AK Gençliğin Buluşma Noktası


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-18-2009, 17:07   #131
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Mütevazi Kimselerin Ahlâkı, Tevazu ile Tekebbür´ün Ortaya Çıktığı Yerler

Kibir kişide, yüzündeki ekşime, bakışındaki sertlik, başını eğmek, yaslanarak veya bağdaş kurarak oturmak gibi hareketlerinden belli olur. Bir de sözlerinde ortaya çıkar. Hatta sesinde ve nağmesinde, îrad ettiği ibarelerde, kullandığı kelimelerde yürüyüşünde, kalkışında, oturuşunda, hareketlerinde görülür. Fiillerinde, hallerinde, sözlerinde ve amellerinde görülür. Mütekebbirlerden bazıları vardır ki kibrin bütün bu türleri onda vardır. Bazıları bir kısmında tekebbür eder, bir kısmında tevazu gösterir. Tekebbür, yani önünde halkın ayağa kalkmasını veya huzurunda el pençe divan durmalarını isteyerek kibirlenmek de bunlardan biridir. Oysa Hz. Ali şöyle demiştir: ´Kim cehennem ehlin-den birine bakmak istiyorsa, kendisi otururken huzurunda elpençe divan duran bir topluluk bulunan bir kimseye baksın!´

Enes (r.a) dedi ki: ´Ashab-ı kirâmın nezdinde Hz. Peygamber´den daha sevimli bir şahıs yoktu. Onlar Hz. Peygamber´i gördükleri zaman ayağa kalkmazlardı. O huylardan biri de yanında değil, arkasında biri olduğu halde yürümektir.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Kul, arkasından biri yürüyüp kendisini takip ettiği müddetçe durmadan ALLAH´tan uzaklaşır!´

Abdurrahman b. Avf kölelerinden ayırt edilmiyordu. Çünkü görünüşte onlardan farklı değildi.
Bir topluluk Hasan Basrî´nin arkasında yürüdü. Hasan onları böyle yapmaktan menederek şöyle dedi: ´Bu durum, kulun kalbini sağlam bırakmaz!´

Hz. Peygamber (a.s) ashabıyla yürürken onlara önde yürümelerini emreder, kendisi geriden yürürdü. Bunu onlara öğretmek için veya nefsinde şeytanın kibir ve ucub ile yapmış olduğu vesveseleri uzaklaştırmak için yapardı. Nitekim namazın içinde yeni elbiseyi çıkarıp eski elbise ile değiştirdiği gibi... Bunu bu iki mânâdan biri için yapmıştır.

O ahlâklardan biri de kişinin başkasını ziyaret etmemesidir. Her ne kadar ziyaret etmesinden, din hususunda başkasına bir hayır hâsıl olsa da yine yapmaz. Bu durum, tevâzunun zıddıdır.

Süfyan es-Sevrî Remle´ye (Filistin´de bir yer) geldi. İbrahim b. Edhem kendisine haber gönderip: ´Gel de bize hadîs rivayet et´ dedi. Bunun üzerine Süfyan es-Sevrî geldi. İbrahim´e ´Ya Ebu İshak! Süfyan es-Sevrî´ye nasıl böyle haber gönderirsin?´ denildi. İbrahim, cevaben şöyle dedi: ´Onun tevâzusunu denemek istedim!´

O huylardan biri de, kişinin başkasının yakınına oturmasından kaçınmasıdır. Ancak önünde oturursa buna izin verir. Tevâzu bunun tam zıddıdır.

İbn Vehb60 şöyle anlatıyor: ´Ben Abdülâziz b. Ebî Revvad´ın61 yanına oturdum. Baldırım onun baldırına bitişikti. Kendimi biraz ondan uzaklaştırdım. O benim elbisemden tuttu. Beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi: ´Neden zorbalara yapmadıklarınızı bana yapıyorsunuz? Oysa ben sizin içinizde benden daha şerir bir kimse görmüyorum´.

Enes der ki: ´Medine´nin cariyelerinden herhangi biri Hz. Peygamber´in elinden tutar. O cariye Hz. Peygamber´in elini bırakıp gitmedikçe Hz. Peygamber elini onun elinden çekmezdi´.

O kötü huylardan biri de hasta ve malûllerin meclislerinden uzaklaşmaktır. Bu kibirdendir; zira rivayet edildi ki bir kişi bedininde kabuk tutmuş çiçekler olduğu halde Hz.
Peygamber´in huzuruna girdi. O anda Hz. Peygamber´in yanında yemek yiyen bir grup ashab vardı. Hasta hangisinin yanına oturdu ise, o hastanın yanından kalktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu tam yanına oturttu (ve yedirdi).

Abdullah b. Ömer yemeğinden, cüzzamlı, alacalı veya herhangi bir hastayı uzaklaştırmazdı. Onları mutlaka sofrasında oturturdu.
O huylardan biri de kişinin kendi eliyle evinde birşey yapmamasıdır. Oysa tevazu bunun tam zıddıdır. Rivayet ediliyor ki, Ömer b. Abdulaziz´e birgün misafir geldi. Ömer de yazı yazıyordu. Çıra sönmeye yüz tutmuştu. Misafir dedi ki:

-Ben kalkıp çırayı düzelteyim mi?

-Misafiri çalıştırmak kişinin şerefine yakışmaz!

-O halde hizmetçiyi uyandırayım mı?

-Bu uykusu ilk uykudur. (Kalkmak ona zor gelir).
Kendisi kalkıp yağ kabını eline aldı, çıraya yağ doldurdu. Bunun üzerine misafir dedi ki:

-Ey mü´minlerin emîri! Sen bizzat mı kalkıp bunu yaptın?

-Gittiğimde ben Ömer´dim. Döndüğümde de yine Ömer´im. Bu hizmet benden hiçbir şey eksiltmedi. ALLAH nezdinde insanların en hayırlısı mütevâzi olandır.

O huylardan biri de kişinin malını bizzat evine taşımamasıdır. Bu da mütevazi kimselerin âdetinin hilâfınadır. Çünkü Hz. Peygamber aksini yapardı.62

Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Kâmil kişinin kemâlinden çoluk çocuğuna yüklenip götürdüğü şey zerre kadar birşey eksiltmez´. (Nehc´ul-Belâğa)

Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a) Hz. Ömer´in Şam valisi olduğu halde, odundan yapılmış kazanını bizzat hamama taşır (ve yıkanır )dı.

Tâbiînden Sadık b. Ebu Mâlik (r.a) der ki: ´Ebu Hüreyre´yi pazardan gelirken gördüm. Medine valisi Mervan b. Hakem´in nâibi olduğu halde sırtına bir odun bağı almıştı ve ´Ey Ebu Mâlik´in oğlu! Emîre yol ver!´ diyordu.

Esbağ b. Nübâte´den63 şöyle rivayet ediliyor: ´Hz. Ömer´i görür gibiyim. Sol eline bir parça et almış, sağ elinde de kamçısı pazarlarda gezip kontrol yapa yapa gidip evine giriyor´.

Biri şöyle anlatıyor: Hz. Ali´yi gördüm. Bir dirhemle et satın almıştı. Cübbesinin eteğine koyarak taşıyordu. Ben kendisine: ´Ey mü´minlerin emîri! Müsaade et de ben taşıyayım!´ teklifinde bulundum. Dedi ki: ´Hayır! Vermem. Çünkü çocukların babası, nafakalarını taşımaya daha müstehaktır´.

O huylardan biri de elbiseyle ilgilidir; zira elbise ile tekebbür ve tevâzu belirir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ´Ziyneti terketmek; normal elbise ile iktifa etmek imandandır´.64

Harun65 der ki: ´Ben hadîsin metninde geçen ´el-Bezâe´nin mânâsını Muan´dan66 sordum. Cevap olarak ´Elbisenin düşüğüdür!´ dedi.

Zeyd b. Vehb67 der ki: ´Hz. Ömer´i (r.a) pazara çıkarken gördüm. Elinde kamçısı, sırtında bir izar (abâ) vardı. O abâda ondört yama bulunuyordu. O yamaların bazıları deriden idi´.
Hz. Ali, yamalı bir elbisesinden dolayı kınandı. Buna karşılık olarak şöyle dedi: ´Benim bu giyimime, mü´min bir kimse uyar. Kalbi de bundan korkar!´

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Elbiselerin şatafatlısı kalpte gurur meydana getirir.
Tavus şöyle demiştir: ´Ben bu iki elbisemi yıkıyorum. Onlar kirlenmedikçe kalbimi değişik ve hoşuma gitmeyen bir şekilde görü-yorum´. (Kalbine giren ucbu kasdetmektedir).

