirenler hakkındaki iradem budur. Acaba bana yönelen hakkındaki iradem nasıldır? Ey Dâvud! Kulumun bana en muhtaç olduğu zaman, benden kendisini müstağni gördüğü zamandır. Kuluma en fazla merhamet ettiğim zaman da benden yüz çevirdiği za-mandır. Benim katımda en büyük olduğu zaman bana dönüş yaptığı zamandır! İşte bu ve buna benzer sayılmayacak kadar çok olan haberler Muhabbet, Şevk ve Ünsiyet´in isbatma delâlet ederler. Oysa onların mânâsının tahkiki ancak daha önce söylediklerimizle inkişaf eder. 28) Taberânî |
|
![]() |
#224 |
![]() ALLAH´ın Kulu Sevmesi ve Bu Sevginin Mânâsı
Kur´an´ın delilleri ALLAH´ın kulunu sevdiği hususunda birbi-rini takviye etmektedir. Bu bakımdan bu sevginin mânâsını bilmek gerekir. Biz önce sevginin delillerini takdim edelim. ALLAH onları sever, onlar da ALLAH´ı severler! (Mâide/54) ALLAH, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf/4) ALLAH tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever.(Bakara/222) ALLAH Teâlâ ´Ben ALLAH´ın habibiyim´ diye iddia eden bir kimseyi reddederek şöyle buyurmuştur: De ki: ´O halde niçin günahlarınızdan ötürü (ALLAH) size azap ediyor?´(Mâide/18) Enes (r.a) Hz. Peygamberden şöyle rivayet ediyor. ALLAH Teâlâ bir kulunu sevdiğinde o kula günah zarar vermez. Günahtan tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.29 Bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: ALLAH tevbe edenleri sever! (Bakara/222) Ayetin mânâsı şudur: ALLAH onu çok sevdiği zaman ölmeden önce ona tevbe nasip eder. Ne kadar çok olursa olsun geçmiş günahlar ona zarar vermez. Nitekim İslâm´dan sonra geçmiş küfrün insana zarar vermediği gibi... ALLAH Teâlâ, sevgi, için günahın affını şart koşarak şöyle buyurmuştur: De ki: ´Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın´.(Âlu îmran/31) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim ALLAH için tevâzu gösterirse, ALLAH onu yüceltir. Kim böbürlenirse, ALLAH onu alçaltır. Kim ALLAH´ın zikrini çokça yaparsa ALLAH onu sever.31 Bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: Kul, nafile ibadetlerle bana yaklaştığında onu öyle severim ki duyan kulağı, gören gözü olurum.32 Zeyd b. Eslem şöyle demiştir: ALLAH kulunu sever ki ona şöyle diyecek dereceye varır: ´İstediğini yap! Seni bağışladım!´ Muhabbet hakkında söylenenler hadde hesaba gelmez. Biz kulun ALLAH´ı sevmesi mecazî değil de hakikattir dedik; zira muhabbet, sözlük anlamı olarak nefsin kendisine uygun olan bir şeye meyletmesinden ibarettir. Aşk ise galip ve müfrit meyilden ibarettir. Biz daha önce ihsanın nefse uygun olduğunu belirttik. Cemâl de uygundur. Cemâl ile ihsanın bazen gözle idrâk edildiğini, bazen de basiretle bilindiğini belirttik. Sevgi bunların her birine tâbi olur. Sadece gözle idrâk olunana has değildir dedik. ALLAH´ın kulunu sevmesine gelince, bütün isimler ALLAH´a ve ALLAH´ın gayrisine ıtlak olunduklarında her ikisine de aynı mânâ ile ıtlâk olunmaz. Hatta iştirak bakımından isimlerin en umumîsi olan vücûd ismi bile aynı yönde Hâlık ile mahluku kapsamaz. ALLAH´tan başka her şeyin varlığı ALLAH´ın varlığından istifade eder. Bu bakımdan tâbi olan varlık, metbû olan varlığa hiçbir zaman eşit olamaz. Ancak ismin ıtlak olunmasında eşittirler. Bunun benzeri, at ile ağacın cisim isminde ortak olmasıdır; zira cismiyetin mânâ ile hakikati ikisinde de birbirine benzer. Fakat hiçbir zaman birinin asıl olmasını gerektirmez. Bu bakımdan bunların birinin cismiyet! diğerinden alınmış değildir. Bu uzaklık diğer isimlerde daha belirgindir. İlim, irade, kudret ve diğerleri gibi... Bu bakımdan bütün bunlarda yaratanı mahluka benzetme. Lugat bu isimleri önce mahlukât için vazetmiştir; zira bu isimlerden, hâliktan önce mahlukât akla gelir. Bu nedenle bu isimlerin Hâlık hakkında kullanılması istiare, mecaz ve nakil yoluyladır. Muhabbet kelimesi, lügatta nefsin kendisine uygun ve münasip olana meyletmesinden ibarettir, Bu mânâ ancak eksik ve kendisine uygun olan maksadı elinden kaçmış bir nefis hakkında düşünülür. Bu bakımdan bu nefis o şeyi elde etmek suretiyle bir kemâli elde eder. Dolayısıyla onu elde etmekle lezzetlenir. Oysa bu mânâ ALLAH için muhaldir; zira her kemâl, her cemâl, her güzellik ve celâl, ilâhlık hakkında mümkündür. Bu bakımdan o, hâzır ve hâsıldır. Ezelde ve ebedde onun husulü farzdır. Onun yenilenmesi ve giderilmesi ALLAH hakkında düşünülemez. Bu bakımdan ALLAH için başkasına, başkası olmak hasebiyle bakılmaz. ALLAH´ın nazarı sadece zatına ve fiillerinedir. Oysa varlıkta onun zat ve fiillerinden başkası yoktur.33 İşte bunun için Şeyh Ebu Said Mihenî34 kendisine ´ALLAH onları, onlar da ALLAH´ı severler´ (Mâide/54) ayeti okunduğu zaman demiştir ki: ´Hakkıyle ALLAH onları sever; zira o, nefsinden başkasını sevmez´. Bu mânâya binaen O küll´dür. Varlıkta O´ndan başkası yoktur. Bu bakımdan nefsinden, nefsinin fiillerinden, nefsinin tasniflerinden başkasını sevmeyen bir kimsenin sevgisi, zatını zati ile ilgili olmaları bakımından zatının tâbilerini geçmez. Bu bakımdan o ancak nefsini sever! (Mahluk ancak hâlikın fiili ve eseridir). O´nun kullarını sevmesi hakkında vârid olan lâfızlar tevil edilir. Mânâsı ´Kulun kalbinden perdeyi basiretiyle kendisini görsün diye kaldırmaya veya kendisine yaklaşmak imkânını ona vermeye ve ezelde bunu onun hakkında irade etmeye´ dönüşür. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın sevmiş olduğu kimseye olan sevgisi ezelîdir. Bu sevginin, kulunu bu yakınlık yollarında yürütmek isteyen ezelî iradesine her izafe edildikçe mânâsı budur. Kulunun kalbinden perdeyi kaldıranın fiiline izafe edilirse hâdistir. Kendisini isteyen sebebin meydana gelmesiyle oluşur. Nitekim bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: Kulum kendisini seveyim diye durmadan nafile ibadetlerle bana yaklaşır.35 Nafilelerle ALLAH´a yaklaşması, iç âleminin durulmasına sebep olur. Kalbinden perdenin kalkmasına, rabbine yakın olmasına vesile olur. Bütün bunlar ALLAH´ın fiili ve o kulu için lütfudur. İşte ALLAH sevgisinin mânâsı budur. Bu ancak bir misal ile anlaşılır. O misal de şudur: Sultan bazen kölesini kendine yaklaştırır. Her zaman huzuruna girmeye müsade eder. Çünkü sultan ona meyleder. Ya kuvvetiyle kendisine yardım etmek veya müşahedesiyle müsterih olmak veya reyinde onunla istişare etmek veya yeme ve içmekte yardım etmesi için ona bu izni verir. Bu bakımdan ´Sultan onu sever´ denir. Sultan´ın onu sevmesi, sultan´ın tabiatına uygun bir şeyin onda bulunduğu için ona meyletmesi demektir. Bazen sultan bir kölesini huzuruna yaklaştırır. Huzuruna girip çıkmaktan onu menetmez. Bu ondan bir fayda gördüğü veya onun yardımına muhtaç olduğu için değildir. Fakat o kul haddi zatında insanı razı edecek ahlâk ve güzel hasletlerle donatılmıştır. Öyle hasletler ki onların yüzünden sultanın huzuruna yakın olmaya ve onun yakınlığından bolca nasip almaya lâyık olur. Oysa hiçbir şekilde sultan´ın ondan bir çıkarı yoktur. Sultan onunla arasındaki perdeyi kaldırdığında ´Sultan onu sevdi´ denilir. Ne zaman kişi, perdeyi kaldırmayı gerektiren güzel ahlâkı elde ederse, ´Huzura varmış, kendini sultana sevdirmiştir´ denir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kulu sevmesi ancak ikinci mânâ iledir. Birinci mânâ ile değildir. Ona ikinci mânâyı misal olarak vermekle zihnine yaklaştıkça bir değişiklik meydana gelir. Mânâsı sebkat etmemek şartıyla doğru olabilir; zira habîb, ALLAH´a yakın olandır. ALLAH´a yakın olma da hayvanların, yırtıcıların ve şeytanların sıfatlarından uzak olmaktır. İlâhî ahlâktan ibaret olan güzel ahlâklarla ahlâklanmaktır. Bu yakınlık mekan bakımından değil, sıfat bakımından yakınlıktır. Kim yakın değilse, yakın olduğunda mutlaka onda bir değişiklik olur. İşte çoğu kez bu sebepten dolayı zannedilir ki yakınlık her yenilendikçe hem kulun,hem de ALLAH´ın sıfatında değişiklik meydana gelir (!) Zira önce yakın değilken sonra yakın olmuştur. Oysa bu değişiklik ALLAH hakkında muhaldir. ALLAH Teâlâ ezelde olduğu gibi daima kemâl ve cemâl sıfatları üzerindedir. Bu ancak şahıslar arasındaki yakınlık hakkında bir misal vermekle tam vuzuha kavuşur: İki şahıs, bazen hareket etmekle birbirine yaklaşırlar. Bazen biri yerinde sabit, diğeri hareket eder, dolayısıyla birinde hiçbir şey olmaksızın diğerinde meydana gelen bir değişiklikle yakınlık oluşur. Sıfatlardaki yakınlık da böyledir; zira talebe, ilim ve güzelliğin kemâlinde hocasının derecesine yakın olmayı ister. Oysa hocası ilminin kemâlinde durmaktadır. Talebenin derecesine inmek için herhangi bir hareketi yoktur. Talebe ise çalışarak cehaletin ta dibinden ilmin yüceliğine doğru terâkki etmektedir. Bu bakımdan talebe, durmadan değişiklik ve terakkide hocasına yaklaşıncaya kadar gayret eder. Hoca ise değişmez ve sabit bir vaziyettedir. İşte kulun yakınlık derecesindeki terakkisinin böyle anlaşılması uygundur. Bu bakımdan kul her ne zaman sıfat bakımından kâmil, ilim bakımından tamam, eşyanın hakikatini ihâta etmek bakımından mükemmel, şeytanı kahretmek ve şehvetleri yenmekte sabit, rezaletlerden uzaklaşmakta nezih oldukça kemâl derecesine daha yakın olur. Kemâl derecesinin zirvesi ALLAH´ındır. Her birinin ALLAH´a yaklaşması kemâli nisbetindedir. Evet! Bazen talebe, hocasına yaklaşmaya ve onunla eşit olmaya, hatta onu geçmeye muktedir olur. Fakat bu ALLAH hakkında muhaldir. Çünkü ALLAH´ın kemâli sonsuzdur. Kulun kemâl derecelerindeki sülûkünün ise sonu vardır. O ancak belli bir sınıra ka-dar varır. Hiçbir zaman ALLAH ile eşit olmaya çalışmamalıdır. Sonra yakınlık dereceleri sonsuz bir şekilde değişiktirler. Çünkü o kemâlin sonu yoktur. Madem durum budur, ALLAH´ın kulunu sev-mesi, onu zatına, meşgaleler ve günahları kendisinden uzaklaştırmak suretiyle yaklaştırmasıdır. İç âleminin, dünyanın bulanıklıklarından arındırması, kalbi ile görüyor gibi müşahede etmesi için kalbinden perdeyi kaldırmasıdır. Kulun ALLAH´ı sevmesi ise, yoksun olduğu kemâli idrâk etmeye meyletmeşidir. Kendisinde bulunmayan bu kemale yönelmesidir. Şüphe yoktur ki o, elinden kaçırdığı kemâle müştaktır. O kemâlden birşey elde ettiğinde onunla lezzetlenir. Bu mânâ ile şevk ve muhabbet ALLAH için muhaldir. Eğer ´ALLAH´ın kulu sevmesi karışıklık meydana getiren bir şeydir, kul ALLAH´ın dostu olduğunu nasıl bilecek?´ dersen,cevap olarak derim ki: Bunun alâmetleriyle buna istidlâl edilir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH bir kulu sevdiğinde ona bela verir. Onu mübalağalı bir şekilde sevdiğinde onu edinir.36 - ´Onu edinir!´ ne demektir? - Ona ne aile efradı bırakır, ne de mal! Bu bakımdan ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmeti, onu başkasından uzaklaştırması, onunla başkasının arasına girmesidir. Hz. İsa´ya ´Neden binmek için bir merkeb satın almıyorsun?´ denilince, şöyle demiştir: ´Beni bir merkeple zatından meşgul etmesinden ALLAH katında kıymetim daha yücedir!´ ALLAH Teâlâ bir kulu sevdiğinde ona bela verir. Eğer o kul belaya karşı sabrederse onu seçer. Eğer o razı olursa onu tercih eder.37 Bazı âlimler şöyle demiştir: ´Sen ALLAH´ı sevdiğini, onun da seni belalandırdığını gördüğünde, bil ki ALLAH seni arındırmak istiyor´. Müridlerden biri hocasına dedi ki: ´Ben muhabbetin bir şeyine muttali kılındım´. Hocası dedi ki: ´Ey oğul! O kendisinden başka bir mahbubla seni mübtela kılmış mıdır ki sen de O´nu o mahbuba tercih ettin?´ Talebe ´Hayır!´ dedi. Hoca ´O halde, muhabbete tamah etme! Zira ALLAH Teâlâ bir kula bela verip denemedikçe ona muhabbeti vermez´ dedi. ALLAH bir kulu sevdiğinde o kulun nefsinden ona bir vâiz kılar. Onun kalbinde onu kötülüklerden sakındırıcı bir kuvvet kılar ki o kuvvet onu kötülüklerden meneder.38 ALLAH bir kula hayrı irade ettiğinde ona nefsinin ayıplarını gösterir.39 Bu bakımdan onun en güzel alâmetleri ALLAH´ı sevmesidir; zira bu sevgi ALLAH´ın onu sevdiğine delâlet eder. Onun ALLAH katında sevildiğine delâlet eden fiil ise, ALLAH´ın onun zâhir, bâtın, gizli, aşikâr her işini bizzat idare etmesidir. Bu bakımdan ona yön veren, işini tedbir eden, ahlâkını güzelleştiren, azalarını çalıştıran, zâhir ve bâtınını düzelten, isteklerini bir istek kılan, dünyadan nefret etmeyi kalbine yerleştiren, kendisinden başkasından onu uzaklaştıran, tenhada münâcât lezzetiyle ona ünsiyet veren, onunla marifetinin arasındaki perdeyi onun gözünden kaldıran ALLAH´tır. İşte bu ve benzeri şeyler ALLAH´ın kulunu sevmesinin alâmetidir. Şimdi de kulun ALLAH´ı sevmesinin alâmetini zikredelim; zira bu da ALLAH´ın kulu sevmesinin alâmetleridir. Muvaffak kılan ALLAH´tır! 29) Deylemî 30) Hâkim 31) İbn Mâce 32) Buhârî 33) Bu Vahdet´ul-Vücûd görüşüdür. Nitekim Şeyh Muhyiddin b. Arabî de Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserinde bu görüşü defalarca tekrar etmiştir. {İthaf´us-Saade, IX/612). Bu hususta daha tatminkâr malûmat için bkz. İmâm Rabbânî, Mektûbât 34) Adı Fudayl b. Ahmed b. Muhammed´dir. 35) Buhârî, (Ebu Hüreyre´den) 36 taberânî 37) Deylemî 38) Deylemî |
|
![]() |
#225 |
![]() Kulun ALLAH´ı Sevmesinin Alâmetleri
