![]() |
#201 |
![]() İstemeksizin Kendisine Verileni Kabul Etmekte Fakir´in Riayet Edeceği Âdâb
Bişr el-Hafî derdi ki: ´Fakirler üç kısımdır. Bir fakir vardır ki ne dilenir, ne de kendisine verildiği zaman alır. Bu fakir, ruhânilerle İlliyyin´dedir. Bir fakir vardır ki dilenmez, kendisine verildiğinde alır. Bu fakir, Firdevs cennetlerinde mukarrebîn´le beraberdir. Bir fakir vardır ki ihtiyaç anında dilenir. Bu fakir de ashab-ı yemîn´ den olan sıddîklarla beraberdir. Öyleyse bütün âlimler dilenmenin kötü olduğunda, ihtiyaca rağmen mertebe ve dereceyi düşürdüğünde ittifak etmişlerdir. Şakik el-Belhî, İbrahim b. Edhem Horasan´dan yanına geldiğinde ona şöyle dedi: - Horasan´daki arkadaşlarını ne şekilde bıraktın? - Onları şöyle bir durumda bıraktım: Eğer kendilerine verilirse şükrederler, verilmezse sabrederler. İbrahim onları, dilenmeyi terketmekle. vasıflandırdığı zaman kendilerini övdüğünü zannetti. - Ben de aynen senin dediğin gibi, Belh´teki köpekleri o şekilde bırakıp geldim. - Ey Ebu İshak! O halde, sence fakir nasıl olmalı? - Fakirler verilmezse şükreder, verilirlerse infak ederler. Bunun üzerine İbrahim, Şakîk´in başını öpüp ´Doğru söyledin hocam!´ dedi. Madem ki durum budur, öyle ise dilenmek, şükür, sabır ve rıza hakkında hâl sahiplerinin dereceleri pek çoktur. Bu bakımdan ahiret yolunun yolcusuna bu dereceleri, bu derecelerin kısımlarını ve değişik durumlarını bilmek gerekir; zira bunları bilmediği takdirde, derecelerin düşüklerinden yücelerine çıkamaz. Esfel-i sâfilîn´den a´lâ-yı illiyyîn´e yükselemez. Oysa insan ´ahseni takvîm´ üzere yaratılmıştır. Sonra esfel-i safilîn´e gönderilmiştir. Sonra a´lâ-yı illiyyîn´e çıkmakla emrolunmuştur. Kim alçaklık ile yükseklik arasını ayırdetmeye güç yetiremiyorsa, asla terakkiye gücü yetmez. Şüphe esasında bunu bilen hakkındadır; zira o bile bazen terakki edemez. Hallerin sahiplerine ise, sülûk esnasında bazen bir hâl galebe çalar ki o hâl, dilenmenin onların derecelerinde yüksel-tici bir rol oynamasını gerektirir. Fakat bu da ancak onların hallerine nisbeten böyledir; zira bu gibi ameller niyetlere bağlıdır. Biri dedi ki: Ebu İshak Ahmed b. Muhammed en-Nûri´yi65 gördüm. Elini uzatır, bazı yerlerde halktan dilenirdi. Ben onun bu hareketini büyük bir hata sayıp kınadım. Cüneyd´e gelip onun bu durumunu söyledim. Cüneyd ´Bu sana tuhaf görünmesin! Zira en-Nûrî, halktan alıp halka vermek için dilenmiştir. Halkı sevap sahibi kılmak için dilenmiştir. Onlar, ona zararı dokunmadan ecir sahibi olurlar´ dedi. Sanki Cüneyd-i Bağdadî, bu sözüyle Hz. Peygamber´in şu ha-dîs-i şerîfine işaret etmiştir: Verenin eli, yüce elin ta kendisidir.66 Seleften biri şöyle demiştir: ´Veren el, malı alan eldir. Çünkü sevabı veren odur. Takdir onun içindir, onun aldığı mal için değildir´. Sonra Cüneyd şöyle buyurmuştur: ´Teraziyi getir´ dedi ve yüz dirhemi tarttı. Sonra bir avuç alıp o yüz dirhemin üzerine atarak dedi ki: ´Bunları al, en-Nûrî´ye götür!´ Ben içimden dedim ki: ´Birşey, miktarı bilinsin diye tartılır. Cüneyd, hakîm bir kişi olduğu halde nasıl miktarı belli olmayan bir malı tartılan malakattı?´ Utandığım için Cüneyd´e bu durumu sormadım. Keseyi alıp en-Nûrî´ye götürdüm. ´Teraziyi getir!´ dedi. Yüz dirhemi tartıp aldı. "Bu fazlalıkları Cüneyd´e götür ve ona ´Ben senden artık hiçbir şey kabul etmem!´ de" dedi. Böylece Cüneyd yüz dirhemden fazlasını geri aldı. Hayretim gittikçe arttı. Bu durumu en-Nûrî´ye sordum. Dedi ki: ´Cüneyd hakîm bir kişidir. İstiyor ki ipin iki tarafını da elde etsin. Yüz dirhemi nefsi için tarttı. Sonra tartısız olarak sadece ALLAH için bir avucu tartılanın üzerine attı. Ben ise ALLAH için olanı aldım. Cüneyd´in kendi nefsi için verdiğini geri çevirdim!´ O parayı Cüneyd´e verdiğim zaman ağlayarak şöyle dedi: ´Malını aldı, malımızı geri çevirdi. Yardım eden ALLAH´tır!´ Onların kalplerinin ve hallerinin nasıl saflaştığına dikkat ediyor musun? ALLAH için olan amelleri nasıl riyadan kurtulmuştur? Hatta onların her biri, konuşmadan arkadaşının kalbini müşahede eder. Fakat onlar kalplerin görüşmesi, sırların münâcatı ile konuşurlar. Bu da helâl yemenin, kalbi dünya sevgisinden boşaltıp bütün gayretiyle ALLAH´a yönelmenin neticesidir. Kim bunu, yolunu denemeden önce inkâr ederse, o kimse cahildir. Tıpkı müshil´in ilaç olduğunu içmeden inkâr eden bir kimse gibi... Kim çok çalıştıktan sonra da vasıl olmayıp bu durumu inkâr ederse başkası da varamaz derse bu kimse tıpkı müshile benzeyen ilacı içen ve müsbet tesirini görmeyen bir kimse gibidir. Bu kimse, müshilin ilaç oluşunu inkâr eder. Bu kimsenin, cahilliği birincisinden daha hafifse de cehaletten doldurulmuş bir yükten uzak değildir. Belki basîret sahibi, iki kişiden biridir: Ya ahiret yoluna devam etmiş, başkalarına belirdiği gibi ona da belirmiştir. Bu kimse zevk ve mârifet sahibidir ve Ayn´el-yakîn derecesine vâsıl olmuştur, veya ahiret yolunda yürüyememiş veya yürümüş de hedefe varamamıştır. Fakat ona iman etmiş onu doğrulamıştır. Bu kimse de ´ilm´el-yakîn´ sahibidir. Bu kimse her ne kadar ´ayn´el-yakîn´ derecesine varmamışsa da ´ilm´el-yakîn´de bir rütbesi vardır. Bu rütbe ´ayn´el-yakîn´ rütbesinden aşağı olsa bile yine de bir rütbedir. Kim ´ilm´el-yakîn´ ve ayn´el-yakîn´den uzak ise, o kimse, mü´minler zümresinin haricindedir. Kıyamet gününde in-kâr edici ve mütekebbir olanlarla beraber haşredilir. Onlar öyle inkâr ediciler ki zayıf kalpleri ölü ve şeytanın tâbileridir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz, bizi ilimde rasih olup ´Ona iman ettik, hepsi RABBİMizden gelmiştir. Ancak akıl sahipleri bunu anlarlar´ diyenlerden eylemesidir. 65) Bağdad´da doğdu ve büyüdü. Aslen Begavîlidir.Cüneyd´in çağdaşlarındandı. H. 295´de vefat etmiştir . 66) Müslim, (Ebu Hüreyre´den) |
|
![]() |
#202 |
![]() Zaruret Olmaksızın Dilenmenin Haram Olması ve Dilenmeye Mecbur Olan Fakirin Âdâbı
Kendisine gelen şey hususunda, fakirin üç şeyi mülâhaza etmesi uygundur. 1. Malın kendisini, 2. Verenin hedefini, 3. Kendisinin almaktaki hedefini. Malın kendisine gelince, malın helâl ve bütün şüphelerden uzak olması gerekir. Eğer malda şüphe varsa, onu almaktan sakınmalıdır. Biz helâl ve haram bahsinde şüphenin derecelerini, nelerden sakınmanın farz olduğunu ve neden sakınmanın müstehab olduğunu zikretmiştik. Verenin gayesine gelince, ya fakirin kalbini hoş edip, muhabbetini talep etmektir bu takdirde bu hediyedir veya sevaptır ya da ALLAH için ona yardım etmektir bu takdirde sadaka ve zekât olur veya anmak, riyakârlık ve gösteriştir. Bu da ya mücerred olarak kastolunur veya diğer gayelerle karışık olarak kastolunur. Birincisi Hediyeyi kabul etmekten ibaret olan birinci kısma gelince, hediye kabul etmekte sakınca yoktur. Çünkü hediyeyi kabul etmek Hz. Peygamber´in sünnetidir. Fakat hediyede minnetin olmaması gerekir. Eğer hediyede minnet varsa, en iyisi terkedilmesidir. Eğer onun bir kısmı hakkında minnetin büyük olduğunu bilirse, o kısmı geri vermeli, diğer kısmı kabul etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber´e (s.a) yağ, peynir ve bir koç hediye edildi. Hz. Peygamber yağ ile peyniri kabul edip koçu geri verdi.50 Aynı zamanda, bazı insanların hediyesini kabul eder, bazılarınkini geri çevirirdi: Ben Kureyşî, Sakafî, Ensarî ve Devs kabilelerinden başkasından hediye kabul etmemeye azmettim.51 Tabiînden bir cemaat da böyle yapmıştır. Feth b. Şahref el-Mevsilî´ye içinde elli dirhem bulunan bir kese gönderilince, Atâ´nın Hz. Peygamber´den rivayet ettiği şu hadisi nakletti: Kim istemeden kendisine bir rızık gelir, o rızkı geri çevirirse, onu ALLAH´a geri çevirip veriyor demektir. (Bu da ALLAH´ın ikramını kabul etmemek olur!)52 el-Mevsilî, bu keseyi açtı, bir dirhemini aldı ve diğerini geri verdi. Hasan Basrî de bahsi geçen hadîsi rivayet ediyordu. Fakat bir kişi kendisine bir kese ve bir bohça dolusu da Horasan´ın ince elbisesinden getirdi. Bunu geri çevirdi ve şöyle dedi: ´Kim benim bu meclisimde oturup insanlardan gelen bu gibi hediyeleri kabul ederse, o kıyamet gününde nasibi olmadığı halde ALLAH´ın huzuruna varır´. Hasan Basrî´nin bu sözü delâlet eder ki âlim veya vâiz verileni kabul ederse, durumu daha şiddetlidir. Oysa Hasan, arkadaşlarından hediye kabul ederdi. İbrahim et-Teymî, arkadaşlarından bir veya iki dirhem gibi bir miktarı ister, fakat arkadaşı olmayan bir kimse ona yüzlerce dirhem teklif etse almazdı. Seleften biri, dostu kendisine mal verdiği zaman, dostuna ´Onu yanında bırak! Dikkat et! Eğer onu kabul ettikten sonra senin kalbinde sevgim, kabul etmeden önceki sevgimden daha üstün ise bana haber ver onu alayım. Aksi takdirde almayacağım´ derdi. Bunun alâmeti, eğer hediyeyi geri çevirirse, geri çevirmenin kendisine zor gelmemesi, kabul etmekle sevinmesi, dostu hediye-sini kabul etti diye onu canına minnet saymasıdır. Eğer hediyeyi kabul eden ona bir minnet karıştığını bilirse, buna rağmen onu kabul etmek mübahtır. Fakat sadık fakirlerin nezdinde mekruhtur. Bişr el-Hafî dedi ki: ´Sırrî es-Sakatî hariç, hiç kimseden birşey istemedim. Çünkü nezdimde Sırrî es-Sakatî´nin dünya hakkındaki zâhidliği takarrur etmiştir. O, birşeyin elinden çıkmasıyla sevinir, kalmasıyla üzülür. Öyle ise istemekle onun sevdiğinde ona yardımcı olmuş olurum´. Bir Horasanlı, Cüneyd-i Bağdâdî´ye hediye olarak bir mal getirdi. O maldan yemesini istedi. Cüneyd dedi ki: - Onu alıp fakirlere dağıtacağım. - Böyle yapmanı istemiyorum. - Ben ne zamana kadar yaşayacağım ki bunu yiyeyim? - Onu tatlı ve güzel yemeklere sarfetmeni istiyorum. Bunun üzerine Cüneyd o malı kabul etti. Horasanlı dedi ki: - Bağdad´da senden daha fazla bana minnet yükleten birini tanımıyorum. - Ancak senin gibilerden hediye almak uygun olur! İkincisi İkincisi, sadece sevap için olmasıdır. Bu da ya sadaka veya zekâttır. Bu bakımdan sadakayı (zekâtı) alan, nefsinin sıfatlarını tedkik etmeli, zekâta müstehak olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer şüpheye düşerse alması şüpheli olur. Bunun tafsilâtını ´Zekâtın Sırları´ bahsinde zikretmiştik. Eğer aldığı sadaka ise, sadaka veren dindar olduğu için ona veriyorsa, içine bakmalıdır. Eğer gizli olarak bir günah işleyen bir kimse ise ve sadakayı veren eğer o günahı bilirse, kendisinden kaçacağını ve kendisine sadaka vermek sûretiyle ALLAH´a yaklaşmayı ummuyorsa böyle bir sada-kayı alması haramdır. Nasıl ki sadaka veren, sadaka verdiği kimseyi âlim veya Ehl-i Beyt´den sanıp sadaka verirse ve haddi zatında sadaka alan da böyle değilse, aldığı sadaka katıksız haram ise, aynen onun gibi bu da haramdır! Üçüncüsü Verenin gayesi gösteriş, riya ve şöhret sahibi olmaktır. Bu bakımdan bu kimsenin bozuk maksadını yüzüne çarpmak ve sadakasını kabul etmemek daha uygundur; zira böyle bir kimseden sadaka almak, onun yanlış hedefine yardımcı olmak demektir. Süfyan es-Sevrî, kendisine verilen sadakayı geri çevirip şöyle derdi: ´Eğer onların böbürlenerek bu sadakayı zikretmeyeceğini bilmiş olsaydım kabul ederdim!´ Âlimlerden biri kendisine gelen hediyeleri reddetmekten dolayı kınandı. Buna cevap olarak şöyle dedi: ´Ben onların hediyelerini ancak onlara şefkat ve nasihat olsun diye reddediyorum. Çünkü onlar hediyelerini zikrederler ve onun bilinmesini isterler. Bu bakımdan hem malları gider, hem de ecirleri yanıp kül olur!´ Almaktaki gayesine gelince, verilen sadakaya muhtaç olup olmadığını, nafakasına sarfedip sarfetmediğini araştırması gerekir. Eğer verilene muhtaç olduğu halde, verilen sadaka ve veren kimse hakkında zikrettiğimiz şüphe ve âfetten selâmet kalmışsa, bu takdirde en faziletlisi almaktır. Zenginliğinden veren bir kimse, ecir bakımından, muhtaç olduğu zaman alan bir kimseden daha büyük değildir.53 Kim dilenmek ve gözetmeksizin kendisine birşey gelirse, o gelen ALLAH tarafından kendisine sevkedilen bir rızıktır. O geleni geri çevirmesin.54 Âlimlerin biri şöyle demiştir: ´Kim kendisine verildiği halde almazsa, istemiş de kendisine verilmemiş kimse gibidir!´ Sırrî es-Sakatî? İmam Ahmed b. Hanbel´e birşeyler gönderirdi. Bir defasında İmam Ahmed hediyeyi geri çevirdi. Bunun üzerine Sırrî es-Sakatî kendisine ´Ey Ahmed! Hediyeyi geri çevirmenin âfe-tinden sakın. Çünkü geri çevirmenin âfeti, almanın âfetinden daha şiddetlidir´ dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed ona ´Söylediğini bana tekrar et!´ dedi. Sırrî söylediğini tekrar etti ve İmam Ahmed ´Ben o hediyeyi yanımda bir aylık nafakam olduğundan dolayı geri çevirdim. Bu bakımdan onu benim için yanında sakla! Bir aydan sonra bana gönder´ dedi. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´İhtiyacına rağmen verileni geri çevirmenin, tamahkârlık belâsına, şüphe veya benzerine gir-meye sevketmesinden korkulur´. Kişiye gelen mal, ihtiyacından fazla ise durumuna bakılır: Durumu ya nefsiyle meşgul olmaktır veya fakirlerin işlerini tekeffül etmek ve onlara tabiatındaki şefkat ve cömertlikten dolayı infak etmektir. Eğer nefsiyle meşgul ve ahiret yolunun yolcusu ise almasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bu durumda almak, sadece hevâ-i nefse tâbi olmaktır. Oysa ALLAH için olmayan amel sadece şeytanın yoluna dâvet eder. Kim korunun etrafında dolaşırsa (bilmediği halde) koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir! Sonra o kişinin iki makamı vardır. Onların biri açıkta sadakayı almak, gizlice sahibine geri vermektedir veya açıkta almak, gizlice fakirlere dağıtmaktır. Bu makam sıddîkların makamıdır. Nefse gayet ağır gelir. Ancak riyazet ile nefsi itminana kavuşan bir kimsenin gücü buna yeter! İkincisi, sahibi onu daha muhtaç bir kimseye sarfetsin diye almaması veyahut alıp daha muhtaç bir kimseye vermesidir. Bu iki durumu da gizlice veya açıkça yapabilir. Biz daha önce fa-kirliğin bazı hükümleriyle beraber, zekâtın esrarı bahsinde açıkça almanın mı, gizli almanın mı daha iyi olduğunu zikretmiştik. İmam Hanbel´in Sırrî es-Sekatî´nin hediyesini almamasına gelince, bu ancak İmam´ın o sadakaya muhtaç olmamasından ötürüdür; zira o zaman imamın yanında bir aylık azığı vardı. Onu alıp da başkasına sarfetmek sûretiyle nefsini meşgul etmeye de razı olmadı. Çünkü bu tür meşguliyette âfetler ve tehlikeler vardır. Muttakî bir kimse ise, âfetlerin bulunduğu yerden kaçar. Çünkü şeytanın nefsini aldatmasından emin değildir! Mekke-i Mükerreme´de mücavir olanlardan biri şöyle anlatıyor: ´Yanımda biraz para vardı. Onları ALLAH yolunda infak etmek için hazırlamıştım. Kâbe´yi tavaf etmiş, bitirmiştim. Gizli birsesle şöyle diyen bir fakiri dinledim: - (Yârab) Gördüğün gibi açım! Gördüğün gibi çıplağım! Acaba gördüğün hakkında ne diyorsun ey gören ve görülmeyen ALLAH!? O fakire baktım. Sırtında iki tane eskimiş elbise vardı. Bedenini örtecek gibi değildiler. İçimden dedim ki: ´Buna sarfetmekten daha iyi bir yer göremiyorum!´ Hemen paraları ona getirdim. Paralara bakıp onlardan beş dirhem aldı ve ´Dört dirhem iki tane peştamalın sermayesidir. Bir dirhemi de üçe ayırıp infak edeceğim. Gerisine ise benim ihtiyacım yoktur´ deyip gerisini bana iade etti. Onu ikinci gece gördüm. Sırtında iki tane yeni peştemal vardı. Bu manzara karşısında içimde ona karşı birşey doğdu. Bana baktı, elimden tuttu. Beni beraberinde yedi tur tavaf ettirdi. Her turu yer madenlerinden bir cevher üzerinde oluyordu ki o cevherler ayaklarımızın altından topuklarımıza kadar çıkıyor ve ses veriyordu. Onlardan bir kısmı altın, gümüş, yakut, inci ve mücevher idi. Bu manzara, Kâbeyi ziyaret edenlere görünmüyordu. Bunun üzerine bana dedi ki: Bütün bunları ALLAH bana verdi ve ben bunlara karşı zâhidlik gösterdim. Halkın elinden geleni alıyorum. Çünkü bu cevherler ağır bir yük ve fitnedir. Halktan gelende ise, halk için rahmet ve minnet vardır! Bunları zikretmekten gayem, ihtiyaçtan fazla olan malın, sana imtihan ve fitne olarak verildiğini bildirmektir. Çünkü ALLAH kula onu o malla ne yapacağına bakmak için vermiştir. İhtiyaç miktarı ise, sana şefkat olarak gelir. Öyleyse şefkat ile imtihan arasındaki farktan gafil olma! Biz yeryüzünde olan şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim!(Kehf/7) Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: 1. Belini doğrultan yemekte, 2. Avret mahallini örten elbisede, 3. Kendisini koruyan evde. Bundan fazla olan hesaptır! Madem ki durum budur, sen bu üç şeyden ihtiyaç miktarı almakla sevap kazanırsın. Fazlasından eğer ALLAH´a isyan etmemişsen hesaba mâruz kalırsın. Eğer isyan etmişsen ALLAH´ın azabına da mâruz kalırsın. ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmak için ve nefsin sıfatını kırmaktan dolayı lezzetlerden birini terketmeye azmetmen de imtihandır. Mal ise, onunla aklının kuvvetini denemiş olasın diye sana dupduru gelir. Öyle ise en iyisi ondan imtina etmendir. Çünkü nefse azmini bozmak hususunda ruhsat verildi mi ahdini nakzetmeye meyleder ve eski âdetine döner. Artık onu kahretmek mümkün olmaz. Bu bakımdan onu reddetmek mühimdir. O da zühddür. Eğer alıp bir muhtaca sarfederse, bu da zühdün en son zirvesidir. Bu zirveye ancak sıddîk olanlar varabilirler! Halin cömertlik, mal vermek, fakirlerin hukukunu korumak, sulehâdan bir cemaati idare etmek olduğu zaman, ihtiyacından fazlasını al! Çünkü o, fakirlerin ihtiyacından fazla değildir. Onu hemen onlara sarfetmeye bak. Onu azık yapma! Çünkü bir gece dahi onu elde tutmakta büyük fitne ve imtihan vardır. Bu bakımdan o, çoğu zaman kalbine tatlı gelir. Sen onu tutarsan senin için büyük bir fitne olabilir. Bir topluluk kendisim fakirlerin hizmetine verip bunu servet edinmek, yemek ve içmekte israfa kaçmak hususuna vesile kılmışsa bu, helâk olmanın ta kendisidir. Oysa gayesi şefkat ve şefkatten dolayı sevabı talep etmek olan bir kimse ise, ALLAH´a hüsn-i zan etmek temeli üzerine borç etmeli, zâlim sultanlara güvenerek borç etmemelidir. Eğer ALLAH helâlinden ona verirse borcunu öder. Eğer ödeyemeden önce ölürse ALLAH onun yerine öder ve onun alacaklılarını razı eder. O da borç aldığı kişilerin yanında durumunun belli olması şartına bağlıdır. Bu nedenle borç veren kimseyi aldatmamalı, yalancı va´dlerle kandırmamalıdır. Aksine halini açıklamalı ki o da basiretli bir şekilde bile bile borç versin. Böyle bir kimsenin borcunun beytülmâl´den ve zekâttan ödenmesi farzdır. Rızkı dar olan da ALLAH´ın ona verdiğinden harcasın. (Talâk/7) Bu ayetin mânâsının ´İki elbisesinden birisini satsın´ veya ´Nüfuzunu kullanmak sûretiyle borçlansın´ demek olduğu söylenmiştir; zira nüfuz da ALLAH´ın kişiye vermiş olduğu nimettendir. Seleften biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın birtakım kulları vardır, ellerindeki servet nisbetinde infak ederler. ALLAH´ın birtakım kulları da vardır ki ALLAH´a yapmış oldukları hüsn-i zan nisbetinde infak ederler´. Seleften biri ölürken malını üç gruba vasiyet etti: Kuvvetlilere, cömertlere ve zenginlere... Kendisine ´bunların kimler olduğu´ so-rulunca cevap olarak ´Kuvvetliler ALLAH´a tevekkül eden kimseler-dir. Cömertler ALLAH´a hüsn-i zan besleyen kimselerdir. Zenginler de, kendilerini tamamen ALLAH´ın ibâdetine veren kimselerdir´ dedi. O halde ne zaman kendisinde, malda ve verende bu şartları gö-rürse onu almalıdır. Aldığının verenden değil de ALLAH´tan geldiğini telâkki etmelidir. Çünkü veren, vermeye âmâde kılınmış bir vasıtadır. Kendisini vermeye dâvet eden kuvvetler, irade ve inançlar onu vermeye mecbur etmiştir. Hikâye olunuyor ki halktan biri Şakîk el-Belhî´yi elli arkadaşıyla beraber dâvet etti. Mükellef bir sofra hazırladı. Şakîk oturduğu zaman arkadaşlarına "Bu kişi ´Kim bu yemeği hazırladığımı ve getirdiğimi görüp kabul etmezse, benim yemeğim ona haram olsun´ diyor" dedi. Şakîk´in bu sözü üzerine bütün arkadaşları kalkıp çıktılar. Ancak derecede onlardan eksik olan bir genç sofrada kaldı. Bunun üzerine, konak sahibi Şakîk´e ´Ben bunu kasdetmedim!´ dedi. Şakîk ´Ben de arkadaşlarımın tevhid´ini denemek istedim!´ diye karşılık verdi. Hz. Musa (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Gördüğün gibi rızkımı, İsrailoğulları´nın eliyle veriyorsun. Şu adam bir gün sabah yemeğini, öbür adam akşam yemeğini bana yediriyor´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Musa´ya ´Veli kullarım hakkında böyle yaparım. Onların rızıklarını tembel kullarımın elleriyle veririm ki o tembelleri ecir sahibi kılayım´ diye vahyetti. Bu bakımdan vereni, ancak musahhar ve ALLAH tarafından me´cûr (ecir sahibi) olarak görmelidir. ALLAH Teâlâ´dan hüsn-ü tevfîkini talep ederiz! 50) İmam Ahmed 51) Ebu Dâvud, Tirmizî 52) Irâkî bu şekilde mürsel olarak görmediğini söylemektedir, ancak bundan sonra gelen hadîs bu hadîsin mânâsını doğrulamaktadır. 53) Taberânî 54) Daha önce geçmişti. |
|
![]() |
#203 |
![]() Dilenciliği Haram Kılan Zenginlik