Rivayet ediliyor ki: Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce, kendisine bin dinara kürk satın aldığı halde yine de şöyle diyordu: ´Eğer sertliği olmasaydı ne güzeldi!´ Halife seçildiği zaman kendisine beş dirheme bir elbise alıyordu ve şöyle diyordu: ´Yumuşaklığı olmasaydı ne güzeldi!´ Kendisine ´Ey mü´minlerin emîri! Senin elbisen, bineğin ve kokun nerede?´ denilince, cevap olarak dedi ki: ´Benim pek fazla zevke düşkün bir nefsim vardır. O nefsim dün-yanın herhangi bir şeyini tattığı zaman, bu sefer onun daha üstündeki birşeye iştiyak gösterir. Öyle ki mevkilerin en yücesi olan hilâfet makamını tattığı halde bu sefer de ALLAH nezdindeki nimetlere iştiyak gösterdi´.

Said b. Süveyd şöyle anlatıyor: Ömer b. Abdülaziz, bize cuma namazını kıldırdı. Sonra oturdu. Sırtında önünden ve arkasından yamalı bir gömlek vardı. Biri kendisine ´Ey mü´minlerin emîri! ALLAH Teâlâ sana varlık vermiştir. Acaba bir elbise giysen ne olur?´ dedi. Bunun üzerine o başını eğerek düşündü. Sonra başını kaldırarak şöyle dedi: ´En büyük fazilet, zengin olduğun halde tutumlu davranmaktır. Affetmenin en faziletlisi, gücün yettiği halde affetmektir´.

Kim herhangi bir süsü ALLAH için bırakırsa, güzel bir elbiseyi ALLAH için çıkarır, ALLAH´a tevazu göstermek ve rızasını talep etmek maksadıyla sırtından atarsa cennetin en güzel elbiselerini bu kimseye hazırlamak ALLAH´a gerekli olur.68

Soru: Hz. İsa (a.s) ´Elbiselerin süslüsü kalpte gurur meydana getirir´ dedi. Oysa bizim peygamberimizden (s.a) güzel elbisenin gurur olup olmadığı sorulduğu zaman, cevap olarak ´Hayır! Gurur olmaz! Fakat gurur, hakkı reddeden ve halkı hakir gören bir kimsenin hareketidir´ buyurdu. Bu bakımdan Hz. İsa´nın bu sözü ile Hz. Peygamber´in bu hadîsini nasıl telif edebiliriz?

Cevap: Yeni elbisenin her durumda ve herkes için tekebbürü gerektirmesi zarurî değildir. İşte Hz. Peygamber buna işaret etmiştir ve Hz. Peygamber´in Sâbit b. Kays´ın halinden bildiği bu idi; zira Sâbit şöyle sordu: ´Ben öyle bir kişiyim ki gördüğün gibi, güzel elbiseler bana sevdirilmiştir. Bu tekebbür olur mu?´ Hz. Peygamber de Sâbit´in meylinin nezâfete ve elbisenin temizliğine olduğunu, o elbise ile başkasına karşı gururlanmak niyeti taşımadığını bildiği için böyle demiştir, zira temiz elbise giymek, ille de gurur olacaktır diye bir mecburiyet yoktur. Fakat bazen de gururdan olur. Nitekim düşük kıymetli elbiseye razı olmak, bazen tevazudan olduğu gibi...

Mütekebbir bir kimsenin alâmeti; halk onu gördüğü zaman süslenmek istemesi, tek başına kaldığı zaman nasıl olacağına aldırmamasıdır. Güzelliğe tâlip olanın alâmeti tek başına kalsa, hatta evinde bile bulunsa, herşeyde güzelliği sevmesidir. Böyle bir sevgi kibirden olmaz. Bu bakımdan haller birçok bölüme ayrıldığı zaman Hz. İsa´nın ´O kalbin gururudur´ sözü, ´bazen kalpte gu-ruru gerektirir´ mânâsındadır. Hz. Peygamber´in ´O kibirden değildir´ sözü ise ille de kibri gerektirmez demektir. Kibri gerektirmemesi mümkün olduğu gibi, kibri doğurması da mümkündür.

Kısacası böyle bir durumda haller değişiktir. En güzeli, elbiselerin normal olmasıdır. Öyle bir elbise olmalı ki ne şıklığı ile, ne de pek yıpranmışlığıyla şöhreti getirmemelidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Yiyiniz! İçiniz! Giyiniz ve isrâf ile gururun gayrisinden tasadduk ediniz! Muhakkak ki ALLAH, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister.69

Bekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: ´Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi ALLAH korkusuyla öldürün!´ O, bu sözüyle, takva ehlinin elbisesiyle gururlanan bir topluluğa hitap etmiştir.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Size ne oluyor ki sırtınızda ruhbanların elbisesi bulunduğu ve kalbiniz yırtıcı kurtların kalbi gibi olduğu halde bana geliyorsunuz? Sultanların elbisesini giyin, fakat kalbinizi ALLAH korkusuyla öldürün´.

Mütevazilerin ahlâkından biri de kendisine küfredildiği veya eziyet edildiği veya hakkı alındığı zaman, bunlara göğüs germek suretiyle tevazu göstermesidir. Bu tevazu esastır. Biz, gazab ve hased bahsinde eziyete tahammül göstermek hakkında seleften vârid olan misalleri zikretmiştik.

Kısacası güzel ahlâk ve tevazunun kaynakları Hz. Peygamber´in ahlâkıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber´e uymak ve ondan öğrenmek daha uygundur.

Ebu Seleme der ki: ´Ebu Said el-Hudrî´ye şöyle sordum: ´Halkın îcad ettiği elbise, içecek, binecek ve yiyecek hakkında ne düşünüyorsun?´ Bana cevap olarak şöyle dedi: ´Ey yeğenim! ALLAH için ye! ALLAH için iç ve ALLAH için giy! Bu şeylerin birine gurur veya böbürlenme veya riya veya şöhret girerse o günah ve israftır. Evindeki işi, Hz. Peygamber´in evinde hizmet ettiği gibi yap! Hz. Peygamber evine su taşır, devesinin yemini verir, devesini bağlar, evini temizler, koyunlarını sağar, ayakkabısını diker, elbisesini yamar, hizmetçisiyle yemek yer, hizmetçisi yorulduğu zaman onun elinden el değirmenini alarak un öğütürdü. Pazardan nevalesini satın alıp getirirdi. Pazardan aldığı nevalesini eline alarak getirmekten veya elbisenin eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdı. Ehline döner, zengin ve fakirle, büyük ve küçükle el sıkışırdı. Kendisiyle karşılaşan küçük veya büyük, siyah veya kırmızı, hür veya köle olan her müslümana önce selâm verirdi. Evde kullanmak için ayrı, dışarda kullanmak için ayrı bir elbisesi yoktu. Çağırıldığı zaman, icabet etmekten -velev ki çağıran saçı sakalı karışmış tozlu topraklı bir kimse olsa da- çekinmezdi. Hurmanın en çirkini olsa bile getirilen yemeği hakir saymazdı. Sabah yemeğini akşama, akşam yemeğini de sabaha bırakmazdı. Nafakası kolaydı. Ahlâkı yumuşak, tabiatı kerîm, muaşereti güzel, yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Yüzünü ekşitmeksizin mahzundu. Şiddet göstermeksizin sert idi. Zillete düşmeksizin mütevazi idi. İsraf olmaksızın cömertti. Her akraba ve müslümana merhametliydi. Kalbi inceydi. Daima düşünür yere bakardı. Hiçbir zaman yemekten sonra geğirmezdi. Elini hiçbir yemeğe uzatmazdı´.

Ebu Seleme b. Abdurrahman der ki: Hz. Âişe´nin hanesine gittim. Ebu Said´in Hz. Peygamber´in zühdü hakkında bana söyledik-lerini ona naklettim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Söylenenin bir harfi dahi yanlış değildir. Hatta eksik bile söylemiştir. Zira sana Hz. Peygamberin hiçbir zaman doyasıya yemediğini, hiç kimseye şikayet etmediğini, fakirliğin onun nezdinde genişlik ve zenginlikten daha sevimli olduğunu, bütün gün aç olduğu, bütün gece de açlık içerisinde kıvranıp sabahladığı halde, onun bu halinin onu o günün orucunu tutmaktan menetmediğini söylememiş. Oysa Hz. Peygamber eğer rabbinden yeryüzünün hazinelerini, meyvelerini, doğusundan batısına kadar olan geniş maişetini isteseydi, muhakkak kendisine verirdi. Hz. Peygamber´e olan şefkatimden ve çektiği açlığa üzüldüğümden ötürü çok zaman ağlamışımdır. Onun karnını elimle sıvazlar şöyle derdim: ´Nefsim sana fedâ olsun! Seni açlıktan menedecek kadar gıdayı dünyadan edinmiş olsaydın (daha iyi olmaz mıydı?)´ Bunun üzerine derdi ki: ´Ey Aişe! Ulû´1-Azim peygamberlerden olan arkadaşlarım bundan daha zahmetlisine katlandılar. Onlar, o halleri ile gidip rablerinin hu-zuruna vardılar. Onların varışlarını rableri güzel yaptı. Sevaplarını kat kat eyledi. Ben maişette genişliğe kaçarsam, benim bu hareketimin beni onlardan geri bırakmasından korkarım. Bu bakımdan birkaç gün sabretmem, yarın ahirette nasibimin eksiltilmesinden bana daha sevimli gelir! Arkadaş ve dostlarım olan ulû´1-azim peygamberlere yetişmekten bana daha sevimli gelecek birşey yoktur´.