Herkes muhabbet iddia eder. İddia etmek ne kadar kolay! Fakat mânâlar çok çetindir! Bu bakımdan insan, şeytanın kandırmasına ve nefsin aldatmasına kanmamalıdır. Nefis ne zaman ALLAH´ın sevgisini iddia ederse, onu alâmetlerle denemedikçe, ondan delil ve burhanlar istemedikçe ona kanmamalıdır. Muhabbet güzel bir ağaçtır. Kökü sabit, dalları göklerde, meyveleri kalpte, dil ve azalarda belirir. Ondan kalp azalan üzerine feyezân eden eserler dumanın ateşe, meyvenin ağaca delâlet etmesi gibi, muhabbetin varlığına delâlet eder. O eserler çoktur. Onlardan biri cennette keşif ve müşahede yoluyla habibin mülakatını sevmektir. Bu bakımdan kalbin bir mahbubu sevip de onun müşahede ve mülakatını sevmemesi düşünülemez. Seven kalbin, o mahbuba varmasının ancak dünyadan ayrılmakla mümkün olduğunu bildiğinde derhal ölüme dost olması, ondan kaçmaması gerekir; zira seven bir insana vatanından sefer edip mahbubunun vatanına gitmek, ona kavuşmak ağır gelmez. Ölüm, mülakatın anahtarı,müşahedeye giriş kapısıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kim ALLAH´ın mülakatını severse ALLAH da onun mülakatınısever.40 Huzeyfe ölüm döşeğinde şöyle haykırdı: ´Bir habib ki fakirlik üzerine geldi. Pişmanlıktan kurtulamam´.41 Seleften bir zat şöyle demiştir: ´ALLAH kulda, ALLAH´ın mülakatını sevmekten sonra, fazla secdelerden daha sevimli bir haslet yaratmamıştır!´ Görüldüğü gibi bu bahis, ALLAH ile mülâki olmayı sevmeyi, secdeye takdim etmiştir. ALLAH Teâlâ, sevgideki doğruluğun hakikati için ALLAH yolunda ölmeyi şart koşmuştur; zira onlar ´Biz ALLAH´ı seviyoruz´ dediler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, ALLAH yolunda ölmeyi ve şehidlik mertebesini talep etmeyi bu sözün doğruluğuna alâmet kılarak şöyle buyurdu: ALLAH kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf/4) ALLAH mü´minlerden canlarını ve mallarını, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır.(Tevbe/111) Hz. Ebubekir´in kendisinden sonra halife olan Hz. Ömer´e yazdığı vasiyetinde şu cümleler yer almaktadır: ´Hak ağırdır, ağırlığına rağmen kolaydır. Bâtıl hafiftir, hafifliğine rağmen ağırdır. Eğer benim vasiyetimi hıfzedersen hiçbir şey sana ölümden daha sevimli gelmez. Nasıl olsa ölüm gelip yakana yapışacaktır. Eğer vasiyetimi zayi edersen sana ölümden daha ağır gelen hiçbir şey olmaz. Zaten sen ölümü sana yetişmekten aciz bırakamazsın!´ İshak b. Sa´d b. Ebî Vakkas babasından şöyle rivayet ediyor: "Abdullah b. Cahş Uhud gününde bana dedi ki: ´Biz ALLAH´a dua etmeyelim mi?´ Böylece bir kenara çekildiler. Abdullah b. Cahş şu duayı yaptı: ´Yârab! Israrla senden istiyorum. Yarın düşman ile karşılaştığımda karşıma kuvveti ve öfkesi şiddetli olan bir kişiyi çıkar ki senin yolunda onunla çarpışayım. O da benimle çarpışsın. Sonra benim burnumu ve kulağımı kessin. Karnımı yarsın. Yarın senin huzuruna vardığımda ´Ey Abdullah! Senin burnunu ve kulağını kim kesti?´ diye sor. Ben de ´Ey RABBİM! Senin ve Rasûlü´nün yolunda oldu!´ diyeyim. Sen o zaman ´Doğru söyledin!´ de. Ben akşama doğru Abdullah´ı gördüm. Burnu ve kulağı kesilmiş ve ipe takılmıştı". Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: ´Ümit ederim ki ALLAH Teâlâ onun yeminin başını yerine getirdiği gibi sonunu da yerine getirmiştir!´ Süfyan es-Sevrî ve Bişr el-Hafî derlerdi ki: ´Ancak şüpheli bir insan ölümden hoşlanmaz; zira dost, her durumda dostu ile mü-lakattan hoşlanır´. Büveytî42 zâhidlerden birine ´Ölümü sever misin?´ diye sordu. Zâhid durakladı. Bunun üzerine Büveytî ´Eğer doğru olsaydın muhakkak ölümü severdin´ deyip şu ayeti okudu: De ki: ´Eğer (dediğiniz gibi) gerçekten ALLAH katında âhiret yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin!´(Bakara/94) Bunun üzerine kişi dedi ki: ALLAH´ın yüce Rasûlü buyurmuştur: ´Sakın sizden hiçbir kimse ölümü temenni etmesin´. Kişinin bu itirazına karşı, Büveytî ´ALLAH Teâlâ, bu sözünü insanlara isabet eden bir zarardan ötürü ölümü temenni etmemeleri için söylemiştir. Çünkü ALLAH´ın kaza ve kaderine râzı olmak, ondan kaçmayı talep etmekten daha üstündür´. Soru:Ölümü sevmeyen bir kimsenin ALLAH´ın muhibbi olması düşünülebilir mi? Cevap: Ölümü sevmemek, bazen dünyayı sevmekten, aile ef-radından, mal ve evlattan ayrılmaya dayanamamaktan ileri gelir. Bu ise, ALLAH´ı kemâl derecesinde sevmeye zıddır. Çünkü kâmil sevgi, kalbin tamamını kapsayan sevgidir. Fakat aile efradının ve çocuğunun sevgisiyle beraber kişide ALLAH sevgisinden zayıf bir kokunun bulunması, uzak bir ihtimal değildir; zira insanlar sevgi hususunda değişik derecededirler. Onların değişik derecede olduklarına rivayet edilen şu hadîs delâlet eder: ´Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rabia b. Abdişşems, kızkardeşi Fâtıma´yı azadlısı Sâlim´e nikâh ettiği zaman, Kureyşliler onu bu hâdiseden dolayı kınayarak şöyle dediler: Sen Kureyş´in soylu kadınlarından birini bir köleye nikâh ettin!´ Bunun üzerine, Ebu Huzeyfe şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim, Sâlim´in kızkardeşimden daha hayırlı olduğunu bildiğim için kardeşimi ona nikâh ettim´. Ebu Huzeyfe´nin bu sözü Kureyşlilere, yaptığından daha fazla ağır geldi. Bunun üzerine dediler ki: ´Bu nasıl olur? Fatma senin kızkardeşin, Sâlim ise azadlındır!´ Ebu Huzeyfe dedi ki: Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum: Kim kalbinin tamamıyla ALLAH´ı seven bir kimseye bakmak istiyorsa, Sâlim´e baksın! Bu hadîs, insanlardan bir kısmının bütün kalbiyle ALLAH´ı sevmediğine delalet eder. Kişi hem ALLAH´ı, hem de ALLAH´ın gayrisini sever. Şüphe yoktur ki bu kimse, ALLAH´ın huzuruna vardığında o huzurdan dolayı olan nimeti, sevgisi nisbetinde olur. Ölüm ânında çekeceği azap da dünyaya olan sevgisi nisbetinde olur. Ölümü sevmemenin ikinci sebebine gelince, o sebep kulun muhabbet makamının başlangıcında olmasıdır. Kul ölümden çekinmez. O ancak ALLAH ile mülâki olmaya hazır olmadığı için ölümü sevmez. Bu isteksizlik onun sevgisinin zâfiyetine delâlet etmez. O tıpkı kulağına dostunun yanına geleceği haberi gelen ve dostunun evini düzeltip ziyafet hazırlamak için bir saat gecikmesini isteyen bir muhib gibidir. Bu gecikmeden dolayı dostunu istediği şekilde, kalbi meşgalelerden boş olduğu, sırtı yüklerden hafif bulunduğu halde dostunu karşılar. İşte bu sebepten ötürü olan istememezlik, asla sevginin kemâliyle tezat teşkil etmez. Bu sebebin alâmeti amel için daimî çalışması ve bütün himmetini hazırlığa sarfetmesidir. O alâmetlerden biri de ALLAH Teâlâ´nın sevdiğini, kendisinin sevdiğine hem zâhirde, hem bâtında tercih etmesidir. Bu bakımdan amelin meşakkatine göğüs gerip, hevâ-i nefsin arkasına takılmaktan sakınmalı, tembellikten yüz çevirmeli, durmadan ALLAH´ın ibadetine devam etmelidir. Nafilelerle ALLAH´a yaklaşmaya çalışıp, O´nun nezdindeki derecelerin meziyetlerini aramalıdır. Nitekim muhib bir kimsenin mahbubunun kalbindeki yakınlığın fazlalığını aradığı gibi... ALLAH Teâlâ muhibleri ALLAH´ın dediğini kendi dediğine tercih etmek ile vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: Kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler ve onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları) nefislerine tercih ederler.(Haşr/9) Kim hevâ-i nefsin peşine takılmaya devam ederse onun sevdiği hevasıdır. Muhib bir kimse, sevdiğinin isteği için nefsinin isteğini bırakır. Ben ona kavuşmayı arzuluyorum. O ise benden uzaklaşmayı! Bu nedenle kendi isteğimi onun isteği için terkediyorum! Sevgi galebe çaldığında, hevâ-i nefsin arzûlarını silkip atar, kişi için sevdiğinden başkasından zevk almak diye birşey kalmaz. Rivayet ediliyor ki Hz. Zeliha iman edip Hz. Yusuf (a.s) kendisiyle evlendiğinde Yusuf tan uzaklaşıp ibadete koyuldu ve ALLAH ile başbaşa kaldı. Yusuf (a.s) onu gündüz yatağına davet ediyor, o ise bu daveti geceye tehir ediyordu. Gece davet edince gündüze bıraktırıyordu. Hz. Yusuf´a şöyle dedi: ´Ey Yusuf! O´nu tanımadan önce seni seviyordum. O´nu tanıdıktan sonra O´nun sevgisi başkasına yer bırakmadı. O´nun yerine geçecek bir bedel de istemiyorum!´ Bu durum, Yusuf (a.s) ona şunları bildirinceye kadar devam etti: "Muhakkak ki bu arzumu ALLAH Teâlâ bana emretti. ALLAH Teâlâ bana ´Senden iki çocuk yaratacağım ve onları peygamber kılacağım´ dedi". Bunun üzerine Zeliha ´ALLAH Teâlâ sana bunu emretmiş, beni de bu işe yol kılmışsa, ALLAH Teâlâ´nın emrine itaatim vardır´ dedi. İşte böylece Yusuf a teslim oldu. Durum bu olduğunda ALLAH´ı seven bir kimse ona isyan etmez. Bunun için İbn Mübârek, isyan eden hakkında şöyle demiştir: ALLAH´a isyan ediyorsun! Oysa O´nu sevdiğini söylüyorsun! Senin bu yaptığın hayatımla yemin ederim fiiler içerisinde gariptir! Eğer senin sevgin doğru olsaydı O´na itaat ederdin. Muhakkak ki seven sevdiğine mûtidir. Bu mânâda yine şöyle demiştir: Canımın istediğini senin istediğin şey için terkediyorum! Sen ne ile razı olursan ben de onunla râzı olurum, nefsim hoşlanmasa bile!Sehl et-Tüsterî dedi ki: ´Sevginin alâmeti, sevileni nefsine tercih etmektir. ALLAH´a itaat eden herkes ALLAH´ın dostu olmaz. Dost, ancak yasaklardan kaçınan kimsedir´. Hakîkat Sehl´in dediği gibidir. Çünkü ALLAH´ın muhabbeti, ALLAH´ın kulu sevmesine vesiledir. Nitekim ALLAH şöyle buyurmuştur: Onlar ALLAH´ı severler, ALLAH da onları sever.(Mâide/54) ALLAH Teâlâ ne zaman kulunu severse, onun velisi olur. Düşmanlarına karşı ona yardım eder. Kulun düşmanı ise nefsi ve şehvetleridir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ ne onu mağlub eder, ne de onu hevasına ve şehvetlerine havale eder. ALLAH sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Dost olarak ALLAH yeter, yardımcı olarak da ALLAH yeter!(Nisâ/45) Soru: İsyan muhabbetin esasına zıt düşer mi? Cevap: İsyan muhabbetin esasına değil, kemâline zıt düşer. Nice insan vardır ki hasta olduğu halde nefsini sever! Sıhhatli olmayı ister. Oysa kendisine zarar vereni yer. Zarar verdiğini bile bile bunu yapar. Böyle yapması nefsini sevmediği mânâsına gelmez. Fakat marifet bazen zayıf olur. Şehvet de galebe çalar. Böylece sevginin hakkını yerine getirmekten aciz olur. Buna şu rivayet delâlet eder: Nuayman b. Amr b. Rifa el-Ensâri içki içip Hz. Peygamber´e her getirilişinde had uygulanırdı. Birgün yine getirildi. Hz. Peygamber ona had uyguladı. Bu esnada bir kişi ona lanet okuyarak ´içki içip durmadan Peygamber´in huzuruna getiriliyor´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: Sakın ona lanet okuma! Muhakkak o, ALLAH ve Rasûlü´nü sever!43 Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, günahtan dolayı onun sevgisini yok saymadı. Evet! Günah onu sevginin kemâlinden yoksun bırakır. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´İman kalbin zâhirinde olursa, şahıs ALLAH´ı normal bir derecede sever. Kalbin derinliklerine girdi mi beliğ bir sevgi ile ALLAH´ı sever, günahları terkeder´. Kısacası; muhabbet davasında tehlike vardır. Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: "Sana ´ALLAH´ı sever misin?´ diye sorulduğunda sükût et. Zira eğer ´hayır´ dersen kâfir olursun. Eğer ´evet´ dersen senin vasfın sevenlerin vasfı değildir. Bu bakımdan gazaptan sakın!" Alimlerden biri şöyle demiştir: ´Cennette marifet ve muhabbet ehlinin nimetinden daha yüce bir nimet yoktur! Cehennemde de yapmacık olarak marifet ve muhabbet iddia edenin azabından daha şiddetli bir azap yoktur!´O alâmetlerden biri de ALLAH´ın zikriyle müstağrak olmaktır. Öyle ki kişinin dili ve kalbi zikirden boşalmaz. Bu bakımdan bir şeyi çok seven kimse, zarurî olarak, ondan ve onunla ilgili şeylerden çokça bahseder. O halde, ALLAH sevgisinin alâmeti O´nun zikrini sevmektir. O´nun kelâmı olan Kur´an´ı sevmektir. O´nun rasûlünü sevmektir ve ALLAH´a nisbet edilen herkesi sevmektir. Çünkü bir insanı seven onun mahallesinin köpeğini bile sever. Bu bakımdan sevgi arttıkça sevgiliden, sevgilinin etrafına sirayet eder. Bu ise sevgide ortaklık değildir; zira sevgilinin elçisini onun elçisi olduğu için seven bir kimsenin, onun kelâmını seven bir kimsenin sevgisi mahbubun gayrisine geçmiş sayılmaz. Aksine bu sevgi sevgisinin kemâline delâlet eder. ALLAH sevgisi kimin kalbine galebe çalarsa ALLAH´ın yarattığıdır diye ALLAH Teâlâ´nın bütün mah-lukâtını sever. Öyleyse böyle bir kimse Kur´an´ı, peygamberi, ALLAH´ın salih kullarını nasıl sevmez? Biz bunun hakikatini uhuvvet ve arkadaşlık bahsinde zikretmiştik! De ki: Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH´da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!(Âlu İmrân/31) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Size gıda olarak vermiş olduğu nimetlerinden dolayı ALLAH´ı seviniz. Beni de ALLAH için seviniz. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir ´ALLAH´ı seveni seven, ancak ALLAH´ı sever! ALLAH´a ikram eden ancak ALLAH´a ikram eder´. Bir müridden şöyle hikâye edildi: "İrade yaşında münacâtın tadını tatmıştım. Gece gündüz Kur´an okumaya devam ettim. Sonra bana bir gevşeklik yapıştı. Kur´an okumayı bıraktım. Rüyamda bana şöyle haykıran birini gördüm: ´Eğer sen beni seviyorsan neden kitabıma cefa verdin? Kitabımdaki ince itâbımı (serzenişimi) hiç düşünmedin mi?´ Bunun üzerine uyandım. Gördüm ki kalbime Kur´an´ın muhabbeti yerleştirilmiştir. Böylece eski hâlime döndüm". İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Hiçbirinizin nefsine Kur´an´dan başkasını sorması uygun değildir. Eğer nefsi Kur´an´ı seviyorsa, o ALLAHı seviyor demektir. Eğer Kur´an´ı sevmiyorsa ALLAH´ı da sevmez´. Sehl şöyle demiştir: ´ALLAH sevgisinin alâmeti, Kur´an sevgisidir. ALLAH ve Kur´an sevgisinin alâmeti, peygamber sevgisidir. Peygamber sevgisinin alâmeti, sünnet (hadîs) sevgisidir. Sünnet sevgisinin alâmeti, ahiret sevgisidir. Ahiret sevgisinin alâmeti, dünyadan nefret etmektir. Dünyadan nefret etmenin alâmeti, ondan sadece kendisini ahirete ulaştıracak kadar bir azık edinmektir´.O alâmetlerden biri de tenhada ALLAH´a olan münacâtlarına ve ALLAH´ın kitabını okumaya rağbet etmektir. Böyle bir kimse teheccüd namazına devam edip gecenin sükûnetini fırsat bilir. Dünyevî meşgalelerin kesilmesiyle vaktin dürülmesini ganimet sayar. Sevgi derecelerinin en azı, dost ile başbaşa kalmaktan zevk duymak, onun münacâtından nimetlenmektir. Bu bakımdan bir kimseye uyku ve boş sözlerle iştigal etmek ALLAH´ın münacâtından daha hoş gelirse onun sevgisi nasıl sıhhatli olabilir? İbrahim b. Edhem, dağdan inerken kendisine ´Nereden geldin?´ diye sorlunca ´ALLAH ile ünsiyetten geldim´ diye cevap vermiştir. Hz. Dâvud´un (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ´Sakın kullarımdan birine ünsiyetini verme, muhakkak ki ben kendimden iki kişiyi ayırırım: Vereceğim sevabı geç verilecek sanarak ibadetten ayrılan kişiyi ve beni unutmuş, haline râzı olmuş kişiyi kendimden uzaklaştırırım. Bunun alâmeti; onu kendi nefsine havale etmemdir. Onu dünyada taşkın bir vaziyette bırakmamdır´. Şahıs ne zaman ALLAH´ın gayrisiyle ünsiyet peyda ederse, ALLAH´tan başkasıyla olan ünsiyeti nisbetinde ALLAH´tan korkar, yine o nisbette ALLAH muhabbetinden uzaklaşır. Hz. Musa siyah köle Berhî´nin yüzü suyu hürmetine ALLAH´tan yağmur istedi. Onun kıssasında vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ, Hz. Musa´ya (a.s) ´Muhakkak Berhî benim en güzel kulumdur. Ancak onda bir kusur vardır´ dedi. Hz. Musa ´Yârab! Onun kusuru nedir?´ diye sorunca, ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: Seherlerde esen nesim rüzgârı onun hoşuna gider. O rüzgâra gönül kaptırır. Oysa beni seven bir kimse hiçbir şeye gönül kaptırma malıdır. Rivayet ediliyor ki bir âbid uzun seneler bir ormanda ALLAH´a ibadet etti. Bir ara ağacın tepesine yuva yapıp akşamları gelip yuvaya sığınan bir kuşa baktı. Kalbinden ´İbadetimi, kuşun yuva yaptığı şu ağacın altında yapsam, kuşun sesini dinlesem ne güzel olur´ dedi. Bunun üzerine o ağacın altına gitti. ALLAH Teâlâ o zamanın peygamberine vahiy göndererek şöyle dedi: ´Filan âbide de ki: ´Sen bir mahluka ünsiyet verdin. Muhakkak senden öyle bir derece alacağım ki ebediyyen amelinden hiçbir şeyle artık o dereceye varamayacaksın!