Dilenmek hakkında birçok yasaklar ve tehdidler ve yine dilenmenin ruhsatı hakkında da hüküm vârid olmuştur. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Dilenci atın sırtında binici olarak gelse bile hakkı vardır.55 Yanmış bir tırnakla olsa dahi dilenciyi sevindirerek geri gönderin.56 Eğer dilencilik mutlaka haram olsaydı saldırgan bir kimseye saldırganlığından dolayı yardım edilmesi caiz olmazdı. Oysa dilenciye vermek ona yardım etmek demektir. Bu bakımdan burada perdeyi kaldıran (hüküm) şudur: Dilencilik esasında haramdır. Ancak zaruretten veya zarurete yakın mühim bir ihtiyaçtan dolayı mübah olur. Eğer dilencilik mecburî değilse, haramdır. Biz ´dilencilik esasında haramdır´ sözünü dilencilik haram olan üç şeyden ayrılmadığı için söyledik. 1.ALLAH Teâlâ´dan şikayet etmek; zira dilencilik fakirliği belirtmek ve ALLAH´ın nimetinin kendisine eksik verildiğini zikretmektir. Bu ise, şikayettir. Nasıl ki başkasının mülkü olan köle, dilendiği takdirde, dilenmesi efendisini horlamak olursa, aynen bunun gibi kulların dilenmesi de ALLAH Teâlâ´yı kınamaktır. Bunun haram olması uygundur. Dilenmek, murdar hayvanın etinin zaruretten dolayı helâl olduğu gibi ancak zaruretten dolayı helâl olabilir. 2.Dilencilikte şahsın ALLAH´ın gayrisine karşı nefsini zelil etmesi vardır. Oysa mü´min bir kimse ALLAH´tan başkasına karşı nefsini zelil etmez. Aksine nefsini ancak mevlâsına karşı zelil edebilir. Çünkü böyle bir zillette izzet vardır. Diğer halk da onun gibi kullardır. Zaruret olmaksızın onlara karşı zillet göstermemelidir. Dilencilikte verene nisbeten isteyenin zilleti vardır. 3.Dilenci, verenin eziyetinden çoğu zaman kurtulamaz. Çünkü veren çoğu zaman can ü gönülden vermez. Eğer dilenciden utanarak veya riyakârlık yaparak verirse bu, verene de haramdır. Eğer vermezse çoğu zaman utanır ve vermediğinden dolayı nefsinde eziyet duyar; zira nefsini cimriler sûretinde görür. Bu bakımdan vermekte malın eksikliği, vermemekte manevî mertebenin eksikliği vardır. Bunların ikisi de eziyet vericidirler. Bu eziyetin sebebi de dilencidir.Oysa zaruret olmaksızın eziyet vermek de haramdır.Sen bu üç mahzuru anladığın takdirde, Hz.Peygamber´in şu hadîsini anlamış olursun: Dilenmek fâhiş haraketlerdendir. Fâhiş hareketlerden de di-lenmekten başkası helâl kılınmamıştır!57 Dikkat edersen Hz. Peygamber, dilenciliği fâhişlerden saymıştır! Oysa fâhişin ancak zaruretten dolayı mübah olacağı gizli değildir. Nitekim boğazına lokma tıkanmış ve yanında şaraptan başka içecek bir madde mevcut olamayan bir kimse için şarabın (lokmayı indirecek kadarının) mübah olması gibi... Kim zengin olduğu halde dilenirse o ancak cehennem közlerini toplamış olur. Kim kendisini zengin eden bir serveti olduğu halde dilenirse, kıyamet gününde, yüzü takırdayan bir kemik olduğu halde ALLAH´ın huzuruna gelir. Yüzünde et diye birşey olmaz.58 Başka bir lafızda ´Onun dilenmesi onun yüzünde yara ve bere olur´ şeklinde gelmiştir. Bu lafızlar dilenmenin haramlığı ve şiddetli azabı gerektirdiği hakkında açıkça vârid olan lâfızlardır. Hz. Peygamber, bir kavimle İslâm üzerine biat etti. Onlara İslâm´ı dinlemelerini ve itaat etmelerini şart koştu. Sonra onlara hafif bir kelime söyledi: ´Halktan hiçbir şey dilenmeyin´. Hz. Peygamber (s.a) çok zaman dilenmekten sakınmayı emrederek şöyle derdi: Bizden isteyene veririz. Fakat kim kendisini zengin sayarsa ALLAH onu zengin eder. Kim bizden istemezse bizim nezdi-mizde daha sevimlidir.59 - Halktan müstağni olunuz! Az isteyen daha hayırlıdır. - Senden istemekten de mi? - Benden istemekten de...60 Hz. Ömer, akşam namazından sonra bir dilencinin sesini işitti. Kavminden birine ´Bu kişiyi götür, akşam yemeğini yedir!´ dedi. Kişi dilenciyi götürüp akşam yemeğini yedirdi. Sonra Hz. Ömer ikinci bir defa onun sesini işitti, o kişiye ´Ben sana bunu götürüp akşam yemeğini yedir demedim mi? dedi. Adam ´Ben ona akşam yemeği yedirdim´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer dikkat etti. Dilencinin eli altında ekmekle dolu bir sepet gördü ve şöyle dedi: ´Sen dilenci değil tüccarsın!´ Sonra sepeti alıp zekât develerinin önüne serdi ve dilenciyi kamçı ile dövüp ´İkinci bir defa dilenme!´ diye emir verdi. Eğer dilenmek haram olmasaydı, Hz. Ömer dilenciyi dövmez, sepetini elinden almazdı. Belki himmeti zayıf ve kursağı dar olan fakîh, Hz. Ömer´in bu yaptığını uzak görür ve der ki: ´Hz. Ömer´in dilenciyi dövmesi, dilenciyi terbiye etmektir. Şeriatta ta´zir cezası vardır. Hz. Ömer´in ondan malı alması ise, müsadere etmektir. Oysa şeriat, malı almak sûretiyle ceza verme hakkında bir hüküm getirmemiştir. Acaba Hz. Ömer nasıl bunu caiz görmüştür?´ Fakîhin Hz. Ömer´in bu hareketini uzak görmesinin sebebi, fıkıh ilmindeki eksikliğindendir. Acaba bütün fakîhlerin fıkhı, Hz. Ömer´in fıkhı yanında nedir? Onun ALLAH´ın dininin sırlarına muttali olması ve kullarının maslahatlarını bilmesi yanında bütün fakîhlerin fıkhı nerede kalır? Acaba Hz. Ömer´in malı müsadere etmesinin caiz olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun veya bildiği halde öfkesinden dolayı ALLAH´a karşı bu mâsiyeti işlediğini mi sanıyorsun? Biz, Hz. Ömer´i bundan tenzih ederiz. Veya maslahat gereği Hz. Peygamber´in teşrî buyurduğu yolun gayrisiyle, sakındırmak istediğini mi sanıyorsun? Bunlar Hz. Ömer´den ne uzak şeyler; zira bu sonuncusu mâsiyettir. Bu meselede Hz. Ömer´in o dilenciyi dilenmekten müstağni gördüğünü ve kendisine birşey verenin ancak muhtaç olduğuna inanarak verdiğini, kendisinin yalancı olduğunu, hile yapmakla beraber aldığı malın mülkiyetine girmediğini ve o malı ayırdedip sahiplerine geri vermesinin de zor olduğunu iyi düşün; zira o malın sahiplerinin kimler olduğu bilinmemektedir. Bu bakımdan ortada sahipsiz bir mal vardır. Öyleyse o malı maslahata sarfetmenin farz olduğunu, zekat develeri ve yemlerinin de maslahattan olduğunu gören fakîh kâ-mil bir fakîhtir. Yalancı olduğu halde, ihtiyacını belirtmekle beraber dilenenin alması, Hz. Ali´nin soyundan olduğunu iddia edip bu vasıfla alanın yalancı olduğa halde alması gibidir. Zira böyle bir kimse aldığını mülk edinmez. Yine salih olduğundan dolayı kendisine sadaka verilen sûfinin oysa iç âleminde öyle bir günah işliyor ki şayet sadaka sahibi, onun o günahı işlediğini bilse kendisine birşey vermeyecek aldığı gibidir. Biz bu kitabın birçok yerinde, bu vechile, aldıklarını mülk edinmediklerini ve kendilerine haram olduğunu ve sahibine geri verilmesinin farz olduğunu zikrettik. Bu bakımdan birçok fakîhin gafil oldukları bu mânânın doğruluğuna Hz. Ömer´in yaptığıyla delil getir! Nitekim biz, birçok yerde bunu takrir eyledik. Bu fıkıhtan gafil olarak Hz. Ömer´in yaptığının bâtıl olduğuna delil getirme! Dilenmenin zaruretten dolayı mübah olduğunu bildiğin zaman anla ki insan, bir şeye ya mecbur, ya şiddetli bir şekilde veya az muhtaçtır veyahut da kendisine muhtaç değildir. İşte bunlar dört haldir: Mecbur olmaya gelince o, ölümünden veya hastalığından korktuğu zaman aç veya bedenini örtecek bir elbisesi olmayan çıplak bir kimsenin dilenmesidir. İstenilen malın mübah olması hususunda ve kendisinden istenilenin de iç âleminde razı olması ve isteyenin de çalışmaktan aciz olması hususunda zikredilen diğer şartlar mevcut olduğu tak-dirde, bu dilenme mübah olur. Çünkü çalışmaya kudreti olup, tembellik yapan bir kimse dilenmez. Ancak ilmî araştırma onun bütün vaktini alırsa durum değişir. Kimin yazısı varsa o, yazıcılık yapmak sûretiyle çalışmaya muktedirdir. Müstağni´ye gelince, müstağni o kimsedir ki yanında bir veya birkaç misli olduğu halde, birşeyi başkasından ister. Böyle bir kimsenin dilenmesi kesinlikle haramdır. Zikredilen bu iki taraf apaçıktır. Şiddetli bir şekilde muhtaç olana gelince, ilaca muhtaç olan hasta gibidir. İlacı kullanmazsa korkusu belirmez. Fakat buna rağmen korkudan da uzak değildir ve cübbesi olup kış mevsiminde o cübbenin altında hiç gömleği olmayan, soğuktan, zaruret hududuna varmayan bir şekilde eziyet çeken bir kimse gibidir. Zahmetle yürümeye muktedir olduğu halde binek kiralamak için dilenen kimsenin hükmü de böyledir. Dilenmenin mübahlığı, böyle bir kimsenin üzerine de tahmil olunmaya uygundur. Çünkü bu da kesin bir ihtiyaçtır. Fakat bu takdirde dilenmesine ´mekruh´ denilmez. ´Benim cübbemin altında iç gömlek yoktur. Soğuğa katlanıyorum, fakat bana çok zor geliyor!´ derse, eğer bu sözünde doğru ise, doğruluğu dilenciliğine eğer ALLAH dilerse kefaret olur. Hafif ihtiyaca gelince, evden çıkarken elbisenin üstüne giyip yırtıklarını örtmek için bir elbise dilenen ve elinde ekmek olduğu halde katık dilenen kimse gibi... Merkebin kirasına gücü yettiği halde atın kirası için dilenen gibi... Devenin sırtında durabilecek haldeyken hevdec kiralamak için dilenmek gibi... Bu ve benzeri olanlar eğer bunlardan gayrisini belirtmek sûretiyle halini örtbas etmeye çalışırsa- haramdır. Eğer yoksa ve kendisinde şikayet, zillet ve karşıdaki insana eziyet vermekten ibaret olan üç mahzurlu şeyden biri varsa, yine dilenmek haramdır. Çünkü böyle bir ihti-yaçla bu mahzurlar mübah olmazlar. Eğer dilenmesinde bu mahzurlardan herhangi biri yoksa, bu şartlar dahilinde kerahetle be-raber dilenmesi mübahtır. Soru: Dilenmenin bu üç mahzurdan uzak olması nasıl mümkün olur? Cevap: Şikayet, ALLAH´a şükretmeyi ve halktan müstağni olmayı belirtmek ve muhtaç olan bir kimsenin dilenmesi gibi dilenmemekle defolur. Fakat şöyle demelidir: ´Ben elimdeki malla zenginim. Fakat serkeş nefis elbisenin üzerinden giymek için bir elbise daha istiyor´. Bu ise, ihtiyaçtan fazla ve nefisten gelen bir fazlalıktır. Bu bakımdan böyle demekle, şikayet hududundan çıkmış olur. Zillete gelince, babasına, yakınına veya dilenmekten ötürü gözünden düşmeyeceği ve alaya mâruz kalmayacağı dostundan ve yahut da malını böyle durumlar için âmâde kılan bir kimseden istemesidir. Bu durumdan ötürü zillet, kendisinden sakıt olur; zira zillet, şüphesiz minnetin gereğidir! Eziyet vermeye gelince, bundan kurtulmanın çaresi, dilenirken özellikle bir şahsı kastetmemesidir. Sözü ortaya atmalı ki ancak gönülden teberruda bulunan bir kimse buna yanaşır. Eğer topluluğun içinde belli bir kişi varsa dilenciye vermediği zaman kınanacaksa onun bulunduğu mecliste, umumî şekilde dilenmek de ona eziyyettir; zira o çoğu zaman kınanmaktan korktuğu için istemeyerek verir. Oysa onun hoşuna giden eğer kınanmaksızın kurtulursa vermemektir. Belli bir şahıstan istediği zaman, açıkça istememelidir. Kişinin eğer vermemek istiyorsa duymamazlıktan gelebileceği bir şekilde istemelidir. Eğer kişi duymamazlıktan gelmeye muktedir olmakla beraber, duymamazlıktan gelmeyip verirse, vermeye rağbeti vardır demektir. İşte bu vermekle eziyet görmüş olmuyor demektir. Öyle bir kimseden dilenmesi gerekir ki eğer kendisini reddeder veyahut da duymamazlıktan gelirse, kendisinden utanmamalıdır. Çünkü dilenciden utanmak, kendisinden dilenene eziyet verir. Nitekim dilencinin gayrisiyle beraber olan riyanın eziyet verdiği gibi... Soru: Vereni teşvik eden şeyin, ya dilenen veya hazır olanlardan utanması olduğunu bildiği halde verileni alırsa, acaba bu helâl midir veya şüpheli midir? Cevap: Katıksız bir haramdır. Haramlığmda ümmet arasında ihtilâf yoktur. Hükmü, başkasının malını, dövmek veya müsadere etmek sûretiyle almanın hükmüdür; zira sopayla bedenin zâhirini dövmek ile hayâ ve kınanma korkusunun kamçısıyla kalbi dövmenin arasında fark yoktur. Hatta kalbi dövmek, akıllılara daha şiddetle tesir eder. Bu adam sadece zâhirde razı olmuştur. Ben ancak zâhirle hükmederim. Gizlilere ise, ALLAH hükmeder! Hz. Peygamber´in bu sözünü öne sürmek de caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber´in bu hadîsle kasdettiği husûmet ve dava-arı halletmekte kadıların mecburiyeti ve zarurî durumlarıdır; zira husûmetleri bâtına ve hallerin karinelerine dönüştürmek onlar için mümkün değildir! Bu bakımdan kadılar, dil ile olan sözün zâhiriyle hükmetmeye mecbur kaldılar. Oysa dil, birçok yalanın tercümanıdır. Fakat zaruret bunu gerektirdi. Bu, ALLAH ile kul arasındaki şeyden sual etmektir. Buradaki ´Hâkim´, ´Ahkem´ül Hâkimîn´dir. Onun nezdinde kalpler, diğer hâkimlerin nezdindeki diller gibidir. Her ne kadar sana fetva verseler de sen bu hususta kalbine bak; zira fetva veren, kadıların ve sultanın muallimidir. Dünyada hükmetsinler diye onlara öğretmiştir. Kalplerin müftüsü ise, ahiret âlimleridir. Onların fetvasıyla ahiret sultanının satvetinden kurtulur. Fakîhin fetvasıyla dünya sultanının satvetinden kurtulduğu gibi... Madem ki durum budur, sahibinin gönül rızasıyla vermediği şey ALLAH katında kendi mülkü olmaz! Onu sahibine geri vermek mecburiyetindedir. Eğer geri çevirmekten utanır da geri çevirmezse, o, dilenilen malın kıymetini hediye şeklinde sahibine vermelidir ki mesuliyetten kurtulsun. Eğer mal sahibi hediyesini kabul etmezse onu mal sahibinin varislerine geri vermelidir. Dilenip kazandığı mal eğer elinde zâyi olursa, ALLAH katında o malı ödemeye mecbur olur. O malda tasarruf ettiği için âsîdir. Eziyete vesile olan dilenmekle de âsî olmuştur. Soru: Bu bâtın bir iştir. Buna muttali olmak çok zordur. Bundan kurtuluş yolu nedir? Çoğu zaman dilenci mal sahibinin, malını rızasıyla verdiğim zanneder. Oysa mal sahibi malını vermeye çoğu kez hiç de razı değildir. Cevap: Bu sebeple muttakîler dilenmeyi tamamen terketmişler, hiç kimseden birşey almamışlardır. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî´den başka kimseden birşey almazdı. ´Biliyorum ki Sırrî, elinden malın çıkmasıyla sevinir. Ben de sevdiği bir hususta ona yardımcı oluyorum´ derdi. Dilencilik hakkında tehdid ve iffete sarılma hakkındaki emirlerin tekidi bu hikmetten ileri gelse gerek; zira eziyet ancak zaruretten dolayı helâl olur. O da şu demektir: Dilenci tehlike ile karşı karşıyadır. Kurtuluş yolu kalmamıştır. Kendisine isteyerek ve eziyetsiz kimse yardımda bulunmaz. Bu takdirde kendisine dilenmek mübah olur. Nitekim zaruret halinde (ölmeyecek kadar) domuz ve murdar eti yemenin mübah olması gibi... Bu bakımdan dilenmemek müttakîlerin yoludur. Kalp erbabı içinde hallerin karinelerine muttali olmakta basirete güvenenler vardı. Onlar sadece bazı kimselerden alırlardı. Onlardan sadece dostlarından alan da vardı. Bir kısmı da verilenin bir kısmını alır bir kısmını geri çevirirdi. Hz. Peygamber´in koç, yağ ve peynir hususunda yaptığı gibi yaparlardı. Bunların bu durumları, istemeksizin kendilerine verilen hediye hususunda cariydi. Çünkü kendiliğinden verilen bir hediye, şüphesiz ki verenin rağbetinden ileri gelir. Fakat verenin rağbeti bazen mertebe elde etmek, riya veya iştihardır. İşte böyle olduğu zaman o muttakî yoksullar onu almaktan sakınırlardı. Dilenmeye gelince iki yer hariç, ondan tamamen imtina ederlerdi. Birincisi zarurettir. Zaruret halinde, peygamberlerden üç kişi istemiştir: Hz. Süleyman, Hz. Musa ve Hızır!61 Şüphe yoktur ki bu zatlar, ancak kendilerine vermeyi isteyen bir kimseden istemişlerdir. İkincisi, dostlardan istemektir. Selef, dostlarının malını, izin almaksızın ve istemeksizin alırdı. Çünkü kalp sahipleri maksadın kalbin rızası olduğunu, dilin konuşması olmadığını bilirler. Onlar arkadaşlarına güvenirlerdi. Arkadaşlarının kendilerine vermekle sevineceklerini bilirlerdi. Arkadaşlarının isteklerini vermekte şüphe ettikleri zaman sadece isterlerdi. Aksi takdirde dilleriyle istemekten müstağni idiler; yani istemeksizin alırlardı. Dilenmenin mübah olmasının hududu; verenin, eğer sende bulunan ihtiyacı bilirse, dilenmeksizin sana yetecek kadarını vereceğini bilinendir. Bu takdirde istemenin, ihtiyacı belirtmekten başka hiçbir tesiri yoktur. Onu hayâ ile harekete getirmek, hilelerle onun vicdanını kabartmak değildir. Bazen dilenciye öyle bir hâl olur ki bu halde kendisinden mal talep edilen adamın kalben razı olmasından şüphe etmez. Bu da hallerin karinesiyle bilinir. Bu bakımdan birinci halde almak, katıksız helâldir. İkinci halde almak ise katmerli haramdır. Bu iki halin arasında, hakkında şüphe edilen birçok haller vardır, kişi o hallerde kalbinden fetva istemelidir. Kalbini rahatsız eden hali bırakmalıdır. Çünkü bu günahtır. Bu bakımdan kendisini şüpheye düşüreni bırakıp, şüphesiz olanı almalıdır. Hallerin karineleriyle bunu idrâk etmek, zekâsı kuvvet bulmuş, hırsı ve şehveti zayıflamış bir kimse için pek kolaydır. Eğer harisliği kuvvet bulmuş, zekâsı zâfiyete uğramış ise bu durumda işine gelen kendisine görünür. Bu bakımdan kerahete delâlet eden karineleri sezemez. Bu inceliklerle Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerîfinin sırrına muttali olunur: Kişinin kazancından yemesi, yiyeceğinin en helâlidir. Hz. Peygamber´e, kelimeleri toplayıcı ifade tarzı ihsan edilmiştir. Çünkü çalışması olmayan ve babasının veya yakınlarından birinin çalışmasından kendisine miras olarak kalan bir mala sahip bulunmayan kimse, insanların elinden dilenmeksizin yese bile, ancak dindarlığından ötürü yemiş olur. O halde, eğer iç âlemi keşfolunduğunda dindarlığından dolayı kendisine birşey verilmeyecek durumda ise aldığı haram olur. Eğer dilenmekten dolayı kendisine verilirse, acaba kendisinden mal istediğinde kalbi vermeye razı olan var mıdır? Acaba sadece zarurî ihtiyacı kadar dilenen var mıdır? Halkın elinden yiyen bir kimsenin hallerini tedkik ettiğinde anlarsın ki yediğinin hepsi veya çoğu haramdır ve yine anlarsın ki helâl, senin veya sana miras bırakanın helâlinden çalışıp kazandığı kazançtır. Bu bakımdan halkın elinden yemek ile takvanın bir arada bulunması uzak bir ihtimaldir. Öyleyse ALLAH´tan dileğimiz; başkasından tamahımızı kesmesi, helâliyle bizi haramından müstağni etmesi, faziletiyle kendisinden başkasından bizi müstağni kılması, minnet ve cömertliğinin genişliğiyle bunları bize yapmasıdır. Çünkü O, dilediğinin üzerinde kudret sahibidir. 55) Ebu Dâvud, (Hüseyin b. Ali´den) 56) Ebu Dâvud, Tirmizî 57) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 58) Ebu Dâvud ve İbn Hibban 59) İbn Ebî Dünya 60) Bezzar, Taberânî. 61) Hızır´ın peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Âlimlerin çoğu velî olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Müellif ise peygamberliğine kaildir. |
|
![]() |
#204 |
![]() Dilencilerin Halleri