Hz. Aişe (ra.) der ki: ´ALLAH´a yemin olsun! Bu sözlerden sonra, Hz. Peygamber, bir haftayı tamamlamadan ALLAH Teâlâ ruhunu kabzedip onu götürdü´.

Bu bakımdan Hz. Peygamber´in hallerinden nakledilenler, mütevâzi kimselerin ahlâklarının özetini toplamaktadır. O halde tevazu göstermek isteyen bir kimse Hz. Peygamber´e uysun! Nefsini Hz. Peygamber´in derecesinden üstün görenin ve Hz. Peygamber´in razı olduğuna razı olmayanın cehaleti, ne korkunç cehalettir. Hz. Peygamber dünya ve din hususunda, mertebe bakımından, mahlûkların en yükseğiydi. Her beşerî izzet ve yücelik, ancak ona uymaktadır.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Biz öyle bir milletiz ki ALLAH bizi İslâm´la aziz etti. Bu bakımdan biz, İslâm´ın gayrisinde izzet aramayız!´

Hz. Ömer, bu sözünü Şam arâzîsine pejmürde bir kıyafetle girdiği ve kınandığı zaman söylemişti.70

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki bunlara Abdal denir. Onlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün istikrarı için kazıklarıdır. Peygamberlik sona erdiği zaman, ALLAH Teâlâ, peygamberlerin yerine, Ümmet-i Muhammed´den bir kavmi vazifelendirdi. Onlar fazla oruç tutmak, fazla namaz kılmak ve güzel yüz sahibi olmakla halktan üstün olmadılar. Fakat onlar, doğru takva, güzel niyet, bütün müslümanlara karşı sağlam göğüs, ALLAH rızası için müslümanlara nasihat etmek, korkmaksızın sabır göstermek ve zelîl olmaksızın tevazu göstermek suretiyle bu dereceye yükseldiler. Onlar bir kavimdir ki ALLAH onları seçmiş, kulları arasında ulûhiyyetine ibâdet etmek hususunda onları tahsis kılmıştır. Onlar kırk sıddîktırlar. Onlardan otuz kişinin kalbi, Rahmân´ın dostu İbrahim´in yakînine benzer bir yakîn üze-rindedir. Onlardan birinin yerine, ALLAH tarafından biri yaratılmadıkça o ölmez.

Ey kardeşim! Bil ki onlar hiçbir şeye lânet okumazlar, hiçbir şeye eziyet vermezler. Hiçbir şeyi tahkir etmezler. Hiçbir şeye karşı böbürlenmezler. Hiçbir kimseye hased etmez ve dünyaya haris olmazlar. Onlar, haber verme bakımından insanların en doğrusudur. Tabiatça en yumuşaklarıdırlar. Nefisce en cömertleridirler. Onların alâmet-i fârikaları cömertlik, tabiatları güler yüzlülük, sıfatları selâmettir. Onlar bugün korkuda, yarın gaflette değildirler. Onlar zâhirî hallerine devam ederler. Onlara, kendileriyle rablerinin arasındaki muamelelerde şiddetli esen rüzgârlar, şiddetli koşan atlar yetişemezler. Kalpleri sevinerek ALLAH´ın yüce huzuruna şevk göstererek yükselir. Hayır yarışmasında herkesten önde olmak bakımından terakki ederler. Onlar ALLAH´ın hizbidirler. İyi bilin ki ALLAH´ın hizbi, zafere kavuşanların ta kendileridirler.

Râvî der ki: Ben Ebu Derdâ´ya ´Bana bu saydığın sıfattan daha zor gelecek bir sıfat işitmedim. Ben nasıl bu zor sıfatı elde ederim?´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Seninle bu sıfat arasında, ancak dünyadan nefret ettiğin zaman bir münasebet vardır; zira sen dünyadan nefret ettiğin zaman, ahiret sevgisine yönelirsin. Ahiret sevgisi nisbetinde dünyadan yüzçevirip zühd ve takva gösterirsin. Zühd´ün ve takvân nisbetinde sana fayda verenleri basiretinle seversin. ALLAH Teâlâ isteğinin güzel olduğunu bildiği zaman, ona istikamet yolunu açar, onu korur. Ey yeğenim! Bu durum, ALLAH´ın kitabında vardır:

Gerçekten ALLAH, takva sahipleriyle ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.(Nahl/12)

Yahya b. Ebî Kesir71 şöyle demiştir: ´Biz bu hususta düşündük. Lezzet alanların hiçbiri ALLAH sevgisinden ve rızasını talep etmekten almış oldukları zevki hiçbir şeyden alamazlar. Yarab! Bizi, seni sevenlerin sevenlerinden eyle! Ey âlemlerin rabbi! Çünkü senin vergin ancak senin razı olduğun bir kimseye lâyık olur´.
ALLAH rahmet deryalarını efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının üzerine akıtsın ve onlara selâm etsin!

______________

60)Abdullah b. Vehb b. Müslim Kureyş kabilesindendir. Güvenilir olan bu
zat, âbid idi. H. 97 senesinde 72 yaşında vefat etmiştir.
61)Künyesi Ebu Abdurrahman´dır. Sâdık bir âbiddir. H. 59 senesinde vefat
etmiştir.
62)Ebu Yâ´lâ, (Ebu Hüreyre´den)
63)Temim kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. Künyesi Ebu Kasım´dır.
Râfızîlikle itham edilmiştir. {İthaf"us-Saade, VIII/380)
64)Ebu Dâvud, İbn Mâce, (Ebu Umâme b. Sa´lebe´den)
65)Tam adı Harun b. Said el-İllî es-Sa´dî´dir. Fazilet sahibi bu kişi H. 53 senesinde 83 yaşında vefat etmiştir.
66)Bu zat, Muan b. İsa el-Fezzarî -İmam Mâlik´in talebelerindendir- veya
Muhammed el-Gifârî´dir.
67)Ebu Süleyman Kûfelidir. Muhadramûn´dandır. Güvenilir bir zattır. H. 80
senesinden sonra vefat etmiştir.
68)Ebu Nuaym
69)Nesâî, İbn Mâce, Tirmizî
70)Zehebî, (Kays b. Müslim tarikiyle)
71)Kûfelidir.
 
Alt 02-18-2009, 17:08   #132
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu

Kibir, helâk eden şeylerdendir. Kibirden tamamen kurtulan hiçbir insan yoktur. Kibri sökmek farz-ı ayndır. Kibir, sadece temenni ile sökülmez. Tedavi ile, kökünü kesen ilaçları kullanmakla kesilir. Kibri tedavi etmekte iki yol vardır: Birinci yol, kibrin temelini dipten kaldırmak, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. İkinci yol, ârızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir.

Birinci Yol

Bu yol, kibrin kökünü kazımak hususundadır. Bu yolun ilacı, ilmî ve amelî olmak üzere iki kısımdır. Şifa ancak bu iki ilacı birden kullanmakla mümkündür. İlmî ilaca gelince, o ilaç, kişinin hem nefsini, hem de rabbini tanıması demektir. Kibri kazımak hususunda bu irfan kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla nefsini tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar.. Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. Rabbini tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak ALLAH´a lâyık olduğunu bilir. Rabbini, O´nun azamet ve mecdini bilmeye gelince, bu husustaki söz oldukça uzar. Bu mükâşefe ilminin son noktasıdır.

Kişinin nefsini bilmesine gelince, bu da oldukça uzar. Fakat biz bu hususta tevazu ve güzelliği elde etmekte faydalı olan miktarı zikredeceğiz. Kişiye ALLAH´ın Kitabı´ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidir. Çünkü Kur´an´da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.

Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! ALLAH onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir.(Abese/17-22)

İşte bu ayet-i celîle, insanoğlunun yaratılışının öncesine ve varacağı yerin sonuna ve ortasına işaret ediyor. İnsan bunu dikkatle izlesin ki ayetin mânâsını anlamış olsun!
İnsanın öncesine gelince, insan anılacak birşey değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis birşey var mıdır? İnsanoğlu da böyle idi. Sonra ALLAH onu şeylerin en mebzulünden (topraktan) yarattı. Sonra şeylerin en pisinden (meniden) meydana getirdi; zira ALLAH onu topraktan, meniden, kan pıhtısından, bir çiğnem etten yarattı. Sonra bir yığın kemik yaptı. Sonra kemiğe et giydirdi. İşte insanoğlunun varlığının başlangıcı anılacak birşey olacağı andan itibaren budur. Bu bakımdan insanoğlu ancak vasıfların en hasisi üzerinde olduğu an anılacak birşey oldu; zira insanoğlu yaratılışının başlangıcında kâmil ya-ratılmadı. ALLAH Teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdi. Bu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce sağırlığıyla, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladı.İşte bu, ALLAH Teâlâ´nın şu ayetlerinin mânâsıdır:
Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi!(Abese/17-18)

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.(İnsan/1-2)

Böylece ALLAH Teâlâ, önce insanı yarattı. Sonra ona minnet etti. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı.(Abese/20)

Bu ayet-i celîle insanoğlu için hayatı boyunca kolaylaştırılan şeylere işarettir.
Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ya şükredici veya nankör olur.(İnsan/2-3)

Ayetin mânâsı şu demektir: İnsan cemad ve ölü olduktan sonra ALLAH onu diriltti. Birinci derecede toprak, ikinci derecede meni iken ALLAH Teâlâ ona hayat verdi. Sağır olduktan sonra ona dinleme âletini, gözü yokken ona göz, zafiyetten sonra ona kuvvet, cehaletten sonra ona ilim verdi. Azalarını, içindeki acaipliklerle ve alâmetlerle beraber yok iken var etti. Fakirlikten sonra zengin kıldı. Açlıktan sonra doyurdu. Çıplaklıktan sonra giydirdi. Dalâletten sonra hidayet etti. Dikkat et! ALLAH onu nasıl devirlerden geçirdi! Ona nasıl sûret verdi. Onun için yolu nasıl kolaylaştırdı ve yine insanın tuğyanına dikkat et ki insan ne kadar da nankördür. İnsanın cehâletine dikkat et ki o cehaleti nasıl belirtiyor!

İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?(Yasin/77)

O´nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak çoğalıp yayılıyorsunuz!(Rûm/20)

Bu bakımdan ALLAH´ın insanoğluna bahşettiği nimetlerini dikkatle izle! Onu zillet, kıllet, hisset ve pislikten nasıl bu yücelik ve keramet mertebesine nakletmiştir? O, yokluktan sonra nasıl var olmuştur! İnsanoğlu haddi zatında birşey değildir. Acaba birşey olmayandan daha hasis birşey tasavvur edilebilir mi? Katıksız yokluktan daha değersiz birşey olabilir mi? Sonra insanoğlu ALLAH´ın kudretiyle mevcud birşey oldu. Ondan önce ALLAH (c.c) insanoğlunu ayaklarla çiğnenen zelil topraktan yarattı. Katıksız yokluktan sonra da necis olan meniden yarattı ki insan, zatının hasisliğini tanımış olsun ve böylece nefsini de tanısın! ALLAH Teâlâ, insana kemâl derecesinde nimet verdi ki rabbini, O´nun azamet ve celâlini tanısın! Kibriyanın (büyüklüğün) ancak o yüce ALLAH´a lâyık olduğunu bilsin! Bunun için de ona minnet ederek şöyle buyurmuştur:

Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil ve iki dudak! Bir de ona (hak ve bâtıl) iki yol gösterdik!(Beled/8-10)

İnsanoğlunun başlangıcındaki hissetini tarif ederek şöyle buyurmuştur.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (ALLAH onu) yarattı! Derken (insan) biçimine koydu.(Kıyâmet/36-38)

Bundan sonra ALLAH Teâlâ insanoğlunun üzerindeki nimetini zikrederek şöyle buyurmuştur:
Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Bunları yaratan, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi?(Kıyâmet/40)

O meniden erkek ve dişi iki eş yarattı ki üremek suretiyle insan varlığı devam etsin! Nitekim insan varlığının başlangıcı bu ise, onun durumları böyle ise, öyle bir kimseye haddini aşmak, kibir ve gurura kapılmak, böbürlenmek ne gerek? O kimse hakikatte hasislerin en hasisi, zayıfların en zayıfıdır. Fakat böbürlenmek, hasis kimsenin âdetidir. Hasisliğinden yüceldi mi burnu büyür, büyüklük taslar. Bu da öncesinin hasisliğine delâlet etsin diye böyle olmuştur. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş ancak ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir.

Evet! Eğer ALLAH Teâlâ, insanoğlunu kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür. Fakat ALLAH Teâlâ varlığın devamında çeşitli afetleri, acı balgam, yel ve kandan mürekkep olan zıt unsurları (elementleri) ona musallat kılmıştır. Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O, ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Birşeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helâk eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği herşeyin kendisinden alınmasından emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Eğer terkedilirse devam eder. Eğer götürülürse yok olur. Başkasının da hiçbir şeyine gücü yetmez. O halde insandan daha zelîl ne olabilir? Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdi. İşte insanoğlunun durumlarının normali budur. Bu bakımdan insanoğlu bunu düşünmelidir. İnsanoğlunun akibeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür:
Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!(Abese/21-22)

Âyetin mânâsı, ALLAH insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktır. İnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece âzalarının şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye birşey kalmaz. Sonra toprağa konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi... Sonra âzaları çürür. Parçaları birbirini bırakır. Kemikleri parçalanıp toprağa dönüşür. Kurtlar parçalarını yer. Onun iki göz bebeğinden başlayıp onları çanaklarından çıkarırlar. Diğer âzâlarını da yerler. O kurtların kursağında pisliğe dönüşür. Öyle bir leş olur ki hayvanlar bile ondan kaçar. Her insan ondan tiksinir. Kokunun şiddetinden ondan kaçar. Onun en güzel hali, ilk aslına dönüşmesidir. Bu bakımdan o, kendisinden testiler ve küpler yapılan toprak olur. Ondan binalar inşa edilir. Var olduktan sonra yok olur. Öyle bir duruma gelir ki sanki dün hiç yokmuş gibi paramparça olur. Uzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra RABBİM onu diriltecek, ona belânın şiddetini tattıracaktır. Onun darmadağın olan parçaları bir araya geldikten sonra kabrinden kıyametin dehşetlerine doğru gitmek üzere çıkar. O kıyameti seyreder. Paramparça olmuş ve delinmiş bir göğü, değiştirilmiş bir arzı, yerinden yürütülmüş dağları, küme küme düşen yıldızları, simsiyah kesilen güneşi, kapkaranlık halleri, şiddetli ve katı melekleri, alev alev yanan cehennemi, mücrimlerin kendisine bakıp da hasret çekeceği cenneti seyreder. Dağılmış sahifeler görür. Ona ´Kitabını oku!´ denilir. O, kitabına işaret ederek ´Bu nedir?´ diye sorar. Ona ´O hayatın ki onunla seviniyor, onun nimetleriyle böbürleniyor, sebepleriyle iftihar ediyordun. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat ALLAH onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevkolunacaksın!´ denir.

Böylece o hitabın korkusundan kişinin kalbi paramparça olur. Hem de sahifesi açılmadan ve oradaki rezaletlerini görmeden önce bu duruma düşer. Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der: ´Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük birşey bırakmaksızın
hepsini sayıp dökmektir!´ İşte insanoğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin mânâsıdır: ´Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek´ (Abese/22). Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Hatta birtek lâhza bile olsa nasıl sevinebilir? Hele haddini aşmak, hele zâlimlik yapmak... (bunlar hiç de ona yakışmaz!)
İşte onun halinin başı ve ortası belli oldu. Eğer halinin sonu belli olursa ki onun dehşetinden ALLAH´a sığınırız, çoğu zaman köpek veya domuz olmasını temenni eder ki hayvanlarla beraber toprak olup gitsin, ALLAH´ın kitabını dinleyen ve azaba atılan bir insan olmasın! Eğer insan ALLAH nezdinde ateşe müstehak ise, domuz ondan daha şerefli, daha güzel ve daha yücedir; zira domuzun öncesi toprak, sonu da topraktır. Domuz, hesap ve azabdan kurtulmuştur. Köpek ve domuzdan halk kaçmaz. Eğer dünya ehli günahkâr kulu ateşte görürlerse, onun ateşteki hilkatinin vahşetinden, suretinin çirkinliğinden derhal ölürlerdi! Eğer onun kokusunu hissetseler pis kokusundan ölürlerdi. Eğer onun içtiği şaraptan bir damla dünya denizlerine dökülse, dünya denizleri leşten daha pis kokulu olurdu. Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -ALLAH´ın affetmesi müstesna ki ALLAH´ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini birşey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstehak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak kerîm olan ALLAH affederse o başka! ALLAH´ın kereminden ve ALLAH hakkındaki hüsn-i zandan dolayı ALLAH´tan bu af umulur. Kuvvet ancak ALLAH´tandır!

Acaba bir sultana karşı cinayet işlemiş, bin sopa yemeye müstehak olmuş, hapse tıkılmış, çıkarılıp halk huzurunda cezasının tatbik edilmesini bekleyen, bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmeyen bir kimsenin hapishanedeki zilleti nasıl olur ve bunu nasıl görüyorsun? Acaba bu adamın hapishanedekilere karşı gururlanacağını sanıyor musun? Oysa hiçbir günahkâr kul yoktur ki dünya onun hapishanesi olmasın ve o, ALLAH´ın azabını haketmiş olmasın ve sonucun ne olacağını bilmemiş olmasın! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.