´ Durum böyle olduğu zaman muhabbet´in alâmeti, mahbubun münacâtıyla ünsiyet etmek ve mahbub ile tenhada kaldığında en güzel şekilde nimetlenme ve sevdiği ile arasındaki halveti bu-landıran, kendisini münacâtın lezzetinden alıkoyan herşeyden kaçmaktır. Ünsiyet´in alâmeti; akıl ve idrâkin münacâtın zevkinde müstağrak olmasıdır. Tıpkı mâşukuna hitab ve mâşuku ile münacât eden bir kimse gibi... Bu tür zevk bazılarını öyle bir raddeye getirmiştir ki namaz kılarken evi yandığı halde haberi olmaz. Bazılarının ayağı kendisine isabet eden bir hastalıktan dolayı na-maz kılarken kesilir, bundan haberdar olmaz. Sevgi ve ünsiyet kendisine galebe çaldığında halvete çekilmek ve münâcat etmek onun için gözaydınlığı olur. Onunla bütün üzüntülerini bertaraf eder. Ünsiyet ve sevgi onun kalbini öyle kaplar ki dünya meseleleri birkaç defa tekrar edilmedikçe onlardan hiçbir şey anlamaz. Tıpkı donakalmış aşık gibi... Böyle bir aşık diliyle konuşur, fakat kalbi sevgilisinin zikriyle meşguldür. Bu bakımdan muhib odur ki an-cak sevdiği ile mutmain olur. Onlar inanmışlardır ve kalpleri ALLAH´ı anmakla yatışır; iyi bilin ki kalpler ancak ALLAH´ı anmakla yatışır.(Ra´d/28) Katâde bu ayetin tefsirinde ´Kalplerin itminanı ALLAH´ın zikriyle ünsiyet peyda etmeleri demektir´ der. Hz. Ebubekir (r.a) şöyle demiştir: ´Kim ALLAH´ın muhabbetinden zevk alırsa bu zevk onu dünya talebinden meşgul eder. Bütün insanlardan onu uzak tutar´. Mutarrıf b. Ebî Bekr ´Dost, dostunun konuşmasından usanmaz!´ dedi. ALLAH Teâlâ Hz. Davud´a (a.s) vahyederek ´Gece olunca uyuyan benim sevgimi iddia etmekte yalancıdır. Acaba muhib, habibiyle mülâki olmayı sevmez mi? Ben, beni arayan için varım!´ Hz. Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yârab! Sen neredesin ki senin yanına gelelim?´ ALLAH Teâlâ ´Sen kasdettiğine muhakkak varırsın!´ demiştir. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´ALLAH´ı seven bir kimse nefsinden nefret eder!´ Yine şöyle demiştir: ´Kimde şu üç haslet yoksa o muhib değildir: 1. ALLAH´ın kelâmını, halk kelâmına tercih etmek, 2. ALLAH´ın mülâkatını, halkın mülâkatına tercih etmek, 3. ALLAH´ın ibadetini, halkın hizmetine tercih etmek!´ O alâmetlerden biri de ALLAH´tan başka elden kaçırdığı hiçbir şey için esef etmemesidir. Teessüfünün ibadet ve zikirsiz geçirdiği zamanlar için olmasıdır. Bu bakımdan arada sırada meydana gelen gafletler için de nefsini kınamak ve tevbe etmek suretiyle çokça dönüş yapmalıdır. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki ALLAH´ı sevmiş ve O´na ünsiyet vermişlerdir. Böylece elden kaçırdıkları şeyler için gam yemek onlardan giderilmiştir. Onlar nefislerinin zevkiyle meşgul değildirler; zira onların sultanının (ALLAH´ın) mülkü geniştir. O Sultan ne dilerse o olur. Bu bakımdan onlar için ne takdir edilmişse o onların eline gelir. Onların elinden kaçan ise o Sultanın onlar için takdir buyurduğu tedbirledir´. Muhibbin yapması gereken şey gafletinden kurtulduğunda mahbubuna yönelmektir. Nefsini kınamakla meşgul olmak, rabbinden şöyle dilemesidir: ´Ey RABBİM! Hangi günah ile lütfunu benden kestin? Beni huzurundan uzaklaştırdın? Nefsimle ve şeytanın arkasına düşmekle beni meşgul ettin?´ Nefsini böyle bu kınamak onda berrak bir zikir ve incelmiş bir kalp meydana getirir ki daha önceki gafletinin kefareti olur. Onun düşüşü, zikrinin ve kalp temizliğinin yenilenmesine sebep olur. Muhib, mahbubdan başkasını görmeyince ve her gördüğünü ondan görünce üzülmez, şikayet etmez ve herşeyi rıza ile kucaklar ve bilir ki mahbub, kendisi için faydalı olanı takdir etmiştir. Derhal ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini hatırlar: Gerçi hoşunuza gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı). Bizden hoşlanmadığınız birşey hakkınızda iyi olabilir.(Bakara/216) O alâmetlerden biri de ibadetle nimetlenmesi, ibadeti ağır say-maması ve ibadetten gelen yorgunluğunun gitmesidir. Biri şöyle demiştir: ´Yirmi sene gecenin acısını çektim. Sonra yirmi sene ondan nimetlendim´. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Muhibbin alâmeti canlılığın devamıdır. İstek ile ibadete koyulan bir kimsenin kalbi değil bedeni fersûde olur!´ Bazıları şöyle demiştir: ´Sevgi üzerindeki çalışmaya gevşeklik karışmaz!´ Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim, ALLAH´ın dostu olan bir kimse büyük vesilelere konsa bile ALLAH´ın ibadetinden usanmaz´. İşte bu ve buna benzer şeyler müşahedelerde mevcuttur; zira aşık, mâşukunun isteğine koşmayı ağır görmez! Onun hizmetini bedenine ağır gelse bile kalben lezzetli bulur. Onun bedeni her ne kadar aciz düşse de, onun nezdinde en sevimli şey bedeni tekrar kuvvetlendirmek, ondan aczi ALLAH´a ibadetle meşgul olması için gidermektir. İşte ALLAH sevgisi böyle olur; zira sevgi hâkim olduğu zaman, şüphesiz altındaki şeyi istila eder. Bu bakımdan mahbubu, tembellikten kendisine daha sevimli gelen bir kimse, o mahbubun hizmetinde tembelliği bırakır. Maldan daha sevimli ise onun sevgisi uğruna malı bırakır. Muhiblerden biri malını vere vere kendisine hiçbir şey bırakmaymca,kendisine şöyle denildi: - Senin muhabbetteki bu halinin sebebi nedir? - Birgün bir muhib gördüm. Mahbubu ile başbaşa kalmış şöyle diyordu: ´ALLAH´a yemin ederim ben, kalbimin tamamıyla seni seviyorum! Oysa sen yüzünün tamamıyla benden yüz çeviriyorsun´. Mahbub ona ´Eğer beni seviyorsan bana ne infak ediyorsun?´ dedi. O cevap olarak dedi ki: ´Ey efendim! Mülkümde olan her şeyi sana mülk edeceğim. Sonra senin için, helâk oluncaya kadar, ruhumu sana infak edeceğim´. Sonra ben kendi kendime dedim ki: ´Bu bir mahluktur, bir mahluka böyle hitap ediyor. Bu bir kölenin kölesidir. Acaba bütün bunların sebebi olan bir ilahın kölesi nasıl olmalıdır? O alâmetlerden biri de bütün kullara şefkatli olmasıdır. Onlara merhamet etmesi, ALLAH´ın düşmanlarına karşı şiddetli olması, ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeylerden birini yapandan nefret etmesidir. Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. (Fetih/29) Ona hiçbir kınayıcının kınaması tesir etmez. ALLAH için öfkelenmekten hiçbir mâni onu çevirmez. ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de velî kullarını bununla vasıflandırarak şöyle bu-yurmuştur: Öyle kimselerdir ki çocuğun bir şeyle mükellef kılındığı gibi benim sevgimle mükellef olmuşlardır. Nesir denilen kuşun yuvasına döndüğü gibi onlar benim zikrime dönerler. Kaplanın kışkırtıldığı zaman öfkelendiği gibi onlar da benim haram kıldıklarım yapıldığında öfkelenirler; zira böyle bir kimse insanların çok veya az olmalarına perva etmez! Bu bakımdan şu misale dikkat et: Çünkü çocuk, herhangi birşeyle mükellef kılındığı zaman, asla ondan ayrılmaz. O şey çocuğun elinden alındı mı çocuğun işi ancak ağlamak, o şey geri gelinceye kadar bağırmaktır. Eğer uyursa elbiselerinin arasında onunla beraberi uyur. Uyandığında geri dönüp ona yapışır. Ondan ayrılınca ağlar. Onu her buldukça güler. O şey hususunda kendisiyle mücadele edenden nefret eder. Onu kendisine vereni çocuk sever. Kaplana gelince, o öfkelendiğinde nefsine hâkim olamaz. Bazen nefsini helâk edecek kadar öfkesi kabarır. İşte bunlar muhabbetin alâmetleridir, kimde bu alâmetler tamam olursa onda muhabbet tam ve berraktır. Ahirette onun içkisi berrak ve tatlıdır. Kim ALLAH´ın sevgisine başkasının muhabbetini katarsa ahirette sevgisi nisbetinde nimetlenir; zira onun içkisine mukarreblerin içkisinden bir miktar katılır. Nitekim ALLAH Teâlâ ebrar hakkında şöyle buyurmuştur: İyiler nimet içindedirler. (İnfitâr/13) Onlara mühürlü, saf bir şaraptan içirilir ki sonu misktir. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar. Karışımı tesnîmdendir. Bir çeşme ki (ALLAH´a) yaklaştırılanlar ondan içerler. (Mutaffifîn/25-28) Ebrarın şarabı mukarreblerin katıksız şarabı ona katıldığı için hoş oldu. Ayetteki şarab, cennetlerin tüm nimetlerinden ibarettir. Nitekim (Kur´an), bütün amelleri bununla ifade buyurmuştur. Hayır! İyilerin yazısı illiyyîn´dedir.(Mutaffifîn/18) (ALLAH´a) yaklaştırılmış olanlar onu görürler.(Mutaffifîn/21) Onların kitabının yüceliğinin alâmeti, mukarreblerin onu müşahede edecek kadar yükselmesidir. Nasıl ki ebrar, mukarreblere yaklaşmak suretiyle, hâl ve marifetlerinde artış hissederler, onları müşahede etmekle gelişirlerse, tıpkı ahiretteki halleri de böyle olacaktır: Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman/28) İlk yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz.(Enbiyâ/104) Yaptıklarına uygun bir ceza olarak...(Nebe/26) Yani ceza, onların amellerine uygun olur. Bu bakımdan hâlis amel, katıksız şarap ile, karışık amel de saf olmayan şarap ile karşılanır. Her şarabın katığı, şahsın sevgi ve amellerindeki saflık nisbetindedir: Artık kim zerre miktarı bir hayır yapmışsa onun müka-fatını görür ve kim zerre miktarı bir kötülük işlemişse onun cezasını görür.(Zilzâl/7-8) Bir kavim kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez, ALLAH zerre kadar haksızlık etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onu kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükafat verir.(Nisâ/40) (İnsanın yaptığı amel) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu tartıya koyarız. Hesap gören olarak biz kâfiyiz!(Enbiyâ/47) Bu bakımdan dünyadaki sevgisi cennet nimeti, elâ gözlü hûrî ve cennet köşkleri için olan kimse cennette dilediği şekilde kendisine yer yapması, cennet vildanlarıyla oynaması, kadınlarından faydalanması için cennete girme imkânına sahip olur. İşte orada ahiretteki lezzeti sona erer; zira insanoğluna ancak muhabbet hususunda nefsinin isteği olan şeyler verilir. Maksadı evin sahibi ve mülkün mâliki olan ve o mâlikin ihlâslı ve doğru sevgisi kalbine galebe çalan bir kimse ise, kudret sahibi bir sultanın katında, rıza gösterilen bir yerde misafir edilir. Bu bakımdan ebrar, cennet bahçelerinde dolaşırlar. Cennetlerde elâ gözlü huriler ve vildanlarla nimetlenirler. Mukarrebler ise, ALLAH´ın huzurundan ayrılmaz. Gözleriyle daima O´na bakarlar. O huzurun bir zerresine nisbeten cennetin bütün nimetlerini hakir sayarlar. Bazı gruplar, işkembesi ve tenasül uzvunun şehvetiyle meşguldür. Bazı gruplar da sohbetle meşguldür. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Cennet ehlinin çoğu saflardır. İlliyyîn ise akıl sahiplerinindir. Zihinler illiyyîn´in mânâsını idrâk etmekten âciz olduk-larından ALLAH Teâlâ illiyyîn hakkında şöyle buyurdu: İlliyyîn´in ne olduğunu sana bildiren nedir? (Mutaffifîn/19) (Başlara) çarpan, (yürekleri hoplatan) hadise! Nedir o çarpan hâdise? O çarpan hâdisenin ne olduğunu sen nereden bileceksin?(Kâria/ 1-3) O alâmetlerden biri de sevgisinde korkak, ALLAH´ın heybet ve azameti karşısında küçülmektir. Bazen zannedilir ki korku, sevginin zıddıdır. Oysa hiç de öyle değildir. Azametin idrâki heybeti gerektirir. Nitekim cemâli idrâk etmenin sevgiyi gerektirdiği gibi... Muhiblerin muhabbet makamında özel korkuları vardır ki başkası için o korku sözkonusu değildir. Onların korkularının bazısı diğerinden daha şiddetlidir. O korkuların ilki ALLAH´ın yüz çevir-mesinden (iltifat etmemesinden) korkmaktır. Hicabın korkusu bundan daha şiddetlidir. Uzaklaştırmanın korkusu ise ondan da şiddetlidir. Hûd suresinde olan bu mânâ muhiblerin efendisi Hz. Muhammed Mustafa´yı (s.a) ihtiyarlatmıştır. İyi biliniz ki Semûd (kavmi) nasıl uzaklaşıp gittiyse Medyen halkı da öyle uzaklaşıp gitti.(Hûd/95) Uzaklaşmanın heybeti ve korkusu ancak yakınlığa alışmış yakınlığın tadını tatmış bir kimsenin kalbinde büyür. Bu bakımdan uzaklaştırılanlardan bahsedilince, bu ALLAH´a yakın olanları ihtiyarlatır. Yakınlığa ancak uzaklığa alışan bir kimse iştiyak duymaz! Uzaklık korkusundan ancak yakınlık sergisine konmak imkânını bulamayan bir kimse ağlamaz! Sonra (bundan daha şiddetlisi) huzurunda durmanın ve fazla bırakılmamanın korkusudur! Zira biz daha önce yakınlaşmanın dereceleri sonsuzdur demiştik. Kulun yapması gereken şey, her nefeste biraz daha yaklaşmak için var kuvvetiyle çalışmaktır. Benim de kalbimin üzeri paslanır. Hatta, yetmiş defa ALLAH´tan af talep ederim.45 Hz. Peygamber´in af talep etmesi, ancak ilk adımdandır. Çünkü ilk adım, ikincisine nisbeten uzaklıktır. Bu da sâlikler için yolda vâki olan gevşeklik ve sevgiliden başkasına iltifat ettiği için bir cezadır. Kudsî haberlerde rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ´Alim kişi dünyayı benim taatime tercih ettiğinde ona vereceğim en az ceza, ondan münacâtımın zevkini almaktır´. Şehvet sebebiyle fazla nimeti selbetmek, halk tabakasına verilen bir cezadır. Havassa gelince, onları sadece ucub ve beliren lütfun başlangıçlarına meyletmek, fazla nimetten mahrum eder. Kendisinden ancak ayakları marifet zemininde yerleşmiş kimselerin sakınabildiği gizli mekr budur. Sonra (ondan daha şiddetlisi), telâfi edilmeyenin korkusudur. İbrahim b. Edhem, seyahatte iken dağın tepesinde birinin şu şiiri okuduğunu duydu: ´Senden gelen herşey bağışlanır. Ancak bizden yüz çevirmen hariç! Fevt olunanı sana hibe ettik! Bizden fevt olunan kaldı´. Bunun üzerine İbrahim tirtir titreyip düştü ve bayıldı. Bir gün bir gece ayılmadı. Onda birçok haller meydana geldi. Sonra dedi ki: "Dağdan bir ses işittim: ´Ey İbrahim! Kul ol´ (diyordu). Bunun üzerine kul olup rahata kavuştum". Bir öncekinden daha şiddetlisi, aşktan mahrum olmak veya bir derecesine kanaat etmek korkusudur; zira muhib için daha şevk ve amansız bir talep gerekir. Aşık bir kimse daha fazla istemekten hiçbir zaman gevşemez. O ancak yeni bir lütuf ile teseli bulur. Eğer mahbubun yerine başka bir şey ile teselli olursa onun bu teselli oluşu duraklamasının veya dönüşünün sebebi olur. Teselli olmak, onun haberi olmaksızın, kalbine girer. Nitekim haberi olmadığı halde sevginin kalbine girmesi gibi... Muhakkak ki bu değişikliklerin gizli ve semavî sebepleri vardır. O sebepleri çözmek insanın kudreti dahilinde değildir. ALLAH Teâlâ bir insanı aldatmak istediğinde ondaki ´Başkasıyla kanaat etme´ özelliğini gizler. Dolayısıyla o ümitle başbaşa kalır. Güzel bakışla veya gafletin galebe çalmasıyla veya heva-i nefisle veya unutkanlıkla aldanır. Oysa bütün bunlar şeytanın ordularıdır. Öyle ordular ki meleklerin ilim, akıl, zikir ve beyandan müteşekkil ordularına galebe çalarlar! ALLAH Teâlâ´nın vasıflarından lütuf, rahmet ve hikmet gibi bir kısmının sevginin heyecanını gerektirdiği gibi, ceberrût, izzet ve istiğna vasıfları gibi bir kısmı da vardır ki görünür, dolayısıyla başkasıyla kanaat etmeye sevkeder. Başkasıyla kanaat etmekse mekr´in, şekavet ve mahrumiyetin başlangıcıdır. Sonra bütün bunlardan daha şiddetlisi kalbin ALLAH´ın sevgisinden, başkasının sevgisine intikal etmesiyle ALLAH´ı başkasıyla değiştirme korkusu gelir. Bu da makt´ın ta kendisidir. ALLAH´ın yerine başkasıyla kanaat etmesi; bu durumun başlangıcıdır. ALLAH´tan yüz çevirmek, O´nun cemâlinden perdelenmek, başkasıyla kanaat etmenin başlangıcıdır. İyilik yapmak hususunda göğsün daralması, zikrin devamında inkıbaza uğraması, virdlerdeki vazifelerini yapmakta usanması, bunun sebep ve başlangıcıdır. Bu sebeplerin belirmesi sevgi bakımından makd makamına nakledilmenin delilidir. Bunlardan korkmak, bunlardan doğru bir murakabe ile sakınmak, doğru sevginin delilidir; zira bir şeyi seven bir kimse, şüphesiz ki onun yok olmasından korkar. Öyleyse muhib bir kimse mahbubunun yok olması mümkün olan şeylerden olduğunu bildiğinde kor-kudan emin olmaz. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Kim korku olmaksızın, katıksız muhabbetle ALLAH´a kulluk yaparsa o, nimetlerin kendisi için yayılmasıyla ve naz etmekle helâk olur. Kim ALLAH´a, muhabbeti olmaksızın (sadece) korku ile kulluk yaparsa o, uzaklık ve ürk-mekle ALLAH´tan ayrılır. Kim muhabbet ve korku ile ALLAH´a kulluk yaparsa ALLAH onu sever ve kendine yaklaştırır. Mütemekkin kılar ve öğretir´. Bu bakımdan muhib bir kimse korkudan kurtulamaz. Korkan bir kimse muhabbetten uzak değildir. Fakat alabildiğine muhabbet denizine dalacak kadar muhabbetin kendisine galebe çaldığı bir kimsenin korkusundan kendisinde birazcık varsa o muhabbet makamındadır ve muhiblerden sayılır. Korkusunun katıştığı muhabbet, sarhoşluğunun azını teskin eder. Eğer sevgi galebe çalarsa, marifet istilâ ederse, buna tahammül etmeye beşerin tâkati kalmaz. Bu bakımdan bunu normale ancak korku çevirir. Kalbe vuruşunu hafifletir. Nitekim bazı haberlerde rivayet edildi ki sıddîkların birine ebdaldan biri şöyle ricada bulundu: ´ALLAH Teâlâ´ya bana marifetten bir zerre vermesi için rica et´. Sıddîk da ALLAH´tan bunu diledi. Bunun üzerine ebdaldan olan zat dağlara düştü. Aklı dehşet içerisinde kaldı. Kalbi muzdarip oldu. Yedi gün gözlerini semaya dikti, yemedi, içmedi. Bunun üzerine sıddîk rabbinden, onun için dilekte bulunarak şöyle dedi: ´Yârab! O marifetin zerresinden bir miktarını kaldır´. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, sıddîka şöyle ilham etti: ´Biz ona marifetin bir zerresinin yüz bin parçasından bir parçasını verdik! Bunun sebebi de şudur: Yüz bin kul, bu kulumun istediği anda, benden muhabbetten birşey istediler. Onların dualarını kabul et-meyi, sen şu ebdal için benim nezdimde şefaatta bulununcaya kadar geciktirdim. Senin dileğini kabul ettiğimde onlara da şu ebdala verdiğim kadarını verdim. Böylece marifetin bir zerresini yüz bin kulum arasında taksim ettim. İşte ona isabet eden bu yüz bin parçadan biridir!´ Bunun üzerine sıddîk hayret ederek şöyle haykırdı: ´Ey hâkimlerin hâkimi! Sen ortaktan münezzehsin. Ona verdiğin o parçadan da eksilt! (Çünkü onun buna da tahammülü yoktur)´. Bu dilek üzerine ALLAH Teâlâ ondan o parçanın bir kısmını giderdi. Böylece onun yanında bir zerresinin yüz bin cüzünden bir cüzünün on bin parçasından bin parçasını bıraktı. Bunun üzerine onun korkusu, sevgi ve ümidi normale döndü. Sükûnet buldu. Diğer ârifler gibi oldu. Arifin hâli hakkında şair şöyle demiştir: ´Vecdi yakındır. İnsanların hür ve kölelerinden uzak hedefe, garip vasıflı ve garip ilme sahiptir, onun kalbi kuvvetli demir gibidir. Mânâları gözlerle görülmekten yüceldi. Ancak hazır bir kimseye görünür. Bayramlar belli vakitlerde olur. (Oysa) onun için her gün bayramdır. Ahbablar için uzak aralıklı sevinçler vardır, fakat onun sevinci uzak tanımaz´. Cüneyd-i Bağdadî birkaç beyit okuyarak âriflerin sırlarına işaret etti. Her ne kadar bunu belirtmek caiz değilse de... Onlar şu beyitlerdi: ´Bazı insanları kalpleri gayb´ta yürüttü. Dolayısıyla onlar nimet veren cömerdin yakınma kondular. ALLAH´ın yakınında bir meydana, onun kudsünün gölgesine (kondular). O meydanda onların ruhları cevelân eder, yer değiştirir. Onların o meydana varışları izzet ve akıl iledir. Oradan çıkışları ise, bundan daha kâmil olanadır. O´nun sıfatlarından tek olan izzetle O´na giderler. Tevhîd´in hüllelerinde yürürler. Bundan sonra da sıfatların daha incesi vardır. Onun nezdinde ketmedilmesi daha evlâ ve daha adaletli olan vardır. Ona olan ilminden onu koruyanı ketmedeceğim. Ondan verilmesi doğru olanı vereceğim. Ondan ALLAH´ın kullarına haklarını vereceğim. Ondan menedilmesi gerekenleri menedeceğim. Bütün bunlara ilaveten Rahman´ın bir sırrı vardır. Onu ehli için gizli bir yerde korur. Onu korumak daha güzeldir´. Kendisine işaret edilen bu marifetlerin emsaline halkın müdahalesi ve iştirak etmesi caiz değildir. Bu marifetlerden birşey bir kimseye keşfolunursa, başkasına belirtmesi caiz değildir. Eğer bütün insanlar burada iştirak ederlerse, dünya harap olur. Bu bakımdan hikmet; dünyanın imarı için gafletin şümulünü gerektirir. Hatta bütün insanlar kırk gün helâl yerlerse, dünyada zâhidlik edeceklerinden dolayı dünya harap olur. Pazarlar ve maişetler iptal olur. Eğer âlimler helâl yeseler, nefisleriyle meşgul olup dil-leri durur, ilimleri yaymaktan çekinirler. Fakat zâhirde şer görünen bir şeyde ALLAH´ın birçok sır ve hikmetleri vardır. Nitekim hayırda da onun sır ve hikmetleri olduğu gibi... Hikmetinin sonu yoktur, kudretinin sonunun olmadığı gibi... O alâmetlerden biri de sevgiyi terketmek, iddialardan sakınmak, mahbubun tâzim, iclâl, heybet ve sırrını gizleme gayreti için muhabbet ve vecdi göstermekten kaçınmaktır. Zira sevgi, dos-tun sırlarından bir sırdır ve hem de iddialara mânânın hududunu aşan ve mânâdan fazla olan şeyler girer. Bu ise iftiradır. Ahirette bunun cezası pek büyür. Böyle bir kimsenin belası dünyada acelece verilir. Evet! Bazen muhibbin sevgisinde bir sarhoşluğu olur ve dehşete kapılır. Durumları sarsılır. Böylece sevgi onun üzerinde belirir. Eğer bu yapmacık ve kendi kazancının eseri değilse, burada mazurdur. Çünkü sevgiye mağlup olmuştur. Çoğu kez sevginin ateşi buram buram yanar. Onu zaptedemez. Bazen de kalp sevgi ile fezeyan eder. Fezeyanının önüne geçemez. Bu bakımdan gizlemeye kudreti olan kimse der ki:Dediler yakındır! Dedim ki: Güneş ışığı odamda olsa bile onun yakınlığını neyleyeyim! O´ndan benim kalbime gelen ve sevgi ateşini kabartan bir anmadan başka ne faydam vardır? Oysa şevk benim göğsümdedir. Bu sırrı gizlemekten aciz olan bir kimse ise der ki: Gizlenir. Fakat gözyaşı onun esrarını açığa vurur. Ona olan vecdi, alınan nefes belirtir. Yine şöyle der: O kimse ki ki onun kalbi başkasıyla beraberdir, onun hali nice olur? O kimse ki onun sırrı göz pınarındadır. O nasıl sırrını gizleyebilir? Âriflerden biri şöyle demiştir: İnsanların ALLAH´tan en uzağı, ALLAH´a çokça işaret yapanıdır´. Sanki bu kimse herşeyde ALLAH ile târiz eden ve herkesin nezdinde O´nu anmak için yapmacık harekette bulunan bir kimseyi kasdetmiştir. Böyle bir kimseden muhibler ve ALLAH´ı bilen âlimler nefret eder. Zünnûn-i Mısrî bir arkadaşının yanına girdi. O zat muhabbetten bahsediyordu. Zünnûn onun bir belâ ile mübtela olduğunu görünce şöyle dedi: ´O´ndarı gelen bir zararın elemini hisseden bir kimse O´nu sevemez!´ Kişi cevap olarak dedi ki: Fakat ben şöyle diyorum: ´O´nun zararıyla nimetlenmeyen bir kimse O´nu sevemez!´ Buna karşılık olarak Zünnûn Takat ben de nefsini onun sevgisiyle teşhir eden onu sevmez derim´ deyince, kişi, estağfirullah (ALLAHtan af talep ediyorum) ve ona tevbe ediyorum´ dedi. Soru: Sevgi, makamların zirvesidir. Onu izhar etmek hayri iz-har etmektir. Bu bakımdan onu izhar etmek neden iyi görülmesin? Cevap: Sevgi güzeldir. Onu belirtmek de güzeldir! Kötü olan, onunla kendini belirtmektir. Çünkü buraya iddia ve büyüklük taslama girer. Muhibbin hakkı; gizli sevgisinin temeli üzerinde sözlerini değil fililerini ve hallerini tamamlamaktır. Uygun olan odur ki sevgisini izhar etmek kastı olmaksızın sevgisi kendiliğinden açığa çıksın. Sevgisini belirtmeye kastı olmadıği gibi sevgiye delâlet eden fiiline de kastı olmamalıdır. En uygun olan şudur: Muhibbin kastı, sadece dostunu muhabbetine muttali kılmaktır. Başkasını sevgisine muttali kılmak için birşey söylerse, bu sevgide şirk koşmaktır ve zarar verir. Nitekim İncil´de şöyle vârid olmuştur: ´Sadaka verdiğinde öyle bir şekilde ver ki sol elin sağ elinin yaptığını bilmesin! Gizlileri gören ALLAH (c.c) açık olarak seni mükafatlandıracaktır. Oruç tuttuğunda yüzünü yıka! Saçlarını yağla ki orucunu rabbinden başkası bilmesin!´46 Bu bakımdan söz ve fiilin izharı tüm olarak kötüdür. Ancak muhabbet sarhoşluğu galebe çalıp dil kendiliğinden konuşursa, azalar titrerse bu takdirde sahibi kınanmaz. Hikâye ediliyor ki bir kişi mecnunların birinden cahilce bir hareket gördü ve bunu Mâruf-u Kerhî´ye haber verince Mâruf-i Kerhî tebessüm ederek şöyle dedi: ´Ey kardeşim! Onun küçük, büyük, akıllı, deli muhibleri vardır. İşte bu gördüğün kimse o muhiblerin delilerindendir!´ Mekruh olanlardan biri de sevgi ile gösteriş yapmaktır. Bu sebeple eğer muhib ârif ise, meleklerin daimî sevgilerindeki hallerini ve gevşemeden, isyan etmeden gece gündüz ALLAH´ı tesbih ettiklerini ve ALLAH´ın emrini yapmaktaki şevklerini biliyorsa, muhakkak muhabbetini izhar etmez ve kendisinin muhabbetinin ALLAH´ın diğer muhiblerinin muhabbetinden daha eksik olduğunu bilir. Muhiblerden ve ehl-i keşiften olan biri şöyle demiştir: ´Kalp ve azalarımla otuz sene ALLAH´a var kuvvetimle kulluk yaptım. Hatta ALLAH katında benim bir kıymetim olduğunu zannettim´. Sonra, göklerin alâmetlerinden keşfolunan birkaç şeyi uzun bir hikâye içinde anlattı. O kıssanın sonunda dedi ki: "Ben ALLAH Teâlâ´nın bütün yarattıkları kadar olan bir melek safına vardım. Onlara ´Siz kimsiniz? diye sordum. Onlar dediler ki: ´Biz ALLAH´ın muhibleri-yiz. Şurada üç yüz bin seneden beri O´na ibadet ediyoruz. Buna rağmen hiç birimizin kalbine O´ndan başkası gelmiş değildir ve O´ndan gayrisini anmadık!´ Kişi diyor ki: Bu söz üzerine amellerimden utandım ve amellerimi cehennem azabına müstehak olan kimseye, azabı hafifletilsin diye hibe ettim!" Öyleyse nefsini ve rabbini bilen ve rabbinden gereği gibi utanan bir kimsenin dili iddialardan uzak olur. Evet! O´nun sevgisine hareketleri, sekeneleri, atılganlık ve geri çekilmesi ve mütereddid olması şahidlik eder. Cüneyd-i Bağdadî´den şöyle hikâye edilmiştir. Hocamız Sırrî es-Sekatî hastalandı. Hastalığının ilâcını bir türlü bilemedik ve hastalığının sebebini de çözemedik. Bunun üzerine bize hâzık bir doktor tavsiye edildi. Hocamızın idrarından bir şişe alıp doktora gösterdik. Doktor uzun uzun o idrarı tedkik ettikten sonra bana ´Bu idrarın aşık bir kimsenin idrarı olduğunu görüyorum!´ dedi. Bunun üzerine bir çığlık attım ve düşüp bayıldım. İdrar şişesi de elimden düştü. Sonra dönüp Sırrî es-Sekâtî´ye durumu anlattım. Tebessüm ederek şöyle dedi: ´ALLAH müstehakını versin ne de hâzık bir doktor imiş!´ Dedim ki: ´Ey üstad! Sevgi insanın bevlinden de belli olur mu?´ ´Evet !´ dedi. Sirrî es-Sekatî bir defasında ´Eğer istesem, derimin kemiğime yapışıp kuruması ve cismimin çekilmesi O´nun sevgisinden olmuştur diyebilirim´ dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılması delâlet eder ki Sırrî bu durumu vecdin galebe çaldığı ve baygınlığın başlangıcında söylemiştir. İşte bunlar muhabbetin alâmet ve meyvelerinin esas noktalarıdır. O alâmetlerden biri de ileride geleceği gibi ünsiyet ve rıza dır. Kısacası; dinin güzel saydığı bütün ahlâklar ve iyilikler sevginin semeresidir. Sevginin meyvesi olmayan birşey, hevâ-i nefsin arkasından gitmektir ve ahlâkların düşüklerindendir. ALLAH Teâlâ bazen kuluna ihsan ettiğinden dolayı kulu tarafından sevilir. Bazen de kul sadece O´nu celâlinden ve cemâlinden ötürü kula o anda bir ihsanı olmasa bile sever, velev ki kula o anda herhangi bir ihsanı yoksa bile... Muhibler de bu iki kısımdan hariç değildirler. Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İnsanlar ALLAH muhabbeti hakkında genel ve özel olarak ikiye ayrılırlar. Genel olanlar o muhabbeti, ALLAH´ın ihsanının devamlılığında ve nimetlerinin çokluğunda temin ettikleri marifetle elde etmişlerdir. Onlar O´nu râzı etmekten kendilerini tutamamışlardır. Ancak şu kadar vardır ki onların muhabbeti nimet ve ihsanın nisbetinde azalır ve çoğalır. Havassa gelince onlar muhabbeti kudret, ilim, hikmet ve mutlak saltanatın büyüklüğünden ötürü elde etmişlerdir. Onlar ALLAH Teâlâ´nın kâmil sıfatlarını, en güzel isimlerini tanıdıklarında O´nu sevmemek artık onların elinden gelmez; zira ALLAH bu kâmil sıfatlardan dolayı onların katında muhabbete müstehak olur. Çünkü onlar muhabbetin ehlidir. Eğer ALLAH Teâlâ onlardan bütün nimetlerini alsa bile yine de O´nu severler´. Evet! İnsanlardan bir kısmı vardır ki hevâ-i nefsini ve ALLAH´ın düşmanı İblis´i sever. Buna rağmen cehâletlerinden ötürü kendilerini kandırarak ALLAH´ın muhibbi olduklarını zannederler. İşte bu kimse öyle bir kimsedir ki onda bu saydığımız alâmetler yoktur. Münafıklıktan, riyakârlık ve gösterişten dolayı o alâmetlere bürünür. Oysa gayreti dünyanın peşin verilen nasibi içindir. O kötü âlimler, kötü kurralar gibi olduğunun hilâfını gösterir. İşte bunlar yeryüzünde ALLAH´ın buğzettiği kimselerin ta kendileridir. Sehl bir insanla konuştuğunda ona ´ey dost!´ diye hitap ederdi. Sehl´e ´Ey dost diye hitab ettiğin kişi bazen senin gerçek dostun değildir. Sen ona nasıl böyle dersin?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: "Söyleyenin kulağında bir sır vardır! Kendisine ´ey dost´ diye hitap ettiğim kişi, ya mü´min, ya münâfıktır. Eğer mü´min ise, o ALLAH´ın dostudur. Eğer münâfık ise, o şeytanın dostudur". Ebu Turab eni-Nahşubî, muhabbetin alâmetleri hakkında şu beyitleri söylemiştir: ´Sakın zillet gösterme! Zira habibin delilleri vardır. Habibin yanında habibinin hediyelerinden vesileler vardır. O delillerden biri habibinden gelen belanın acısıyla nimetlenmek-tir. Habibinin her yaptığına sevinmektir. Habibin vermemesi, (onun katında) makbul bir atiyyedir. Fakirlik bir ikram ve acelece verilen bir ihsandır. Tenkidçi ne kadar ısrar ederse habibine itaate azimli olmak delillerindendir. Kalbinde habibten gelen ızdıraplar dopdolu olduğu halde onu mütebessim olarak görmen delillerdendir. Nezdinde dilencinin nasip aldığı bir zatın konuşmasını an-layışla karşılamasını görmen de delillerdendir. Delillerden biri de zahmetlere katlandığını, her söylenenden korunduğunu görmendir. Yahya b, Muaz şu şiiri okumuştur: ´Onu sahillerin kenar-larında, iki beze bürünerek görmen, delillerdendir. Tenkidçisi olmadığı halde karanlığın içinde üzüntü ve ağlayışı delillerdendir. Onun cihada doğru ve her güzel fiile doğru koştuğunu görmen de delillerdendir. Geçici nimet ve zillet evinden her görünen şey hakkında zâhidliği de delillerdendir. Delillerden biri de mevlâsı kendisini kötü fiiller üzerinde gördüğünden dolayı onu ağlarken bulmandır. Delillerden biri de onun bütün işlerini âdil olan Sultana teslim ettiğini görmendir. Delillerden biri de Sultanın hükmüne razı olduğunu görmendir. Delillerden biri de kalbi matemli kadının kalbi gibi üzüntülü olduğu halde onun insanlar arasında gülmesidir´. 40) Müslim, Buhârî 41) Ebu Nuaym, Hilye 42) Adı Ebû Yakub b. Yahya el-Mısrî´dir. Bu zat İmam Şafii´nin arkadaşı ve kendisinden sonraki halifesidir. H. 231´de Kur´an´m mahlûk olmadığını savunduğundan dolayı Bağdad´da zincirle bağlı iken vefat etmiştir. 43) Buhârî 44) Bu sadece Abdülazîz b. Ebî Revvad´ın rüyasında vâki olan bir hadîstir, Bu zat der ki: "Hz. Peygamber´i rüyada gördüm ve dedim ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!´ O da bana bunu emretti". Beyhakî, Zühd. 45) Müslim, (Ahmed b. Humeyd´den), Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban (Irâkî) Deylemî de merfû olarak zayıf bir senedle rivayet etmiştir ve bu rivayet rüya hadîsi değildir. (Bkz. Îthaf´us-Saade) 46) İmam Ahmed, Zühd |