Halk bu hususta ihtilâfa düşmüştür: Cüneyd-i Bağdâdî, el-Havvas ve bir çokları, fakirliğin üstünlüğüne kaildirler. İbn Atâ ´Şükreden ve zenginliğin hakkını yerine getiren zengin, sabreden fakirden daha üstündür´ demiştir. Deniliyor ki: Bu hususta kendisine muhalefet ettiğinden dolayı, Cüneyd, İbn Atâ´ya bedduada bulundu. Bunun üzerine, İbn Atâ´nın başına bir musibet geldi. Biz bu meseleyi Sabır Kitabı´nda, sabır ile şükür arasındaki farkı anlatırken zikretmiştik. Amellerde ve hallerde faziletin talebinin yolunu da belirtmiştik. Bu ise ancak tafsilât ile mümkündür. Fakirlik ve zenginlik, mutlak olarak ele alındıkları takdirde, haber ve eserleri okuyan bir kimse fakirliğin fazileti hakkında şüpheye düşmez. Fakat burada tafsilât lâzımdır. Şüphe ancak iki makamda tasavvur edilir. Birinci Makam: Bu sabreden ve talep üzerinde ihtirası olmayan fakirdir. Bu fakir kanaat eden veya malını hayırlara sarfeden zengine nisbeten daha fazla razı olmuştur. İkinci Makam: Haris bir zenginle haris bir fakirdir; zira kanaat eden fakirin mal biriktiren ve harislik yapan zenginden üstün olduğunda şüphe yoktur. Malını infak eden zenginin haris fakirden daha üstün olduğu da muhakkaktır. Birincisine gelince, çoğu zaman zannedilir ki zengin, fakirden üstündür. Çünkü ikisi, mala karşı harisliğin zâfiyetinde eşittirler. Fakat zengin, sadaka ve hayırlar yapmakla ALLAH´a yaklaşır. Fakir ise bundan acizdir. İşte İbn Ata böyle zannetmiştir. Mal ile nimetlenen zengine gelince, her ne kadar bu mübah ise de bu zenginin kanaat eden fakirden daha üstün olduğu düşünülemez. Haberde vârid olan da buna şehâdet eder. Fakirler Hz. Peygamber´e zenginlerin hayır, sadakalar, hac ve cihadla kendilerini geçtiklerinden şikayet ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, tesbih hususunda onlara birkaç kelime öğretti ve onlara bu kelimelerle zenginlerin vardıkları derecelerin daha üstüne varacaklarını söyledi. Bunun üzerine zenginler o kelimeleri öğrendiler ve onu söylemeye başladılar. Fakirler Hz. Peygamber´e gelip haber verdiler. Hz. Peygamber ´O ALLAH´ın faziletidir. Dilediği kuluna ihsân eder!´ dedi. İbn Atâ, bu mesele kendisine sorulduğu zaman, bu hadîsle istişhâd ederek şöyle dedi: ´Zengin üstündür. Çünkü zenginlik, hakkın sıfatıdır!´ Birincisinin delilinde düşünmek gerekir; zira haber bunun hilâfına delâlet eden bir tafsilâtla varid olmuştur. Şöyle ki: ´Fakirin tesbihteki sevabı, zenginin sevabından fazla olur. Fakirlerin o sevabı elde etmeleri ise, ALLAH´ın faziletidir. ALLAH, faziletini dilediği kuluna verir´. Zeyd b. Eslem, Enes b. Mâlik´ten şöyle rivayet etti: Fakirler Hz. Peygamber´e bir elçi gönderdiler. O elçi ´Ben fakirlerin sana gönderilen elçisiyim!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Sana ve yanlarından geldiğin kimselere merhaba! Onlar öyle bir kavimdir ki ben onları severim´ dedi. Elçi ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Zenginler hayrı tamamen bizden aldılar. Hacca giderler. Bizim buna gücü-müz yetmiyor. Umre yaparlar, bizim ise buna tâkatimiz yok! Hasta oldukları zaman, mallarının fazlasını kendilerine zahire edinirler´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Benden fakirlere tebliğ et! Muhakkak sizden sabreden ve ec-rini ALLAH´tan isteyen bir kimse için zenginlerde olmayan üç nimet vardır. Birincisi; cennette birtakım köşkler vardır. Yeryüzündeki insanların, gökteki yıldızlara baktıkları gibi, cennet ehli onlara bakarlar. Oraya ancak fakir bir peygamber, fakir bir şehid veya fakir bir mü´min girer. İkincisi; fakirler zenginlerden yarım gün önce cennete girerler. O yarım gün de beş yüz senelik bir zamandır. Üçüncüsü; zengin ´SübhânALLAHi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahü vALLAHü ekber´ (ALLAH´ı tenzih ederim. Hamd ALLAH´a mahsustur. O´ndan başka mâbud yoktur ve ALLAH herşeyden yücedir) dediğinde fakir de onun gibi derse, zengin bu hususta fakire yetişemez, velev ki bu hususta onbin dirhem harcasın. İyiliklerin hepsi de böyledir. Bunun üzerine, fakirlerin elçisi yanlarına dönüp Hz. Peygamber´in söylediklerini kendilerine haber verdi. Onlar da ´Biz razı olduk, razı olduk´ dediler.42 Bu hadîs Hz. Peygamber´in ´O, ALLAH´ın fazlıdır. Dilediği kuluna verir´ sözünün, zikirlerinden ötürü fakirlere fazladan verilen sevapların ALLAH´ın fazlı mânâsına olduğuna delâlet eder. Hz. Peygamber´in ´Muhakkak ki zenginler hakkın sıfatıdır´ sözüne gelince, meşâyihten biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın sebeplerle ve geçici servetlerle zengin olduğunu mu sanıyorsun?´ Bunun üze-rine itiraz eden susup konuşmadı. Başkaları da bu hadîs hakkında şöyle dediler: ´Kibir ALLAH´ın sıfatlarındandır. O halde tevazudan daha üstün olması uygun olur!´ Sonra şöyle dediler: ´Bu cümle fakirliğin daha üstün olduğuna delâlet eder. Çünkü kulluğun sıfatları kul için daha üstündür. Korku ve ümit gibi... Rubûbiyet sıfatlarında ise, hiçbir kulun ALLAH ile münâzaa etmesi uygun değildir´. ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur: Büyüklük benim ridamdır. Azamet benim izarımdır. Kim bu hususta benimle cedelleşirse onun belini kırarım. Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: İzzetin ve bekanın sevgisi, rubûbiyette ortaklıktır ve bu hususta ALLAH ile cedelleşmektir. Çünkü bunların ikisi de ALLAH Teâlâ´nın sıfatlarındandır´. Zenginlik ve fakirliğin fazileti hakkında bu tür şeyler söylediler. Sözün kısası, te´vil kabul eden umumî hükümlere, biri diğerini nakzetmesi uzak olmayan kusurlu kelimelere bağlıdır; zira nasıl ki zenginliği Hakkın sıfatı olmak hasebiyle üstün gören bir kimse-nin sözü tekebbürle tenkid ediliyorsa, aynen onun gibi zenginliği kulun vasfı olduğu için kötüleyen bir kimsenin sözü de ilim ve marifetle tenkid ediliyor. Çünkü ilim ve marifet ALLAH´ın sıfatıdır. Cehalet ve gaflet ise, kulun sıfatıdır. Oysa hiçbir kimsenin gafleti ilimden üstün tutmaya yetkisi yoktur. Bu bakımdan burada Sabır Kitabı´nda zikrettiğimiz için değil, başka şeyler için kastolunan şey, maksuduna izafe edilmeye lâyıktır; zira onunla fazileti belirir. Dünyanın bizzat kendisi mahzurlu değildir. Fakat ALLAH´a varmaktan alıkoyduğu için mahzurludur! Fakirlik de bizzat kendisi için matlûb değildir. Fakat onun içinde ALLAH´tan alıkoyan birşey olmadığı için kastolunur. Nice zengin vardır ki zenginlik kendisini ALLAH´tan meşgul etmiştir. Mesela Süleyman (a.s), Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf gibiler... Nice fakir vardır ki fakirlik onu meşgul edip hedeften uzaklaştırmıştır. Dünyada maksadın en yücesi, ALLAH´ın sevgisi ve O´nunla ünsiyet kurmaktır. Bu da ancak ALLAH´ı bildikten sonra olur. Oysa meşgul edenlerle beraber ALLAH´ın yolunu öğrenmek mümkün değildir. Fakirlik de bazen insanı ALLAH´tan meşgul eder. Tıpkı zenginliğin bazen meşgul ettiği gibi... Ancak hakîkatte meşgul eden dünya sevgisidir; zira dünya ile beraber ALLAH´ın sevgisi bir kalpte toplanmaz. Birşeyi seven onunla meşguldür; ister ayrılığında, ister kavuşmasında olsun! Bazen ayrılıktaki meşguliyet daha fazla olur ve bazen de kavuşmadaki meşguliyet daha fazla olur. Dünya ise, gafillerin mâşukasıdır. Ondan mahrum olan onun talebiyle meşguldür. Ona gücü yeten onu korumak ve lezzet almakla meşguldür. Bu bakımdan durum böyle iken mal sevgisinden kalbi uzak olan iki kişi olsa, ikisinin yanında da mal su gibi olur. Yanında mal bulu-nan ile bulunmayan eşittir; zira ikisi de ancak ihtiyacı kadar ondan lezzetlenir. İhtiyaç kadarının varlığı, yokluğundan daha üstündür; zira aç bir kimse mârifet yolunu değil, ölüm yolunu izler. Eğer işi en büyüğü itibariyle ele alırsan fakir tehlikeden daha uzaktır; zira zenginliğin fitnesi, fakirliğin fitnesinden daha şiddetlidir. Gücün yetmemesi de ismet (korunma) sıfatındandır. Bu sırra binaen ashab-ı kiram şöyle demiştir: ´Biz fakirlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabrettik. Zenginlik fitnesiyle belâlandırıldık, sabredemedik´. Bu durum, bütün insanların tabiatıdır. Ancak birçok asırda bile pek nadir bulunan kimse müstesnadır. Şeriatın hitabı, o nadir kimseye değil, bütün insanlara olduğu için, fakirlik de o nadir kimse hariç, bütün insanlar için daha elverişli olduğundan, şeriat aşırı zenginlikten sakındırıp onu kötülemiş, fakirliği de üstün kılıp övmüştür. Hatta Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ehl-i dünyanın mallarına bakmayın; zira onların mallarının parlaklığı, imanınızın nûrunu götürür´. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´Malların evrilip çevrilmesi imanın tadını emer´. Her ümmetin tapmak için bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise, altın ile gümüştür.43 Hz. Musa´nın kavminin buzağısının esası da altın ve gümüşten yapılmıştı. Mal ile suyun, altın ile taşın eşit olması, an-cak peygamberler (a.s) ve velî kullar için düşünülebilir. Sonra bunu müteakip, onlar için, uzun mücâhedenin yüzü suyu hürmetine ALLAH´ın fazileti tamamlanır; zira ALLAH´ın yüce peygamberi (s.a) dünyaya şöyle hitab etmektedir: Benden uzaklaş, benden uzaklaş!44 Zira dünya Hz. Peygamber´e süslerine bürünerek görünürdü. Hz. Ali şöyle derdi: ´Ey altın! Benden başkasını kandır! Ey gümüş! Benden başkasını kandır´.45 Bu sözü, nefsinde paraya kanma emaresinin belirdiğini hissettiğinden dolayı söyledi. Eğer rabbinin delilini görmeseydi onunla aldanabilirdi. Rabbinin delili de mutlak zenginliktir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Zenginlik fazla maldan ileri gelmez. Zenginlik ancak gönül zenginliğidir.46 Bu durumun tahakkuku uzak olduğu için bütün insanlar için en yararlısı sadaka verseler, hayırlara sarfetseler bile fazla malın olmamasıdır. Çünkü halk, mala kudretleri olduğu zaman dünya ile yakınlık kurmaktan ve zevk almaktan ayrılamazlar. Onu vermekteki rahatı hissetmekten ayrılamazlar. Bütün bunlar beraberinde dünyaya bağlanmayı getirir. Kul dünyaya ne kadar bağlanırsa, o nisbette ahiretten ürker. ALLAH´ın mârifeti olan sıfatın dışındaki diğer sıfatlarından herhangi birine ne kadar ünsiyet verirse, o nisbette ALLAH´tan ve sevgisinden uzaklaşır! Dünyaya bağlanmanın sebepleri kesildiği zaman, kalp dünyadan ve onun süsünden uzaklaşır. Kalp ALLAH´ın gayrısından uzaklaştığı zaman, ALLAH´a iman ettiği için, şüphesiz ki ALLAH´a yönelir; zira boş olan bir kalp düşünülemez. Varlıkta da ALLAH ve gayrısından başkası yoktur. Bu bakımdan başkasına yönelen ALLAH´tan, ALLAH´a yönelen de başkasından uzaklaşır. Kişinin iki-sinden birine yönelmesi, diğerinden uzaklaşması nisbetindedir. Birine yaklaşması diğerinden uzaklaşması oranındadır. İkisinin misali,doğu ile batının misali gibidir. Zira onlar iki cihettirler. Onların arasında gezen bir insan birine yaklaştığı nisbette ötekinden uzaklaşır. Birine yaklaşmak diğerinden uzaklaşmanın ta kendisidir. Bu bakımdan dünya sevgisinin aynısı, ALLAH´ın buğzunun aynısıdır. O halde arif kimsenin, dünyadan uzaklaşması veya dünyaya bağlanması hususunda dikkat edeceği yer kalbi olmalıdır. Durum böyle olunca fakir ve zenginin fazileti sadece kalplerinin mal ile ilgilenmesi nisbetindedir. Eğer bu hususta eşit olurlarsa dereceleri de eşit olur. Ancak bu nokta gurur ve ayağın kaydığı yerdir. Çünkü zengin kimse çok zaman kalbinin maldan ayrıldığını zanneder. Oysa farkında olmadan kalbi mal sevgisiyle doludur. Ancak bunu, malı kaybettiği zaman hisseder. İşte bu nedenle malı dağıtmak sûretiyle veya malı çalındığında nefsini denemelidir. Eğer nefsinin mala iltifat ettiğini görürse, aldandığını bilmelidir. Birçok kişi kalbinin cariyesinden ayrıldığını zannettiğinden ötürü cariyesini satmıştır. Fakat daha sonra kalbinde gizlenmiş olan ateş alevlenmiştir. Böylece mağrurluğu açığa çıkar. Ateş külün altında gizli olduğu gibi, aşk da kalpte gizlidir. Bu durum, peygamberler ve velîler hariç bütün zenginlerin durumudur. Madem ki bu durum muhal ve uzak bir ihtimaldir, öyleyse fakirliğin bütün insanlar için daha elverişli ve üstün olduğunu mutlak bir şekilde hükme bağlayalım. Çünkü fakirin dünya ile ilgisi daha zayıftır. İlgisinin azlığı nisbetinde ibadetlerinin sevabı artar. Çünkü gaye olan dilin hareketi değil, daha önce sözü edilen ünsiyetin perçinleşmesidir. Dilin, anılanın dışında boş olan bir kalpteki ünsiyeti artırmaktaki tesiri, anılanın dışındaki şeylerle meşgul olan bir kalpteki tesiri gibi olmaz. İşte bundan ötürü seleften biri şöyle demiştir: ´Kim dünyayı talep ettiği halde kulluk yaparsa o, çabuk tutuşan sopa ile ateşi söndürmeye çalışan bir kimse gibidir. Elinin kokusunu balıkla gidermeye çalışan bir kimse gibidir´. Ebu Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: ´Bir fakirin gücünün yetmediği bir nimetin önünde durup derinden bir nefes alması, zenginin bin yıllık ibadetinden daha değerlidir´. Dahhak´tan47 şöyle rivayet ediliyor: ´Kim çarşıya girip iştahı çektiği bir şeyi görürse ve sabredip ecrini ALLAH´tan isterse bu durum, ALLAH yolunda infak ettiği bin dinardan daha hayırlıdır´. Bir kişi Bişr b. Haris´e ´Benim için ALLAH´a dua et! Çoluk çocuk beni pek sıkıntıya düşürdüler´ deyince, Bişr şöyle dedi: "Ailen sana ´Evde ne un var, ne ekmek´ dedikleri zaman sen bana dua et. Çünkü o zaman senin duan benim duamdan daha makbul olur". Bişr şöyle diyordu: ´İbâdet eden zenginin misali, mezbelelik üzerindeki bahçenin misali gibidir. İbâdet eden fakirin misali ise, güzel bir kadının boynundaki gerdanlığın misali gibidir´. Selef, zenginlerinden mârifet ilmini dinlemeyi kerih görürlerdi. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) ´Ey ALLAHım! Senden nefsimden gelen adaletin yanında yumuşaklığı, kolaylığı ve zarurî ihtiyacı geçen malın miktarında da zâhidliği talep ediyorum´. Hz. Ebubekir gibi biri, halinin kemâline rağmen, dünyadan ve dünyanın varlığından bu kadar sakınırsa, acaba ´Malın fazlasının olmaması, olmasından daha elverişlidir´ hükmünde şüpheye düşen bir kimse nasıl olur? Bu durumla beraber, zenginin en güzel hali, helâlinden kazanmak, candan infak etmektir. Buna rağmen kıyamet arasatında onun hesabı uzar ve bekler. Oysa hesapta münakaşaya tutulan azap görür. Bu sırra binaen Abdurrahman b. Avf (r.a) cennetten gecikmiştir; zirâ Hz. Peygamber´in gördüğü gibi hesapla meşgul olmuştur. Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: ´Mescidin kapısında beni na-mazdan, zikirden alıkoymayan ve hergün elli altın kâr edip ALLAH yolunda harcayacağım bir dükkânım olmasını istemezdim´. ´Sen neden böyle bir dükkânın olmasından kaçınıyorsun?´ denildiğinde, şöyle demiştir Hesabın zorluğundan ötürü istemiyorum´. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Fakirler üç şeyi tercih ettiler, zenginler de üç şeyi tercih ettiler. Fakirler nefsin rahatını, kalbin boşalmasını ve hesabın hafifliğini tercih ettiler. Zenginler nefsin zorluk çekmesini, kalbin meşguliyetini ve azabın şiddetini tercih ettiler!´ İbn Atâ´nın ´Zenginlik ALLAH´ın vasfıdır ve dolayısıyla fakirlikten daha üstündür´ sözüne gelince, bu hüküm yerinde bir hükümdür. Fakat kul malın hem varlığından, hem de yokluğundan müstağni olduğu zaman, durum böyledir; yani malın varlığı ve yokluğu kişi için eşit ise, İbn Atâ´nm hükmü doğru olur. Ama malın varlığıyla zengin ve devam etmesine muhtaç olursa, bu tür zenginlik ALLAH´ın zenginliğine benzemez. Çünkü ALLAH Teâlâ bizâtihî zengindir. Gitmesi düşünülen şeylerle zengin değildir. Malın ise, çalınmak sûretiyle gitmesi düşünülebilir. İbn Atâ´nın aleyhinde ileri sürülen delil şudur ki ALLAH Teâlâ´nın zenginliği geçici şeyler ve sebeplerle değildir. Bu delil de malın daimî kalmasını isteyen bir zenginin aleyhinde sıhhatli bir delildir. ´ALLAH Teâlâ´nın sıfatları kula lâyık değildir´ diyen hükme gelince bu hüküm, sıhhatli bir hüküm değildir. Aksine ilim ALLAH´ın sıfatlarındandır. Kul için en üstün bir sıfattır. Kulun en son varacağı nokta ALLAH´ın ahlâkı ile ahlâklanmasıdır. Şeyhin biri şöyle diyordu: ´ALLAH´a giden yolun yolcusu, yolu kat´etmeden önce, ALLAH´ın doksan dokuz ismi onun için sıfatlar olur; yani o isimlerin her birinden payı olur´. Kibirlenmeye gelince, bu kula lâyık değildir; zira kendisine karşı kibirlenmeye müstehak olmayana karşı kibirlenmek ALLAH´ın sıfatlarından değildir. Müstehak olana karşı böbürlenmek ise, mü´minin kâfire karşı, âlimin cahile, itaat edenin âsiye karşı kibirlenmesi gibi, bu O´na lâyıktır. Evet! Bazen tekebbürden ahmaklık, katılık ve başkasına eziyet vermek kastolunur. Bu ise, ALLAH Teâlâ´nın vasfı değildir. ALLAH Teâlâ´nın vasfı her şeyden daha büyük olması ve bunun böyle olduğunu bilmesidir. Kul ise, eğer gücü yetiyorsa, mertebelerin en yücesini aramakla mükellef kılınmıştır. Fakat hakkı olduğu gibi istihkakla ancak bu mertebeye varır. Bâtıl ve kandırıcı yollarla değil! Bu bakımdan mü´minin kâfirden, itaat edenin âsiden, âlimin cahilden, insanın hayvan, cemad ve bitkiden daha yüce ve ALLAH´a daha yakın olduğunu bilmek kulun vazifesidir. Eğer kul nefsini şüphesiz bir şekilde bu sıfatla muttasıf olarak görürse, tekebbür sıfatı kul için hâsıl olmuştur ve bu sıfat kula uygundur. Aynı zamanda da hakkında faziletlidir. Ancak bunun mârifetine kulun yolu yoktur; zira bu, son nefesi iman ile kapatmaya mütevakkıf bir hükümdür. Kul ise, son nefesinin nasıl kapanacağını bilmemektedir. İşte bunu bilmediği için nefsine kâfirin rütbesinden daha üstün bir rütbe vermemelidir; zira kâfirin son nefesini imanla ve kendisinin de küfürle vermesi mümkündür. Bu bakımdan, neticeyi bilmediği için, kibirlenmek kulun şanına yakışmaz. Şeyin olduğu gibi bilinmesi düşünüldüğü için, ilim, kişinin hakkında kemâldir. Çünkü ALLAH´ın sıfatlarındandır. Bazı şeylerin bilinmesi, bazen zarar verdiği için, bu bilgi de kişide bulunması düşünülen sıfatlarındandır. Madem durum budur, şüphe yok ki bu, faziletin en son noktasıdır ve bununla enbiya, evliya ve ulema üstünlük elde etmişlerdir. Madem ki durum budur, eğer kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğu eşitse, işte bu eşitlik, bir yönden, ALLAH Teâlâ´nın sıfatı olan zenginliğe benzeyen zenginliktendir. Bu bakımdan fazilettir. Malın varlığı ile zenginliğe gelince, bunda bir fazilet düşünülemez. İşte buraya kadar bahsettiğimiz, kanaat eden fakirin şükreden zenginin haline göre durumunu beyan etmektir. İkinci makam, haris olan fakirin halini, haris zenginin haline nisbet etmek hakkındadır. Farzedelim ki bir şahıs mal talep ediyor. Elde etmek için yoğun çaba sarfediyor ve malı kaybediyor. Sonra buluyor. Onun için malın kayıp olma hali de, var olma hali de vardır. Acaba bu kişinin bu iki halinden hangisi daha üstündür? Bu durumda şuna dikkat etmek gerekir: Eğer gayesi, yaşamak için yemek, din yolunda yürümek ve o maldan bu hususta faydalan-mak ise, bu kişi için mal sahibi olması daha faziletlidir. Çünkü fakirlik, kendisini mal kazanmakla meşgul eder! Geçim sıkıntısı çeken bir kimsenin tefekkür etmeye, zikretmeye gücü yetmez. Ancak meşguliyete rağmen yeterli malı bunlara güç yetiren başka! Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey ALLAHım! Muhammed´in âlinin nafakasını yetecek kadar kıl! Fakirlik neredeyse küfür olacaktı! Yani zarurî ihtiyaçla beraber olan fakirlik... Eğer istenilen, ihtiyaçtan fazla veyahut ihtiyaç miktarı ise, fakat gaye onunla din yolunda yürümeye yardım etmek değilse, bu durumda fakirlik hali daha üstün ve daha elverişlidir. Çünkü harislik ve mal sevgisinde eşit oldukları gibi, din yoluna yardım etmek hususunda, fakirlik ve zenginlik sebebiyle herhangi bir mâsiyete teşebbüs etmemek hususunda da eşittirler. Fakat şu hususta ayrılırlar: Mal bulan, edindiği mala ünsiyet eder, o malın sevgisi kalbinde yerleşir, dün-yaya bel bağlar! Muhtaç olan fakir ise, kalbi dünyadan uzaklaşır, dünya onun yanında kendisinden kurtulmak istenilen bir hapishane gibi olur. Bütün haller müsavi olup da dünyadan iki kişi ayrıldığı takdirde onların hali şüphesiz daha korku vericidir; zira onun kalbi dünyaya iltifat eder, ahiretten ürker. Tabiîdir ki bu ürkme, dünyaya olan sevgisi nisbetindedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Rûh´ul-Kudüs (Cebrail) kalbime şöyle ilham etti: ´Sev sevebildiğini! Muhakkak ondan ayrılacaksın!´ Hz. Peygamber´in bu hadîsi, sevgiliden ayrılmanın çok zor olduğuna dikkati çekmektedir. Bu bakımdan senin için en uygunu senden ayrılmayacak olanı sevmendir. O da ALLAH Teâlâ´dır. Senden ayrılacak olan dünyayı sevmemendir. Sen dünyayı sevdiğin zaman, ALLAH ile mülâki olmaktan ikrah edersin. Dolayısıyla ölümle ALLAH´ın huzuruna varışın, istemediğin bir yere varmak ve sevdiğinden ayrılmak olur. Kim sevdiğinden ayrılırsa, ayrılıktaki eziyeti, onu sevdiği ve ona bağlandığı nisbette olur. Dünyayı elde eden ve dünyaya güç yetirenin dünya ile bağlantısı, dünyayı kaybedenin dünya ile bağlantısından daha fazladır. İsterse fakir insan dünya hakkında harîs olsun yine de zengin kadar dünyaya bağlı olmaz. Bu tedkik ve tahkik neticesinde anlaşıldı ki fakirlik daha şerefli, daha üstün ve iki yer müstesna bütün insanlar için daha elverişlidir. O istisna edilen yerlerin biri, Hz. Âişe´nin zenginliği gibi bir zenginliktir. Böyle bir zenginin yanında varlık ile yokluk eşittir. Hatta varlık böylelerinin derecelerini artırır; zira varlıktan ötürü fakir ve miskinlerin duasını kazanır. Onların bozuk durumlarının düzelmesine vesile olur. İkincisi ise, zaruret miktarından daha fakir olmaktır; zira bu şekildeki fakirlik, neredeyse küfre sebep olacak kadar tehlikeli bir fakirliktir. Böyle bir fakirlikte hiçbir şekilde hayır yoktur. Ancak onun varlığı hayatını idame ettirip sonra mal ve hayatıyla küfür ve masiyete yardım ediyorsa durum değişir. Eğer aç olarak ölürse, günahları daha az olur. Bu bakımdan bu durumda, onun için en iyisi, aç olarak ölmesi ve muhtaç olduğu nafakayı bile elde edememesidir. İşte buraya kadar söylediğimiz, zenginlik ve fakirlik hakkındaki hükmün tafsilâtıydı. Şimdilik haris, mal talebine alabildiğine dalmış, maldan başka bir hedefi olmayan bir fakir ile malı korumak hususunda o fakirden daha az haris olan ve malın yokluğu ile eğer malı kaybederse fakirin fakirliğinden ötürü duyduğu üzüntü kadar bir üzüntü duymayan bir zengin hakkındaki hükmü tedkik etmek meselesi kaldı. İşte burada dikkatli olmak gerekir. En açık fetva bu iki şahsiyetin de ALLAH´tan uzaklığı, malın yokluğundan dolayı duydukları üzüntüleri nisbetindedir. ALLAH´a yakınlıkları ise, malı kaybetmekten dolayı duydukları üzüntünün zâfiyeti nisbetindedir. Bu husustaki ilim ALLAH´ın katındadır. 42) Irâkî, bu siyak ile görmediğini, fakat bu mânâda İbn Mâce´nin İbn Ömer´den bir hadîs rivayet ettiğini söylemiştir. 43) Deylemî, Müsned´ü1 Firdevs 44) Hâkim 45) İmam Ahmed, Zühd 46) Müslim, Buhârî 47) Dahhak b, Müzahim el-Hilalî, meşhur müfessirlerdendir, Hicretin 100, senesinden sonra vefat etmiştir |
|
![]() |
#205 |
![]() Zühd´ün Hakîkati