Amelî ilaca gelince, o bilfiil ALLAH´a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce salihlerin ve Hz. Peygamber´in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazi olmaktır.
Hz. Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: ´Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim´.72

Selmân-ı Fârisî´ye ´Neden yeni bir elbise giymiyorsun?´ denildi. Cevap olarak ´Ben ancak köleyim. Âzad edildiğim gün yeni elbise giyeceğim!´ dedi. Selman, bu sözüyle âhiretteki âzad edilmesine işaret etmiştir. Mârifetten sonra tevazu, ancak amelle hasıl olur.
Bu sırra binaen ALLAH ve Hz. Peygamber´e karşı böbürlenen Araplar, iman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: ´Namaz dinin direğidir!´ Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin direği olmuştur.

O sırlardan olarak ALLAH´ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir. İslâm´dan önce Araplar, eğilmeyi horluk telâkki ederlerdi. Onlardan birinin kamçısı yere düştüğü zaman, onu almak için bile eğilmezdi. Papucunun bağı kopar, onu bağlamak için başını eğmezdi.

Hâkim b. Hizam73 der ki: ´Hz. Peygamber´e ancak secdeye ayakta varmak suretiyle biat etmiştim´. Hz. Peygamber de onun bu şekildeki biatini kabul etti. İslâm´ın hikmetini anladıktan sonra, imanı kemâle erdi. Secdeye varmak Arapların nezdinde zillet ve alçaklığın en son derecesi kabul edildiğinden onların kibri kırılsın, gururları kökünden sökülsün ve tevazu kalplerinde yerleşsin diye secde etmekle emrolundular ve aynı zamanda bütün insanlar da secde etmekle emrolundu; zira rükû, secde, ayakta elpençe divan durmak, tevâzunun gereği olan amellerdir. Böylece nefsini tanıyan, kibrin gerektirdiği bütün fiilleri süzmeli ve onun zıddına devam etmelidir ki tevazu onun için tabiî bir ahlâk olsun. Çünkü kalpler, güzel ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde
ederler. Bunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı içindir. Kalp ise melekût âlemindendir.

İkinci Yol

Bu yol daha önce zikredilen yedi sebepten doğan kibirle ilgilidir. Biz Câh´ın Zemmi bölümünde de hakikî kemâlin ilim ve amel olduğunu zikretmiştik. Bunun dışında kalan ve ölümle yok olan kemâl ise hayalî bir kemâldir. Bundan dolayı âlim kişiye gururlanmak zor gelir. Fakat biz bütün o yedi sebep hakkında ilim ve amelden mürekkeb olan tedavi yolunu zikredelim:

Birinci Sebep: Birinci sebep, neseble mağrur olmaktır. Bu bakımdan neseb cihetinden gururlanan bir kimse kalbini, iki şeyi bilmekle tedavi etmelidir: O şeylerden birincisi, bu gururu, başkasının kemâliyle gururlanmak olduğu için cehaletin ta kendisidir ve şöyle denilmiştir.

Eğer ben şeref sahibi ecdad ile öğünürsem, doğru söylemiş olurum. Fakat o ecdadların doğurdukları ne kötüdür!

Bu bakımdan neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: ´Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!´ Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır.

İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa ALLAH Teâlâ, insanoğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur:
O´dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra insanın neslini bir özden, hakir bir sudan (meniden) yaptı.(Secde/7-8)

Bu bakımdan, aslı zelil ve ayaklarla çiğnenen bir toprak olan, sonra çamuru kokmaya yüz tutan, balçık oluncaya kadar yoğrulan bir kimse nasıl gururlanır? Oysa nisbet edildiği şey, şeylerin en hasisidir; zira şöyle denilir: ´Ey topraktan daha zelîl! Ey balçıktan daha pis kokulu! Ey kan pıhtısından daha necis!´ Eğer kişinin babasından olması, topraktan olmasından daha yakın ise, biz deriz ki: ´Uzak ile değil, yakın ile iftihar et. Çünkü meni ve et oluşu kişiye, babasından daha yakındır. Bu bakımdan kişi bununla nefsini hakir saymalıdır. Sonra eğer bu yakınlıktan dolayı bir yücelik gerekiyorsa, en yüce babası topraktandır. O halde yüceliği nereden gelir? İnsanoğlunun yüceliği olmadığı zaman evlâdına yücelik nereden geliyor? İnsanın aslı toprak ve menidir. Öyle ise ne insanın aslı, ne de faslı vardır. Bu ise neseb hasisliğinin en son derecesidir. Bu bakımdan aslı, ayaklarla çiğnenir, faslından ise bedenlerin yıkanması gerekir. İşte insanoğlunun hakikî nesebi budur! Bunu bilen neseble gururlanmaz, kişinin bu bilgiden ve hakikî aslının yüzünden perde kalktıktan sonraki misâli, tıpkı şu kişinin misâline benzer ki Benî Hâşim soyundan (Hz. Peygamber´in soyundan) geldiğini anne ve babasından işitmiş, dolayısıyla kendisinde şeref gurur vardır! Fakat sözlerinden şüphe edilmeyen adil bir cemâat kendisine, hacamat yapan, pisliklerde çalışan Hindli bir kimsenin oğlu olduğunu haber verir ve bu husustaki düşüncesini alt-üst ederler. Onların vesikalı beyanlarının doğruluğunda şek ve şüphesi kalmaz. Acaba böyle bir kimseye verilen bu haberin onun nesebden gelen gururunun zerresini dahi bırakacağını sanır mısın?

Hayır! Aksine bu kişi kendi nefsinde insanların en hakîri ve en zelîli olur. O, hasisliğinden ötürü, sezdiği mahcubiyetten o kadar meşguldür ki, başkasına karşı mağrur olmaya artık imkânı yoktur. İşte bu hal, basireti açık bir kimsenin, aslını düşündüğü, meniden ve topraktan olduğunu bildiği zamanki halidir; zira eğer babası, toprak taşıyan veya hacamat yoluyla kan alan veya başka işlerde çalışan bir kimse ise bununla nefsinin hasisliğini bilmiş olur. Çünkü babasının âzası, toprakla kana temas etmektedir. Acaba nefsinde topraktan, kandan ve tiksindiği kirli şeylerden mevcut olduğunu bildiği zaman, nasıl bunu bilemez?

İkinci Sebep: İkinci sebep, güzellikle mağrur olmaktır. Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç âlemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdır. Kişi iç âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez.İnsan, pisliği barsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktır. Hergün bir veya iki defa pisliği eliyle yıkar, hergün bir veya iki defa içindeki pisliği çıkarmak için helâya gider. Öyle bir pislik ki eğer gözüyle görmüş olsaydı eliyle temas etmek veya kok-lamaya hacet kalmadan tiksinirdi. Bütün bunları necaset ve zilletini bilmesi için düşünmelidir. İşte bu, normal durumda olduğu haldir. İnsan, işin başlangıcında necasetlerden yaratılmıştır. Meniden, hayız kanından, necasetlerin mecrasından çıkarılmıştır; zira önce belden, sonra sidiğin mecrası olan yerden çıkmıştır. Sonra hayız kanının feyezan ettiği ana rahminden, sonra necasetin mecrasından çıkmıştır.

Enes (r.a) der ki: ´Ebubekir Sıddîk bize hutbe okuyor, nefislerimizi gözümüzden düşürmek için çirkinleştiriyor ve şöyle diyordu: ´Herhangi biriniz, sidiğin yolundan iki defa çıktı!´

Tavus, Ömer b. Abdülaziz´e şöyle dedi: ´Bu yürüyüş karnında pislik taşıyanın yürüyüşü değildir! Tavus, Ömer´in mağrur bir şekilde yürüdüğünü görünce bunu söylemiştir. Bu olay Ömer halife olmadan önce cereyan etti. İşte insanoğlunun öncesi ve sonrası budur. Eğer insan bedenini birgün yıkamadan kendi haline bırakırsa, ondan pis kokular ve necasetler gelmeye başlar. O, nefsine hiçbir zaman sahip çıkmayan ve başıboş olan dört ayaklı hayvanlardan daha pis kokulu ve daha necis olur. Bu bakımdan pisliklerden yaratıldığını ve pislikler içerisinde durdurulduğunu ve ölüp de tekrar diğer pisliklerden daha tiksindirici bir leşe döneceğini düşündüğü zaman, mezbelelikte biten çiçeklerin ve derelerin kenarında açılıp pırıl pırıl parladıkları bir anda, ansızın çer-çöp kesiliveren, esen rüzgârların önünde toz olup uçan çiçeklerin rengi gibi olan güzelliğiyle iftihar edip böbürlenmez. Nasıl böyle olmasın? Eğer kişinin güzelliği bâki olup, o kişi bu çirkinliklerden uzak olsaydı, yine çirkine karşı böbürlenmemesi farz olurdu; zira çirkinin çirkinliği elinde değildir ki ondan dolayı övünsün! Nasıl böyle olmasın ki? Oysa güzelliğinin bekâsı da yoktur. O güzelliğin her an hastalık veya çiçek veya çıban veya herhangi bir sebeple yok olup gitmesi düşünülebilir. Nice güzel yüzler vardır ki bu sebeplerden dolayı bedleştiler. Bu bakımdan bu şeylerin bilinmesi, güzellikten ötürü kalbe gelen gurur hastalığını bu durumları düşünen kimse kökünden kazıyıp atar.