|
![]() |
#226 |
![]() ALLAH ile Ünsiyet´in Mânâsı
Biz ünsiyet´in, korku ve şevk´in muhabbet eserlerinden olduğunu zikrettik. Ancak bunlar değişik eserlerdir. Muhibbin bakışı ve kendisinde galip bulunan şeyden ötürü değişir. Bu bakımdan muhib gayb perdelerinin arkasında cemâlin müntehasına muttali olmak hâli galebe çaldığında, celâlin künhüne muttali olmaktan kusurlu olduğunu sezdiğinde, kalp talebe yönelir ve onun için kıpırdanır ve ona koşar. Bu hale şevk adı verilir. Bu şevk ancak gaib bir şeye izafetendir. Kişinin üzerine mahbuba yaklaşmaktan ötürü sevinmek, keşften hâsıl olan şey ile huzurun müşahedesi galebe çalmış, bakışı da görünen ve hazır bulunan cemâli mütalaa etmenin üzerine teksif edilmiş ise ve görmediğine iltifat etmiyorsa, kalp düşündüğüyle müjdelenir ve onun müjdelenmesine ünsiyet adı verilir. Eğer izzet, istiğna ve pervasızlık sıfatlarına bakarsa, kalmak ve uzaklaşmak imkânı kalbe gelirse kalp bundan elem duyar. Kalbin bu elemine havf (korku) adı verilir. Bu haller, bu düşüncelerin sebeplerine tâbidir. Bu bakımdan ünsiyetin mânâsı, kalbin cemâli mütalaa etmekle müjdelenmesi demektir. Öyle müjdelenir ki bu seziş galebe çaldığında ve kalp kendisinden gaib olanın ve ileride gelip yakasına yapışacak olan zeval tehlikesinin düşüncesinden tecerrüd ettiğinde nimet ve lezzeti oldukça büyür. İşte bu noktada bazıları düşünmüştür. Nitekim kendisine ´Sen müştak mısın?´ diye sorulan ´Hayır! Şevk ancak gaib olan bir şeye karşıdır. Gaib olan hazıra ise kişi niçin müştak olsun?´ diye cevap vermiştir. Bu elde ettiği makamın sevgisinde müstağrak, imkân dahilinde kalan diğer lütûfların meziyetlerine iltifat etmeyen bir kimsenin konuşmasıdır. Ünsiyet hali her kime galebe çalarsa onun isteği tek başına bulunmak ve halvete çekilmek olur. Şöyle hikâye ediliyor: İbrahim b. Edhem dağdan inip gelince kendisine ´Nerden geliyorsun?´ diye soruldu. Cevap olarak ´ALLAH ile ünsiyetten geliyorum!´ dedi. İbrahim b. Edhem´in bu sözü şu hikmete binaendir: ALLAH ile ünsiyet, ALLAH´ın gayrisinden tevahhuş etmeyi, hayrete mâni olan her şeyden kaçmayı ve nefret etmeyi gerektirir. Bu bakımdan ünsiyet, kalp üzerindeki şeylerin en ağırıdır. Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) rabbi ile konuştuğunda bir müddet herhangi bir insandan bir ses duyar duymaz düşüp bayılıyordu. Çünkü sevgi, mahbubun konuşmasının tatlı olmasını, onu anmanın tatlı olmasını gerektirir. Bu bakımdan mahbubtan gayrisinin tatlılığı kalpten çıkar! Hükemadan biri şöyle dua etmiştir: ´Ey beni zikriyle me´nûs kılan ve kullarından uzaklaştıran (seni çağırıyorum)!´ R abia el-Adevîye´ye şöyle denildi: ´Sen bu dereceye ne ile ulaştın?´ ´Beni ilgilendirmeyeni terketmek, lâyezâl bir zatla ünsiyet kurmakla!´ dedi. Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: Bir rahibin yanından geçtim ve kendisine şöyle sordum: - Ey rahib! Tenhalık pek hoşuna gidiyor mu? - Ey kişi! Eğer tenhalığın zevkini tatsaydın nefsinden ürküp ona sığınırdın. Tenhalık ibadetin sermayesidir. - Tenhalıkta en az gördüğün nedir? - Halkla yaşamaktan rahat olmak ve onların şerrinden selâmetbulmaktır. - Ey rahib! Kul ne zaman ALLAH ile ünsiyetin zevkini tadar? - Sevgi arındığı, ALLAH ile arasındaki muamele halis olduğuzaman! - Ne zaman sevgi durulur? - Ne zaman ki himmet birleşip taatta bir himmet olursa o zaman sevgi durulur. Hükemadan biri dedi ki: ´Mahluklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasına yönelirler? Kalplere hayret ediyorum. Nasıl senin yerine başkasıyla ünsiyet ederler?´ Soru:Ünsiyet´in alâmeti nedir? Cevap: Ünsiyet´in özel alâmeti, halkın muaşeretinden sıkılmak ve onlarla oturup kalkmaktan nefret etmek ve zikrin tatlılığına kendisini tamamen kaptırmaktır. Eğer halkın arasına katılırsa, cemaatta olduğu halde tek başına gibi olur. Halvette bir cemiyet, hazerde bir garip, seferde bir hazır, gaibde bir şahid, huzurda bir gaib gibidir. Nitekim Hz. Ali bunların vasıfları hakkında şöyle demiştir: ´Onlar bir kavimdir ki ilim onları işin hakikati üzerine üşüştürmüştür. Onlar yakînin ruhuna yapışmışlar, nimetler içerisinde kıvrananların haşin gördüklerini yumuşak telâkki etmişler, cahillerin tevahhuş ettiklerine ünsiyet vermişlerdir. Bedenleriyle dünyaya arkadaşlık yaparlar, fakat ruhları en yüce merkeze bağlıdır. Onlar ALLAH´ın yeryüzündeki halifeleri ve dinine çağıranlardır´. İşte ALLAH ile ünsiyet´in mânâsı budur. Bu onun alâmeti ve söylediklerimiz de onun delilleridir. Kelâmcıların bazısı, ünsiyeti; şevk ve sevgiyi inkâr etmeye yeltenmişlerdir. Bunların oluşunun teşbihe delâlet ettiğini zannetmişlerdir. Bu kelâmcılar, basiretlerle idrâk olunanların cemâli, gözlerle görülenlerin cemâlinden daha kâmil olduğunu, bunların marifetinin lezzetinin kalp sahiplerine daha galib olduğunu bilememişlerdir. Bu kelâmcılardan biri de ´Halil´in Gulâmı´47 diye bilinen Ahmed b. Galib´tir. Bu zat, Cüneyd-i Bağdâdî´ye, Ebu Hasan en-Nûri´ye ve diğerlerine sevgi, şevk ve aşk meselesini inkâr ederek hücum etmiştir. Hatta kelâmcılardan bazıları rıza makamını bile inkâra yeltenip ´Sabırdan başkası yoktur.Rızaya gelince bu düşünülemez´ demiştir! Bütün bu sözler eksik, kusurlu dînî makamların ancak kabuğuna muttali olmuş ve kabuktan başka varlığın olmadığını sanmış bir kimsenin sözüdür; zira duyularla hissedilen şeyler ve din yoluyla hayale giren herşey sırf bir kabuktur. Esasen istenilen öz, onun ötesindedir. Bu bakımdan cevizin kabuğundan başka şey görmeyen bir kimse zanneder ki cevizin hepsi kabuktur. Bu kimsenin katında cevizden yağ çıkarmak şüphesiz muhal görünür. Bu kimse mazurdur. Fakat onun özrü makbul değildir. ALLAH ile olan ünsiyeti tembel bir kimse idrak edemez. Hileci bir kimse pazu kuvvetiyle onu idrâk etmez. Ünsiyet verenler birtakım kişilerdir ki hepsi necibdirler. Hepsi tertemiz ve ALLAH için var kuvvetiyle çalışan kimselerdir. 47) Uzun zaman Nahiv alimi Halil b. Ahmed´in hizmetinde ve refakatinde bulunduğundan ve yanında okuduğundan bu ismi almıştır. Bu zat da Nahiv ve Kelâm ilminin ileri gelenlerindendi. |
|
![]() |
#227 |
![]() ALLAH´ın Kazasına Rıza Göstermenin Mânâsı
Rıza´nın Hakikati ve Fazileti Hakkında Vârid Olan deliller Rıza, sevgi meyvelerinden bir meyvedir. Mukarreblerin makamlarının en yücesidir. Onun hakikati çok kimselere kapalıdır. Ona bir çok benzerlik ve belirsizlik karışmıştır. Ancak ALLAH Teâlâ tarafından tevil ilmi öğretilen, din hususunda kesin anlayışlı bir kimseye bu hakîkat keşfolunur. Bu bakımdan münkirler, hevâ-i nefse muhalif olmaktan ibaret olan rızayı inkâr ettiler. Sonra dediler ki: ´Eğer ALLAH´ın fiilidir diye her şeye razı olmak mümkün olsa o zaman küfre ve günahlara razı olmak da gerekir!´ Bu düşünceden hareket eden bir grup aldanarak fısk ve fücura razı oldular. Fısk ve fücurda bulunan kimseye itirazı terketmeyi, ALLAH´ın kazasına teslim olduğunu iddia ederek savundular. Eğer bu sırlar sadece şeriatın zâhirlerini dinlemekle iktifa eden bir kimseye keşfolunsaydı Hz. Peygamber İbn Abbas için ´Ey ALLAHım! Onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret!´ diye duada bulunmazdı. Bu bakımdan biz rızanın faziletinden başlayalım. Sonra olanların hikâyelerini nakledelim. Sonra rızanın hakikatini, hevaya muhalif olan yerde nasıl tasavvur olunduğunu zikredelim. Tıpkı duayı ter-ketmek ve günahlara karşı sükût etmek gibi... |
|
![]() |
#228 |
![]() Rıza´nın Fazileti
Ayetler ALLAH onlardan razı olmuş,onlar da O´nd.an razı olmuşlardır.(Beyyine/8) İyiliğin karşılığı yalnız iyilik değil midir? (Rahmân/60) İhsan´ın son noktası, ALLAH´ın kulundan razı olmasıdır. Bu ise kulun ALLAH´tan razı olmasının sevabıdır. Adn cennetlerinde güzel meskenler va´dedilmiştir. ALLAH´ın (onlardan) razı olması ise hepsinden büyüktür. İşte bu en büyük saadettir.(Tevbe/72) Görüldüğü gibi, ALLAH rızayı Adn cennetinin üstüne çıkarmıştır. Nitekim onun zikrini namazın üstüne çıkararak şöyle buyurmuştur: Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette ALLAH´ı anmak en büyük (ibadet)tir. (Ankebût/45) Zikri yapılan zatı namazda görmek namazdan daha büyükse, onun gibi, cennet sahibinin rızası da cennetten daha yücedir. Hatta o, cennet sakinlerinin isteklerinin en yücesidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ mü´minlere tecelli ederek şöyle buyurur: ´Benden isteyiniz´! Onlar da ´Senin rızanı istiyoruz!´ derler.53 Bu bakımdan cennet ehlinin ALLAH´ın cemâline baktıktan sonra rızasını istemeleri rızanın fazilette en son zirve olduğunu gösterir. Kulun rızasına gelince, onun hakikatini ilerdeki bahislerde zikredeceğiz. ALLAH´ın kuldan razı olmasına gelince, o başka bir mânâ ile ALLAH´ın kulu sevmesi hakkında söylediklerimize yaklaşır. Fakat o mânânın hakikatini keşfetmek caiz değildir; zira halkın anlayışı onu kavramaktan acizdir. Kimin ona gücü yeti-yorsa onu bizzat nefsinden idrâk etmekle müstakil olur. Kısacası; ALLAH´ın cemâline bakmanın üzerinde bir mertebe yoktur. Cennet ehli cemâle bakmaktan sonra rızayı şundan dolayı istediler: ´Rıza bakışın devamlılığını sağlar! Sanki onlar bakış nimetine mazhar olduklarında bakışı gayelerin gayesi ve isteklerin son merhalesi olarak gördüler. ALLAH Teâlâ onlara ´isteyiniz´ diye emredince onlar cemâline bakmanın devamından başkasını istemediler ve bildiler ki rıza perdenin daimî bir şekilde kalkmasına vesiledir. Katımızda daha fazlası da var! (Kaf/35) Bu ayet hakkında bazı müfessirler dediler ki: ´Cennet ehline bu ziyadelik sırasında rabb´ül âlemîn´in katından üç hediye gelir. O hediyelerden biri, öyle bir hediyedir ki onların katında cennetlerde onun benzeri yoktur. O da şu ayetle ifade edilmiştir: Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!(Secde/17) İkincisi, ALLAH´ın onlara selâmıdır. Bu ilâhî selâm, daha ön-ceki hediyeyi kat kat artırır. O da şu ayetle ifade edilmiştir: Çok merhametli rab´den (onlara) söz ile selâm vardır. (Yasin/58) Üçüncüsü ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ben sizden razıyım! Bu bakımdan bu, hem hediyeden, hem de selâmdan daha üstün olur. İşte bu da şu ayetle ifade edilmiştir: ALLAH´ın rızası ise, daha büyüktür. (Tevbe/72) Yani onların içinde bulunduğu nimetten daha büyüktür. İşte bu, ALLAH´ın rızasının faziletidir. ALLAH rızası da kul rızasının meyvesidir. Hadîsler Rivayet edildi ki Hz. Peygamber (s.a) ashabından bir gruba şöyle sordu: - Siz necisiniz? - Biz mü´minleriz! - İmanınızın alâmeti nedir? - Belaya karşı sabreder, genişliğe karşı şükreder ve kazayada razı oluruz! - Kâbe´nin rabbine yemin ederim, mü´mindirler.54 Hâkimdirler, âlimdirler. Fıkıh ve anlayışlarından ötürü öyle yaklaştılar ki neredeyse peygamber olacaklardı.55 Rızkı yetecek kadar olduğu ve buna razı bulunduğu halde İslâm dinine hidayet olunan bir kimseye ne mutlu! Kim ALLAH´tan gelen az rızka razı olursa, ALLAH Teâlâ da ondan gelen az amele razı olur!56 ALLAH bir kulunu sevdiği zaman, ona belâ verir. Eğer o kul belaya karşı sabrederse, onu kul edinir. Eğer rıza gösterirse onu seçkin bir kul yapar.57 Hz. Peygamber şöyle anlatır: Kıyamet günü geldiğinde ALLAH Teâlâ, ümmetimin bir taifesine kanatlar verir. Onlar kabirlerinden cennetlere uçarlar. Cennetlerde diledikleri şekilde gezer ve diledikleri şekilde nimetlenirler. Bunun üzerine melekler onlara şöyle sorarlar: - Sizin hesabınız görüldü mü? - Hayır! Hesap görmedik! - Sis köprüyü geçtiniz mi? - Hayır! Herhangi bir köprü görmedik! - Siz kimin ümmetindensiniz? - Biz Muhammed´in (a.s) ümmetindeniz! - Siz ALLAH´a da böyle söyleyin, dünyada ameliniz neydi? - Bizde iki haslet vardı. Biz bu makama ALLAH´ın rahmetininfazlıyla ulaştık. - O iki haslet neydi? - Biz tek başımıza kaldığımızda O´na karşı gelmekten utanırdık. Bizim için taksim buyurduğu aza razı olurduk! - Siz bu nimete müstehaksınız!58 Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey fakirler cemaati! Kalplerinizde ALLAH´a (hükmüne) razı olun! Bunu yaptığınızda fakirliğinizin sevabını elde edersiniz. Aksi takdirde mahrum kalırsınız.59 Hz. Musa´nın (a.s) haberlerinde şöyle vârid olmuştur: İsrailoğulları Musa´ya. ´Rabbinden bizim için bir şey iste ki biz onu işlediğimizde bizden razı olsun´ dediler. Musa (a.s) ´Ey ilâhî! İsrailoğullarınm dediğini işittin!" dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: Ey Musa! Onlara de ki: Benden (kazamdan) razı olsunlar ki ben de onlardan razı olayım! Buna Hz. Peygamber´den rivayet edilen şu hadîs şahidlik eder: Kim ALLAH katında kendisi için hazırlananı bilmek istiyorsa, ALLAH için yanında ne olduğuna baksın. Zira müşriklerin dediklerinden yüce ve münezzeh olan ALLAH kul onu nefsinin neresine indirirse, O da kulu katında oraya indirir!60 Dâvud´un haberlerinde şöyle vârid olmuştur: ´Benim velî kullarımın dünyaya ihtimam etmekle ne işleri vardır? Dünyaya ihtimam etmek, münacâtımın tadını velî kullarımın kalplerinden giderir. Ey Dâvud! Velî kullarımdan sevdiğim durum, dünyanın hiçbir şeyi için gam yemeyen ruhânî kimseler olmalarıdır´. Rivayet ediliyor ki Hz. Musa (a.s) şöyle dua etti: - Yâ rabbî! Beni öyle bir şeye muttali et ki onda senin rızan olsun! Ben de onu işleyeyim! - Benim rızam senin hoşlanmadığındadır. Oysa sen istemediğin bir şeye karşı sabretmezsin. - Yâ rabbî! Beni bunun üzerine muttali kıl! - Muhakkak ki benim rızam, senin kaza ve kaderime razı olmandadır. Hz. Musa´nın (a.s) münacâtında şöyle dediği vârid olmuştur: - Ey RABBİM! Mahlukunun hangisi sence daha sevimlidir? - O kimse ki ondan mahbubunu aldığımda benimle sulh yapar. - Hangi mahlukuna kızgınsın? -O mahlukuma kızgınım ki benden işin hayırlısını ister. Ona hayırlısını verdiğimde kaderime küser! Bundan daha şiddetlisi rivayet edildi. O da şudur: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben ALLAHım! Benden başka ilah yoktur. Kim verdiğim belaya karşı sabretmez, nimetime şükretmez ve kazama rıza göstermezse, o benden başka bir rab edinsin!61 Şiddette bunun benzeri ALLAH Teâlâ´nın Hz. Peygamber tarafından haber verilen şu hadîs-i kudsî´deki sözüdür. Kaderleri takdir ettim. Tedbiri düzenledim. Sanatı sağlam yaptım. Kim razı olursa, benimle mülâki oluncaya kadar benden de ona rıza vardır. Kim kızarsa, benimle buluşuncaya kadar, ben de ona kızarım.62 ALLAH Teâlâ (c.c) bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmaktadır: Hayır ve şerri yarattım. Hayrı kendisi için yarattığım ve hayrı onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cennet vardır. Şer için yarattığım ve şerri onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cehennem vardır. Sonra neden ve niçin diyen kimseye de cehennem vardır.63 Geçmiş haberlerde şöyle vârid olmuştur: Peygambierlerden biri ALLAH Teâlâ´ya açlık, fakirlik ve eziyet hakkında on sene şikayet etti. Onun dileği kabul olunmadı. Sonra ALLAH Teâlâ ona şöyle vahyetti: ´Ne kadar daha şikayet edeceksin? Yer ve gökleri yaratmadan önce levh´ul-mahfuz´da senin başlangıcın böyleydi. Benden sana kader böyle sebkat etmiştir. Dünyayı yaratmadan önce senin için böyle hükmetmişim. Dünyanın yaratılışını senin için yeniden iade etmemi veya senin için takdir ettiğimi tebdil etmemi mi istiyorsun? Böylece senin sevdiğinin benim sevdiğimin üstüne çıkmasını, senin iradenin benim irademe galip gelmesini mi istiyorsun? İzzet ve celâlime yemin olsun! Eğer bu durum senin göğsünde ikinci bir defa kıpırdanırsa, muhakkak seni peygamberlik defterimden sileceğim!´ Rivayet ediliyor ki Adem (a.s) küçük çocuklarının bazısıyla beraberken çocuklar onun sırtına biner ve inerdi. İçlerinden biri, merdivene basar gibi, Adem´in (a.s) kaburga kemiklerine basar, başının üstüne çıkar, sonra yine kaburgalarına basa basa inerdi. Adem de başını yere eğer, ne konuşur, ne de başını kaldırırdı. Bunun üzerine, büyük çocuklarından biri kendisine ´Babacığım görmüyor musun bu sana neler yapıyor?! Neden bunu azarlamıyorsun?´ dedi. Âdem (a.s) ´Ey oğul! Sizin görmediğinizi ben gördüm. Sizin öğrenmediğinizi öğrendim. Ben bir hareket yaptım da keramet evinden zillet evine, nimet evinden şekavet evine indirildim. İkinci bir hareket daha yapıp bana bilmediğim bir şeyin isabet etmesinden korkuyorum´ dedi. Enes b. Mâlik (r.a) der ki: Hz. Peygamber´e on sene hizmet ettim. Bu on sene zarfında yapmış olduğum birşey için ´Neden yaptın?´ ve yapmamış olduğum birşey için de ´Neden yapmadın?´ demedi. Olan hiçbir şey için ´Keşke olmasaydı´ olmayan hiçbir şey için de ´Keşke olsaydı´ demedi. Onun aile fertlerinden biri benimle cedelleştiğinde şöyle derdi: ´Onun yakasını bırakın! Eğer birşeye hükmedilmiş ise muhakkak olacaktır´.64 Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, Hz. Dâvud´a (a.s) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ey Dâvud! Muhakkak sen de irade ediyorsun ben de! Ancak benim irade ettiğim olur! Bu bakımdan benim irade ettiğime teslim olduğunda senin irade ettiğinden seni müstağni kılarım. Eğer irade ettiğime teslim olmazsan, senin irade ettiğin şey hususunda seni yorarım. Sonra benim irade ettiğimden başkası da olmaz´. Ashâb´ın ve Alimlerin Sözleri İbn Abbas (r.a) dedi ki: ´Kıyamet gününde cennete ilk davet edilen insan herhalde ALLAH´a hamdedenlerdir´. Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: ´Benim için kaderin vuruş noktalarından başka hiçbir yerde sevinmek kalmamıştır´. Kendisine şöyle soruldu: - Senin iştahın ne çekiyor? - ALLAH neye hükmetmişse onu çekiyor! Meymun b. Mehram şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kazasına razı olmayan bir kimsenin ahmaklığına deva yoktur!´ Fudayl b. Iyaz da şöyle demiştir; ´Eğer sen ALLAH´ın takdirine sabretmezsen nefsinin takdirine de sabredemezsin´. Abdülâziz b. Ebî Revvad65 dedi ki: ´Sirke ile arpa ekmeği yemek, kıl ile yün giymek hüner değildir. Fakat hüner ALLAH´ın rızasındadır´. Abdullah b. Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer ben bir ateş korunu yalarsam, o kor da yaktığını yakar; bıraktığını bırakırsa, bu durum bana, olan bir şeye ´keşke olmasaydı´ veya olmayan bir şeye ´keşke olsaydı´dememden daha sevimli gelir´. Bir kişi, (Basralı) Muhammed b. Vasî´ın ayağındaki çıbanabaktı ve şöyle dedi: ´Ben bu çıbandan dolayı sana acıyorum!´Muhammed ´Fakat ben bu çıban çıktığından beri, gözümde çıkmadı diye teşekkür ediyorum! İsrailiyat´ta şöyle rivayet edilmiştir: ´Bir âbid uzun bir zaman ALLAH´a ibadet etti. Nihayet rüyada ona ´Cennette filan çoban kadın senin arkadaşındır´ dendi. Bunun üzerine âbid, buluncaya kadar o kadını araştırdı. Kadını ameline bakmak için üç gün misafirliğe davet etti. Âbid geceleyin hep ibadet yapar, kadın da yatardı. Gündüz oruçlu olur, kadın yerdi. Âbid kadına sordu: Senin, gördüğümden başka bir amelin var mıdır?´ Kadın ´Yemin, olsun gördüğünden başka bir amelim yok ve bundan başkasını da bilmiyorum´ dedi. Âbid durmadan, ısrarla kadına ´Hatırla bakalım!´ diyordu. Kadın sonunda ´Benim küçük bir hasletim vardır. O da sıkıntıda olursam, genişlikte olmayı temenni etmem. Hastalık içinde olursam sıhhatte olmayı temenni etmem. Gölgede olursam güneşte olmayı temenni etmem!´ dedi. Bu sözleri işittikten sonra, âbid, iki eliyle başını tutup şöyle dedi: ´Ey kadıncağız! Sen buna küçük bir haslet mi diyorsun? ALLAH´a yemin ederim, bu büyük bir haslettir. Âbidler bile bunu yapmaktan acizdirler´. Seleften bir zattan şöyle rivayet edildi: ´ALLAH Teâlâ, göklerden bir hükümle hükmettiğinde, yeryüzündeki insanların hükmüne razı olmalarını ister´. Ebu Derdâ şöyle der: ´İmanın zirvesi; hükme karşı sabretmek, kadere rıza göstermektir´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sıkıntı ve genişlikten hangisinde sabahladığıma veya akşamladığına aldırmam´. Süfyan es- Sevrî, bir gün Rabiat´ül-Adeviyye´nin yanında şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Bizden razı ol! Bunun üzerine Rabia hatun Sevrî´ye hitaben ´Sen ALLAH´tan razı olmadığın halde O´ndan razı olmasını istemekten utanmıyor musun?´ dedi. Bu çıkış üzerine, Sevrî ´Estağfirullah! (ALLAH´tan af dilerim)´ dedi. Bu durum karşısında Câfer b. Süleyman ed-Debî66 ´O halde kul, ne zaman, ALLAH´tanrazı olur?´ diye sordu. Rabia Hatun ´Kulun musibetle sevinmesi, nimetle sevinmesi gibi olduğunda ALLAH´tan razı olmuş demektir´ dedi. Fudayl b. Iyaz derdi ki: "Kulun yanında vermek ile vermemek eşit olduğunda ALLAH´tan razı olmuştur´. . Ahmed b. Ebu Havarî67 şöyle anlatır: Ebu Süleyman Dârânî ´Kullar kölelerinden neyle razı olurlarsa, ALLAH da kullarından onunla razı olur´ dedi. Ben Ebu Süleyman´a şöyle sordum: - Bu ne demektir? - Kulun halktan isteği, mevlâsının kendisinden razı olması değil midir? -Evet! -Muhakkak ki ALLAH´ın kullarından gelen sevgisi, o kulların O´ndan razı olmasıdır. Sehl şöyle demiştir: ´Kulların yakîn derecesinden nasipleri, rıza derecesinden olan nasipleri nisbetindedir. Rıza derecesindeki nasipleri ise ALLAH ile maişetleri nisbetindedir!´ Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ (c.c), hikmet ve celâliyle, sevgiyi, rıza ve yakînde kılmıştır. Gam ve üzüntüyü ise, şekk ile öfkede kılmıştır.68 53) Ahmed, İbn Hibban ve Hâkim 54) İlim bölümünde geçmişti. 55) İlim bölümünde geçmişti. 56) Mehamilî 57) Ehl-i Beyt yoluyla rivayet edilmiş 58) İbn Hibban 59) Daha önce geçmişti. 60) Hâkim 61) Taberânî 62) Taberânî, (bir benzeri) 63) İbn Şahin 64) Müslim, Buhârî 65) Kendisi âbid bir zattır. Tabiîn´in büyüklerinden rivayetler yapmıştır. Onun zamanında âbidler kıl ile yün´den yapılmış elbise (aba) giyerlerdi. 66) Bafralıdır. Şayân-ı itimad bir zâhiddi. H. 178´de vefat etmiştir. 67) Adı Abdullah b. Meymûn Tığlebî ed-Dımeşkî´dir. H. 146´da vefat etmiştir. 68) Taberânî ve İbn Atiyye, (merfû olarak) |
|
![]() |
#229 |
![]() Rıza´nın Hakikati, Heva-i Nefse Muhalif Olan Hususlarda Düşünülmesi
Hevâya ve belânın çeşitlerine muhalefet edene sabır´dan başka, yapacağı birşey yoktur. Rıza düşünülemez diyenin sözü ise ancak muhabbeti inkâr etme cihetinden geliyor. ALLAH´ı sevmeyi düşünmek ve himmeti tamamen bu hususa sarfetmek sabit olduğunda sevgi, habibin fiillerine rıza göstermeyi gerektirir. Bu ise iki yönden olur: Bir O yönlerin biri, elemi hissettirmeyi iptal etmesidir. Öyle ki yara aldığı halde yine de elemi hissetmez. Bunun misali savaşan kişidir. Bu kişi öfke veya korku halindedir. Bu durumda yara alır ve hissetmez. Ancak kanı gördüğünde yarası olduğunu farkeder. Bazen işe giden bir kimsenin ayağına diken batar da kalbi meşgul olduğundan dolayı elemini hissetmez. Aksine hacamat yapan veyahut başını körleşmiş bir demir ile traş eden kimse ondan elem duyar. Eğer kalbi mühim şeylerle meşgul ise berber ve haccam vazifesini yaparlarken hissetmez. Bütün bunlar, kalp, işlerin biriyle tam mânâsıyla dolu bulunduğu zaman ve o işi yerine getirmekle meşgul olup başkasını idrâk etmediği için olur. Mâşukunun müşahedesi veya sevgisiyle sarhoş olan bir aşık da böyledir. Elem verici veya üzücü birşey ona isabet ettiğinde, sevgi onun kalbini kapsadığından isabet eden üzüntü ve elemi duymaz. Bu ancak dosttan başkasından kendisine isabet ettiği zaman böyledir. Acaba dostundan kendisine isabet ederse durum nasıldır? Kalbin muhabbet ve aşk ile meşguliyeti, meşguliyetlerin en büyüklerindendir. Bu durum hafif bir sevgiden ötürü azıcık bir elemde düşünüldüğüne göre büyük bir sevgi ile büyük bir elemde elbette düşünülür. Çünkü sevginin de elemin de kat kat olması düşünüldüğü gibi, kuvvetin de katmerli olması düşünülür. Nasıl ki gözle idrâk edilen güzel suretlerin sevgisi kuvvetlenirse basiret nûruyla idrâk ve gizli suretlerin sevgisi de kuvvetlenir. ALLAH Teâlâ´nın cemâl ve celâline gelince ona hiçbir cemâl ve celâl kıyas edilemez. Bu bakımdan bir kimseye ondan birşey keşf olunursa, o aklını kaybedercesine, düşüp bayılırcasına dehşete kapılır. Kendisine dokunandan haberi bile olmaz! Rivayet ediliyor ki Feth el-Mevsilî nin hanımı düştü ve tırnağı ikiye yarıldı ve gülmeye başladı. Kendisine ´Sen acıyı hissetmiyor musun?´ diye soruldu. Dedi ki: ´Bu musibetin sevabının lezzeti, eleminin acılığını kalbimden sildi!´ Sehl et-Tüsterî´nin bedeninde bir hastalık vardı. Aynı hastalığa müptelâ olanları tedavi eder, fakat kendini tedavi etmezdi. Bu hususta kendisine sorulunca cevap olarak şöyle dedi: ´Ey dost! Dostun vuruşu acıtmaz!´ İki İkinci vecih, elemi hissetmesi ve acıyı idrâk etmesidir. Fakat buna rağmen eleme rıza göstermesidir. Her ne kadar tabiatı ondan hoşlanmıyorsa da aklı ile onu ister. Tıpkı kan alıcıdan kanının aldırılmasını isteyen bir kimse gibi... Bu kimse bunun elemini idrâk eder. Fakat buna razı olur. Üstelik de kan alana minnettar olur. İşte kendisine elem isabet edip razı olanın hali budur. Kâr etmek için sefere çıkan yolculuğun meşakkatini çeker. Fakat seferin meyvesini sevmesi onun nezdinde yolculuğun zorluğunu hoş etmiştir. Onu bu zorluğa razı kılmıştır. Ne zaman ki ALLAH tarafından ona bir bela isabet eder ve o da bu bela ile elden kaçırdığından daha fazla sevap alacağını bilirse, bu kimse belaya razı olur. Hatta belayı ister, sever ve beladan ötürü ALLAH´a şükreder. Bu durum eğer kişi bundan dolayı mazhar olacağı ihsan ve sevabı düşünürse böyledir. Yani sevgi ona galebe çalar. Muhibbin nasibi, mahbubunun murad ve rızasındadır, Bunun ötesinde değildir. Bu bakımdan bu kimse için dostun kastı ve rızası mahbub ve matlubdur. Bu söylediklerimizin örnekleri gözle görülen halk sevgisinde mevcuttur. Nazım ve nesirlerde bu durum vasıflandırılmıştır. Bunun mânâsı; ancak zâhir suretlerin güzelliğini gözle mülahaza etmektir. Eğer yalnızca güzelliğe bakılırsa, muhakkak güzellik, deri, et ve kandan ibarettir. İçi pis-liklerle doludur. Başlangıcı necis bir damla menidendir. Sonu da müteaffin bir cîfedir. O güzel başlangıç ile sonuç arasında pisliği taşır. Eğer kişi güzelliği idrâk edene bakarsa... O da hasis bir gözdür. Öyle bir göz ki gördüklerinde çoğu kez yanılır. Küçüğü büyük, büyüğü küçük görür! Uzağı yakın, çirkini güzel görür. Bu bakımdan bu sevginin yayılması düşünüldüğünde ezelî ve ebedî güzelliğin sevgisi hakkında bu nasıl muhal olabilir? Öyle ezelî bir güzellik ki onun kemâline son yoktur. O basiret gözüyle idrâk olu-nur. Öyle basiret gözü ki yanılmaz ve ölüme mahkum olmaz. Ölümden sonra ALLAH´ın katında dipdiri olarak kalır. ALLAH´ın verdiği rızıkla sevinir. Ölümle, uyanma ve keşfetmeyi elde eder. Bu, ibret gözüyle bakış yönünden apaçık bir durumdur. Buna varlık şehadet eder. Muhiblerin hal ve sözleri de şahidlik yapar. Şakîk-i Belhî şöyle demiştir: ´Kim şiddetin sevabını (hakkıyla görürse) şiddetten kaçmayı istemez!´ Cüneyd-i Bağdâdî de şöyle anlatıyor: Sırrî es-Sekatî´ye ´Muhib bir kimse belanın elemini hisseder mi?´ diye sordum. ´Hayır!´ dedi. ´Kılıçla vurulsa dahi böyle mi?