Kim zengin olmasına rağmen dilenirse o ancak ateş korunu ister. Öyleyse ister bunu azaltsın, ister çoğaltsın! Bu hadîs dilenciliğin haram oluşuna açık bir delildir. Fakat buradaki zenginliğin sınırını tâyin etmek çok zordur. Bunun sınırını tâyin etmek bizim vazifemiz değildir. Bunlar ancak şeriat sahibinden dinlemekle öğrenilebilir. ALLAH´ın zenginliği ile ALLAH´tan başka şeylerden müstağni olun!62 ALLAH´ın zenginliği nedir?´ denince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Bir günlük sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir!´ Elli dirhemi veya onun değeri kadar altını olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla dilenmiş olur!63 Başka bir lâfızda ´Kırk dirhem´ diye vârid olmuştur. Ne zaman takdirler değişik, haberler de sıhhatli olursa o zaman o haberleri değişik durumlara hamletmek gerekir; zirâ hak bir tanedir. Tam olarak takdir etmek ise mümkün değildir. Burada mümkün olan en son şey, yaklaşık olarak tahmin ve takdir etmektir. Bu ise ancak muhtaçların hallerini kapsayıcı bir taksimle tamamlanır. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ademoğlunun ancak üç şeyde hakkı vardır: Belini doğrultan bir yemek, avretini örten bir elbise, ayıbını gizleyen bir ev... Bundan fazlası hesaptır!64 Bu bakımdan bu üçü, ihtiyaçlarda, cinsleri açıklamada, mik-tarda, vakitlere bakmak hususunda esas kabul edilmelidir. Cinsler, hadîste bahsi geçen o üç şeydir. Onların durumunda olanlar da onlara dahildir. Hatta misafir yürümeye muktedir olmadığı zaman binek kirası da buna dahildir. Bunun gibi olan diğer mühim işler de böyledir. Kişinin nefsi, ailesi, çocuğu ve hayvanları gibi kefaleti altında bulunan herşey buna dahil olur. Miktarlara gelince, elbisede, dindarlara uygun olanı gözetmelidir. O da bir elbise, bir iç gömleği, bir mendil, bir don ve bir ayakkabıdır. Her cinsten iki tane edinmeye ihtiyaç yoktur. Buna evin bütün eşyası kıyas edilmelidir. Elbisenin ince, kapların bakırdan olmasını istemek uygun değildir. Çünkü onların göreceği vazifeyi, çamurdan yapılmış kap kacak da görür. Böylece insan onlardan müstağni olur. Bu bakımdan bir tane ve en düşüğü ile eğer âdetten pek fazla uzak değilse yetinmelidir. Yemeğe gelince, onun günlük miktarı bir avuçtur. O da şeriatın takdir ettiği miktardır. Onun çeşidi ise arpadan olsa dahi gıda olan şeydir. Katık ise, zarurî olan gıdadan fazla bir şeydir. Katığı tamamen kesmek zarar verir. Bu bakımdan bazı durumlarda katık için dilenmeye ruhsat vardır. Meskene gelince, onun en azı, yeteri kadar olmasıdır Bu da, ancak ziynet olmaksızın böyledir. Meskeni süslemek ve genişletmek için dilenmekse, zengin olduğu halde dilenmek gibidir! Vakitlere izafeten olmasına gelince, hal-i hazırda muhtaç olduğu bir günlük yemeğe, giyeceği bir elbiseye, sığınacağı bir meskene muhtaç olduğunda şüphe yoktur. Gelecek zaman için dilenmesine gelince, bunun üç derecesi vardır: Birincisi, yarın muhtaç olacağı miktardır. İkincisi, kırk veya elli gün sonra muhtaç olacağı miktardır. Üçüncüsü, bir senede muhtaç olacağı miktardır. Kendisine ve eğer ailesi varsa ailesine beraberinde bir sene yetecek kadar yiyecek bulunan bir kimsenin dilenmesi haramdır. Çünkü bu zenginliğin en son haddidir. Hadîs-i şerifteki ´Elli dirhem´le takdir, bu mânâ üzerine hamledilir; zira tutumlu hareket ederse, bir kişiye beş dinar kâfi gelir. Çocuk sahibi bir kimseye ise, çoğu zaman bu miktar kâfi gelmez. Eğer bir seneden önce buna muhtaç olursa, (bu takdirde durumuna bakılır): Eğer o zaman dilenmeye kudreti olacak ve fırsat elinden kaçmayacaksa şimdiden dilenmek kendisi için helâl değildir. Çünkü şimdilik muhtaç değildir. Çoğu kez de yarına kadar yaşayamaz. Bu bakımdan muhtaç olmadığı bir şeyi dilenmiş olur. O halde, sabah kahvaltısı ile akşam yemeği kendisine kâfi gelir. Bu miktar ile takdir etmek hakkında vârid olan hadîs de buna hamledilir. Eğer dilenme fırsatı gelecekte elinden çıkacak ve şimdi dilenmezse muhtaç olduğu anda kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamayacaksa şimdiden dilenmek kendisine mübah olur; zira bir sene yaşayacağını ummak uzak bir ihtimal değildir. Oysa o, dilenmeyi tehir etmekle, zarûri gıdasını temin etmekten aciz olup zarara uğramış olur. Eğer gelecekte dilenmekten aciz kalma korkusu zayıf ve kendisi için dilendiği şey de zarurî değilse, bu şartlar altında dilenmesi mahzurludur. Kerahiyet mecburiyetin, zayıflığın ve fırsatın elden gitme korkusunun ve dilenmeye muhtaç olacağı zamanın gecikmesinin nisbetinde olur! Bütün bunlar kontrol altına girmeyen şeylerdir. Bu durum, ancak kulun iştihadına, ALLAH ile olan haline bakmasına bağlıdır. Bu bakımdan bu hususta kalbinden fetva isteyip onunla amel et-melidir. Eğer ahiret yolunun yolcusu ise böyle yapması gerekir. Kimin yakîni daha kuvvetli, gelecek zamanda rızkının gelmesine güveni daha tam ise, bu kimsenin ALLAH katındaki derecesi daha yücedir. Bu bakımdan bu durumda gelecek korkusu olmaz. Oysa ALLAH Teâlâ sana ve ailene, günlük nafakanı vermiştir. Gelecek endişesi, yakînin zâfiyetinden ve şeytan korkusuna kulak vermekten ileri gelir. O şeytan sizi kendi dostlarından korkutur, eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden korkun.(Âlu İmran/175) Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size çirkin şeyleri yapmayı emreder. ALLAH ise, size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va´dediyor.(Bakara/268) Dilenmek, zaruretten dolayı mübah kılınan bir çirkinliktir. Gelecek bir zamanın ihtiyacı için dilenen bir kimsenin hali velev ki dilendiği şeye sene içerisinde muhtaç olsa bile miras olarak edindiği bir malı, ikinci seneye saklayan bir kimsenin halinden daha kötüdür. Fakat bu iki durum da fetvanın zâhirine göre mübahtır. Ancak bunların ikisi de dünya sevgisinden, uzun emelden ve ALLAH´ın fazlına güvenmemekten kaynaklanır. Bu haslet helâk edici hasletlerin temelidir.ALLAH´tan güzel tevfîkini, lütûf ve keremiyle talep ederiz. 62) Ebu Dâvud ve İbn Hibban 63) İbn Adîy 64) Tirmizî |
|
![]() |
#206 |
![]() Zühd´ün Alâmetleri
Bazen her malı terkeden zâhiddir zannedilir. Oysa hiç de öyle değildir; zira zâhidlikle övünmeyi seven bir kimse için malı terketmek, sıkıntılı yaşayışı belirtmek pek kolaydır. Ruhbanlardan niceleri vardır ki hergün nefislerini az bir yemeğe mecbur edip kapısız bir kiliseye kapanmışlardır. Onların sevinci, halkın hallerini bilmesidir. Halkın kendilerine takdirle bakıp övmesidir. Böyle yapmaları, kesinlikle zühd´e delâlet etmez. Hem mala hem de mertebeye zâhidlik yapmak gerekir. Hatta nefsin dünyadan lezzetleri varken zühd kemâle ermez. Oysa güzel yün elbiseler giymelerine rağmen bir cemaat zâhidlik iddia etmişlerdir. Nitekim Havvas, bu iddiacıları vasfetmek maksadıyla demiştir ki: "Bir kavim vardır ki zühdü iddia ettiler. Elbisenin en iyisini giydiler. Bununla halkın gözünü boyamak istediler ki elbiselerinin nisbetinde kendilerine hediyeler verilsin ve fakirlere bakılan gözle kendilerine bakılıp da tahkir edilmesinler. Fakirlere verildiği gibi kendilerine verilmesin. Zâhid olduklarına, ilme ve sünnete tâbi oldukları halde malların kendilerine geldiği, fakat kendilerinin ondan sıyrıldıkları ile delil getirmişlerdir. ´Biz ancak eşyayı başkasının ihtiyacı için alıyoruz´ derler. Onlardan hakikatler istenildiğinde ve darlıklara zorlandıklarında böyle söylerler. Oysa bü-tün bunlar din vasıtasıyla dünyayı isteyen kimselerdir. Ne kalplerini tasfiye etmeye, ne de ahlâklarını temizlemeye hiçbir zaman önem vermemişlerdir. Onların sıfatları üzerlerinde belirmiş, kendilerini mağlûp etmiş ve bunu da kendileri için bir ´hâl´ olarak iddia etmişlerdir. Oysa onlar dünyaya meyyal, hevâ-i nefse tâliptir-ler". Madem ki durum budur, öyleyse zühdün bilinmesi zor bir meseledir. Hatta zühd hali zâhide bile müşkil gelir. Bu bakımdan zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır: Bir Birinci alâmet, mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir. (Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (ALLAH´ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü ALLAH, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.(Hadîd/23) Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek. İki İkinci alâmet kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdır. Birinci alâmet, mal hakkındaki zühdün alâmetidir. İkinci alâmet ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir. üç Üçüncü alâmet ALLAH´a olan ünsiyeti olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir: ya dünya veya ALLAH sevgisi... Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidir. Su fincana girince hava çıkar. İkisi bir arada olmaz. O halde, kim ALLAH´a ünsiyet vermişse, ancak ALLAH ile meşgul olur, O´ndan başkasıyla meşgul olmaz. Bu sırra binaen bir zâta birileri hakkında şöyle denildi: ´Zâhidlik onları nereye kadar götürdü?´ Cevap olarak dedi ki: ´ALLAH´a ünsiyet etmeye kadar götürdü. Dünya ile ALLAH´a ünsiyet bir arada olmazlar´. Marifet ehli demişlerdir ki: ´İman kalbin zâhirine yapıştığında, kalp hem dünyayı, hem de ahireti birden sever ve ikisine de çalışır. İman kalbin derinliklerine dalıp nüfuz edince, kalp dünyadan nefret etmeye başlar ve dünyaya bir defacık dahi dönüp bakmaz ve dünya için çalışmaz´. Bu sırra binaen Hz. Âdem´in duasında şöyle vârid olmuştur: ´Ey ALLAH´ım! Kalbimin derinliklerine nüfuz eden bir iman istiyorum!´ Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Nefsiyle meşgul olan bir kimse, halktan yüz çevirir. Bu ise, amel edenlerin makamıdır. Rabbiyle meşgul olan bir kimse ise, nefsinden yüz çevirir. Bu ise, âriflerin makamıdır. Zâhid bir kimse ise, bu iki makamdan birinde bulunmalıdır. Zâhidin birinci makamı nefsini nefsi ile meşgul etmesidir. Bu durumda övgü ile yergi, varlık ile yokluk, zâhidin na-zarında birdir. Elinde biraz malı olduğu için zâhidliği yoktur denilemez´. İbn Ebî Havarî der ki: Ebu Süleyman´a sordum: - Dâvud et-Tâî zâhid miydi? - Evet! - Oysa kulağıma geldiğine göre, babasından yirmi dinar almış ve o yirmi dinarı yirmi sene kendi nefsine harcamış. Yirmi sene bunu elinde tutan bir kimse nasıl zâhid olur?´. - Sen ondan zühdün hakîkatine varmayı mı kasdettin? Ebu Süleyman hakîkatten gayeyi kasdetmiştir. Çünkü nefis sıfatlarının çokluğundan, zühdün varılabilecek bir sonu yoktur. Zühd ancak bütün sıfatlarda zâhid olmak sûretiyle tamamlanır! Bu bakımdan dünyada herhangi birşeye kudreti olduğu halde, bunu kalbinin ve dininin korkusundan bırakan bir kimse, o şeyi bıraktığı nisbette zâhiddir. Zühdün en son noktası, ALLAH´tan başka herşeyi bırakmaktır. Hatta bir taşı bile İsa (a.s) gibi yastık yapmamaktır. ALLAH Teâlâ´dan dileğimiz, zühdden az da olsa, bize bir nasip vermesidir. Çünkü bizim gibiler, zühdün son noktasını ummaya cesaret edemez. Her ne kadar ALLAH´ın fazlından ümidi kesmek ruhsatlı değilse de... Biz ALLAH´ın bize vermiş olduğu nimetlerin büyüklüklerini düşündüğümüzde, biliriz ki ALLAH Teâlâ´ya hiçbir şey büyük gelmez. Bu bakımdan her kemâli, cömertliğine yaslanarak ALLAH´tan istemekte bir mahzur yoktur. Madem ki durum budur, zühdün alâmeti, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet, övgü ve yerginin eşit olmasıdır. Bu da ALLAH´a olan ünsiyetin galebe çalmasından doğar. Bu alâmetten birçok alâmetler doğar. Dünyayı terketmek ve ona sahip olana aldırmamak gibi... Denildi ki: ´Zühdün alâmeti, dünyayı olduğu gibi terketmektir´. Bu bakımdan ´Ben tekke yapacağım veya cami imar edeceğim´ dememelidir. Yahya b. Muaz dedi ki: ´Zühdün alâmeti, var olanla cömertlik yapmaktır!´ İbn Hafif şöyle demiştir: ´Zühdün alâmeti, mülkten sıyrılmakla rahat bulmaktır´. Yine şöyle dedi: ´Zühd, tekellüfsüz bir şekilde dünyadan nefsi uzaklaştırmaktır!´ Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Yün giymek, zühdün alâmetlerinden biridir´. Bu bakımdan, kalbinde beş dirhemin rağbeti olduğu halde üç dirhem kıymetinde bir yün elbiseden daha pahalısını giymemelidir. Ahmed b. Hanbel ve Süfyan es-Sevrî şöyle demişlerdir: ´Zühdün alâmeti emeli kısaltmaktır´. Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Zâhid kişi, nefsinden başka şeyle meşgul olduğunda hayatı bulanır. Arif kişi de nefsi ile meşgul olduğunda hayatı bulanır!´ Nasr el-Abazî150 dedi ki: ´Zâhid, dünyada gariptir (azdır), ârif ise âhirette gariptir´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti üçtür: İlletsiz (nedensiz ve niçinsiz) bir amel, tamahsız bir söz ve riyasetsiz bir izzettir´. Yine şöyle demiştir: ´ALLAH için zâhid olan bir kimse, (kalbi dünyanın zilleti ile dolu olduğundan) sana sirke ile hardal danesini koklatır. Arif ise misk ve anberi... (Çünkü kalbi mârifetul-lah ile doludur)´. Bir kişi Yahya´ya ´Ben ne zaman tevekkül dükkânına girip zühd´ün abasını giyip zâhidlerle beraber oturacağım?´ diye sorunca, cevap olarak dedi ki: ´Gizlice nefsine verdiğin riyazet hususunda, ALLAH senden üç gün rızkı kestiğinde, nefsinde zayıf düşmeyecek raddeye vardığında... Bu dereceye yükselmediğin takdirde, zâhidlerin sergisi üzerinde oturman cehalettir. Bununla beraber rezil olmayacağından da emin değilim!´ Yine şöyle demiştir: ´Dünya gelin gibidir. Kim onu arzularsa onu süsler. Dünya hakkında zâhid olan kişi ise, onun yüzünü karartır, tüylerini yolar, elbiselerini yırtar. Arif kişi ise ALLAH ile meşgul olur. Dünyaya iltifat bile etmez´. Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ´Zühd´ün bütün gereklerini yaptım. İstediğime vardım. Ancak insanlar hakkındaki zühd´e varamadım ve buna gücüm de yetmedi´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ şerrin tamamını bir eve tıktı. Ona dünya sevgisini anahtar yaptı. Hayrın tamamını bir eve bırakıp zühd´ü de ona anahtar yaptı!´ İşte zühd´ün hakîkat ve hükümlerinden zikretmek istediğimiz şeyler bu kadardır. Madem ki zühd ancak tevekkül ile tamamlanır, o halde ALLAH´ın izniyle biz de Tevekkül bölümüne geçelim! 150) Adı Ebu Kasım İbrahim b. Muhammed´dir. Horasan´ın şeyhi idi. Şiblî´nin sohbetinde bulunmuştur. Muhaddis ve sûfî bir imamdı. Mekke´de H. 376´da vefat etmiştir. |
|
![]() |
#207 |
![]() Zühd Hakkında Rağbet Edilecek ve Kaçınılacak Hususlar
Ayetler (Kârun) zînet ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler ´Keşke Kârun´a verilenin bir ben-zeri de bize verilseydi. Gerçekten onun büyük şansı var´ dediler. Kendilerine ilim verilenler ´(Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyen için ALLAH´ın sevabı daha hayırlıdır´ dediler. (Kasas/79-80) Burada görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ zühdü âlimlere nisbet etmiş ve zâhid kimseleri ilimle vasıflandırmıştır. Bu, medhin en yüksek derecesidir. İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir.(Kasas/54) Bu ayet ´Dünyada, zâhidlik üzerinde sabrettiler´ diye tefsir edilmiştir. Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.(Kehf/7) Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denilmiştir: ´İnsanların hangisinin dünyada daha zâhid olduğunu imtihan edelim´ demektir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, bu tefsire göre zâhidliği ´en güzel amellerden´ olmakla tavsif etmiştir. Kim ahiret sevabını isterse onun sevabını artırırız, kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur.(Şûra/20) Onlardan bir kısmına, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/131) Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. ALLAH yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir. (İbrahim/3) İşte ALLAH Teâlâ kâfirleri bunlarla vasıflandırmıştır. Bu ayetlerin mefhumu; bunların zıddıyla sıfatlanıp ahireti dünya hayatına tercih edenlerin mü´min olduklarıdır. Hadîsler Dünyanın kötülüğü hakkında vârid olan haberler çoktur. Biz bir kısmını Mühlikât bölümünün ´Dünyanın Zemmi´ kısmında zikretmiştik; zira dünya sevgisi mühlikâttandır. Biz şimdilik sa-dece dünyadan nefret etmenin faziletini belirteceğiz. Çünkü dünyadan nefret etmek ´Münciyât´dandır. Zâhidlikten de zaten bu kastedilir. Kim gayesi dünya olduğu halde sabahlarsa, ALLAH onun işini dağıtır. Onun derli toplu olan işini paramparça eder ve fakirliğini iki gözünün arasına koyar! Ona dünyadan ancak, ALLAH tarafından kendisi için yazılan gelir. Kim gayesi; ahiret olduğu halde sabahlarsa, ALLAH Teâlâ onun himmetini bir araya toplar. Onun derli toplu işini parçalanmaktan korur. Zenginliğini kalbinde kılar. Dünya mecbur olduğu halde, kendisine gelir (ya da gelsin!)70 Kula dünyada, zühd ve susmak verilmişse ona yaklaşın. Çünkü o, hikmeti telkin eder. ALLAH dilediğine hikmeti ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir.(Bakara/269)71 Bu sırra binaen denildi ki: ´Kim kırk gün dünyada zâhidlik yaparsa, ALLAH Teâlâ, hikmet pınarlarını onun kalbine akıtır ve dilini onlarla konuşturur´. Ashab-ı kirâmın birinden şöyle rivayet edilmiştir: Biz ALLAH´ın Rasûlü´ne şöyle sorduk: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır? - Kalbi mahmum ve dili doğru olan mü´mindir. - Ya Rasûlullah! ´Kalbi mahmum´un mânâsı nedir? - O muttakî ve tertemiz olan insandır. O´nun kalbinde ne hile, ne dalavere, ne zulüm ve ne de hased bulunur. - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Böyle bir kimsenin kim izinde gider? - Dünyaya buğzedip, ahireti seven kimse!72 Hadîsin mefhumu ´İnsanların en şeriri o kimsedir ki dünyayı sever´ demektir. ALLAH´ın Rasûlü yine şöyle buyurmuştur: Eğer ALLAH´ın seni sevmesini istersen dünya hakkında zâhid ol!73 Görüldüğü gibi; dünya zühdünü, ALLAH´ın sevgisine sebep kılmıştır. Bu bakımdan ALLAH kimi severse o, derecelerin en yücesindedir. O halde dünyadaki zühdün, makamların en üstününden olması gerekir. Bu hadîsin mefhumu da ´Dünyayı seven bir kimse ALLAH´ın buğzuna mâruzdur´ demektir. Ehl-i Beyt yoluyla gelen bir haber şöyledir: Zahidlik ile takva her gece insanoğlunun kalbini gezip kontrol eder. Eğer içinde iman ve haya bulunan bir kalbe tesadüf ederse, orada ikamet ederler. Aksi takdirde giderler!74 Hârise b. Mâlik el-Ensârî ´Ben hakîkaten mü´minim!´ dediğinde Hz. Peygamber ona ´Peki imanın hakîkati nedir?´ diye sordu. Hârise ´Ben nefsimi dünyadan kopardım. Öyle ki benim nezdimde dünyanın taşları ile altınları eşittir! Sanki ben cennet ve cehennemi, RABBİMin arşını bariz bir şekilde görüyorum´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Sen tanımışsın öyle ise yapış! (O) öyle bir kuldur ki ALLAH onun kalbini iman ile nûrlandırmıştır.75 İman hakîkatini belirtmeye, nefsin dünyadan ayrılmasıyla başladığına, onu yakînle eşit tuttuğuna ve ´O bir kuldur ki ALLAH onun kalbini imanla nûrlandırmıştır´ demek sûretiyle onu nasıl tezkiye ettiğine dikkat et! ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm´a açar. (En´âm/125) ´Ayet-i kerîmedeki şerh kelimesinin mânâsı nedir?´ diye sorulunca, cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Nûr bir kalbe girdiği zaman, göğüs onun için açılıp genişler!´ Dediler ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mıdır?´ Evet! Aldatma evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine dönüş yapmak, gelmeden önce ölüme hazır olmaktır.76 Hz. Peygamber´in ´aldatma evinden uzaklaşmaktan´ ibaret olan zâhidliği ´İslâm´ın hakîkatinin şartı´ olarak göstermesine dikkat et! Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Gereği gibi ALLAH´tan haya ediniz! Haya etmek öyle değildir. Siz, içinde (daima) oturmayacağınız evleri yapıyor, yeme-yeceğiniz yemekleri topluyorsunuz.77 Hz. Peygamber, böyle yapmanın ALLAH´tan haya etmeye zıd olduğunu beyan etti. Hz. Peygamber´in huzuruna bazı elçiler geldiler. ´Siz necisiniz?´ diye sorduğunda dediler ki: ´Biz mü´minleriz!´ Hz. Peygamber ´İmanınızın alâmeti nedir?´ diye sordu. Onlar ´Bela anında sabretmek, genişlikte şükretmek, kaza oklarına rıza göstermek, düşmanlara musibet geldiğinde sevinmeyi terketmek´ dediler. Hz. Peygamber şöyle dedi: Eğer öyleyseniz yemeyeceğiniz şeyleri toplamayın. İçinde durmayacağınız binayı inşa etmeyin. Kendisinden göç edip bırakacağınız şey hakkında dalaşmayın.78 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber zühdü, imanın tamamlayıcısı kılmıştır. Câbir (r.a) Hz. Peygamber´in hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: ´Kim içine hiçbir şey katmaksızın ´Lâ ilâhe illâllah´ ile ALLAH´ın huzuruna gelirse, ona cennet vâcib olur´. Bunun üzerine Hz. Ali ayağa kalkıp dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Annem ve babam sana fedâ olsun! Katmaksızın ´Lâ ilâhe illâllah´ demenin mânâsı nedir? Bunun bize vasıflandırıp tefsir et!´ ALLAH´ın Rasûlü şöyle buyurdu: O, dünyayı talep etmek ve peşine düşmek cihetinden dünya sevgisidir. Bir kavim vardır ki peygamberlerin dediğini söyler, fakat zâlimlerin amelini işler. Bu bakımdan kim içinde hiç birşey olmadığı halde, ´Lâ ilâhe illâllah´ ile (ALLAH´ın hu-zuruna) gelirse, ona cennet vâcib olur.79 Cömertlik yakîndendir. Yakîni olan bir kimse ateşe girmez. Cimrilik şektendir. Şekke düşen bir kimse cennete girmez.80 Cömert, ALLAH´a, insana ve cennete yakındır. Cimri ALLAH´tan, insandan uzak ve ateşe yakındır.81 Cimrilik, dünyaya rağbet etmenin, cömertlik de zâhidliğin meyvesidir. Meyveyi övmek, meyve veren ağacı övmek demektir. İbn Müsayyib, Ebû Zer-i Gıfârî´den, Hz. Peygamber´in şu hadî-sini rivayet etmektedir: Kim dünya hakkında zâhidlik gösterirse, ALLAH onun kalbine hikmeti sokar. Onun dilini o hikmetle konuşturur. Ona dünyanın hastalığını ve ilacını tanıtır. Onu saf ve selîm ola-rak dünyadan çıkarır. Selîm olarak cennete gönderir.82 Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (s.a), ashabının arasında bulunduğu halde, yüklü develerin yanından geçti. Bu develer, Arapların nezdinde en sevimli ve en nefis mallardı. Çünkü bu develere hem binilir, hem etleri yenir, hem sütleri içilir, hem de tüylerinden istifade edilirdi. Bu develer, onların kalbinde, çok büyük mal olduğundan dolayı ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: On aylık gebe develer terkedildiği zaman... (Tevkî/4) Hz. Peygamber, yüzünü develerden çevirip gözlerini kapattı. Kendisine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu, bizim mallarımızın en nefisleridir. Neden bunlara bakmadın!