Üçüncü Sebep: Üçüncü sebep, kuvvet ve güçten ötürü gurura kapılmaktır. Kişiyi bu şekil gurura kapılmaktan, kendisine musallat kılınan illet ve hastalıkları bilmesi, elindeki bir damarın acıdığı takdirde her âcizden daha âciz kesileceği, her zelilden daha zelîl olacağını takdir etmesi meneder ve yine eğer karasinek, kendisinden birşey aşırırsa, o şeyi sinekten kurtaramayacağını, eğer bir sivrisinek burnuna girerse veya bir karınca kulağına dalarsa, kendisini öldüreceğini veya bir diken ayağına batarsa kendisini âciz bırakacağını düşünmesi, kendisini bu gururdan kurtarır. Bir günün sıtmasını bir müddet boyunca düşünürse, gururundan vazgeçer. Bu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?

Dördüncü ve Beşinci Sebep: Zenginlik ve malın çokluğundan gurura kapılmaktır. Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da bu türdendir. Bütün bunlar insanın zatından hariç güzellik, kuvvet ve ilim gibi bir mânâdan ötürü gurura kapılmaktır. Bu gurur, gurur türlerinin en çirkinidir, zira malıyla gururlanan bir kimse, sanki atıyla, oturduğu eviyle gururlanır. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder. Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahudi vardır. O şeref ki yahudi senden önce ona nail olmuştur. O şeref ki bir lâhzada hırsız bir kimse onu elde eder ve onun sahibi de iflâs eden bir zelîl olur. O şerefe yuh olsun! İşte bunlar insanın zatında olmayan sebeplerdir. İnsanın zatında olan ve varlığının devamı insanın elinde olmayan ve ahirette insan için vebâl ve azap olan şeylerle mağrur olmak cehaletin en son derecesidir. O halde dizgini sende olmayan birşey senin değildir! Oysa bu saydığımız şeylerin hiç birinin dizgini senin elinde değildir. Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Eğer o onları sana bırakırsa ne âlâ, eğer isterse onlar senin elinden gider. Sen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Bunu bilen bir kimsenin gururu elbette yok olur. Bunun misâli, kuvveti, güzelliği, malı, hürriyeti, istiklâli, evinin genişliği, at ve hizmetçilerinin çokluğu ile gaflete dalanın böbürlenmesidir. Bu böyle böbürlenirken iki adil şahid, insaflı bir hâkimin yanına gelip onun filan adamın kölesi olduğuna, anne ve babasının da o adamın köleleri olduğuna şahidlik ederler. Hâkimde bununla hükmeder. Bunun üzerine esas sahibi gelir, onu ve elindeki şeyleri alıp götürür. Bununla beraber o, sahibinin mallarında tefrite kaçtığı, sahibinin istemesine rağmen kusur edip sahibini tanımaya bir türlü yanaşmadığı için cezaya çarptırılmasından korkar. Sonra bu kul, kendisini bir evde hapsedilmiş olarak görür. Etrafının yılan, akreb ve çiyanlarla sarılmış olduğunu görür. O her durumda bütün bunlardan korkmaktadır. Öyle bir durumdadır ki ne nefsine, ne de malına hâkimdir. Ne de hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulabilir. Acaba hali böyle olan bir kimsenin kudret, servet, kuvvet ve kemâliyle böbürleneceğini veya nefsini zelîl edip tevâzua yapışacağını mı sanıyorsunuz? İşte basiret sahibi ve akıllı kimsenin durumu budur. Çünkü o nefsini böyle görür. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildir. Bununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadır. Bunlar akrep ve yılanlar gibidir. Bunların kendisini helâk etmesinden korkar. Hali böyle olan bir kimse kuvvet ve kudretiyle nasıl mağrur olabilir? Zira kuvvet ve kudretinin olmadığını bilmektedir!

İşte haricî sebeplerden dolayı gurura kapılmanın tedavi yolu budur. Böyle bir gururun tedavisi, ilim ve amelden gelen gururun tedavisinden daha kolaydır. Çünkü ilim ve amel kişinin nefsinde, iki kemâl sıfatıdır. Onlarla kişinin sevinmesi uygundur. Fakat onlarla mağrur olmak da -ilerde zikredeceğimiz gibi- cehaletin gizli bir çeşididir.

Altıncı sebep: Altıncı sebep ilimden dolayı gurura kapılmaktır. Bu, âfetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Tedaviyi uzun bir çalışma ve yorucu bir zahmetten sonra da kabul etmekten en uzağıdır. Bu hastalığın hikmeti şudur: İlmin kıymeti ALLAH´ın nezdinde büyüktür. İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktür. Hatta mal ve güzelliğin büyüklüğü, eğer beraberinde ilim ve amel varsa sözkonusu olur.

Bunun için Kâ´b´ul-Ahbar şöyle demiştir: ´Muhakkak malın tuğyânı gibi ilminde tuğyânı vardır´. Hz. Ömer de şöyle demiştir: ´Âlim kişi kaydığı zaman onun kayışıyla beraber bir âlem kayar´. Bu bakımdan ALLAH nizamında ilmin faziletini açıkça belirten hükümlerin çokluğundan dolayı cahile nisbeten âlim kişi nefsini bü-yütmekten aciz kalır. Alim kişi ancak iki şeyi bilmek suretiyle gururu nefsinden uzaklaştırabilir.

Bir

Bilmelidir ki ALLAH´ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidir. Onda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul eder. Çünkü ilminden ötürü, ALLAH´a isyan eden bir kimsenin suçu daha fâhiştir; zira böyle bir kimse ALLAH´ın ilim hususunda kendisine vermiş olduğu nimetin hakkını edâ etmemiştir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyamet gününde âlim kişi getirilir, cehennem ateşine atılır. Barsakları dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: ´Sana ne oldu?´ Cevap olarak der ki: ´Ben dünyada hayrı emrediyor, fakat kendim yapmıyordum, şerri yasaklıyor, fakat kendim yapıyordum´.74

ALLAH Teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:

Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitap taşıyan eşeğin haline benzer.(Cum´a/5)

Bununla ALLAH yahudi âlimlerini kasdetmiştir. Bel´am b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur:

Onlara şu kimsenin haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu arkasına taktı, böylece azgınlardan oldu. Eğer dileseydik o kimseyi o ayetlerle yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve hevasına uydu. Onun durumu tıpkı şu köpeğin haline benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A´raf/175-176)

İbn Abbas (r.a) der ki: ´Bel´am´a ALLAH tarafından bir kitap indirildi. Bel´am yeryüzünün şehvetlerine meyletti. Yani sevgisi bunlarla teskin oldu. Bu bakımdan onun misali, üzerine vardığında da soluyan, bıraktığında da soluyan bir köpeğe benzer. Yani Bel´am´a ister hikmet verilsin, ister verilmesin, o şehvetini terketmez. Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter! Acaba hangi âlim bu şehvete tâlip olmaz? Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez? Bu bakımdan madem cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür. Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi... Bu bakımdan o kıymete karşı bu tehlike vardır. Âlim kişi, düşmanlarının çokluğundan dolayı, mülkünde canı daima tehlike içinde olan sultan gibidir; zira sultan, düşman tarafından esir edildiği zaman daha önce fakir olmayı temenni eder. Nice âlim vardır ki ahirette cahil kimselerin selâmeti gibi bir selâmeti arzular. Böyle bir arzuda bulunacak raddeye düşmekten ALLAH´a sığınırız!