´ dedim. ´Evet! Kılıçla yetmiş darbe aynı noktaya üst üste vurulsa yine de hissetmez´ dedi. Biri şöyle demiştir: ´Onun sevgisinden ötürü her şeyi sevdim. Hatta o ateşi sevseydi ateşe girmeyi bile severdim!´ Bişr b. Hâris şöyle anlatıyor: Bağdadin doğusunda yüz sopa yediği halde konuşmayan ve hapse götürülen bir kişinin yanından geçtim. Arkasına takılıp kendisine şöyle sordum: - Neden dövüldün? - Aşığım da ondan... - Neden sustun? - Çünkü mâşuğum karşımda durmuş bana bakıyordu! - Ya en büyük mâşuka baksaydın (halin ne olurdu)? Bunun üzerine bir çığlık atıp ölü olarak yere yığıldı. Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Cennet ehli ALLAH´a baktıklarında gözleri ALLAH´a bakmanın zevkinden ötürü kalplerine dalar ve içlerine siner, ancak sekiz yüz sene sonra onlar yerine döner. O halde, cemâl ve celâlin arasına düşen, celâlini mülâhaza ettikleri zaman korkan, cemâlini düşündükleri zaman şaşıran kalpler hakkındaki düşüncen nedir?´ Bişr el-Hafî dedi ki: ´Abadan´a gittim. Âmâ, cüzzamlı, mecnun, sâr´aya tutulmuş, karıncaların üzerine üşüşüp ve etini yedikleri bir kişi gördüm. Onun başını yerden kaldırıp eteğime koydum. Durmadan kendisine fısıldıyordum. Ayıldığımda dedi ki: ´Şu benimle RABBİMin arasına giren adam kimdir? Eğer RABBİM beni parça parça kesse O´na daha çok yaklaşırım´. Bişr der ki: ´Bu hâdiseden sonra kul ile rabbi arasında herhangi bir musibet gördümse o musibeti hor telâkki etmedim´. Ebu Amr Muhammed b. Eş´as dedi ki: ´Mısır ehlinin dört ay müddetle gıdaları ancak Hz. Yusufun (a.s) yüzüne bakmaktı. Acıktıkları zaman onun yüzüne bakarlardı. Onun güzelliği, onları açlık elemini hissetmekten alıkoyardı. (Bu hadise kıtlık zamanında cereyan etmiştir)´. Kur´an´da, Ebu Amr Muhammed´in söylediğinden daha beliği vardır. Bu da kadınlar Hz. Yusuf´un (a.s) güzelliğini seyretmeye o kadar dalmışlardı ki ellerini bıçaklarla paramparça ettiler ve bunu hissetmediler. Said b. Yahya şöyle anlatıyor: Basra´da Ata b. Müslim´in yanında bir genç gördüm. Elinde bir hançer vardı. Halk etrafını sardığı halde yüksek sesle bağırıyor ve şöyle diyordu: Ayrılık günü kıyametten daha uzundur. Ölüm, ayrılığın eleminden daha güzeldir. Dediler: Göç! Ben dedim ki: Göç etmem! Fakat göç eden benim yüreğimdir. Bu şiiri okuduktan sonra hançer ile karnını deşti ve ölü olarak düştü.69 Onun durumunu ve kim olduğunu sordum. Bana denildi ki: ´O meliklerden birinin bir kölesini seviyormuş. O köleyi ondan ayırmışlar´. Rivayet ediliyor ki Hz. Yunus (a.s) Cebrâil´e şöyle dedi: ´Bana yeryüzünün en âbid kimsesini göster?´ Cebrâil (a.s) ona eli ve ayağı cüzzamdan kopmuş, gözü kör olmuş bir kimseyi gösterdi. Yunus ona, kulak verdiğinde şöyle dediğini işitti: ´Yârab! Onların ikisiyle benî istediğin kadar lezzetlendirdin. Yine senin istediğin kadar benden onları aldın. Senin hakkındaki benim emelimi bende bıraktın. Ey Birr! (İyilik yapan) Ey Vesûl´ Abdullah b. Ömer´in oğlu hastalandı. Oğlu için üzüntüsü oldukça şiddetlendi. Hatta bazı kimseler dediler ki: ´Eğer çocuğun başına birşey gelirse bu ihtiyarın başına da birşey gelmesinden korkuyoruz´. Bundan sonra çocuk öldü. İbn Ömer, cenazesine iştirak etti. Hiç kimse ondan daha mesrur değildi. Kendisine bu hâlinden sorulduğunda şöyle demiştir: ´Eski üzüntüm onun için bir rahmetti. ALLAH´ın emri vâki olduğunda ona razı oldum!´ Mesruk dedi ki: "Çölde oturan bir kişinin bir köpeği, bir merkebi ve bir de horozu vardı. Horoz onları namaza kaldırır, merkebin sırtında su taşır ve eşyalarını yüklerdi. Köpek ise onları korurdu. Birgün bir tilki gelip horozu yedi. Aile efradı bunun için üzüldüler. Salih bir kimse dedi ki: ´Üzülmeyiniz, umulur ki bu daha hayırlıdır´. Sonra kurt gelip merkebin karnını deşip öldürdü. Çocuklar bunun için de üzüldüler. Salih kişi ´Bu daha hayırlıdır!´ dedi. Sonra köpek felâkete uğradı kişi ´Bilakis daha hayırlıdır!´ dedi. Sonra bir sabah uyanıp baktılar ki etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir edilmiş, sadece kendileri kalmışlar. Bunun üzerine o salih insan ´Etrafınızdaki insanların esir edilmeleri onların yanında köpek, merkeb ve horoz sesleri olduğundan dolayıdır. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın takdir buyurduğu gibi, bizim için hayır bu üç hayvanın helâk olmasında idi´ dedi. Durum bu olunca ALLAH´ın gizli lütfûnu bilen bir kimse her durumda O´nun fiiline razı olur. Rivayet ediliyor ki Hz. İsa (a.s) âmâ, alaca, kötürüm, iki tarafı meflûç, eti cüzzam sebebiyle paramparça olmuş birinin yanından geçerken şöyle dediğini duydu: ´Kullarından bir çoğuna verdiği beladan beni sâlim kılan ALLAH´a hamd olsun!´ Bu söz üzerine İsa (a.s) ona ´Ey kişi! Acaba senden hangi bela uzaklaştırıldı, baksana bütün belalar sendedir!´ dedi. Kişi ´Ey Ruhullah! Ben ALLAH Teâlâ´nın kalbime sokmuş olduğu marifetten dolayı kalbine marifet sokmadığı kimseden daha hayırlıyım´ dedi. Bunun üzerine İsa (a.s) ona ´Sen doğru söyledin. Elini bana uzat!´ dedi. Kişi elini uzattı. İsa´nın (a.s) elinin dokunmasıyla yüzce insanların en güzeli, hâlce insanların en üstünü oluverdi. ALLAH Teâlâ onda bulunan bütün illetleri, kulu ve peygamberi İsa´nın dokunmasıyla ortadan kaldırdı. Böylece o, İsa´ya arkadaş oldu ve onunla beraber ALLAH´a kulluk yapmaya devam etti. Urve b. Zübeyr´in (r.a) ayağında çıkan bir hastalıktan ötürü ayağı dizinden kesildi. Sonra dedi ki: ´Benden bir ayağımı alan ALLAH´a hamd olsun. İzzetine yemin ederim, eğer sen almışsan ge-ride bıraktığın da yeter. Eğer sen bela vermişsen muhakkak afiyet verdiğin de vardır´. Sonra Urve virdlerini bırakmayıp normal gecelerde olduğu gibi okudu. İbn Mes´ud şöyle demektedir: ´Fakirlik ve zenginlik iki binektir. Hangisine bindiğimi pek önemsemiyorum. Eğer bindiğim fakirlik ise, onun içinde sabır vardır. Eğer zenginlik ise, onun içinde (ALLAH yolunda) vermek vardır!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Ben rıza makamı hariç, her makamdan bir hâle vâsıl oldum. Rıza makamının ancak kokusunu kokladım. Buna nedenle bütün insanları cennete, beni ateşe soksa razı olurum!´. Başka bir ârife şöyle denildi: ´Sen ondan razı olmanın zirvesine nail oldun mu?´ Cevap olarak dedi ki: ´Zirveye varamadım! Fakat rıza makamına vardım. Eğer beni cehennem üzerinde bir köprü yapsa mahluklar üzerime basa basa cennete gitseler, sonra cehennemi yeminini yerine getirmek için benimle doldursa ve bütün mahluklarının bedeli olarak beni cehenneme atsa O´nun hükmünden dolayı bunu severim. O´nun taksimi dolayısıyla buna razı olurum´. İşte bu söz, sevginin bütün himmetini kapsadığını ve kendisini ateş elemini hissetmekten bile alıkoyduğunu bilen bir kimsenin sözüdür. Eğer bu kimsede bir his kalmışsa mahbubunun kendisini ateşe atmakla razı olacağını sezmiş olmasından hâsıl olan lezzetinin varlığı o hissi de ortadan kaldırır. Böyle bir halin insanoğlunu istila etmesi muhal değildir. Her ne kadar bizim gibi zayıfların hallerinden uzak ise de esasında uzak değildir. Fakat mahrum olan zayıfın kuvvetlilerin hallerini inkâr etmesi uygun değildir. Mahrum olan zayıf zanneder ki kendisinin aciz olduğu her halden ALLAH´ın velî kulları da acizdir. Ruzbarî70 diyor ki: "Ebu Abdullah b. Celâ ed-Dimeşkî´ye71 şöyle sordum: Filanın ´Ben isterdim ki bedenim makaslarla paramparça edilsin. Tek bu insanlar ALLAH´a itaat etsin´ sözünün mânâsı nedir?´ Ebu Abdullah bana ´Ey kişi! Eğer bu söz tâzim ve iclâl yolundan geliyorsa mânâsını bilmiyorum. Eğer halka nasihat ve şefkat yolundan geliyorsa biliyorum´ dedikten sonra bayılıp yere düştü´. İmran b. Husayn, karın hastalığına mübtela olup otuz sene gibi uzun bir zaman sırt üstü yattı. Ne kalkabilir, ne de oturabilirdi. Kendisine hurma lifinden yapılmış bir sedirde delik açıldı. İhtiyacını oradan görürdü. Bir ara Mutarrıf b. Abdillah ve kardeşi Ulâ onu ziyarete geldiler. Mutarrıf onun bu halini görünce ağladı. Mutarrıf´a şöyle sordu: - Neden ağlıyorsun? - Seni bu dehşetli halde gördüğümden dolayı! - Ağlama! Çünkü ALLAH´ın katında en sevimli olan şey benim katımda da en sevimli olur! Sana birşey söyleyeceğim. Umulur ki ALLAH seni onunla faydalandırır. Fakat ben ölünceye kadar kimseye ifşa etme. Melekler beni ziyaret ediyorlar. Onlarla ünsiyet edi yorum. Bana selâm veriyorlar. Selâmlarını duyuyorum. Bununla İmran´a bildirilmiştir ki bu bela ALLAH´ın bir cezası değildir; çünkü bu bela bu büyük nimetin sebebi olmuştur. Bu bakımdan belasında bu durumu müşahede eden bir kimse nasıl belaya razı olmaz? Yine bu zat diyor ki: Süveyd b. Mus´abe´nin ziyaretine gitmiştik. Yere atılmış bir elbise gördük. Onun altında birşeyin olduğunu sanmıyorduk. Süveyd´in hanımı onu kaldırdı ve durum anlaşıldı. Süveyd´in hanımı bezin altmdakine (Suveyd´e) şöyle dedi: ´Anam babam sana feda olsun! Sana ne yedirelim, ne içirelim?´ Bunun üzerine Süveyd dedi ki: ´Uyku uzadı. Yan kemiklerim delindi. Ben eskimiş bir elbise gibi oldum. Ne yemek yiyorum, ne de şu zamandan beri su hoşuma gidiyor´. Geçirdiği birkaç günü anlattı ve ´Bundan´ bir tırnak kesimi kadar zamanı azaltmam beni sevindirmez5 dedi. Sa´d b. Ebi Vakkas, Mekke´ye vardığında gözleri kapanmıştı. Halk dört yandan etrafına üşüştü. Herkes kendisine dua etmesini istiyordu. Şuna buna dua ediyordu. Duası da makbuldü. Abdullah b. Sâib72 der ki: Ben gençtim, ona geldim, kendimi tanıttım. Beni tanıdı ve şöyle dedi: ´Sen Mekke ehlinin kurrası değil misin?´ ´Evet!´ dedim. Bunun üzerine Abdullah bir kıssa anlattı. O kıssanın sonunda şöyle dedi: Sa´d´a hitaben dedim ki: ´Ey amca! Sen halk için dua ediyorsun! Eğer kendin için dua etsen de ALLAH Teâlâ senin gözünü yemden sana verseydi (daha iyi olmaz mıydı)?´ Bu sual üzerine tebessüm ederek şöyle dedi: ´Ey oğul! Benim nezdimde ALLAH Teâiâ´nm kaza ve kaderi gözümden daha güzeldir´. Bir sûfînin küçük çocuğu üç gün kayboldu. Kendisinden bir haber alınamadı. Sûfîye denildi ki: ´ALLAH´tan evladını getirmesini dilesen (olmaz mı?)´ Cevap olarak dedi ki: ´ALLAH Teâiâ´nm hükmettiğine itiraz etmek, bana çocuğumun kaybolmasından daha ağır gelir!´ Âbidlerin birinden şöyle rivayet ediliyor: Ben büyük bir günah işledim. Altmış seneden beri o günahımdan ötürü ağlıyorum. Bu âbid aynı zamanda o günahtan tevbe etmek için var kuvvetiyle ibadete dalmış bulunuyordu. Kendisine denildi ki: ´O işlemiş olduğun günah nedir?´ Dedi ki: "Olan birşey için bir defacık ´keşke olmasaydı!´ dedim" Abdülvahid b Zeyd´e şöyle denildi: Şuracıkta bir kişi vardır. Elli sene ALLAH´a ibadet etmiştir. Bunun üzerine Abdülvahid o kişiye gitti ve dedi ki: - Ey dostum! Kendinden bana haber ver. Sen bu elli senelik ibadetle doydun mu? - Hayır! - Bu ibadete ünsiyet verdin mi? - Hayır! - Ondan razı oldun mu? - Hayır! - Öyleyse ondan sana kalan namaz ile oruçtur! - Evet! - Eğer senden utanmasaydım elli senelik ibadetini kalbin kapalı olduğu halde yaptığını haber verecektim. Abdülvahid´in bu konuşmasının mânâsı ´Senin için kalp kapısı açılmamıştır ki sen kalbin amelleriyle yakınlık merdivenlerine terâkki etmiş olasın. Sen ancak ashab-ı yemin´den sayılırsın. Çünkü ondan senin artışın halk tabakasının artışı olan azaların amellerindedir´ demektir. Halktan bir cemaat Şiblî´nin huzuruna vardı. Şiblî bir hapishanede bulunuyordu. Önünde bir yığın taş vardı. Gelenlere şöyle sordu: - Siz kimlersiniz? - Seni sevenleriz! Bunun üzerine, Şiblî onları taşlamaya başladı. Onlar kaçtılar. Şiblî arkalarından şöyle haykırdı: ´Hani beni sevdiğinizi iddia ediyordunuz? Eğer doğru olsaydınız benim belama sabrederdiniz!´ Şiblî şu şiiri okumuştur: Rahman´a olan sevgi beni sarhoş etti! Acaba sarhoş olmayan bir dost gördün mü? Şam âbidlerinden biri şöyle demiştir: ´Hepiniz ALLAH´ın huzuruna ALLAH´ı tasdik ettiğiniz halde varacaksınız´. Fakat bu kimse ALLAH´ı yalanlamıştır, sebebi de şudur: Eğer birinizin altından yapılmış bir parmağı olsaydı, daima o parmağı (göstermek için) işaret ederdi. Eğer parmağında bir sakatlık olsaydı, daima onu (göstermemek için) kapatırdı. Şunu kastediyor: Altın ALLAH´ın nezdinde yerilmiştir. Oysa insanlar onunla böbürlenirler. Bela ise ahiret ehlinin süsüdür. Halbuki insanlar ondan kaçınırlar. Şöyle anlatılıyor: Çarşıda yangın çıktı. Bunun üzerine Sırrî´ye şöyle denildi: ´Çarşı yandı da senin dükkanın yanmadı!´ Sırrî ´Elhamdülillâh!´ dedi. Sonra haberi veren ´Sen nasıl müslümanlar için değil de kendi selâmetin için ALLAH´a hamdolsun dersin?´ dedi. Bunun üzerine Sırrî ticaret yapmaktan tevbe edip hayatı boyunca dükkanı terketti. Bunu da sadece Elhamdülillah deyişinden ötürü yaptı. Bu söylediğimiz hikâyeleri dikkatle izlersen, kesinlikle bilmiş olursun ki heva-i nefse muhalif düşmeye razı olmak muhal değildir. Aksine din ehlinin makamlarından büyük bir makamdır. Madem ki bu, halkın sevgisi ve nasipleri hususunda mümkündür, o halde ALLAH sevgisi ve ahiret lezzetleri için de mümkündür. İmkânı iki yöndendir: O yönlerden biri, mevcut sevaptan verilmesi umulan şeyden dolayı eleme rıza göstermektir. Şifayı beklemek hususunda ilâçları içmek, kan aldırmaya razı olmak gibi... İkincisi, sadece mahbubun maksad ve rızası olmasından dolayı ona razı olmak, onun ötesinde bir mânâyı aramamaktır. Bu bakımdan sevgi, bazen sevenin maksadını vesilenin maksadına dercedecek derecede galebe çalar. Öyleyse sevenin nezdinde mah-bubun kalbini sevindirmek ve onu razı etmek, onun arzusunu yerine getirmek velev ki sevenin ruhu pahasına olsa bile yapılan şeylerin en lezzetlisidir. Sizi razı ettiğim takdirde hiçbir yaranın önemi olmaz! Bu durum, elemi hissetmekle beraber mümkündür. Oysa bazen sevgi insanı, elemi hissetmekten sarhoş edecek derecede istila eder. Kıyas, tecrübe ve müşahede sevginin varlığına delâlet eder. O halde, kendi nefsinde yoktur diye inkâra kalkışmak uygun değildir. Çünkü kendisi, ifrat derecedeki sevgiyi kaybettiğinden dolayı bundan mahrum olmuştur. Sevginin tadını tatmayan acaipliklerini bilmez. Sevenlerin söylediklerimizden daha büyük acaiplikleri vardır. Amr b. Haris er-Râfiî´den rivayet ediliyor ki: "Rakka şehrinde bulunan bir dostumun yanında, bir mecliste bulundum. Beraberimizde güzel ve şarkıcı bir cariyeye aşık olan bir genç vardı. Cariye de bizimle beraber o mecliste bulunuyordu. Cariye ney çalıp şunları teganni etti. Aşkın aşıklar üzerindeki zilletinin alâmeti ağlamaktır. Hele derdini açacak bir kimseyi bulamayan bir aşık ise! Bunun üzerine delikanlı kıza hitaben ´Hatunum! ALLAH´a yemin ederim, güzel söyledin. Acaba bana ölmem için izin verir misin?´ dedi. Kadın ona ´Olgun olduğun halde öl!