´ diye sorulunca cevap olarak şöyle dedi: ALLAH Teâlâ beni onlara bakmaktan nehyetmiştir!´ Sonra şu ayeti okudu: Onlardan bir kısmına kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme!(Tâhâ/131) Mesrûk, Hz. Âişe´den şöyle rivayet ediyor: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Neden ALLAH´tan yemek istemiyorsun ki sana yedirsin?´ dedim ve Hz. Peygamber´de gördüğüm açlıktan dolayı ağladım. Bana dedi ki: Ey Âişe! Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun! Eğer RABBİMden dünyanın dağlarını beraberimde altın ola-rak akıtmasını istesem, muhakkak onları altın yapıp istediğim yere akıtır. Fakat ben, dünyanın açlığını doymaya, fakirliğini zenginliğine, üzüntüsünü sevgisine tercih ettim. Ey Âişe! Muhakkak ki dünya ne Muhammed için, ne de Muhammed´in ailesi için uygun değildir. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ, peygamberlerin ulu´l-azm olanları için, dünyanın sıkıntısına sabır göstermeye, dünyanın sevilen şeylerinin elden çıkmasına karşı sabır göstermelerine razı olmuştur. ALLAH Teâlâ benim için de onlara yüklediğini yüklemek isteyerek şöyle buyurmuştur: O halde azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında (azap için) acele etme!(Ahkaf/35) ALLAH´a yemin olsun! ALLAH´a itaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Muhakkak ki ben, yemin ediyorum, ulu´l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi var kuvvetimle sabredeceğim. Kuvvet ancak ALLAH´tandır.83 Hz. Ömer´den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ömer zamanında düşman memleketleri feth olunduğunda, kızı Hafsa kendisine ´Memleketlerin elçileri huzuruna geldiklerinde elbiselerin en yumuşağını giy! Hem kendin, hem de gelenlerin yemesi için nefis yemekler yapılmasını emret´ dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: "Ey Hafsa! Kişinin halini herkesten daha iyi ailesinin bildiğini bilmez misin?´ Hafsa ´Evet böyle olduğunu bilirim´ dedi. Hz. Ömer ´O halde sen Hz. Peygamber´in şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde gerek kendisinin, gerek aile efradının sabah yediklerinde akşam, akşam yediklerinde sabah aç kaldıklarını bilmez misin? Yine sen bilmez misin Hz. Peygamber, şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde ne kendisi, ne de ehli, hurmadan bile doyasıya yemediler. Ta ki Hayber fetholuncaya kadar! Bilmez misin, Hz. Peygamber´e bir gün biraz yüksek bir tahta üzerinde yemek takdim ettiniz. Bu bile Hz. Peygamber´e ağır geldi. Hz. Peygamber´in beti benzi uçtu. Sonra emredip tahtayı kaldırttı. Yemeği daha alçak bir şeyin veya toprağın üzerine koyup yedi. Hz. Peygamber´in katlanmış bir aba üzerinde yattığını bilmez misin? Bir gece sen abayı dörde katladın o da üzerinde uyudu. Sabahladığı zaman ´Bu abadan ötürü beni gece ibâdetinden menettiniz. Onu daha önce ikiye katladığınız gibi ikiye katlayın´ dediğini bilmez misin? Hz. Peygamber´in yıkansın diye elbisesini çıkardığını, Bilâl gelip namaz vaktini haber verdiği zaman, elbisesi kuruyuncaya kadar beklediğini, sonra giyip öylece namaza çıktığını bilmez misin? Bilmez misin, Hz. Peygamber için, Benî Züfer´den olan bir kadın, biri önlük, diğeri abâ olarak iki elbise yaptı. İkincisi daha bitmeden önce, birini Hz. Peygamber´e gönderdi. Hz. Peygamber, gelen elbiseye sarılarak namaza çıktı. Hz. Peygamber´in ondan başka elbisesi yoktu. İki tarafını boynuna bağlamış ve böylece namaz kılmıştı". Hz. Ömer, böylece kızı Hafsa´yı ve kendisini de sesli hıçkırıklarla ağlatıncaya kadar Hz. Peygamber´in menkıbelerini nakletti. Canının çıkacağını zannettiren bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağladı. Bazı rivayetlerde, Hz. Ömer´in sözünde bir fazlalık vardır. O da şudur: İki arkadaşım da aynı yolda gittiler. Eğer ben onların yolundan başka bir yola gidersem, onlardan ayrılmış olurum. ALLAH´a yemin ederim, onların şiddetli maişeti üzerinde sabredeceğim. Bu takdirde onlarla beraber onların lezzetli maişetine nail olmayı ümit edebilirim! Ebu Saîd el-Hudrî Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Benden önce geçmiş peygamberlerden biri fakirliğe mübtelâ olduğunda bir abadan başkasını giymezdi. Normal birini öldürecek derecede bîtâb (ve hasta) düşerdi. Bu durumla mübtelâ olmak ve kadere razı olmak onun için, size verilenin hoşunuza gitmesinden daha sevimli idi.84 İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Musa (a.s) Medyen suyuna vardığı zaman zayıflığından dolayı (nerdeyse) yediği sebzelerin yeşilliği karnında görünürdü. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: - Dünya helâk olsun! Altın ve gümüşler helâk olsun! - Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH Teâlâ bizi altın ve gümüşü istif etmekten menetti. O halde biz neyi azık edinelim! Sizden biriniz zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve ahiret işinde yardımcı olan salih bir eş edinsin.85 Huzeyfe Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Kim dünyayı ahirete tercih ederse, ALLAH onu üç şey ile belalandırır: Ebediyyen kalbinden sıyrılmayan bir üzüntü! Hiçbir zaman kendisinden kurtulamayacağı bir fakirlik! Ve hiçbir zaman doymayan bir hırs!86 Kulun nezdinde bilmemek, bilmekten daha sevimli olmadıkça, imanın kemâline eremez. Bir şeyin azlığı çokluğundan kendisine daha sevimli gelmedikçe de eremez.87 Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçin, tamiriyle uğraşmayın!´ Hz. İsa´ya denildi ki: - Ey ALLAH´ın elçisi! Eğer bize, içinde ALLAH´a ibadet etmek için, bir mâbed yapmamızı emretsen ne güzel olur! - Gidiniz! Su üzerine bir evin temelini atınız! - Su üzerinde temel durur mu? - O halde dünya sevgisiyle beraber ibâdet nasıl mümkün olur? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: RABBİM (c.c) Mekke´nin Batha vadisini benim için altın yapmayı teklif etti. Ben ´Hayır! Ey RABBİM! Ben birgün aç, birgün tok yaşamak istiyorum. Aç olduğum günde sana yalvarır, iltica ederim, tok olduğum günde ise, seni överim´ dedim.88 İbn Abbas´tan şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber birgün, beraberinde Cebrail olduğu halde, yürüyerek Safâ tepesine çıktı. Cebrail´e ´Ey Cebrail! Seni hak elçi olarak bana gönderen ALLAH´a yemîn olsun. Muhammed´in âli bir avuç kavut ve bir parça unları olmadığı halde akşamlıyorlar´ dedi. Hz. Peygamber´in sözü daha bitmeden gökten korkunç bir gürültü işitti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´ALLAH kıyametin kopmasını mı emretti?´ diye Cebrail´e sordu. Cebrail ´Hayır! Bu, İsrafil´dir. Konuşmanı duyduğu zaman (göklerden yanına indi!´ dedi. Böylece İsrafil, Hz. Peygamber´in yanına indi ve şöyle dedi: ´Senin söylediğini ALLAH işitti. Bana yer-yüzünün anahtarlarını vererek gönderdi. O anahtarları sana ver-memi emretti. Eğer Tihame dağlarını zümrüt, yakut, altın ve gümüş yapmamı istiyorsan bunu yaparım. Dilersen padişah bir peygamber veya kul bir peygamber olarak yaşayabilirsin´ dedi. Cebrail bu esnada Hz. Peygamber´e ´Rabbine tevazu et!´ işaretinde bulundu. Bunun üzerine, Hz. Peygamber üç defa ´Kul bir peygam-ber olarak yaşamak istiyorum!´ dedi.89 ALLAH Teâlâ, bir kula hayır irâde ettiğinde, onu dünya hakkında zâhid, ahiret hakkında istekçi kılar ve kendisine nefsinin ayıplarını gösterir.90 Dünya hakkında zühde yapış! Bu takdirde ALLAH seni sever. Halkın elindeki servet hakkında zahid olursan halk seni sever.91 Kim öğrenmeksizin ilim ve hidayet verilmesini ALLAH´tan dilerse o, dünya hakkında zâhid olsun!92 Cennete müstehak olan bir kimse hayırlara koşar. Ateşten korkan bir kimse şehvetlerden uzaklaşır. Ölümü bekleyen bir kimse lezzetleri terkeder. Kim dünya hakkında zâhid olursa musibetler kendisine kolay gelir!93 Hz. Peygamber´den ve Hz. İsa´dan (ALLAH´ın selâmı ikisinin de üzerine olsun) şöyle rivayet ediliyor: Dört haslet vardır. İnsan ancak yorgunlukla onlara yetişebilir: 1. Sükut. Bu, ibâdetin başlangıcıdır. 2. Tevazû. 3. Fazla zikir. 4. Az mal!94 Dünyadan nefret etmenin güzelliği ve dünyayı sevmenin kötülüğü hakkında vârid olan bütün haberleri burada zikretmek mümkün değildir; zira peygamberler ancak insanları dünyadan çevirip ahirete yöneltmek için gelmişlerdir. Halka söyledikleri sözlerin çoğu bu husustadır. Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz yeterlidir. Yardım eden ALLAH Teâlâ´dır! 70) İbn Mâce 71) İbn Mâce 72) İbn Mâce 73) İbn Mâce 74) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir, Fakat Zebidî hadîs´te haya ile iman´ diye vârid olduğunu ve bu şekliyle Kut´ul-Kulûb´da bulunduğunu kaydetmektedir. (İthaf´us-Saade, IX/336) 75) Bezzar ve Taberânî 76) İbn Mübârek, Zühd 77) Bezzar, Taberânî 78) Hâkim 79) Taberânî 80) Deylemî, (Ebû Derdâ´ dan) 81) Tirmizî 82) İbn Ebî Dünya 83) Deylemî, Müsned´ul-Firdevs 84) İbn Mâce 85) Tirmizî 86) Taberânî, (İbn Mes´ud´dan) 87) Ali b. Ma´bed´den 88) İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Sa´d, Taberânî ve Beyhakî 89) Daha önce geçmişti. 90) Deylemî 91) Daha önce geçmişti. 92) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir 93) İbn Hibban |
|
![]() |
#208 |
![]() Hayatın Zarûrî İhtiyaçları Hakkında Zühd´ün
Zühd kuvvetine göre üç mertebeye ayrılır: Birinci Mertebe En aşağı olan birinci derece, dünyayı istediği, kalbi ona meyyal olduğu ve nefsi dünyaya iltifat ettiği halde mücâhede ile dünyadan kaçınması ve zâhidlik yapmasıdır. Her ne kadar nefsi dünyaya meyyal ise de onunla cihad eder, onu alıkoyar, işte zâhidlik buna denir. Çalışma ve gayreti sayesinde zühd derecesine varan bir kimseye göre bu atılan ilk adımdır. Zühde meyyal bir kimse önce nefsini eritir, sonra kesesini... Zâhid bir kimse ise, önce kesesini, sonra ibâdetle nefsini eritir. Evet zâhid, ayrıldığına karşı sabretmekle değil ibadetle nefsini eritir. Zâhidliğe kendisini zorlayan bir kimse ise tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü nefsi bazen galebe çalar, şehvet kendisini çeker, dünyaya ve istirahat etmeye ister az, ister çok olsun meyleder. İkinci Mertebe Dünyayı, istediği hedefe nisbetle hakir saydığından ötürü terkeden bir kimse, bir dirhemi iki dirhem için terkeden bir kimse gibidir. Böyle yapana, beklemek zorunda olsa bile bir dirhemi iki dirhem için bırakmak zor gelmez. Bu zâhid zühdünü görür, ona iltifat eder. Tıpkı mal satan bir tüccarın malı görüp bakması gibi... Öyle ki nefsini beğenip zühdüne hayran kalabilir. Zanneder ki kıymetli bir şeyi kıymetli birşey için terketmiştir! Bu durum da eksikliktir. Üçüncü Mertebe Bu, derecelerin en yücesidir. İsteyerek hem dünya, hem de zâhidliği hakkındaki şeylerden kaçınmasıdır. Böylece zâhidliğini görmez, bir şeyi terkettiğini de sanmaz. Çünkü dünyanın bir hiç olduğunu bilmiştir. Bu bakımdan çamurdan yapılmış çakılı terkedip cevheri alan kimse gibi olur. O cevheri hiçbir zaman çamurun karşılığı olarak görmez ve nefsinin birşeyi terkettiğini dedüşünmez. ALLAH´a ve ahiret nimetlerine nisbetle dünya, çamur parçasının mücevhere nisbetinden daha aşağıdır. İşte bu durum, zühdde kemâlin ta kendisidir. Bunun sebebi de mârifetin kemâlidir. Bu zâhid gibisi, dünyaya iltifat etmek tehlikesinden emindir. Tıpkı çamur parçasını mücevher karşılığı terkeden bir kimsenin bu alışverişten vazgeçmeyeceği gibi... Ebu Yezid, Ebu Musa Abdurrahim´e96 ´Hangi şey hakkında konuşursun?´ diye sorunca cevap olarak ´Zühd hakkında!´ dedi. ´Hangi şey hakkında zühd?´ deyince de cevap olarak ´Dünya hakkında´ dedi. Bunun üzerine Ebu Yezid elini sallayarak şöyle dedi: ´Zannettim ki o, birşey´in hakkında konuşuyor. Dünya ise birşey değildir. Onun nesi hakkında zühd yapılacaktır?´97 Dünyayı ahiret için terkedenin misâli mârifet ehli, kalbi mükâşefe ve müşahedelerle mamur olan kimselere göre padişahın kapısında bulunan ve kendisini kapıdan meneden bir köpekle karşı karşıya kalanın misâli gibidir. O kimse köpeğe bir lokma ekmek atar. Köpek o ekmekle meşgul olur. O da içeri girip padişaha yaklaşma şerefine nail olur. Öyle ki işini padişahın bütün memleketinde geçerli kılar. Acaba böyle bir kimsenin padişahın köpeğine atmış olduğu bir lokma ekmek karşılığında, padişah katında bu dereceye erdiği düşünebilir mi? Bu bakımdan şeytanda ALLAH´ın kapısında bir köpektir. Halkı içeri girmekten meneder. Oysa kapı açık, perde aralıdır. Dünya da bir ekmek lokması gibidir. Eğer yersen, onun lezzeti sadece çiğnerkendir. Yutmakla sona erer. Tortusu midede kalır. Sonra tortu pisliğe dönüşür. Sonra da o tortuyu çıkarmaya mecbur olur. O halde padişahlık izzetine nail olmak için onu terkeden bir kimse, ona nasıl bir daha iltifat eder? Bütün dünya, yüz sene bile yaşasa bir şahsın dünyadan elde ettiği şey ahiret nimetine göre bir lokmanın dünya padişahlığına nisbetinden daha azdır. Zira sonlu olan bir şeyi sonsuz olana nisbet etmek olmaz. Dünya yakında sona erer, hatta kaygusuz bir insan için bir milyon sene devam etse bile... Yine ebedî nimete nisbet edilemez. Yaşamanın müddeti kısa, dünya lezzetleri karmakarışık olduğu halde, nasıl ebedî nimete nisbet edilebilir? Öyleyse, zâhid zühdüne iltifat etmez. Eğer hakkında zâhidlik yaptığı şeye iltifat ederse onu kıymetli birşey olarak gördüğü için iltifat eder. Onu kıymetli birşey olarak görmesi de mârifetinin kusurluluğundan ileri gelir. Bu bakımdan zühdün eksikliğinin sebebi mârifet eksikliğidir. Buraya kadar söylediklerimiz, zühd derecelerinin değişik olmasıdır. Bunların her birinde de çeşitli dereceler vardır; zira zühde kendisini zorlayan bir kimsenin sabrın zorluğuna dayanması ve sabırdaki meşakkati nisbetinde çeşitlidir. Zühdüne hayranlıkla bakanın derecesi de zühde iltifat etmesi nisbetindedir. Rağbet edilen şeye nisbetle zühdün bölünmesine gelince, bu da üç derecedir. Birinci Derece Bu en alt derecedir. İstenilen şey; ateş, kabir azabı, hesap münakaşası, sırat tehlikesi ve kulun önünde bulunan diğer korkular gibi elemlerden kurtulmaktır. Nitekim bu hususlar hakkında haberler varid olmuştur; kişi, hesap için durdurulduğunda susamış yüz deveye yetecek kadar ter akar. İşte zühdün bu derecesi, bu gibi dehşetlerden korkanların zühdüdür. Sanki bunlar acıdan kurtulmak için, yokluğa razı olmuşlardır, zira elemden kurtulmak mahzâ yoklukla mümkün olur. İkinci Derece İkinci derece ALLAH´ın sevabına, nimetine, cennette va´dedilen hûriler, köşkler ve benzeri lezzetlere rağbet ederek zâhidlik yapmaktır. Bu tür zâhidlik, ümit edenlerin zühdüdür. Zira bunlar yokluğa kanaat ederek, elemden kurtulmak için dünyayı terketmemişlerdir. Aksine daimî bir varlığa, sonsuz bir nimete tamah ederek terketmişlerdir. Üçüncü Derece Derecelerin en yücesi olan bu derece, kişinin ALLAH´a mülâki olmaktan başka bir hedefinin olmamasıdır. Bu bakımdan kalbi elemlere bakmaz ki onlardan kurtulmayı istesin, lezzetlere iltifat etmez ki onları elde etmeyi kasdetsin. Aksine emeli ALLAH ile olmaktır. O, öyle bir kimsedir ki hedefi bir noktaya yöneldiği halde sabahlamıştır. O, ALLAH´tan başkasını istemeyen gerçek bir muvahiddir. Çünkü ALLAH´tan başkasını isteyen bir kimse, başkasına ibâdet etmiştir! Her istenilen mâbuddur. Her isteyen de, isteğine nisbetle âbiddir. ALLAH´tan başkasını talep etmek gizli şirktir. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Onlar âriflerin ta kendisidir. Çünkü ârif kişi, ALLAH´tan başkasını sevmez. Ancak tanıdığını sever. Dinar ile dirhemi tanıyıp ikisini bir araya getirmeye gücü olmadığını bilen bir kişi nasıl ki bu takdirde dinardan başkasını almazsa, ALLAH´ı bilenin durumu da böyledir. ALLAH´ın cemâline bakmak lezzetini bilen, o lezzet ile hûrilerin, köşklerin ve ağaçların lezzetini bir araya getirmenin mümkün olmadığını da bilir. Bu kimse ALLAH´ın cemâlinden gayrisini sevmez ve başkasını O´na tercih etmez. Zannetme ki cennet ehli, ALLAH´ın cemâline baktıklarında hûrilerin ve sarayların lezzetleri kalplerinde kalır! Aksine o lezzetler, ALLAH´ın cemâline bakmaya nisbeten dünya mülküne sahip olup yeryüzünün her tarafını istilâ etmenin ve halkı köle edinmenin lezzetine, bir kuşu yakalayıp onunla oynamanın lezzetine nisbeti gibidir. Cennet nimetlerini talep edenler, kalp sahiplerinin yanında, kuşla oynamak isteyip padişahlık lezzetini bırakan çocuk gibidir. Bu terkediş, padişahlığın lezzetini idrâk etmekten aciz olduğundan ileri gelir. Yoksa kuş ile oynamak, bütün halka padişah olmaktan daha yüce ve lezzetli değildir. Kendisinden yüz çevirilen şeye izafeten zühdün bölünmesine gelince, bu hususta birçok fikirler ileri sürülmüştür. Bu fikirlerin yüzden fazla olduğu tahmin edilir. Fakat biz, çeşitli sözleri nakletmekle meşgul olmayacağız. Ancak bütün tafsilâtı kapsayıcı bir konuşmaya işaret edeceğiz ki bu hasusta ileri sürülen fikirlerin çoğunun bütün ko-nuyu kapsamaktan aciz olduğu meydana çıksın. Bu bakımdan deriz ki: Zâhidlik sûretiyle kendisinden yüz çevrilen şeyin icmâl ve tafsilâtı vardır. Tafsilâtının da mertebeleri vardır. O mertebelerin bazısı, kısımları daha fazla izah eder, bazısı da cümleleri izah etmek için daha elverişlidir. Birinci derecedeki icmale gelince, kendisinden yüz çevrilen, ALLAH´tan başka her şeydir. Bu bakımdan (şahsın), ALLAH´tan başka herşey hakkında, hatta kendi nefsi hakkında bile zâhidlik yapması gerekir. İkinci derece hakkındaki icmâl, nefsin, içinde lezzet bulu-nan her sıfata zâhidlik yapmasıdır. Bu tür zühd, insanın şehvet, öfke, kibir, baş olma, mal, mertebe ve benzerlerinden ibaret olan bü-tün isteklerini kapsar. Üçüncü derecedeki icmal, mal, mertebe ve sebeplerinde zühd göstermesidir; çünkü nefsin bütün lezzetleri bunlara dönüşür. Dördüncü derecedeki icmal; ilim, kudret, dinar, dirhem ve mertebe hakkında zühd etmesidir; zira malların çeşitleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın dinar, dirhem ve mertebe onları kapsar. Sebepleri ne kadar çoğalsa da ilim ve kudrete dönüşür! İlimden gaye; hedefi kalpleri elde etmek olan ilim ve kudrettir. Yukarıda geçtiği gibi mertebenin mânâsı; kalpleri elde etmek ve onlara hâkim olmak demektir. Nasıl malın mânâsı; maddeleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmekse... Eğer bu tafsilâtı daha genişletmek isterseniz, hakkında zühd yapılan şeylerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülür. Oysa ALLAH Teâlâ, bir ayette onlardan yedi tanesini zikrederek şöyle buyurmuştur: İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevk-lere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, ALLAH´ın yanındadır.(Âlu İmran/14) Sonra ALLAH Teâlâ, bunları başka bir ayette beşe düşürerek şöyle buyurmuştur: Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20) Sonra başka bir yerde ALLAH Teâlâ, bu durumu ikiye düşürerek şöyle buyurmuştur: Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (Muhammed/36) Sonra hepsini, başka bir ayette, bire düşürerek şöyle buyurmuştur: Ama kim rabbinin divanından durup hesap vermekten korkmuş ve nefsi´ni kötü heveslerden menetmişse, onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41) Ayette bahsi geçen ´heva´ terimi, nefsin dünyada ne kadar lezzetleri varsa hepsini kapsar. O halde, bütün bunlarda zühd yap-mak uygundur. İcmal ve tafsîlin yolunu anladığında bilirsin ki bunun bir kısmı diğerine muhalefet etmez. Ancak bazen tafsilât, bazen de icmal bakımından ayrılırlar. Kısacası zühd, nefsin bütün istek ve lezzetlerinden yüz çevir-mektir. Kişi nefsin isteklerinden yüz çevirirse, dünyada kalmaktan da yüz çevirir. Dolayısıyla, dünyadaki emeli kısalır. Çünkü dünyada lezzetlenmek için kalmak ister. Kalmak isteğiyle de daimî bir lezzetlenmeyi irade eder. Çünkü bir şeyi isteyen onun devamını da ister. Hayatın sevgisi, mümkün ve mevcud olan bir şeyin devam etmesinin sevgisi demektir. Ne zaman, halktan yüz çevirirse, artık onu istemiyor demektir. Bunun için ALLAH Teâlâ onlara savaşı farz kıldığında ´Ey RABBİMiz! Üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi, yakın bir zamana kadar erteleseydin?´ dediler. Onlara şöyle de: Dünyanın geçimi azdır.