Bu bakımdan bu tehlike âlimi gururdan meneder; zira âlim eğer cehennem ehlinden ise domuz ondan daha üstündür. Hali böyle olan bir kimse nasıl gururlanır? Âlim kişinin, kendi nefsinde, ashab-ı kirâmdan daha büyük olduğunu telâkki etmesi uy-gun değildir.
Ashabdan biri şöyle demiştir: ´Keşke annem beni doğurmasaydı´.75

Başka biri de yerden bir saman çöpünü kaldırarak şöyle dedi: ´Keşke ben çöp olsaydım!´

Başka biri de şöyle dedi: ´Keşke ben eti yenilen bir kuş olsaydım!´ Diğer biri de ´Keşke ben anılan birşey olmasaydım´ demiştir. Bütün bu sözler, akibetin tehlikesinden korkmaktan ileri geliyor. Bu bakımdan ashab-ı kirâm nefislerini kuştan, topraktan daha düşük görürlerdi. Ne zaman âlim, üzerinde bulunduğu tehlikeyi uzun uzadıya düşünürse, onun gururu
tamamen gider. Nefsini mahlûkatın en şerlisi imiş gibi görür. Böyle bir âlimin misali, bir kölenin misaline benzer ki o kölenin efendisi, kendisine birtakım vazifeler emretmiş, o da onları yapmaya başlamış. Bazılarını yapmış, bazılarını eksik bırakmış. Bazılarında da efendisinin razı olacağı bir şekilde yapıp yapmadığı hususunda şüphe etmiş, o bu durumda iken biri, efendisinin bir elçi gönderdiğini ve elçinin de onu çırıl çıplak soyup, güneşin ha-rareti altında uzun bir zaman efendisinin kapısında işkence edeceğini haber verir. Öyle ki dünya kendisine daralır, tâkati son raddeye gelir. Bu sefer hesabının yapılması emredilir. Az veya çok bütün amellerinin kontrolu istenilir. Sonra daracık bir hapishaneye, daimi bir azaba götürülmesi emredilir. Öyle bir azap ki, bir saat dahi kendisinden hafifletilmez. Kendisi de bilir ki efendisi, birçok kölesine de aynen böyle yapmıştır. Bazılarını da atfetmiştir. Fakat kendisinin affedilip affedilmeyeceğini bilmemektedir. İzzet ve gururu iptal olur. Üzüntü ve korkusu artar. Halkın hiçbirine karşı artık gurura kapılmaz. Aksine halktan herhangi birine karşı ´bana şefaatçı olur´ ümidiyle tevazu gösterir. İşte âlim kişi de böyledir. Rabbinin emirlerini, âzalarında beliren suçlarla, iç âlemindeki riya, hıkd, hased, ucub, nifak ve benzerinden ibaret olan günahlarla zâyi ettiği hususunda düşündüğü zaman ve üzerinde bulunduğu büyük tehlikeyi sezdiği an gururu derhal kendisinden ayrılır.

İki

Âlim kişi bilir ki kibir ancak ALLAH´a lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman ALLAH´ın nefretine uğrar. Oysa ALLAH da kendisinden tevazu göstermesini ister ve ALLAH kendisine ´Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur´ demiştir. Böyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, mevlasının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep eder. Böyle bir istek kalbinden kibri götürür. Her ne kadar günahının olmadığını kesinlikle biliyor veya düşünüyorsa da yine böyle yapmalıdır. Bu tür tedavi ile peygamberlerden kibir zâil olmuştur; zira peygamberler, ALLAH´ın abâsı olan kibir hakkında ALLAH ile cedelleşen bir kimsenin belini ALLAH´ın kıracağını bilirler. ALLAH onlara manevî makamları ALLAH nezdinde büyüsün diye nefislerini küçümsemelerini emretmiştir. İşte bu da insanı şüphesiz tevazuya sürükleyen sebeplerdendir.

Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir fâsığa ve bir bid´atçıya kişi nasıl tevazu gösterir? Âlim ve âbid olduğu halde nasıl nefsini bunlardan daha küçük görür? ALLAH nezdindeki ilim ve ibâdetin faziletini nasıl bilmemezlikten gelir? Fâsığın ve bid´atçının tehlikesinin daha fazla olduğunu bildiği halde kalbine ilmin tehlikesinin hutûr etmesi, kendisini nasıl böyle birşeyden müstağni eder?

Cevap: Bu ancak akibetin tehlikesini düşünmek suretiyle mümkündür. Âlim kişi kâfir bir kimseye baksa dahi, ona karşı tekebbür etmesi mümkün değildir; zira kâfirin müslüman olması ve sonunun imanla mühürlenmesi, âlim kişinin de dalâlete gitmesi, sonunun da küfürle son bulması düşünülebilir. Âhirette ALLAH katında değerli olan kimse büyüktür. Köpek ve domuz rütbece ALLAH katında, cehennem ehlinden olup böyle olduğunu bilmeyen bir âlimden daha yücedirler; zira nice müslüman vardır ki Hz. Ömer´e müslüman olmadan önce bakıp onu hakir görmüş, küfründen dolayı ona aldırmamıştır. Oysa ALLAH Teâlâ Hz. Ömer´e İslâm´ı nasib etti. Hz. Ebubekir hariç, bütün müslümanlardan üstün kıldı. Bu bakımdan neticeler insanlardan gizlidirler. Akıllı bir kimse de ancak neticeye bakar. Dünyadaki bütün faziletler ancak netice için talep edilir. Durum bu iken kulun hakkı hiçbir kimseye karşı gurura kapılmamaktır. Cahil bir kimseye baktığı zaman ´Bu cehaletiyle ALLAH´a isyan etmiş, ben ise ilmimle ALLAH´a isyan ediyorum. Bu bakımdan ALLAH katında onun özrü benimkinden daha makbuldür!´ demelidir. Âlim kişiye baktığında ´Bu benim bilmediklerimi öğrenmiş. Ben nasıl onun gibi olurum!´ demelidir. Yaşça kendisinden daha büyük olan birine baktığında şöyle demelidir: ´Bu benden önce ALLAH´a itâat etmiştir. Bu bakımdan ben nasıl onun gibi olabilirim?´ Küçüğe baktığı zaman şöyle demelidir: ´Ben ondan önce ALLAH´a isyan etmişim. O halde ben nasıl onun gibi olabilirim?´ Bid´atçı ve kâfire baktığı zaman ´Ben ne bileyim, belki bu, sonunda müslüman olur. Ben de onun şimdi üzerinde bulunduğu (ALLAH korusun) duruma düşerim. O halde hidayetin devamı benim elimde değildir. Nitekim başlangıcının da bana ait olmadığı gibi...´ demelidir. Öyle ise neticenin düşünülmesiyle kul, kibri nefsinden uzaklaştırmaya muktedir olur. Bütün bunlar kemâlin ahiret saadetinde ve ALLAH´a yaklaşmakta olduğunu, devamlı olmayan dünyanın şâşâlarında olmadığını bilmesine bağlıdır. Yemin ederim bu tehlike, gurura kapılan ve kendisine karşı kibir taslanan kişiler arasında müşterektir. Fakat herbirine himmetini kendi nefsine sarfetmesi, akıbetinden korktuğu ile meşgul olması uygun ve lâyıktır. Başkasının korkusuyla meşgul olmamalıdır. Çünkü şefkat gösteren insan, su-i zan yapmanın oburudur. Oysa her insanın şefkati kendi nefsinedir. Bu bakımdan bir cemaat, bir cinayetten dolayı hapsedildikleri zaman, hepsinin boynunun vurulmasıyla tehdid edildikleri an, artık bazısı diğerine karşı kibir takınmaya vakit bulamaz. Her ne kadar tehlike hepsini birden kaplamakta ise de; zira herbiri başkasına bakamayacak kadar meşguldür. Sanki onların her biri o musibet ve tehlikede tek başınadır.

Soru: Bu duruma göre ALLAH yolunda nasıl bid´atçı ve fâsık bir kimseden nefret edeceğim? Oysa onlardan nefret etmekle emredildim. Sonra buğz ile tevazuyu bir araya getirmek, ters düşenleri bir araya getirmek demektir?

Cevap: Bu karışık bir durumdur. Halkın çoğu burada hayrette kalır; zira ALLAH için bid´atı ve fıskı inkâr etmek hususundaki nefret, nefsin kibri, ilim ve takvanın ucb´a sürüklenmesiyle karışır. Nice cahil âbid ve mağrur âlim vardır ki fâsık bir kimsenin yanında oturduğunu gördüğü zaman, o fâsıkı rahatsız etmek suretiyle yanından kaldırmak ve nefsinde gizli olan bir gururdan dolayı ondan uzaklaşmak ister. Bu kimse ALLAH için o fâsıktan nefret ettiğini zanneder. Nitekim daha önce İsrailoğulları´nın âbidinin onların rezil kimsesine karşı yaptığı gibi.... Bunun hikmeti şudur: ALLAH´a itaat eden bir kimseye karşı gurura kapılmanın şer olduğu belli... Bundan sakınmak da mümkün! Fâsık ve bid´atçıyı gördüğün veya onlara emr-i bi´l-mâruf ve nehy-i an´il-münker yaptığın zaman, kalbinde üç şeyin hazır bulunması gerekir: O şeylerin birincisi; daha önce geçmiş günahlarına ve hatalarına bakmandır, bu bakış senin gözünden senin kıymetini düşürür. O şeylerin ikincisi; senin alâmet-i fârikan olan ilminin, hakka inanmanın ve salih amelinin, ancak ALLAH´tan sana verilmiş bir nimet olduğunu düşünmendir. Bu bakımdan burada minnet senin değil, ALLAH´ındır. Bunu ALLAH´tan bilmelisin ki nefsin ucb´a kapılmasın. Ucb´a kapılmadıysa gurura da kapılmaz. O şeylerin üçüncüsü; hem kendi akibetinin hem de o adamın akıbetinin mübhem olduğunu düşünmektir. Senin için son nefesin kötü bir şekilde kapanabileceğini, onun için de güzel bir şekilde kapanabileceğini düşünmelisin ki korku seni ona karşı böbürlenmekterı alıkoysun!