´ dedi. Bunun üzerine delikanlı başını yastığa koydu. Ağzını ve gözlerini kapattı. Kendisine dokunduğumuz zaman ölmüş olduğunu gördük". Cüneyd şöyle demiştir: Bir çocuğun yenine yapışmış, ona yalvaran ve muhabbetini izhar eden bir kişi gördüm. Çocuk dönüp onun yüzüne baktı ve şöyle dedi: - Bana gösterdiğin münafıklık ne zamana kadar devam edecek? - Sözlerimde doğru olduğumu ALLAH bilir! Hatta sen bana öl desen ölürüm. - Eğer doğruysan öl! Cüneyd diyor ki: ´Kişi biraz uzaklaştı. Gözlerini kapattı ve ölü olarak yere serildi´. Semmun el-Muhib dedi ki: ´Komşularımızdan birinin çok sevdiği bir cariyesi vardı. Cariye hastalandı, kişi ona hurma çorbası yapmak için oturdu. Adam çanağı karıştırırken cariyenin Ah! dediğini işitti. Bunun üzerine kişi dehşete kapıldı. Kaşık elinden düştü. Başladı çanaktaki fıkır fıkır kaynayan çorbayı eliyle karıştırmaya... Öyle ki parmakları yanıp düştü. Bunun üzerine cariye ´Ne oldu sana? Parmakların neden düştü?´ dedi. Adam dedi ki: ´Senin ah demenden bunlar oldu!´ Muhammed b. Abdullah el-Bağdadî´den şöyle hikâye olundu: ´Basrada yüksek bir damda bir genç gördüm. Halka şöyle haykırıyordu: Kim aşk için ölmüşse böyle ölsün! Ölümsüz bir aşkın hayrı yoktur! Sonra kendini yere attı. Ölü olarak kaldırıp götürdüler´. İşte bu ve buna benzer sevgiler bazen mahlukun sevgisinde doğrulanır. O halde, yaratanın sevgisinde bunu doğrulamak daha iyidir; Çünkü batınî göz, zahirî gözden daha doğrudur. ALLAH Teâlâ´nın cemâli her cemâlden daha tam ve kâmildir. Alemdeki her cemâl, o cemâlin güzelliklerinden bir güzelliktir. Evet! Gözünü kaybeden bir kimse suretlerin güzelliğini inkâr eder. Kulağını kaybeden bir kimse ise güzel seslerin, vezinli nağmelerin lezzetini inkâr eder. Kalbini kaybeden bir kimsenin ise, yalnız kalbin tadabildiği bu lezzetleri inkâr etmesi normaldir. 69) Aklı başında olduğu halde kişinin böyle yapması intihardır. Bu durum cezbe ve manevî sekr halinde cereyan etmiş olabilir. 70) Adı Ebu Ali Ahmed b. Muhammed´dir. Bağdadlı olan bu zat Mısırdaikamet etmiş, H. 322´de orada vefat etmiştir. 71) Adı Ahmed b. Yahya´dır. 72) Adı Seyfı b. Âbid b. Abdullah b. Ömer b. Mahzun el-Kureşî, künyesi Ebû Saib veya Ebû Abdurrahman el-Mekkî´dir. Hem kendisi, hem de babası as-hab´daııdır. Oğlu Muhammed Mekke´nin ünlü kurrasıdır.. |
|
![]() |
#230 |
![]() Dua, Rıza´ya Münafi Değildir
Dua eden bir kimse, rıza makamından çıkmaz. Günahları hor görmek, günahkârlara ve günahların sebeplerine kızmak da böyledir. Emr-i bi´l-mâruf (iyiyi emretmek) ve nehy-i an´il-münker (kötüyü yasaklamak) ile günahları kaldırmaya çalışmak da rızaya zıt düşmez. Mağrur ve tembellerden bazı kimseler burada yanılmış ve günahların, fısk u fücûr ve küfrün ALLAH´ın kaza ve kaderinden olduğunu iddia etmiş ve ´rıza göstermek vacibdir´ demiştir. Bu ise tevili bilmemezliktir. Şeriatın sırlarından gafil olmaktır. Duaya gelince, biz dua ile ALLAH´a kulluk yapıyoruz. Dua bölümünde naklettiğimize göre gerek Hz. Peygamber´in dualarının çokluğu ve gerekse diğer peygamberlerin duaları buna delâlet ederler. Oysa Hz. Peygamber rızanın en yüksek makamında idi. Duadan dolayı ALLAH Teâlâ, bazı kullarını şu ayetiyle övmüştür: Gerçekten onlar hayırlara koşarlar. Umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi. (Enbiya/90) Günahları inkâr etmeye, hor görmeye ve onlara razı olmamaya gelince, ALLAH Teâlâ bununla da kullarını, kulluk yapmaya zorlamıştır. Buna rıza gösterdiklerinden dolayı onları yererek şöyle buyurmuştur: Dünya hayatına razı olup onunla rahat edenler.(Yunus/7) Geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular. ALLAH da kalplerini mühürledi. Artık onlar bilmezler.(Tevbe/93) Meşhur bir haberde şöyle denilmektedir: Kim bir münkeri görüp ona rıza gösterirse sanki o münkeri yapmış gibidir.Şerre delâlet eden, şerri işleyen gibidir,73 İbn Mes´ud şöyle dedi: ´Kul, münker işlenirken yanında olmadığı halde işittiğinde ona rıza gösterirse, münker sahibinin günahı kadar onun boynuna günah yüklenir´. Bu söz üzerine İbn Mes´ud´a şöyle soruldu: ´Bu nasıl olur?´ ´Ona münkerin işlenildiği haberi gelir ve o da ona razı olur! Eğer bir kul doğuda öldürülürse, başka bir kimse de batıda onun öldürülmesine razı olursa, onun öldürülmesine ortak olur´ dedi.74 ALLAH Teâlâ hayırlar hususunda yarışmayı ve gıpta etmeyi, şerlerden de korunmayı emretmiştir. Kî sonu misktir. İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.(Mutaffiîn/26) Haset ancak iki şeyde vardır: 1. ALLAH ona hikmeti vermiş, o da hikmeti halk arasında yayar ve öğretir. 2. ALLAH ona mal vermiştir ve aynı zamanda o malı hak yolunda harcamaya şevketmiştir.75 Başka bir lâfızda: ALLAH ona Kur´an´ı vermiştir. O da gece ve gündüz Kur´an ile kaim olur. Kişi, gıpta ederek şöyle der: ´Eğer ALLAH Teâlâ, bu adama verdiğini bana verseydi onun yaptığını ben de yapardım!´ Kâfir, fâsık ve fâcirlerin buğzuna ve onların yaptıklarını inkâr etmeye ve onlardan nefret etmeye gelince, bu hususta vârid olan ayet ve hadîsler sayılamayacak kadar çoktur. Mü´minler mü´minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin! Kim böyle yaparsa ALLAH ile bir dostluğu kalmaz.(Âlu İmran/28) Ey iman edenler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!(Mâide/51) İşte kazandıkları (günahları)ndan ötûrü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.(En´âm/129) ALLAH Teâlâ, mü´minden bütün münâfıklara ve her münâfıktan da bütün mü´minlere buğzetmek için söz almıştır.76 Kim bir kavmi severse ve onları kendisine velî edinirse, kıyamet gününde onlarla beraber haşrolunur.78 İman kulplarının en kuvvetlisi ALLAH için sevmek ve ALLAH için buğzetmektir.79 Bunun delillerini ´ALLAH Yolunda Sevmek ve O Yolda Buğzetmek´, ´Sohbet Adabı´, ´Emr-i bi´1-Ma´ruf ve Nehy-i an´il-Münker´ kitablarında beyan etmiştik. Soru: ALLAH´ın kaza ve kaderine razı olmak hakkında hadîs ve ayetler vârid olmuştur. Günahların kaza ve kader ile olmaması muhaldir ve tevhîd´e zıddır. Eğer ALLAH´ın kazasıyla olmuşsa, onu hor görmek ve ondan nefret etmek ALLAH´ın kazasını hor görmek demektir. Bu bakımdan bu iki şeyin arasını nasıl bulabiliriz? Acaba aynı şey hakkında hem razı olmamak, hem de razı olmak nasıl bir arada olur? Cevap: İlimlerin sırlarına vakıf olmakta kusurlu ve aciz olanlar için bu karışık konulardandır. Hatta bir grup için o kadar karışık olmuş ki onlar münkerlere susup itiraz etmemeyi rıza makamlarından bir makam sanmışlardır. Buna, katıksız cehalet olduğu halde ´güzel ahlak´ demişlerdir. Aksine deriz ki: Rıza ve kerâhiyet (hor görmek ve istemek) aynı şey üzerine aynı cihetten ve aynı vecihden gelirlerse birbirlerine zıt düşerler. Bu bakımdan bir şeyi bir yönden hor görmek, başka bir yönden de aynı şeye razı olmak tezat teşkil etmez. Misâli, senin ve aynı zamanda düşmanlarından bazılarının düşmanı olan bir kimse ölürse, düşmanımın düşmanı öldü diye onun ölümünden hoşlanmazsın. Fakat düşmanının ölmesi hasebiyle de razı olursun. İsyanın da böyle iki yönü vardır. ALLAH´ın fiili, ihtiyar ve iradesi olması hasebiyle bir yönü vardır ki kişi mülkün sahibi olan ALLAH´a teslim olmak için razı olur. O´nun oradaki yaptığına da razı olur. Kula nis-betle diğer bir yönü daha vardır. Bu isyanı yapan kulu rahmetten uzaklaştırmış ve buğz sebeplerini musallat kılmıştır. Bu bakımdan münker ve yerilmiştir. Daha iyi anlaşılması için bunu bir misal ile açıklayalım: İnsanlar tarafından sevilen birisini ele alalım. Bu adam arkadaşlarma ´Ben, beni sevenlerle sevmeyenleri ayırmak istiyorum. Bunun için de şöyle bir karar aldım: Bir kişiyi seçip ona işkence ecleceğim, onu aleyhimde konuşmaya zorlayacağım. O benden nefret edip aleyhimde konuşmaya başlayınca o ve onu sevenler benim düşmanım olacak, ondan nefret edenler ise benim dostum olacaklar´ dedi ve dediği gibi de yaptı. Birini seçip ona işkence etti. O da kötü şeyler söyledi ve düşmanlığın sebebi olan nefret meydana çıktı. Bu adamı gerçekten seven ve sevginin şartlarını bilenlerin yapması gereken şey şöyle demeleridir: ´Dost ve düşmanını tanımak için senin aldığın tedbir yerindedir. Biz bunu onaylıyoruz ve bundan memnunuz. Senin tedbirin, isteğin ve işin olduğu için bunu uygun buluyor ve kabul ediyoruz. Yaptığın işkenceden dolayı adamın, sana kötü şeyler söylemesini kınıyoruz. Çünkü onun vazifesi, bu işkenceye sabretmekti. Fakat senin iraden onun sabretmeyeceği hakkında olduğu için, senin iradene uygun olarak onun boyle davranmasını uygun buluyoruz. Çünkü iraden tahakkuk etmeseydi bu, senin için bir eksiklik olurdu ve biz bunu çirkin görürdük. Ancak bu şahsın böyle yapması, cemalinin gereği hilâfına sana karşı nefret besleyip cephe alması ve buii|arm kendisine nisbet edilmesi bakımından, yaptıklarını hoş görmüyoruz. Çünkü ona yakışan, senin işkencene katlanıp sana hakaret etmemekti. Bizim çirkin gördüğümüz senin tedbir ve iraden değil, onun sabretmeyip karşılık vermesidir. Bu nedenle senin ondan nefret etmen bizce normaldir. Senin muradın bu olduğu için biz de onun davranışına kızarız. Çünkü muhabbetin gereği, dostunun dostuna dost, dostunun düşmanına düşman olmaktır. Adamın sana düşman olmasına gelince, senin iraden olması açısından bunu kabul ederiz, fakat onun bu davranışının kendi kazancı olması bakımından ondan nefret ederiz. Sana kızıp düşman olduğu için biz de ona kızıp düşman oluruz. Onun sana kızmasını, kendi fiili olduğu için çirkin görüyoruz. Fakat senin iradene uygun olması bakımından biz de kabul ediyoruz. Buradaki çelişki ´Senin iradene uygun olması bakımından uygun görüyoruz´ ve yine ´Senin iradene uygun olması bakımından çirkin buluyoruz´ demektir. Fakat onun fiili ve iradesi olması bakımından uygun olup, başkasının vasfı ve yapması bakımından mekruh olmasında bir çelişki yoktur. Bir yönden hoş görülüp, bir yönden hoş görülmeyen şeyler bunun şahididir. Bunun benzerleri de sayılamayacak kadar çoktur. ALLAH´ın şehvet ve isyanın sebeplerini kula musallat edip, o sebeplerin de onu masiyetin sevgisine çekmesi, bu sevginin de onu isyana sürüklemesi, tıpkı yukarıda verdiğimiz misaldeki olaya benzer. Adamı dövmek, onu ya kızmak ya da kötü şeyler söylemeye sürükler. ALLAH´ın isyan edene kızmasına gelince, her ne kadar bu kimsenin mâsiyeti ALLAH´ın tedbiriyle de olsa küfredilenin kendisine küfredenden nefret etmesine benzer ve her ne kadar küfredenin küfrü, ALLAH´ın mâsiyet sebeplerini yaratmasına, ilahî meşiyetin ezelde böyle karar verdiğine delâlet ederse de ALLAH´ı seven her kula, ALLAH´ın kızdığına kızmak, ALLAH´ın huzurundan uzaklaştırılana düşmanlık yapmak düşer. Her ne kadar o uzaklaştırılan insanı kahrı ve kudretiyle düşmanlığına ve muhalefetine ALLAH zorlamış ise de... O uzaklaştırılmış, kovulmuş ve huzur-u ilâhî´den atılmıştır, zorla ALLAH´ın uzaklaştırmasıyla uzaklaştırılmış ve ALLAH´ın zorlamasıyla tardedilmiş olsa bile... Yakınlık derecelerinden uzaklaştırılan bir kimsenin bütün muhibler nezdinde buğzedilmiş olması uygundur ve bu da mahbuba uygun hareket etmek için yapılmalıdır. Mahbub uzaklaştırmak suretiyle gazabını kim için belirtmişse, muhibler de gazablarını onun için belirtip mahbuba uygun hareket etmelidirler. İşte ALLAH için buğz ve ALLAH için sevgiden vârid olan bütün haberler ve kâfirlere karşı gösterilen nefretteki mübalağa, ALLAH´ın kazası olması hasebiyle ve ALLAH´ın kaza ve kaderine rıza göstermekle beraber böyle yapılması, bu izahlarla anlaşılmıştır. Bütün bunlar ifşası yasak olan kader sırrından yardım alır. Hayır ve şerrin ikisi de meşiyyet ve iradeye dahildirler. Fakat şer istenilmeyen, hayır ise makbul bir istektir. Bu bakımdan kim ´şer ALLAH´tan değildir´ derse o cahildir. Yine ´hayır ve şerrin ikisi de ALLAH´tandır´ deyip rıza ile kerahiyet arasında fark görmeyen bir kimse de kusurludur. Buradan per-deyi kaldırmaya ruhsat yoktur. Bu bakımdan en iyisi sükût edip şeriatın edebiyle edeplenmektir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kader ALLAH´ın sırrıdır. Onu ifşa etmeyiniz! Bu, mükaşefe ilmiyle ilgilidir. Bizim şimdilik gayemiz; halkı kendisiyle kulluk yapmaya mecbur kıldığı ilâhî kaza ve kadere rıza göstermek ile ALLAH´ın kazasından olduğu halde günahlara buğzetmenin arasını bulmanın imkânını belirtmektir. Oysa buradaki sırrı keşfetmeye ihtiyaç kalmaksızın hedef belirdi. Bununla şu da anlaşılır. Mağfiretle günahlardan masun kalmak ve din hususunda yardımcı olan diğer sebeplerle dua etmek, ALLAH´ın kazasına razı olmaya zıt değildir; zira ALLAH Teâlâ kullarını dua ile kulluk yapmaya çağırmıştır. Dua saf zikri, kalbin korkusunu, yalvarmanın inceliğini gösterir. Bu da kalplerine cila ve keşif için anahtar olur. Lütfun meziyetlerinin arka arkaya gelmesine sebep olur. Nasıl ki testiyi yüklenmek, suyu içmek, susuzluktaki ilâhî kazaya razı olmaya zıt düşmüyorsa, aynen onun gibi, susuzluğu gidermek maksadıyla su içmek de bir sebeptir. Sebeplerin müsebbibi onu tertip etmiştir. Aynen bunun gibi dua da bir sebeptir. ALLAH Teâlâ onu tertip ve emir buyurmuştur. Biz daha önce ALLAH´ın sünnetine uygun olduğu için sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir demiştik. Biz bunu Tevekkül kitabında saymıştık. İşte bu rızaya zıt değildir. Çünkü rıza tevekküle bitişik bir makamdır ve onunla beraberdir. Evet! Şikayet biçiminde belayı izhar etmek, kalben ALLAH Teâlâ´nın bu yaptığını inkâra kalkışmak rızaya zıddır. Şükür yoluyla ve ALLAH´ın kudretinden perdeyi kaldırmak suretiyle belayı izhar etmek rızaya zıt değildir. Seleften biri şöyle demiştir. "Yaz mevsiminde şikayet şeklinde ´bu sıcak bir gündür´ dememesi, kişinin ALLAH´ın kazasına güzelce razı olmasındandır". Kış gününe böyle demek ise, şükürdür. Şikayet her durumda, rızaya zıt düşer. Yemekleri kötülemek, ALLAH´ın kazasına razı olmaya zıt düşer; zira sanatı kötülemek onu yapanı kötülemektir. Oysa bütün yemekler ALLAH´ın sanatıdır. Birinin ´Fakirlik bela ve meşakkattir. Çoluk çocuk üzüntü ve yorgunluktur. Sanat yorgunluk ve meşakkattir´ demesi, rıza makamına zarar getirir. Aksine en uygunu; tedbiri Müdebbirine, memleketi sahibine teslim etmesidir ve Hz.Ömer´in dediği gibi demesidir: ´Ben zengin veya fakir olduğum halde sabahlamama önem vermem. Çünkü hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum´. 73) Ebu Mansur Deylemî 74) İbn Adîy 75) Müslim 76) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir. 77) Daha önce geçmişti. 78) Taberânî 79) İmam Ahmed |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|