(Nisâ/77) Yani siz dünya zevki için dünyada kalmayı istiyorsunuz. Madem ki durum budur, zâhidler ve münafıkların hali belli oldu. ALLAH Teâlâ´yı seven zâhidlere gelince, onlar birbirine geçirilmiş kubbe taşları gibi ALLAH yolunda savaştılar. İki güzelden (şehidlik ve gazilikten) birini beklediler. Onlar harbe davet edildiklerinde, cennet kokusunu koklar, susamış bir kimsenin soğuk suya hücum etmesi gibi ona hücum ederlerdi. Bunu da ALLAH´ın dinine yardım etmek veya şehidlik rütbesine nail olmak için yaparlardı. Onlardan yatağında ölenler, şehidlik elden gittiği için üzüntü çekerlerdi. Hatta Hâlid b. Velîd (r.a) yatağında ölüm sekeratına girdiği zaman şöyle demiştir: Şehitlik "mertebesine nail olayını diye kaç defa canımı tehlikeye atıp düşman saflarına hücum ettim. Buna rağmen ko-cakarıların öldüğü gibi ölüyorum. Hâlid b. Velîd vefat ettiği zaman, bedeninde sekiz yüz yara izi saydılar. İmanda sadık olanların halleri böyleydi. ALLAH onlardan razı olsun! Münâfıklar ise, ölümden korkarak savaştan kaçtılar. Onlara denildi ki: De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra hem gizliyi, hem âşikarı bilen ALLAH´a döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir. (Cum´a/8) Bu bakımdan dünyada kalmayı şehidliğe tercih etmeleri, en hayırlıyı verip, en alçağı almak ve değiştirmek demektir. İşte hidayeti verip dalâleti satın alanlar onlardır. Onların ticaretleri kâr etmedi. Onlar hidayet yolunu da kaybettiler. Muhlislere gelince, ALLAH onlardan nefislerini ve mallarını, cennet karşılığı satın almıştır. Onlar yirmi veya otuz senelik lezzeti, ebedî bir lezzetle değiştirdiklerini gördüklerinde, yapmış oldukları alışverişten dolayı sevindiler. İşte bu da hakkında zühd edilen şeyin beyanıdır. Bunu bildiğinde, kelâmcıların ´Zühdün tarifi´ hakkında söyledikleriyle ancak zühdün bazı kısımlarına işaret ettikleri anlaşılır. Bu bakımdan her biri, kendine veya muhatabına galebe çalan kısma değinmiştir. Bişr el-Hafî ´Dünya hakkındaki zühd, insanlar hakkındaki zühddür!´ demiştir. Onun bu sözü, özellikle dünya mertebesi hakkındaki zühde işarettir. Kasım el-Cûî98 dedi ki: ´Dünya hakkındaki zühd, işkembe hakkındaki zühddür, mideden ne kadarını elde edersen, zühdden de o kadarını elde etmiş olursun´. Onun bu sözü, sadece bir husus hakkındaki zühde işarettir. Yemin ederim o tek şehvet, çoğu zaman şehvetlerin en galibidir ve şehvetleri en çok kabartan da odur. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Dünya hakkındaki zühd, kanaat demektir´. Onun bu sözü sadece mala işarettir. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Zühd, emelin kısaltılmasıdır´. Bu tarif, şehvetlerin hep-sini toplamaktadır; zira şehvetlere meyleden bir kimse, nefsine daimî kalacağını fısıldıyor demektir. Dolayısıyle emeli uzar. Emeli kısalan bir kimse ise bütün şehvetlerden rağbetini kesmiştir. Üveys b. Âmir el-Karanî şöyle demiştir: ´Zâhid çıkıp da birşey ararsa, zâhidlik vasfı kendisinden gider!´ O bu sözüyle, zühdün tarifini kasdetmemiştir. Fakat ALLAH´a tevekkül etmeyi, zühd hakkında şart koşmuştur. Yine Üveys şöyle demiştir: ´Zühd, ALLAH tarafından va´dedilen tazminat için talebi terketmektir´. Bu söz, rızka işarettir. Hadîs alimleri dedi ki: ´Dünya, rey ve mâkul ile amel etmektir. Zühd ise ilme tâbi olmak ve Sünnet´e yapışmaktır´. Hadîs alimlerinin bu sözünden ´fâsid rey´, dünyada mertebeyi talep etmek için bazı sebeplere veya fuzûli şehvetlere işarettir; zira bir kısım ilimler vardır ki ahirette onun hiçbir faydası yoktur. Onu oldukça uzatmışlar. Hatta insanoğlunun hayatı onların biriyle meşgul olmakla sona ermiştir. Bu bakımdan zâhidliğin şartı, fuzulî olan şeyleri terketmektir. Hasan Basrî şöyle demiştir: "Zâhid o kimsedir ki bir kimseyi gördüğünde ´Bu benden daha üstündür´ der". Bu sözüyle zühdün tevazudan ibaret olduğuna kail olmuştur. Buda mertebenin ve nefsi beğenmenin yokluğuna işarettir. Bu ise zühdün kısımlarındandır. Bazıları da, ´Zühd, helâli talep etmektir´ demiştir. Bu târif, ´Zühd, talebi terketmektir´ diyenin târifine benzemez. Nitekim bu sözü Üveys söylemiştir... Şüphe yok ki Üveys bu sözüyle helâlin ta-lebini terketmeyi kasdetmiştir. Yusuf b. Esbat derdi ki: ´Kim eziyete sabredip, şehvetleri terkeder ve helâlinden yerse o, zâhidliğin köküne yapışmıştır´. Zâhidlik hakkında bizim naklettiğimizin ötesinde birçok fikirler vardır. Biz, onların naklinde hiçbir fayda görmüyoruz. Kim eşyanın hakîkatlerini keşfetmeyi halkın sözlerinden öğrenmek isterse, o kimse sözlerin değişik olduğunu görecektir ve o sözlerden şaşkınlıktan başka birşey eline geçmeyecektir. Fakat kendisine hakîkat keşfolunan ve onu kalbinden gelen bir müşahede ile idrâk eden ve kulaktan işitmeyen bir kimse ise hakka güvenmiş, basîretinin kusurundan ötürü hakkı târif etmekte kusur edenin kusurunu görmüş, ihtiyacının kısalığı için mârifetin kemâline rağmen ihtiyaç nisbetinde isteyenin kısa kesmesine de muttalî olmuştur. Bütün bunlar ´basiretlerinde kusur vardır´ diye değildir aksine onlar ihtiyaç anında söylediklerinden dolayı kısa kestiler ve şüphe yok ki onlar, ihtiyaç nisbetinde zikrettiler. İhtiyaçlar ise, değişiktir. Şüphesiz kelimeler de değişik olacaktır. Bazen de kısa kesmenin sebebi, kulun makamından haber vermek içindir. Haller ise değişiktir. Öyleyse, o halleri haber veren sözler de değişiktir. Aslında hak bir tanedir. Hakkın değişik olması düşünülemez. Bu sözlerden birleştirici ve kâmil olanı her ne kadar içinde tafsilât yoksa da Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin söylediğidir; o şöyle demiştir: ´Zühd hakkında birçok konuşmalar dinledik. Oysa bizim nazarımızda zühd, ALLAH´tan uzaklaştıran herşeyi terketmektir´. Başka bir defasında tafsilât vererek şöyle demiştir: ´Kim evlenirse, maişetini temin etmek için sefere çıkarsa veya hadîs ya-zarsa, o dünyaya meyletmiştir´. Bu sözün ardından o bütün bunları zühde zıt görerek şu ayeti okumuştur: Ancak ALLAH´a sağlam ve pak kalp getiren (fayda görür). (Şuarâ/89) Sonra şöyle demiştir: ´O öyle bir kalptir ki orada ALLAH´tan başkası yoktur!´ Yine şöyle demiştir: ´Bu kalp sahipleri, kalpleri dünyanın üzüntülerinden boşalıp ahirete yöneldiği için zâhidlik ettiler´. İşte buraya kadar saydıklarımız, kendisinden yüz çevrilen şeylerin çeşitlerine göre olan zühdün kısımlarının beyanıdır. Onun hükümlerine göre kısımlarının beyanına gelince, İbrahim b. Edhem´in söylediği gibi zühd; farz, nafile ve selâmet kısımlarına bölünür. Bu bakımdan farz olan zühd; haram ve nafile olan zühd, helâl ve selâmet olan zühd ve şüpheliler hakkındaki zühddür. Biz ´Helâl ve Haram´ bahsinde Takva dereceleri´nin tafsilâtını da zikretmiştik. O da zühddendir. Mâlik b. Enes´e ´Zühd ne demektir?´ diye sorulduğunda ´takvadır´ cevabını verdi. Terkedilen şeylerin gizliliklerine göre zühdün bölünmesine gelince, bu hususta zühdün sonu yoktur; zira nefsin düşünce, mülâhaza ve diğer hallerde lezzetlendiği şeylerin de sonu yoktur. Özellikle de riyanın gizlilikleri... Çünkü buna ancak araştıran âlimler muttali olabilir. Ayrıca zâhirî mallarda da zühdün sonsuz dereceleri vardır. Hz. İsa´nın zühdü onun en yüce derecelerindendir; zira uyuyacağı zaman bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona dedi ki: - Sen dünyayı terketmemiş miydin? Şimdi sana ne oldu? - Ne yaptım ki? - Taşı yastık yaptın ya? Bunun üzerine İsa (a.s) taşı atarak şöyle demiştir: ´Senin için bıraktığım dünya ile beraber bunu da al!´ Yahya b. Zekeriyya yumuşaklığından ve verdiği rahattan kaç-mak için bedeni delik deşik oluncaya kadar kıldan bir elbise giydi. Annesi onun yerine yünden yapılmış bir cübbe giymesini istedi. O da annesinin dediğini yaptı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Ey Yahya! Dünyayı bana tercih mi ettin?´ Bu hitaba karşı ağladı ve yün cübbeyi çıkardı. Eski âdetine döndü. Ahmed b. Hanbel der ki: ´Zühd, Üveys´in zühdüdür. Çıplaklıktan öyle bir raddeye geldi ki kamıştan yapılmış bir sepette oturarak avretini örterdi´. Hz. İsa (a.s) bir kimsenin duvarının gölgesine oturdu. Duvar sahibi onu gölgeden kaldırınca şöyle dedi: ´Beni kaldıran sen değilsin! Ancak duvarın gölgesiyle rahatlamama razı olmayan beni kaldırmıştır´. Madem ki durum budur, zâhidliğin zâhir ve bâtındaki derecelerinin haddi hesabı yoktur. Derecelerinin en küçüğü, her şüpheli ve mahzurlu şey hakkında zühd göstermektir. Bir grup dedi ki: "Zühd, şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd değil, aksine helâl hakkındaki zühddür. Bu bakımdan şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd, hiçbir cihetle zühdün derecelerinden değildir´. Sonra bu grup, dünya mallarında helâlin kalmadığını savunarak şu anda zühdün tasavvur olunamayacağını söylemiştir. Soru: Sıhhatli bir zühd; yemek, içmek, giymek, halka karışmak ve halkla konuşmakla nasıl düşünülebilir? Oysa bütün bunlar insanı masiva ile meşgul etmektir. Cevap: Dünyadan yüz çevirip ALLAH´a yönelmenin mânâsı; kalbin zikren ve fikren ALLAH´a yönelmesi demektir. Bu ise ancak yaşamakla beraber düşünülebilir. Yaşamak da ancak nefsin zarurî isteklerini karşılamakla olur. Bu bakımdan zararlı şeyleri bedenden uzaklaştırıp zorunlu miktarla iktifa ettiğin halde gayen de bedenden ibâdet hususunda istifade etmekse, ´ALLAH´tan gayrisiyle meşgul değilsin´; çünkü onun vasıtasıyla hedefe varılan bir şey de o hedeften sayılır. Bu bakımdan hac yolunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan bir kimse, hacdan yüz çevirmiş sayılmaz. ALLAH yolunda da bedenin, hac yolundaki deve gibi olmalıdır; zira o yolda deveye yedirmek ve içirmekteki gaye, deveyi lezzetlere kavuşturmak değildir. Aksine zararlı sebepleri deveden uzaklaştırmaktır ki deve seni maksat ve hedefine ulaştırsın! İşte bedenini de yok edici açlık ve susuzluktan yemek ve içmekle, hararet ve soğuktan dolayı giymekle ve meskenle korumaktaki maksadın da böyle olması gerekir. Bu bakımdan zarurî miktarla iktifa ederek yemekten, içmekten, giymekten ve meskenden lezzetlenmeyi değil, aksine ALLAH´a ibâdeti için gereken kuvvetin teminini kasdetmelisin. Bu ise zühde zıd değildir. Belki zühdün şartıdır. Eğer ´Acıktığım anda yemekten lezzet almak zarurîdir´ dersen, bil ki: Lezzetlenmeyi kasdetmezsen, bu tabiî olan lezzet sana zarar vermez; zira soğuk su içen bir kimse bazen bunu lezzetli görür. Bunun neticesi susuzluğun elemini gidermeye dönüşür. Kim ihtiyacını yerine getirirse, bazen onunla müsterih olur. Fakat bu istirahat, onun maksadı değildir. Bu bakımdan kalp buna yönelmez. İnsan bazen gece ibadetine kalkarken seher havasını teneffüs etmek ve kuşları dinlemekle lezzetlenir. Maksat gece ibadeti olduğundan, bu zevk ona zarar vermez. İstirahat için de bir yeri kasdetmedikçe, kendiliğinden gelen bu istirahatler ona zarar vermez. Bu mevzuda ALLAH´tan korkanların bir kısmı seher rüzgârlarının isabet etmediği bir yeri ibâdet için seçer. Bunu da kalbin meşgul olmaması ve ona ünsiyet vermesi korkusundan yapar. Bu bakımdan kalpte böyle bir ünsiyet meydana gelirse, dünyâya gönül vermiş olur. Dünyaya vermiş olduğu ünsiyet nisbetinde de ALLAHile olan yakınlığı azalır! Dâvud-i Tâî´nin üstü açık bir kabı vardı. Kullandığı su onun içindeydi. Onu hiçbir zaman güneşin önünden kaldırmazdı. Sıcak su içer ve şöyle derdi: Kim soğuk suyun lezze-tine alışırsa, dünyadan ayrılmak kendisine güç gelir´. İşte buraya kadar saydıklarımız ihtiyatlı kimselerin korku-larıdır. Bütün bunlarda ihtiyatlı davranmak en akıllıca harekettir; zira böyle bir davranışın her ne kadar zor ise de müddeti pek azdır. Ebediyyen nimetlenmek için az bir müddet (zahmet çekmek) marifet ehline hiç de ağır gelmez. Öyle bir mârifet ehli ki şeriat siyasetiyle nefislerini yenmişler, dünya ve din arasındaki zıddiyetin tanınmasında yakînin kulpuna sarılmışlardır. ALLAH onlardan razı olsun! 96) Adı Hârûn b. Süleyman el-Kûfîdir. 97) Kût´ul-Kulûb 98) Adı Kasım b. Osman el-Cûî ed-Dimeşkî´dir. Bazılarına göre kendisini çokça aç bıraktığından dolayı bu lâkabı almıştır. |
|
![]() |
#209 |
![]() Muhabbet, Sevk ve Üns
İnsanların yapmış olduğu şeyler fuzulî ve zârurî diye iki kısma ayrılır. Fuzulî olanı beslenmiş veya alınmış atlar gibidir; zira insanların çoğu, yaya yürümeye muktedir oldukları halde bu atları süs için edinirler. Zârurî olanı da yemek ve içmek gibidir. Biz burada fuzulî olanın çeşitlerini tafsilâtlı bir şekilde sayacak değiliz. Çünkü bunlar bir şekilde zabt u rabt altına alınabilir. Zarurî olanın da bazen miktarında, cinsinde ve vakitlerinde fuzûlîlik olur. Bu bakımdan zârurî olan şeylerin zühd yönünü beyan etmek gerekir. Zârurî olanlar yemek, elbise, mesken, ev eşyası, kadın ve mal olmak üzere altı tanedir. Dünya mertebesi, birtakım gayeler için talep edilir ki bu altı şey de o gayelerdendir. Daha önce mertebenin mânâsı, halkın mertebeyi niçin sevdiği ve mertebeden nasıl kaçınılacağı ´Rîya´ bahsinde zikredilmişti. Şimdilik bu altı zârurî şeyin beyanını zikredeceğiz.. I. Yiyecek İnsan için belini doğrultacak bir azık lâzımdır. Fakat bunun bir sınırı vardır. Bu bakımdan sınırını ayarlamak lâzım ki onunla zühdü tamam olsun. Bu sınır ömüre nisbetledir. Çünkü yaşadığı günün azığını elde eden bir kimse onunla kanaat etmez. Genişliğine gelince bu da yemeğin miktarı, cinsi ve vaktidir. Bunun uzunluğu ancak emelin kısalmasıyla kısalır. Bu husustaki zühd derecelerinin en yücesi, ölüm ve hastalık korkusu anında acıkmayı bertaraf edecek miktarla kifayet etmektir. Hali bu olan bir kimse sabah yemeğinden sonra akşamı düşünerek geriye birşey bırakmaz. İşte bu derece, en yüce derecedir. İkinci derece bir aylık veya kırk günlük azık edinmektir.Üçüncü derece ise bir senelik azık edinmektir. Bu ise zayıfların halidir Kim bir seneden fazlası için azık edinirse, ona zâhid demek yersizdir; zira bir seneden fazla yaşamayı ümit eden uzun emel peşindedir! Bu bakımdan böyle bir kimsede zühdün olması düşünülemez. Ancak başka bir kazancı olmadığı halde nefsi için dilenmeye razı olmaması hali müstesna. Tıpkı Dâvud-i Tâî gibi; o miras olarak yirmi dinar elde etti. Onu elinde tutup yirmi sene kendisine nafaka yaptı! İşte bu durum zâhidliğin temeline ters düşmez. Ancak ´tevekkül zühdün şartıdır´ diyene göre ters düşer! Onun genişliğine gelince, o da miktar nisbetindedir. Yirmi dört saatte en az derecesi yarım batman nafakadır. Normali bir batman, en üstün derecesi bir avuçtur. Bu da kefaret ve fakirlere yedirmek hususunda ALLAH Teâlâ´nın takdir ettiği miktardır. Bunun ötesinde olan, midenin genişliğinden olup onunla meşgul olmak demektir. Kimin bir avuçla iktifa etmeye gücü yetmiyorsa, mide hakkındaki zâhidlikte onun nasibi yok demektir. Cinse nisbetle genişliğine gelince, onun en azı kepekten bir ekmek olsa dahi gıda olacak her şeydir. Normali arpadan ve darıdan yapılan ekmektir. En üstünü elenmemiş buğday ekmeğidir. Elenip yumuşacık olduktan sonra lezzetlenme kısmına geçmiş olur ki bu da zühdün en üst derecesi değil sonuncusu bile olamaz. Katığa gelince, onun en azı tuz, sebze veya sirkedir. Ortancası zeytinyağından veya herhangi bir yağdan azıcık bir şeydir. Onun en yüksek derecesi ise et yemektir. Bu da haftada bir veya iki kere olursa böyledir. Eğer bu et yeme daimî bir âdet olursa veya haftada iki defadan fazla olursa zühd kapılarının en sonuncusu olmaktan da çıkar. Bu yemeğin sahibine midesi hususunda zâhiddir denilemez. Vakte nisbetle onun genişliğine gelince, en azı yirmi dört saatte bir defadır. O da kişinin oruçlu olmasıdır. Normali, oruç tutup da geceleyin su içmek, yemek yememektir. Öbür gecede yemek yeyip su içmemektir. En yüksek derecesi ise üç gün veya bir hafta veya daha fazla bir zaman, yemeden, içmeden durmaktır. Yemeği azaltmanın, oburluğu önlemenin yolunu ´Mühlikât´ bölümünde zikrettik. Hz. Peygamber´in ve ashab-ı kirâmın yemeklerdeki zühdlerine ve katığı terkedişlerine dikkat edilmelidir. Nitekim Hz. Âişe (r.a) demiştir ki: ´Bazen kırk gün geçerdi de ALLAH Rasûlü´nün evinde ne bir çıra yanar, ne de bir ateş yakılırdı!´ Bu söz üzerine Hz. Âişe´ye denildi ki: ´O halde siz nasıl yaşıyordunuz?´ Şöyle demiştir: İki siyahla yaşıyorduk; yani su ile hurma..´ Onların iki siyahla yaşaması eti, tiridi veya katığı terketmek demektir.99 Hasan Basrî der ki: Hz. Peygamber (s.a.) merkebe biner, yünlü elbise giyer, ayakkabısını yamalardı. Yemek yerken parmaklarını yalar, yemeğini masaya değil toprak üzerine koyup yer ve şöyle buyururdu: Ben ancak kulum.Kulların yediği gibi yer,kulların oturduğu gibi otururum. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ciddî olarak size diyorum: Firdevs´i talep eden bir kimse için arpa ekmeği yemek ve mezbeleliklerde köpeklerle beraber uyumak bile çoktur!´ Fudayl b. İyaz diyor ki: ´ALLAH´ın Rasûlü, Medine´de üç gün üst üste buğday ekmeğini doyasıya yemedi´.100 Hz. İsa (a.s) şöyle derdi: ´Ey İsrailoğulları! Berrak su, çöl sebzesi ve arpa ekmeği yeyiniz! Buğday ekmeğinden kaçınınız; zira onun şükrünü edâ etmekten acizsiniz´. Mühlikât bölümünde yeme ve içme hakkında peygamberlerin ve selefin hallerini zikretmiştik. Onun için bir daha tekrarlamayacağız. Hz. Peygamber, Kuba´ya geldiğinde, kendisine bal ile karışık süt getirdiler. Kadehi elinden bırakıp şöyle dedi: "İyi bilin ki ben bal yemeyi ve süt içmeyi haram kılmıyorum. Fakat ALLAH´a tevazu olsun diye terkediyorum´. Hz. Ömer´e bir yaz günü, bal ve soğuk sudan yapılmış bir şerbet getirildiğinde şöyle demiştir: ´Onun hesabını benden uzaklaştırınız!´ Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Doğru bir zâhidin nafakası, elbisesi avretini örtendir. Meskeni, nerede bulunursa orasıdır. Dünya onun hapishanesi, kabir yatakhanesi, halvethane meclisi, ibret almak düşüncesi, Kur´an konuşması, ALLAH Teâlâ onun dostu, zikir onun arkadaşı, zühd yoldaşı, üzüntü şanı, hayâ onun alâmet-i fârikası, açlık katığı, hikmet kelâmı, toprak yatağı, takva azığı, sükût etmek ganimeti, sabır yastığı, tevekkül güvenci, akıl delili, ibâdet sanatı ve cennet varacağı yerdir, eğer ALLAH dilerse...´ II. Giyecek İkinci zarûret elbisedir. Onun en az derecesi, hararet ile soğuğu defeden ve avreti örtenidir. Bu da kendisiyle örtülen bir abadır. Normali bir iç gömlek, bir fes ve bir çift pabuçtur. Fazlası ise, onun beraberinde mendil ve donun bulunmasıdır. Miktar bakımından bunu geçen ise, zâhidlik hududunu geçmiş demektir. Zâhidliğin şartı, elbisesini yıkadığı zaman giymek için ikinci bir elbisenin olmamasıdır. Elbisesi kuruyuncaya kadar evinde oturup bekler. Ne zaman iki iç gömleğe, iki dona, iki mendile sahip olursa, miktar bakımından zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış olur! Cinse gelince, onun on azı sert bir cübbedir. Normali sert yünden yapılmış elbise, fazlası ise kalın pamuktan yapılmış elbisedir. Zaman bakımından ise, onun en uzağı bir sene avretini örtendir. En azı ise bir gün sırtında kalabilendir. Hatta zâhidlerden bazısı, elbisesini ağaç yapraklarıyla yamalamıştır. Her ne kadar bu yapraklar tezden kuruyup dökülse de... Ortancası, bir ay veya ona yakın bir zaman sırtında kalabilecek bir elbisedir. Bu bakımdan bir seneden fazla dayanan elbiseyi talep etmesi uzun emele girer! Bu durum ise zühde ters düşer. Ancak gaye onun sertliği olursa durum değişir. Sonra bunu kuvvetliliği ve devamlılığı tâkip eder. Bu bakımdan söylediğimizden fazlasına sahip olan bir kimse için fazlasını sadaka vermek daha uygundur. Eğer sadaka vermeyip elde tutarsa zâhid olamaz. Aksine dünyanın talibi olur. Bu hususta peygamberlerin ve sahabîlerin halleri dikkate alınmalıdır. Onların elbiseleri nasıl terkettikleri iyi öğrenilmelidir. Ebu Bürde der ki: "Hz. Âişe keçeleşmiş bir aba ve kalınca bir izan çıkarıp bize gösterdi ve ´İşte ALLAH´ın Rasûlü bu iki elbisenin içinde ruhunu teslim etti!´ dedi".101 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, hangi elbiseyi giydiğine aldırmayan ve üstü başı yırtık olan bir kimseyi sever.102 Amr b. Esved el Ansî103 der ki: ´Hiçbir zaman kaliteli elbise giymem. Hiçbir zaman geceleyin döşek üzerinde yatmam. Hiçbir zaman seçilmiş bir bineğe binmem. Hiçbir zaman hiçbir yemekten karnımı doyasıya doldurmam´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in tarz-ı hayatını görmek kimi sevindirirse Amr b. Esved´e baksın!´ ALLAH katında sevimli olsa bile kul şöhret elbisesini giyince onu sırtından çakarıncaya kadar ALLAH ondan yüz çevirir.104 Hz. Peygamber (s.a) bir elbiseyi dört dirheme satın almıştır.105 Hz. Peygamber´in iki elbisesinin kıymeti on dirhemdi.106 Hz. Peygamber´in izarı dört buçuk zira uzunluğunda idi.107 Bir iç gömleği üç dirheme satın aldı.108 Hz. Peygamber yünden yapılmış iki beyaz şemle (bir tür elbise) giyerdi. Buna hülle denirdi. Bunlar aynı cinsten olan iki elbise idi. Bazen de Hz. Peygamber Yemen veya Sahulîyye mamûlü kalınca elbiselerden iki bürde giyerdi. Hz. Peygamber´in gömleği (başına ve sakalına sürdüğü yağların lekelerinden dolayı) yağ satanın gömleği gibi idi. Hz. Peygamber (s.a) bir tek gün sündüsten (atlastan) yapılmış bir alaca elbise giydi ki o elbisenin kıymeti iki yüz dirhemdi. Bunun üzerine ashab-ı kirâm, bu elbiseye dokundular ve şöyle dediler: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bu elbise sana cennetten mi gönderildi?´ Bu şekilde hayranlıklarını izhar etmişlerdi. Bu elbiseyi İskenderiye meliki Mukavkıs hediye etmişti. Hz. Peygamber bu elbiseyi giymek sûretiyle Mukavkıs´a (elçileri gözünde) ikram etmek istedi. Sonra Hz. Peygamber elbiseyi çıkarıp müşriklerden bir kişiye sıla-yı rahim olarak gönderdi. Bundan sonra ipekli giyinmeyi haram etti. Sanki Hz. Peygamber ipekli hakkındaki haram hükmünün perçinleşmesi için bu elbiseyi giymiştir. Nitekim altından yapılmış bir yüzüğü de bir iki gün kullanmış, sonra da çıkarıp erkeklere haram etmiştir. Hz. Âişe´ye de ´Bureyre´109 (Hz. Âişe´nin cariyesi) hakkında ´Onun ehline velâyı şart kıl!´110 dediği gibi... Hz. Âişe, Bureyre´yi velâsı olmak şartıyle satın aldıktan sonra Hz. Peygamber minbere çıkıp bu durumu haram kıldı. Yine nikâh emrinin perçinleşmesi için önce mut´a nikahını üç gün mübah kılıp sonra haram kılması da böyledir.111 Hz. Peygamber (s.a) işlemeli ve siyah bir kürkün içinde namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi: Bu kürke bakmak beni meşgul etti. Onu Ebu Cehl´e112 götürün. Bana onun enbîcaniyesini (abasını) getirin.113 Hz. Peygamber aba giymeyi yumuşak elbise giymeye tercih etti. Hz. Peygamber´in ayakkabısının bağı eskimişti. Onu ipekli ile karışık bir sırımla değiştirdi. Yenisiyle namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi: Bana eski bağı getiriniz. Şu yeni bağı çözünüz. Çünkü ben namazda buna baktım ve dolayısıyla meşgul oldum! Hz. Peygamber altından bir yüzük taktı. Minber üzerinde iken gözü ona ilişti. Sonra çıkarıp attı ve şöyle buyurdu: Bu beni meşgul etti. Ona bir bakış size bir bakış, (işte bu olmaz).114 Hz. Peygamber (s.a) bir ara bir çift yeni pabuç giydi. Güzelliği hoşuna gitmişti. Bunun üzerine derhal secdeye yapandı. Kalkarken şöyle buyurdu: Onların güzelliği hoşuma gitti ve bana buğzetmesinden korkarak RABBİMe tevazu gösterdim.115 Sonra onları çıkarıp ilk gördüğü fakire verdi. Sehl b. Sa´d´den rivayet şöyle ediliyor: Hz. Peygamber´e ´mar´ yününden bir cübbe ördüm. Etrafını siyah yaptım. Hz. Peygamber onu giydiği zaman şöyle dedi: ´Bakın ne güzel, ne yumuşak!´ Sinan der ki: Bir bedevî ayağa kalkarak şöyle dedi: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bunu bana hediye et!´ Hz. Peygamber kendisinden istenilen şeyi verirdi. Bu nedenle cübbeyi bedevîye verip şöyle dedi: Bana başka bir cübbe örün! O cübbe örülürken Hz. Peygamber vefat etti.116 Cabir´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, sırtında deve tüyünden yapılmış bir cübbe olduğu halde un öğüten Fâtıma´nın yanına girdi. Fâtıma´nın bu durumunu görünce ağlayarak şöyle dedi: ´Ey Fâtıma! Dünyanın acısını, ebedî nimet için tat!´ Bunun üzerine şu ayet nâzil oldu: Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!117 (Duhâ/5) En yüce cemaatin bana haber verdiğine göre ümmetimin hayırlılarından bir kavim vardır. ALLAH´ın rahmetinin genişliğinden dolayı açıkça gülüp sevinirler. Fakat azabının korkusundan gizlice ağlarlar. Onların nafakası halk üzerinde hafif, kendi nefisleri üzerinde ağırdır. Onlar eskimiş elbise giyerler. Abidlere tâbi olurlar. Onların bedenleri yerde, kalpleri arştadır.118 İşte buraya kadar söylediklerimiz, Hz. Peygamber´in elbiseler hususundaki halidir. Ümmetine kendisine tâbi olmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: Beni seven, benim ahlâkımla ahlâklansın!119 Benim sünnetime ve benden sonraki râşid halifelerin sünnetine yapışın ve onlara bütün gücünüzle tutunun!120 De ki: ´Eğer ALLAH´ı seviyorsanız bana uyun ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın´.(Âlu İmran/31) Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe´ye şöyle buyurmuştur: Eğer bana ulaşmayı istiyorsan zenginlerle oturmaktan kaçın! Yamalamadıkça bir elbiseyi sırtından çıkarma!121 Hz. Ömer´in gömleği üzerinde oniki yama sayıldı. Bu yamaların bazısı deriden idi. Ali b. Ebî Tâlib, üç dirhemle bir elbise aldı. Halife olduğu halde onu giydi. Onun iki yenini el bileklerinden itibaren kesti ve şöyle dedi: ´Yarattığı hayvanın tüyünden bunu bana giydiren ALLAH´a hamd olsun!´ Süfyan es-Sevrî ve başkaları dedi ki: ´Seni âlimlerin yanında meşhur etmeyen, cahillerin yanında hakir düşürmeyen elbise giy!´ Yine Süfyan es-Sevri şöyle derdi: ´Namaz kılarken bir fakir önümden geçmek isterse ona karışmazdım. Parlak kumaştan elbise giymiş dünya ehlinden birine ise buğzeder ve geçmesine izin vermezdim´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Süfyan es-Sevrî´nin elbiselerinin ve pabucunun kıymeti bir dirhem, dört danik kadardı´. İbn Şübrüme dedi ki: ´Elbisemin en hayırlısı bana hizmet edenidir. En şerlisi de benim kendisine hizmet ettiğimdir´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Öyle bir elbise giy ki seni halk ile karıştırsın. Seni onların gözünde meşhur kılıp da sana bakmayı temin eden elbiseyi giyme!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Elbise üç kısımdır. Biri ALLAH içindir. O senin avret mahallini örten elbisedir. İkincisi nefis içindir. O da yumuşaklığından ötürü giyilen elbisedir. Üçüncüsü ise insanlar içindir. O da kalitesi ve güzelliği için giyilen elbisedir´. Seleften bazısı şöyle demiştir: ´Elbisesi ince olan bir kimsenin dini de ince olur!´ Tâbiînden olan bütün âlimlerin elbisesinin kıymeti yirmi dirhemden otuz dirheme kadardı. ´Havvas´ ise iki parçadan fazlasını giymezdi. Giydiği gömlek ve bir izardan ibaretti. Bazen de gömleğinin eteğini başına sarardı. Seleften biri şöyle demiştir: ´İbâdetin evveli elbisedir´. Süslü olmayan elbiseyi giymek imandandır!122 Kim kudreti olduğu halde, ALLAH´a tevazu göstermek için süslü elbise giymeyi terkederse, yakut, sandıklar içerisinde cennetin en güzel elbiselerini ona saklamak ALLAH Teâlâ´ya. (bir lütuf olarak) vâcip olur´.123 ALLAH Teâlâ bazı peygamberlerine vahiy göndererek şöyle bu-yurmuştur:. "Dostlarıma de ki: ´Düşmanlarımın giydiği elbiseleri giymesinler. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler!´´ Yoksa onların düşman oldukları gibi, onlar da düşman olurlar!" Râfî b. Hadîc,124 Bişr b. Mervan b. Hakem Kûfe minberinin üzerinde va´z ederken başını kaldırıp ona baktı ve şöyle dedi: ´Emîrinize bakınız! Sırtında fâsıkların elbisesi olduğu halde halka va´zediyor!´ O anda, emîrin sırtında ince elbiseler vardı. Abdullah b. Amir b. Rebia yeni bir elbiseyle, Ebu Zer´in yanına geldi. Başladı zühd hakkında konuşmaya... Bunun üzerine Ebu Zer, eliyle onun ağzını öyle kapattı ki nefesi aşağıdan çıktı. Bu yaptığından İbn Amir öfkelendi ve Ebu Zer´i Hz. Ömer´e şikayet etti. Hz. Ömer İbn Amir´e ´Başına bu durumu getiren sensin! Bu şık elbiselerde Ebu Zer´in yanında zâhidlik hakkında nasıl konuşuyorsun?´ dedi. Hz. Ali şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, hidayet önderlerinden en aşağıdaki insanların seviyelerine inmeleri için söz almıştır ki zenginler onlara uysun ve fakir fakirliğinden dolayı tahkir edilmesin!´ Hz. Ali elbisesinin kabalığı hakkında kınandığı zaman şöyle demiştir: ´Bu elbise tevazûya daha yakın ve müslümana daha lâyıktır´. Hz. Peygamber (s.a) fazlasıyla nimete dalmaktan nehyederek şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ´nın birtakım kulları vardır ki onlar alabildiğine nimete dalmazlar.125 Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken, üstü başı topraklı olup yalınayak gezdiği görüldü. Kendisine ´Sen emîrsin. Bunu nasıl yaparsın?´ diye sorulunca şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber bizi, fazla refaha kaçmaktan sakındırdı, bazen yalınayak gezmeyi tavsiye etti´. Hz. Ali, Hz. Ömer´e (r.a) hitâben şöyle dedi: ´Eğer iki arkadaşına (Hz. Peygamber ve Ebu Bekir´e) iltihak etmek istiyorsan, gömleğini yamalat! İzarını alçalt! Ayakkabına yama vur! Doymayacak kadar ye!´ Mü´min bir kimsenin izarı, bacaklarının yarısına kadar ise, o izar ile topuklar arasındaki mesafenin açık kalmasında sakınca yoktur. Ondan daha aşağı sarkan ise ateştedir. ALLAH Teâlâ kıyamet gününde, gururdan dolayı izarını yerlerde sürüyen bir kimseye şefkatle bakmaz.128 Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: ´Benim ümmetimden, riyakâr ve ahmak hariç hiç kimse kıldan yapılmış kumaşı giymez!´ Evzâî şöyle demiştir: ´Sefer halinde yünlü giymek sünnettir. Hazerde yünlü giymek ise bid´at!´ Basralı bir âbid olan Muhammed b. Vasi!´, Kuteybe b. Müslim´in huzuruna, sırtında yünlü cübbe olduğu halde girdi. Kuteybe ona ´Bu kaba yünlü abayı giymeye seni zorlayan nedir?´ diye sordu. Muhammed sükût etti. Kuteybe ´Ben seninle konuşuyorum, sen cevap vermiyorsun ha!´ dedi. Muhammed cevap olarak dedi ki: ´Nefsimi tezkiye ederek zühdden dolayı giymiş olduğumu söylemekten çekindiğim gibi, fakirlikten dolayı giyiyorum diyerek RABBİMi şikayet etmekten de çekiniyorum´. Ebu Süleyman şöyle demiştir: "ALLAH Teâlâ, Hz. İbrahim´i dost edindiği zaman ona ´Avretini yerden setret´ diye vahyetti". Hz. İbrahim´in (a.s) elbisesi bir tane olur, fakat donu iki tane olurdu. Birini yıkadığı zaman diğerini giyerdi ki başına bir hâl geldiğinde avret yeri örtülü bulunsun. Selman-ı Fârisî´ye (r.a) şöyle denildi: ´Sen neden güzel elbise giymiyorsun?´ Şöyle dedi: ´Kul nerede, güzel elbise nerede! Kul âzâd edildiği zaman, ALLAH´a yemin ederim, onun ebediyyen çürümeyecek bir elbisesi var demektir´. Ömer b. Abdülaziz´in kıldan yapılmış bir cübbe ve abâsı vardı. Geceleyin ibâdet ederken onları giyerdi. Hasan, Ferkad b. Yakub es-Sebhî´ye129 dedi ki: ´Sen cübbenden ötürü halktan daha üstün olduğunu mu sanıyorsun? Kulağıma geldiğine göre, cehennemin arkadaşlarının çoğu, münafıklıklarından dolayı sırtlarına cübbe giyenlerdir´. Yahya b. Maîn şöyle demiştir: Ebu Muaviye el-Esvedî´nin mezbeleliklerden paçavra toplayıp yıkadığını, yamalayıp giydiğini gör-düm. Bunun üzerine kendisine ´Sen bundan daha iyisini giyebilirsin´ dedim. Buna karşılık şöyle dedi: ´Onlara dünyada isabet eden musibetler zarar vermez. ALLAH Teâlâ cennet ile onlar için her musibeti cebreylemiştir!´ Yahya b. Maîn, bu sözü tekrarlayıp ağlardı. III. Mesken Zarûri olan üçüncü şey meskendir. Mesken hakkındaki zühdün üç derecesi vardır: En yükseği, kendine mahsus bir yer talep etmemesidir. Cami köşelerine, ashab-ı suffe gibi kanaat etmesidir. Normali, kendine mahsus bir yer talep etmesidir. Hurma dallarından, kamıştan veya onlara benzer şeylerden yapılmış bir ev gibi... En düşük derecesi, yapılmış bir hücreyi ya satın almak veya kiralamak sûretiyle talep etmesidir. Eğer meskenin genişliği, ihtiyacı kadarsa ve içinde süs yoksa, bu miktar onu zühd derecelerinin sonuncusundan çıkarmaz. Eğer sağlam yapmak, sıvamak, genişletmek ve dört zira´dan daha fazla yükseltmek talebinde bulunursa, mesken hususunda zühdün hududunu tamamen aşmış demektir. Kireçten, kamıştan, çamurdan ve tuğladan olan binanın değişik cinsi, genişlik ve darlık hususundaki miktarının değişikliği, mülkü olmak veya kiralamak veya emanet almak sûretiyle olan değişikliğinde zaruretin müdahalesi vardır. Kısacası; zaruret için istenilen her şeyin, zaruretin hududunu aşmaması gerekir.Dünyadan zaruret miktarı, dinin alet ve vesilesidir. Bunu geçen miktar ise dine ters düşer. Meskenden gaye; yağmur, soğuk ve yabancıların bakışını ve eziyetlerini defetmektir. Buradaki derecelerin en azı malûmdur. Fazla olan fuzulîdir. Bütün fuzulî şeyler de ateştedir. Fuzulî şeyleri isteyen ve fuzulî şeyler için koşan zâhidlikten uzaktır. Hz. Peygamber´den sonra ilk ortaya çıkan şeyin uzun emel, tedriz ve teşdid olduğu söylenmiştir. Tedriz elbiseleri güzel bir şekilde dikmektir. Elbiseler Hz. Peygamber´in zamanında, birbirlerine tutuşturulan parçalar halindeydi. Teşdid ise kireç ve tuğladan yapılan binalardır. Oysa Asr-ı Saadet´te hurma dalları ve ağaçlarıyla bina yapılırdı. Haberde şöyle vârid olmuştur: ´Halk üzerine bir zaman gelecektir ki Yemen mamülü kürklerin nakışlandığı gibi, halk, elbiselerini nakışlayacaktır!´ Hz. Peygamber (s.a) amcası Abbas´a yüksek yaptığı bir evi yıkmasını emretti.130 Hz. Peygamber (s.a) yüksek bir kubbenin yanından geçerken ´Bu kimindir?´ diye sordu. ´Filân adamındır´ dediler. Ev sahibi Hz. Peygamber´e geldiğinde ondan yüzünü çevirdi. Eskiden olduğu gibi ona yönelmez oldu. Bunun üzerine kişi, ashaba, Hz. Peygamber´in neden değiştiğini sordu. Durum kendisine anlatılınca gidip o kubbeyi yıktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber oradan geçerken kubbeyi görmeyince ona ne olduğunu sordu ashab Hz. Peygamber´e hâdiseyi anlattılar. Hz. Peygamber o adama hayır duada bulundu.131 Hasan der ki: ´Hz. Peygamber bir ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)i ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz) üzerine, kamışı kamış üzerine koymadan dünyadan göç edip gitti.132 ALLAH bir kuluna şer irade ettiğinde onun malını su ile çamurda helâk eder.133 Abdullah b. Ömer (r.a) der ki: Kamıştan bir ev yapıyorduk. Hz.Peygamber (s.a) yanımızdan geçerken ´Bu nedir?´ diye sordu. Bizde ´Bizim çürümeye yüz tutan kamıştan evimizdir. Tamir ediyoruz!´ dedik. Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ben ahiret işini bundan daha acele görüyorum´.134 Nuh (a.s) kamıştan bir ev yaptı. Kendisine ´Keşke çamurdan iyi bir ev yapsaydın!´ denildiğinde, şöyle demiştir: ´Ölecek bir insan için bu da çoktur´. Hasan Basrî şöyle anlatıyor: Safvan b. Muhayrız135 yıkılmaya yüz tutan kamıştan yapılan bir evde otururken yanına girdim. Kendisine ´Keşke bunu tamir etseydin!´ deyince, şöyle dedi: ´Nice kişiler öldü de bu hâlâ bu haliyle ayakta duruyor´. Kim ihtiyaçtan fazla bina yaparsa kıyamet gününde o binayı sırtlaması istenir.136 Kulun bütün nafakalarından dolayı kendisine ecir yazılır. Ancak su ve çamura harcadığı hariç! İşte ahiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır.(Kasas/83) Ayette kötülenen sıfatın, riyaset davası gütmek ve yüksek binalar yapmak olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Her bina kıyamet gününde sahibinin boynuna bir vebâldir. Ancak sıcak ve soğuktan koruyan bina müstesnadır.137 Hz. Peygamber kendisine evinin darlığından şikayet eden bir kişiye ´Göktekini (cennette) genişlet´ buyurmuştur.138 Hz. Ömer, Şam yolunda, kireç ve ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten yapılı, oldukça yüksek bir bina gördü. ALLAHu Ekber diyerek şöyle dedi: ´Bu ümmette, Hâman´ın Firavun´a yapmış olduğu binayı yapanların bulunacağını zannetmiyordum´. Hz. Ömer bu sözüyle Firavun´un şu sözünü kastediyor: Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yakarak tuğla imal et de bana bir kule yap.(Kasas/38) Çamurdan pişirilen ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten maksad, binalarda kullanılan tuğladır. Deniliyor ki: Kendisi için kireç ve ker(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)ten ilk bina yapan Firavun´dur. Bunu ilk kullanan da Hâman´dır... Sonra zâlimler onların izini takib ettiler. İşte ´Zuhruf´ budur. Seleften biri bir şehirde bir cami gördü. Dedi ki: ´Ben bu mescidin hurma ağacından ve yapraklarından yapılı olduğu zamana yetiştim. Duvarlarının çok alçak olduğu zamanı gördüm. Şu anda da tuğla ile yapıldığını görüyorum. Hurma yapraklarıyla yapanlar, duvarlarını alçak yapanlardan daha hayırlıydılar. Onlar da tuğla ile yapanlardan daha hayırlıdır´. Seleften öyleleri vardı ki çürük yaptığı, emeli kısa olduğu ve binaları kuvvetli yapmak hususunda zâhid olduğu için hayatında, binasını birkaç defa yeniden yapmaya mecbur kalırdı. Onlardan öyleleri vardı ki hacca gittiğinde veya gazaya çıktığında evini elden çıkarır veya komşularına hibe ederdi. Döndüğü zaman kendisine geri verilirdi. Selefin evleri ot ve deridendi. Bu tip evler şu anda da Yemen´de Arapların âdetidir. Tavan yüksekliği ayakta durup ellerini kaldırdığında değecek kadar idi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in odalarına girdiğimde elimi tavana vururdum´. Amr b. Dinar139 der ki: Kul altı ziradan daha fazla binayı yükselttiğinde bir melek ona şöyle haykırır: ´Ey fâsıkların en fâsığı nereye?´ Süfyan es-Sevrî, mükemmel yapılan bir binaya bakmayı yasaklayarak şöyle demiştir: ´Eğer o binalara hayran hayran bakılmasaydı sahipleri onları öyle yapmazdı. Bu bakımdan o binalara bakmak onları o şekilde yapmaya yardım etmek demektir´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Ben yapıp da terkedene hayret etmiyorum. Fakat bakıp da ibret almayana hayret ediyorum!´ İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: ´Bir kavim gelecek ve çamuru yükseltecek, dini alçaltacaktır! (Rum) atlarına binecekler, kıblenize durup namaz kılacaklar, fakat dininizin gayrisi üzerinde öleceklerdir!´ IV. Ev Eşyaları Dördüncüsü ev eşyalarıdır. Bu hususta da zühd´ün birçok dereceleri vardır. O derecelerin en yükseği Hz. İsa´nın halidir; zira Hz. İsa beraberinde ne tarak, ne testi taşımazdı. Sakalını parmaklarıyla tarayan birini gördü. Yanındaki tarağı attı. Nehirden elleriyle su içen birini gördü. Yanındaki testiyi attı. İşte bu, bütün ev eşyaları hakkındaki hükümdür. Çünkü o ancak bir hedef için istenilir, kişi ondan müstağni oldu mu, o hem dünya hem de ahiret için kişinin boynuna vebâl olur. İnsan müstağni olmadığı şeyin de en azıyla yetinmelidir. Çamurdan yapılmış kaplar kifayet ettiği yerde çamur kap, o kabın bir tarafı kırık ise ona aldırış edilmez; zira maksat onunla hâsıl olur. Mertebelerin normali ise, ihtiyaç miktarı ev eşyasının olmasıdır. Fakat (bu takdirde) bir tek alet birçok maksat için kullanılır. Tıpkı beraberinde bulunan bir çanaktan yemek yiyen, su içen ve içine bazı nevalelerini koyan kimse gibi... Selef âlimleri azaltmak için birçok yerde bir aleti kullanmayı severlerdi. Mertebelerin en düşüğü, her ihtiyaç için düşük cinsten bir âletin olmasıdır. Eğer sayı veya kaliteyi artırırsa, zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış ve fuzulîye meyletmiş olur. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in (s.a) ve ashab-ı kirâmın (r.a) yaşantısına bakmalıdır! Hz. Âişe (r.a) der ki: ´Hz. Peygamber´in üzerinde yaslanıp yattığı döşek, tabaklanmış deriden yapılmış ve içi hurma lifiyle dolu bir yastıktı´.140 Fudayl b. Iyaz der ki: ´Hz. Peygamber´in yaygısı iki katlı bir aba, içi hurma lifiyle dolu ve tabaklanmış deriden yapılmış bir yastıktan fazla birşey değildi´.141 Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer (r.a) Hz. Peygamber´in huzuruna geldi. Hz. Peygamber de bir hasır üzerine yatıyordu. Hz. Ömer hasırın Hz. Peygamber´in yanlarında iz bıraktığını görünce gözlerinden yaşlar aktı. Hz. Peygamber ´Seni ağlatan nedir ey Ömer?!´ buyurunca, Ömer ´Kisrâ ile Kayser´i ve içinde yüzdükleri zevk ve sefayı hatırladım. Sen ALLAH´ın habîbi, seçilmiş kulu ve rasûlü olduğun halde hasır üzerinde yatıyorsun´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ey Ömer! Onlar için dünyanın bizler için de ahiretin rahatlığına razı değil misin?´ Ömer ´Evet, ey ALLAH´ın Rasûlü! Razıyım´ deyince şöyle dedi: ´İşte o durum öyledir!´142 Bir kişi, Ebu Zer-i Gifârî´nin yanına girdi. Gözünü Ebu Zer´in evine gezdirdi ve dedi ki: ´Ey Ebu Zer! Senin evinde bir meta gör-müyorum ve bir ev eşyası da gözüme çarpmıyor!´ Ebu Zer ´Bizim bir evimiz vardır. Güzel eşyalarımızı oraya gönderiyoruz´ dedi. Adam ´Sen burada durduğun müddetçe sana mutlaka bir meta lâzımdır´ dedi. Ebu Zer ´Bu evin sahibi bizi burada bırakmaz´ dedi. Umeyr b. Sa´d143 Humus valisi iken Hz. Ömer´in huzuruna vardı. Hz. Ömer valiye ´Beraberinde dünyadan ne var?´ diye sordu. Vali ´Beraberimde âsam vardır. Ona yaslanarak gidiyorum. Rastlarsam onunla yılan öldürüyorum. Dağarcığım vardır. Onunla içecek ve namaz için abdest suyumu taşıyorum. Bunlardan geri kalanı benim beraberimde olanlarındır!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ´ALLAH senden razı olsun! Doğru söyledin´ dedi.144 Hz. Peygamber (s.a) bir seferden gelip Fâtıma´nın evine girdi. Kapısında sarkıtılmış bir perde, ellerinde gümüşten yapılmış bir bilezik gördü. Geri döndü. Sonra Ebu Râfi, Hz. Fâtıma´nın evine girdi. Baktı ki Fâtıma ağlıyor. Fâtıma, ağlayışının sebebini Hz. Peygamber´in dönüp içeri girmeyişinden ileri geldiğini söyleyince, Ebu Râfi Hz. Peygamber´e, bu dönüşün sebebini sordu. Hz. Peygamber ´O perde ile iki bilezik için geri dönüp geldim´ dedi. Bunun üzerine Fâtıma (r.a) o iki bileziği Bilâl´in eline verip Hz. Peygamber´e göndererek şöyle dedi: ´Bunların ikisini de sadaka verdim. İstediğin yerde harcayabilirsin!´ Hz. Peygamber Bilâl´e ´O halde git, bu bilezikleri sat. Parasını ashab-ı suffe´ye ver!´ dedi. Bilâl, bilezikleri iki buçuk dirheme satıp parayı ashab-ı suffe´ye verdi. Bu hâdiseden sonra Hz. Peygamber Fâtıma´nın evine gidip şöyle dedi: ´Ey Fâtıma! Anam babam sana fedâ olsun. Güzel olanı yaptın, sen bendensin!´145 Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe´nin kapısında bir perde gördüğünde yırtıp şöyle buyurmuştur: Bu perdeyi her gördüğümde dünyayı hatırlıyorum. Bu perdeyi filanın ailesine gönder.146 Hz. Âişe bir gece Hz. Peygamber´e yeni bir döşek serdi. Hz. Peygamber o zamana kadar katlanmış abanın üzerinde yatıyordu. Bütün gece durmadan yan değiştirdi. Sabahladığı zaman, Âişe´ye dedi ki:O yırtık abayı geri getir. Bu döşeği benden uzaklaştır. O beni bu gece uykusuz bıraktı.147 Hz. Peygamber´e geceleyin beş veya altı dinar geldi. Onları o gece evde bıraktı. Fakat uyuyamadı, onları gece dağıttı. Hz. Âişe diyor ki: ´Onları çıkarıp verdikten sonra uyudu. Hatta uykuda horladığını bile işittim´. Sonra şöyle demiştir: ´Acaba bu para yanında olduğu halde rabbine kavuşursa, Muhammed rabbine ne cevap verecek?´148 Hasan der ki: ´Güzidelerden yetmiş kişiye yetiştim. Onların hiç birinin bir elbiseden fazla elbisesi yoktu. Hiç biri bedeniyle toprak arasında sergi bile yaymazdı. Biri uyumak istediği zaman bedenini toprak üzerine bırakırdı. Elbisesini üstüne atar, öylece uyurdu´. V. Kadın Beşincisi hanımdır. Birçok kimseler ´Nikâhın (evlenmenin) esasında ve çokluğunda zühd yapmak mânâsızdır´ demişlerdir. Sehl b. Abdillah da bu fikirdedir ve şöyle demiştir: ´Zâhidlerin efendisine (Hz. Muhammed´e) kadınlar sevdirilmiştir. O halde biz kadınlar hakkında nasıl zâhidlik yaparız?´ İbn Uyeyne de bu fikirdedir ve bununla beraber şöyle demiştir: ´Ashab-ı kirâmın en zâhidi Hz. Ali idi. Oysa Hz. Ali´nin de dört karısı, on küsür cariyesi vardı´. En sıhhatli fetva, Ebu Süleyman ed-Dârânî´nin şu sözüdür: ´Kadın, mal, evlat, ne olursa olsun, seni ALLAH´tan uzaklaştıran herşey senin için uğursuzdur´. Kadın da bazen insanı ALLAH´tan uzaklaştırıcı olur. Buradaki hakîkatin keşfi şöyledir: Nikâh bahsinde geçtiği gibi bazı hallerde, bekârlık evlilikten daha üstündür. İşte bu halde evlenmeyi terketmek zâhidliktir. Evlenmenin galebe çalan şehveti defetmek için daha üstün olduğu yerde ise evlenmek vâcib olur. Vâcib olduktan sonra onu bırakmak nasıl zâhidlik olabilir? Eğer kişinin ne evlenmemekte, ne de evlenmekte herhangi bir âfeti yoksa, kalbinin kadınlara meyletmesi için ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı bir şekilde onları düşünmemesi için evlenmek tercih edilir. Bu durumda evlenmeyi terketmek ise zâhidlik olur. Eğer kadının kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul etmeyeceğini bilir ve fakat cima lezzetinden sakınmak için terkederse bu zâhidlik değildir. Çünkü kişinin neslinin devam etmesi için çocuk edinmek ve Ümmet-i Muhammed´i çoğaltmak ALLAH´a yaklaştırcı ibâdetlerdendir. Hayatın zarurî icaplarından olup bu hedefin tahakkukunda insanda beliren lezzet ise zarar vermez; zira maksat ve hedef o lezzet değildir. Bu tıpkı yemek ve içmek lezzetinden sakınmak için ekmek yemeyi ve su içmeyi terkeden bir kimse gibidir(!) Böyle yapmanın zühdle alâkası yoktur. Çünkü bunları terketmekle bedenin yok olması sözkonusudur. Aynen bunun gibi evlenmeyi terketmekte de zürriyetin kesilmesi sözkonusudur. Bu bakımdan başka bir âfet korkusu olmaksızın sadece lezzet hakkında zühd göstermekten dolayı evlenmeyi terketmek caiz değildir. Şüphesiz ki Sehl de bunu kastediyordu. Bunun için Hz. Peygamber evlendi. Bu durum sabit olduğu zaman kimi kadınların çokluğu ALLAH´tan meşgul etmezse, onların ıslahı ile kalbi meşgul olmazsa, onlara nafaka vermek kendisini ibâdetten alıkoymazsa sadece cinsî münasebetin ve kadınlara bakışın lezzetinden sakınarak kadınlar hakkında zâhidlik yapması mânâsızdır. Fakat peygamberlerin ve velî olan kulların haricinde olan bir kimse için, bu ne zaman düşünülebilir? Birçok kimseyi kadınların çoğu meşgul eder. O halde kendisini meşgul ederse, evlenmeyi temelinden bile bırakması uygundur. Eğer kendisini meşgul etmezse ve kadınların çok olmasının kendisini meşgul etmesinden veya kadının güzelliğiyle kendisini meşgul etmesinden korkarsa, güzel olmayan bir kadını nikâh edip bu hususta kalbini gözetmelidir. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Kadınlar hakkında zühd, güzellik bakımından düşük veya öksüz kadını, güzel ve soylu kadına tercih etmesi demektir´. Cüneyd şöyle demiştir: Yeni başlayan mürîd için üç şeyle kalbini meşgul etmemesi güzeldir. Aksi takdirde hali değişir. 1. Kazanç, 2. Hadîs talep etmek, 3. Evlenmek. Yine şöyle demiştir: ´Sûfî için yazmaması ve okumaması güzeldir. Çünkü bu durum, sûfînin himmetinin derli toplu kalmasına daha elverişlidir´. Bu bakımdan evlenmenin lezzetinin, yemenin lezzeti gibi olduğu tebellür ettiğinde insanı ALLAH´tan meşgul eden herşey bu iki hususta da mahzurludur. VI. Mal-Mertebe Altıncısı vesiledir. Zarûri olan altıncı şey, bu sayılan beş şeye vesile olan şeydir. O da mal ve mertebedir. Mertebe´nin mânâsı; kalplerde yer edinmek için kalpleri elde etmektir. Böylece hedefle-rinde ve işlerinde o kalplerden yardım görmeyi düşünür. Kim bütün ihtiyaçlarını tek başına gidermeye muktedir değilse, kendisine hizmet eden birine muhtaçsa, hiç kuşkusuz hizmetçinin kalbinde bir mertebe edinmeye mecbur olur. Çünkü hizmetçi onu saymazsa hizmetini yapmaz. Kalplerde kıymetinin olması mertebe demektir. Bunun yakın bir başlangıcı vardır. Fakat bu, insanı derinliğinin dibi olmayan bir çukura doğru sürükleyip götürür. Çünkü korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın olur! Evet, insan ya bir fayda için veya zararı defedip zulümden kurtulmak için kalplerde mevkî edinmeye muhtaç olur. Faydaya gelince, mal insanı ondan mütağni kılar. Çünkü ücretle hizmetçi çalıştıranın hizmeti yapılır isterse çalışanın nezdinde onun hiçbir değeri olmasın. Ancak ücretsiz çalıştırdığının kalbinde mevkî edinmeye muhtaçtır. Zararın define gelince, Bunun için de adaletin tam kemâle ermediği bir memlekette veya kendisine zulmeden komşular arasında mertebeyi elde etmek için ona muhtaç olur. Çünkü içinde bulunduğu insanların şerrini ancak kalplerini elde etmek veya sultanın yanında büyük bir nüfuza sahip olmak sûretiyle defedebilir. Bu husustaki ihtiyacın miktarı sınırlandırılamaz. Hele buna korku ve neticeleri kötü olan düşünceler de eklenirse mevkîye olan ihtiyaç daha da artar! Mevkî ve mertebe talebine dalan bir kimse tehlikeli yolun yolcusudur. Halbuki zahidliğin gereği kalplerde takdir kazanmak için çalışmamaktır. Çünkü zâhidin din ve ibâdetle iştigal etmesi, kalplerde kâfirler arasında olsa dahi kendisinden eziyeti uzaklaştıran bir mevkî sağlar. Acaba müslümanlar arasında olursa nasıl olur? Çalışmaksızın elde edilen şey üzerine bina edilen mertebeyi daha fazla elde etmek için muhtaç olunan takdirlere, faraziye ve vehimlere gelince, onlar yalan vehimlerden ibaret şeylerdir; zira mertebe ve mevkî isteyen de bazı hallerde eziyetten kurtulamaz. Bunun tedavisi tahammül etmektir. Bu sıkıntıyı sabretmekle tedavi etmek, mertebeyle tedavi etmekten daha evlâdır. Durum bu iken kalplerde mevkî talep etmek, asla ruhsatlı değildir. Çünkü azı, insanı çoğuna götürür. Bunun zararı içkinin zararından daha korkunçtur. Bu bakımdan hem azından, hem de çoğundan sakınmak gerekir. Mala gelince, geçim için mal zarurîdir; elbette yeterli malı kastediyorum. Eğer kişi çalışan bir kimse ise, çalışıp günlük nafakasını temin edince, derhal çalışmayı terketmesi uygundur. Seleften biri iki habbe kazandığı zaman sergisini toplayıp giderdi. Bu, zühdün şartıdır. Eğer günlük nafakasını geçip bir senelik yiyeceğini kazanıncaya kadar çalışırsa, zâhidliğin en düşük derecesinden bile çıkmış olur. Eğer gayri menkulü varsa tevekkül hususunda yakîne sahip değilse, bir sene yetecek kadar kârını yanında bırakırsa, böyle yapmakla zühdden ayrılmış olmaz. Fakat şu şartla ki bir senelik nafakasından fazla olanı sadaka vermesi gerekir. Ancak böyle yaptığında zâhidlerin zayıflarından sayılır. Eğer Üveys-i Karanî´nin (r.a) şart koştuğu gibi tevekkül, zühd´de şart koşulursa bu kişi zâhidlerden olamaz. Bizim daha önce ´zâhidlerin hududunu aşmış olur´ demekteki gayemiz, ahirette zâhidler için va´dedilen güzel makamlara vara-maz demektir. Yoksa fuzulî ve çokluktan ibaret olan birtakım şeyler hakkında zühde yapışmış ise onlara nisbeten kendisine zâhid de denir. Tek başına olan bir insanın bütün bunlardaki durumu, aile sahibi olan bir kimsenin işinden daha hafiftir. Ebu Süleyman demiştir ki: ´Kişinin aile efradını zâhidliğe zor-laması uygun değildir. Onları zâhidliğe davet eder. Eğer icabet ederlerse ne âlâ! Aksi takdirde, onların yakasını bırakıp kendisi dilediği şekilde hareket eder´. Bu sözün mânâsı, şart koşulan sıkıntının sadece zâhide mahsus oluşudur. Zâhid bunu bütün aile efradına teşmil edemez. Evet! Normalin hududunu aşan hususlarda onlara uymaması uygundur. Bu hususu, Hz. Peygamber´den öğrenmelidir; zira Hz. Peygamber Fâtıma´nın kapısına perde asıldığını, elinde bilezik olduğunu görünce geri dönmüştür. Çünkü bunlar zarurî ihtiyaç değil süstür. Fakat Fâtıma´yı bunları terketmeye zorlamamıştır. Madem durum budur, insanın kendisine mecbur olduğu mevkî ve malı edinmesi mahzurlu değildir. Fakat ihtiyaçtan fazlası öldürücü zehirdir. Sadece zarurî miktarla yetinmek faydalı ilaç gibidir. Bu ikisinin arasında, biri diğerine benzeyen çok dereceler vardır. O derecelerden, zaruretten fazla olanları her ne kadar öldürücü zehir değilse de zarar vericidir. Zarurete yakın olan ise, her ne kadar faydalı ilaç gibi değilse de yine de faydalıdır. Zehirin içilmesi mahzurludur. İlacın ise alınması farzdır. Bu ikisinin arasında bulunanların durumu şüphelidir. Bu bakımdan ihtiyatlı davranan bir kimse nefsi için yapmıştır. Gevşeklik gösteren bir kimse ise yine nefsinin aleyhinde gevşeklik göstermiştir. Çünkü bir kimse dini için ihtiyatlı davranır, şüpheliyi bırakıp şüphesize giderse, nefsini zarurî olanın darlığına gönderirse, o, en kuvvetli kulpa yapışmış bir kimsedir. Şüphesiz kurtuluşa eren zümredendir. Zarurî miktarla iktifa eden bir kimsenin dünyaya nisbet edilmesi caiz değildir. Aksine dünyanın bu miktarı dinin ta kendisidir. Çünkü bu miktar dinin şartıdır. Şart ise meşrûtun cümlesindendir. Buna Hz. İbrahim´den gelen şu rivayet delalet eder: İbrahim´in (a.s) bir ihtiyacı başgösterdi. Bir dostuna gidip borç istedi. Dostu ona borç vermeyince üzüntülü olarak geri döndü. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle dedi: ´Eğer dostundan (ALLAH´tan) isteseydin muhakkak verirdi´. Hz. İbrahim ´Yarab! Senin dünyadan nefret ettiğini biliyordum. Bunun için dünyanın bir şeyini senden istemekten korktum´ dedi. Bunun üze-rine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´İhtiyaç dünyadan değildir ki!´ Madem ki durum budur, ihtiyaç miktarı dindendir. Onun dışında kalan ise günahtır. Dünyada da günah ve sıkıntı vericidir. Zenginlerin hallerini ve mal derlemek ve korumak hususundaki zilleti kabul etmelerindeki durumlarını gören bir kimse bunu bilir. Zenginin malla saadetinin son haddi, malı vârislerine terkedip onların malı yemesini sağlamaktır ve o zaman da vârisler kendisine düşman olurlar. Bazen de onun bıraktığı mal ile günah işlerler. İşte bu takdirde o da o günahları işlemekte onlara ortak olur. Bu sırra binaen dünya malını toplayıp şehvetlerin arkasına takılan bir kimse ipek böceğine benzetilmiştir. Bu böcek durmadan, kendisi için ipek örer. Sonra ördüğü kozadan çıkmak ister. Fakat yol bulamaz. Kendi yaptığı yüzünden helâk olup gider! Bu bakımdan dünya şehvetlerine tâbi olan herkes de böyledir. O da kalbini mey-lettiği zincirleriyle sağlamca bağlar. Öyle ki kendisini bağlayan zincirler birbirini takviye etmektedir. Bu bakımdan mal, mevkî, aile efradı, evlat, düşmanların sevinmesi, dostların aynası ve diğer dünya lezzetleri onu bağlar. Eğer bu hususlarda yanıldığını sezip, dünyadan çıkmak isterse çıkamaz. Kalbinin, kırılması mümkün olmayan zincir ve bukağılarla bağlı bulunduğunu görür. Eğer kendi iradesiyle sevdiklerinden birini terkederse, nefsini öldür-meye yaklaşır. Bu durum ölüm meleği gelip de kendisini bütün dostlarından ayırıncaya kadar devam eder. O zaman onun kalbinde zincirler elden çıkan ve geride bırakılan dünya ile bağlı kalır! O zincirler onu dünyaya, ölüm meleğinin pençeleri de onun kalbinin damarlarına geçmiş olarak onu ahirete çeker. Bu bakımdan ölüm çağında onun en kolay durumu testere ile biçilen, parçalarının biri çekilmek sûretiyle diğerinden ayrılan bir şahsın durumu gibi olur! Testere ile ikiye bölünen bir kimsenin bedenine o elem verici alet dokunur. Fakat eseri bakımından sirayet yoluyla kalbi bundan elem duyar. Acaba önce kalbin derinliğine sirayet yoluyla değil de direkt bir şekilde yerleşen elem hakkında ne düşünürsün? İşte a´lâ-yı illiyyine inip âlemlerin rabbinin komşuluğunda bulunmanın elden kaçmasının hasretini çekmeden önce ilk rastladığı azap budur. Bu bakımdan dünyaya dalan kişi ALLAH´ın mülâkatından perdelenir. Perdelenme anında cehennem ateşi ona musallat olur; zira ateş, ancak perdelenmiş bir kimse üzerine musallat olur. Hayır, onların işleyip kazandığı şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır! Doğrusu o gün onlar, rablerinden perdelenmiştir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir.(Mutaffîfîn/14-16) Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, ateşle yapılan azabı perdelenmenin elemine bağlamıştır. Perdelenmenin elemi, ateş olmasa da ceza bakımından insana yeter de artar! Ona bir de ateş ilave edilirse acaba durum nasıl olur! ALLAH´tan, Hz. Peygamber´in ruhuna üflenen şeyi kulaklarımıza yerleştirmesini dileriz; zira Hz. Peygamber´e şöyle denilmiştir: Sev sevdiğini! Muhakkak onlardan ayrılacaksın!149 Zikrettiğimiz misâlin mânâsı hakkında şair şöyle söylemiştir: ´İpek böceği gibi çok çalışır. Durmadan örer, fakat ördüğünün arasında üzüntülü bir şekilde can verir!´ ALLAH´ın velî kulları, insanın kendini, nefsinin hevasının arkasına takılmak sûretiyle ipek böceğinin nefsini helâk ettiği gibi helâk ettiğini müşahede ettiklerinde dünyayı tamamen bıraktılar. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Bedir savaşına iştirak eden yetmiş kişiyi gördüm. Sizin haram kılınan şeyler hakkındaki zâhidliğinizden daha fazla kendilerine helâl kılınan şeyler hakkında zâhidlik yaparlardı´. Başka bir lâfızda "Sizin bolluk ve genişlikten sevindiğinizden daha fazla belâya sevinirlerdi. Eğer onları görseydiniz. ´Bunlar delidir!´ derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görseydiler ´Bunların ALLAH katında hiçbir nasibi yoktur´ derlerdi. Eğer sizin şerlilerinizi görseydiler ´Bunlar hesap gününe iman etmemişlerdir´ derlerdi", şeklinde vârid olmuştur. Onlardan birine helâl mal gelir, onu almaz ve ´Kalbimi ifsâd edeceğinden korkuyorum´ derdi. Bu bakımdan kalp erbabı olan bir kimse, şüphesiz ki kalbinin fesada gitmesinden korkar. Kalpleri dünya sevgisiyle ölen kimselere gelince, ALLAH onlardan haber ve-rerek şöyle buyurmuştur: Bizimle buluşmayı ummayanlar dünya hayatına razı olup onunla bizim ayetlerimizden gaflet edenler...(Yunus/7) Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!(Kehf/28) 149) Daha önce geçmişti. Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların ilimden erişebildikleri (sınır) budur.(Necm/29-30) ALLAH Teâlâ bütün bunları gaflet ve ilimsizliğe hamletmiştir. Bir kişi Hz. İsa´ya ´Seyahatında beni de beraberinde götür´ deyince şöyle demiştir: ´Malını elden çıkar! Bana yetiş!´ Kişi ´Buna gücüm yetmez´ dedi. Hz. İsa (a.s) şöyle dedi: ´Zengin hayretle veya şiddetle cennete girer!´ Bazıları şöyle demiştir: "Ziyası yayılan hiçbir gün yoktur ki o günde dört melek göklerin âfakında bağırmasın. Onların ikisi doğuda, ikisi de batıda bağırır. Doğuda olanların biri der ki: ´Ey hayrı talep eden! Gel! Ey şerri talep eden! Talebini kısalt!´ Diğeri der ki: ´Yarab! Malını infak edene, infak edilenin yerini dolduracak miktarı ver! Malını sımsıkı tutanın malını telef eyle!´ Batıda olanların biri ´Ölmek için çoğalıp üreyiniz! Harap olması için inşa ediniz!´ der. Diğeri de ´Hesabın uzunluğu için yeyiniz, lezzetleniniz! der". 99) İbn Mâce 100) Daha önce geçmişti. 101) Daha önce geçmişti. 102) Deylemî 103)el-Hamedânî, kendisine Umeyr de denir. Güvenilir bir âlim olan bu zat Muaviye döneminde vefat etmiştir. 104)İmam Ahmed 105)İbn Mâce 106) Ebu Yâ´lâ 107) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 108) Ebu Şeyh 109) Bureyre, Ensar´dan bir kavmin cariyesi idi. Hz. Âişe´ye hizmet ederdi, 110) Müslim, Buhârî 111) Müslim, (Seleme b. Ekva´dan) 112) Adl Ebu Cehm b. Huzeyfe b. Gânem el-Kureşî´dir. Fetih günü müslüman olmuştur. Kureyş´in en yaşlısı ve sözü dinlenir kimselerindendi. 113) Müslim, Buhârî 114) Daha önce geçmişti. 115) Daha önce geçmişti. 116) Ebu Dâvud et-Tayalisi, Taberânî 117) Ebubekir b. Lâl 118) İyad b. Gânem´den 119) Ebu Ya´lâ 120) Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce 121) Tirmizî 122) İmam Ahmed, İbn Mâce 123) Tirmizî 124) Ensar´ın Evs kabilesindendir. Önce Uhud´a, sonra Hendek savaşınakatılmış ve H. 73´de vefat etmiştir. 125) İmam Ahmed 126) İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Taberânî, (hadîs-i merfû olarak bir benzeri); ´Kim kendisini bir kavme benzetirse, o onlardandır!´ 127) Taberânî 128) Mâlik, Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban 129) Basralı bir âbiddir ve H. 31´de vefat etmiştir. 130) Taberânî, (Ebu Aliyye´den) 131) Ebu Dâvud, (Enes´ten) 132) İbn Hibban 133) Ebu Dâvud 134) Ebu Dâvud, Tirmizî 135)Doğrusu Saffan b. Muharriz´dir. Mâzinî kabilesinden olan bu zat, Basralı bir âbiddir. H. 74´de Abdülmelik´in hilafeti döneminde vefat etmiştir. 136) Taberânî 137) Ebu Dâvud 138) Ebu Dâvud 139) Adı Ebu Muhammed el-Asrem el-Mekkî´dir. Güvenilir bir âlimdir. H. 126´da vefat etmiştir. 140) Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce 141) Tirmizî, Şemâil 142) Müslim ve Buhârî 143)Ensar´ın Evs kabilesindendir. Hz. Ömer kendisini takdîr ettiği için ´biricik şahıs´ mânâsına gelen ´Nesîcu vahdehu´ derdi. Ölünceye kadar Hz.Ömer tarafından Hıms valiliğine tayin olundu. Kendisi zâhidlerdendir. 144) Ebu Nuaym, Hilye 145) Irâkî hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir. 146) Tirmizî 147) İbn Hibban 148) İbn Hibban |
|
![]() |
#210 |
![]() Tevhid ve Tevekkül Konusuna Giriş
Hamd; mülk ve melekûtu tedbîr eden, izzet ve ceberrût´un biricik sahibi olan, gökleri direksiz yükselten, kulların rızıklarını o göklerde kılan ALLAH´a mahsustur. O ALLAH ki kalp ve akıl sahiplerinin gözlerini vasıta ve sebeplerden sebeplerin müsebbibine çevirmiş, onların himmetlerini sebeplerin müsebbibinden başkasına iltifat etmekten müstağni kılmıştır. Onları kendisinden başka bir müdebbir´e itimat etmekten uzaklaştırmıştır! Onlar O´ndan başkasına ibadet etmediler. Çünkü onlar O´nun Bir, Ferd, Samed ve İlâh olduğunu bildiler. Bütün halk sınıflarının kendileri gibi onun kulları olduğunu ve onlardan rızık talep edilmediğini tahkiken bildiler ve yine kainatta bir tek zerreciğin ALLAH´a döneceğini, ve her mahluğun rızkının ALLAH´a ait olduğunu bildiler. O´nun kullarının rızkına kefil olduğunu kesinlikle anladıkları zaman O´na tevekkül ettiler ve HasbunALLAH ve ni´me´lvekîl (ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!) dediler. Salât ve selâm bâtılları yok eden, dosdoğru yola hidayet eden Hz. Peygamber´in, âlinin ve ashabının üzerine olsun! Yârab! Onlara salât ve selâm et! Tevekkül, din mertebelerinden bir mertebedir. Yakîn sahiplerinin makamlarından bir makamdır. ALLAH´a yakın olanların derecelerinin en yükseklerindendir. Tevekkül, ilim bakımından çözülmesi çok güç bir meseledir. Amel bakımından da pek zordur. Tevekkülü anlamanın zorluğu şudur: Sebeplerin mülâhazası ve sebeplere güvenmek, tevhîdde şirk koşmaktır. Sebeplerin mülâhazasından tamamen uzaklaşmak ise, sünnetullah´a (ALLAH´ın kanununa) ta´n etmek ve şeriatı kınamaktır! Hiçbir şey yapmaksızın sebeplere yaslanmak, aklın yüzünü bozmak ve cehalet hastalığına dalmak demektir. Şeriat, Nakil ve Tevhîd´in isteğine uygun bir şekilde tevekkülün mânâsını tahkik ve tedkik etmek ise gayet zordur! Gizliliğin şiddetine rağmen bu perdeyi açmaya ancak âlimlerin hassasları güç yetirebilir. Öyle âlimler ki ALLAH´ın lütfu olarak, hakîkat nûrlarıyla gözlerini sürmelemişlerdir. Oldukça derine dalmışlardır. Sonra ALLAH tarafından konuşturulduklarında müşahede ettiklerini ifade etmeye çalışmışlardır. Biz ise şimdilik bir mukaddime kabilinden, tevekkülün faziletini zikretmeye çalışacağız. Sonra kitabın birinci şıkkında buna Tevhid bahsini ekleyeceğiz. Tevekkülün halini ve amelini kitabın ikinci bölümünde zikredeceğiz. |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|