Soru: Bütün bu hallerle beraber ben nasıl öfkeleneyim?

Cevap: Sen sadece mevlân için, efendin için öfkeleneceksin; zira O, kendisi için öfkelenmeni emretmiştir. Senin nefsin için öfkelenmeni emretmemiştir. Sen öfkelendiğin zaman nefsini kurtulmuş, arkadaşını da helâk olmuş görmemelisin. Aksine ALLAH Teâlâ´nın senin gizli günahlarını bildiğini düşünerek nefsin için, o adamın cehaletle beraber akibetinin korkusundan daha fazla korkmalısın. Anlaman için bunu bir misâl ile anlatayım. ALLAH için, kendisine öfkelendiğin bir kimseye karşı böbürlenmen, buğzetmen, zarurî birşey değildir. Değerini onun değerinden üs-tün bilmen zarurî değildir.

Bu hususa şöyle bir misâl verebiliriz: Sultanın gözünün nuru olan bir evlâdı vardır, bir de hizmetkârı... O hizmetkâra çocuğu muhafaza etmek görevini vermiş ve ´edebe mugayir bir harekette bulunup lâyık olmayanla meşgul oldu mu ona kız ve vur´ diye emretmiştir. Eğer hizmetkâr efendisine mûtî ve dost ise, çocuğun edeb dışı bir hareketini gördüğü zaman, öfkelenmeyi kendisine zarurî görür. Çünkü köle, ancak mevlâsının emrini yerine getirmek suretiyle mevlâsına yaklaşmak ister. Mevlâsının hoşuna gitmeyen bir hareket çocuktan sâdır olduğu zaman gururlanmaksızın döver ve öfkelenir. Fakat mevlâsının evlâdına karşı mütevazidir. Mevlâsının nezdinde o çocuğun kıymetinin, kendi kıymetinden üstün olduğunu bilir. Çünkü evlâdın hizmetçiden daha aziz olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan gurur ve adem-i tevazu, öfkelenmenin gereği değildir. İşte aynen bunun gibi bid´atçı ve fâsığa bakıp onların ahirette ALLAH katında kıymetleri ezelde takdir edilen imandan Ötürü senin kıymetinden daha üstün olduğunu düşünmen mümkündür. Senin de ezelde kötü kaza ve kaderinden ötürü gafil olduğun halde, onların senden üstün olduklarını sanabilirsin. Bununla beraber, sen mevlânın sevgisinden ötürü emrin hükmüne uyarak bid´atçı ve fâsığa kızarsın. Çünkü onlardan mevlânın hoşuna gitmeyen hareketler sudur etmiştir. Bunu, mevlânın nezdinde ahiret âleminde mevlâya senden daha yakın olması muhtemel olan bir kimseye tevazu göstermekle beraber yaparsın. İşte bazı âlim ve akıllılar böyle yapardı. Buna korku ve tevazu da eklenirdi.

Mağrur bir kimseye gelince, o gururlanır, başkasına ümit ettiğinden daha fazlasını kendisine ümit eder. Neticenin bilinmemesine rağmen böyle hareket eder. Bu, gururun son derecesidir. ALLAH´a karşı isyan eden veya bid´at oluşuna inanarak emr-i ilâhînin hükmüyle bid´atçıya kızıp ondan uzaklaşan bir kimse için tevazuyu elde etme yolu budur!

Yedinci Sebep: İbâdet ve takva ile gururlanmaktır. Bu da kullar için büyük bir fitnedir. Bunun çıkar yolu diğer kullara karşı tevazu göstermeyi kalbine gerekli kılmaktır. Şöyle ki: İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? (Zümer/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashabımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.76
İlmin Fazileti hakkında vârid olan daha nice hadîsler vardır. Eğer âbid kişi ´Bence fazilet, ilmiyle amel eden âlim içindir. Bu ise fâcir bir âlimdir´ derse, ona cevap olarak denir ki: ´Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, ALLAH katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür. Bu ihtimallerin her biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludur. Madem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz değildir. Aksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır´.

Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin kendini âbidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hz. Peygamber ´Âlimin âbide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashabımdan üstünlüğüm gibidir´ buyurmuştur.

Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurdu. Oysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü zaman ki hâlinin, ALLAH´ın katında ALLAH nezdinde kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Çünkü ALLAH ondan, o günahından ötürü nefret etmiştir. Madem böyle bir ihtimal vardır, o halde âlimin nefsi için korkması lâzımdır. Alim ve âbidin nefsi için korkması sözkonusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, âlime karşı âbidin durumudur.

Âlim olmayana karşı âbidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları âbide örtülü ve durumları âbide apaçık görünenler... Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması mümkündür. İbâdet bakımından daha fazla, ALLAH sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür.

Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve ´bunun günahı benden daha fazladır´ demen de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen... Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, bâtıla inanmak, ALLAH´ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi ALLAH katında şiddetlidirler. Çoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı ALLAH´ın nefretine uğrarsın. Bazen de fâsıklığı açık olan bir fâsığın ALLAH sevgisi, ihlâs, korku ve ALLAH´ı tâzim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. ALLAH Teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affeder. Böylece kıyamet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsün. Böyle olması pekâlâ mümkündür. Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmez. Sen bu tehlike hakkında düşündüğün zaman başkasına karşı mağrur olmaktan seni alıkoyacak bir meşguliyetin olur.

Vehb b. Münebbih der ki: ´Herhangi bir kul da o hasletler olmadıkça aklı tamam değildir´. Bunun üzerine o hasletlerin dokuzunu sayıp onuncu haslete gelince şöyle dedi: "Onuncu hasletin ne olduğunu biliyor musun? O onuncu hasletle kulun cömertliği artmış ve zikri yücelmiştir. O onuncu haslet, bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesidir. İnsanlar kişinin yanında ancak iki grupturlar. O gruplardan biri kişiden daha faziletli ve daha üstündür. Diğer grup, kişiden daha şerir ve daha düşüktür. Bu bakımdan kişi kalben bu iki gruba karşı da tevazu gösterir. Eğer kişi, kendisinden daha hayırlı birini görürse, ona tevazu gösterdiğinden dolayı sevinir ve onun mertebesine ulaşmayı temenni eder. Eğer kendisinden daha şerir birini görürse şöyle demelidir: ´Bu adamın kurtulması, benim de helâk olmam mümkündür´. Bu bakımdan bu kişiyi sonundan korktuğu için şöyle derken görürsün: ´Belki bu adamın iyiliği içindedir. Bu ise o kişi için hayırdır. Ben bilmem! Umulur ki onda, onunla ALLAH arasında şerefli bir ahlâk bulunsun! ALLAH o ahlâktan dolayı ona rahmet edip, tevbesini kabul etsin ve en güzel amellerle defterini kapatsın! Benim iyiliğim açıkta görülüyor ama bu durum benim için şerlidir´. Bu bakımdan, yaptığı ibâdetleri âfetlerin yakmasından emin değildir". Sonra Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bu durumda bulunan kişinin aklı kemâle ermiş, bu kimse zamanının ehline baş olmuştur´.
Bir kimsenin, ALLAH katında şakî olması ezelde, kaza ve ka-derde takdir edilmiş olabilir. O kişiye hiçbir durumda böbürlenmek yakışmaz! Evet! Eğer korku bu kişiye galip ise bu kişi herkesi nefsinden daha hayırlı görür. Bu ise faziletin ta kendisidir.
Bir âbid bir dağa sığındı. O âbide, rüyâ âleminde denildi ki: ´Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sordu. Eskici ona gündüz oruç tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini söyledi. Bunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: ´Bu güzel bir ibâdet! Fakat bu sadece herşeyi bırakıp ALLAH´ın ibadetine dalmak gibi olmaz!´ İkinci bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona ´Senin yüzünde görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?´ diye sor" denildi. Bunun üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı: ´Ben insanlardan birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir´. Bunun üzerine âbid dedi ki: ´İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!´ Bu hasletin faziletine delâlet eden şu ayet-i celîledir.

Verdiklerini, rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60)

Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini yaparlar.

Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler. (Mü´minûn/57)

´Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan) kor-kardık´ dediler.(Tûr/26)

ALLAH (c.c) günahlardan uzak ve ibâdetlere devam ettikleri halde, meleklerini ´ALLAH´tan korkmak´ ile vasıflandırarak onların durumunu şöyle haber vermiştir:
Gece gündüz hep ALLAH´ı tesbih ederler, hiç ara vermezler.(Enbiya/20)

Onlar O´nun korkusundan titrerler.(Enbiya/28)

Bu bakımdan ne zaman ki ezelde, kaza ve kaderin sebkat ettiği hükümden korkmak ve sakınmak ortadan kalkar, ecelin sonucunda inkişafa kavuşursa, o zaman ALLAH´ın azabından emin ol-mak galebe çalar ve kibir ortaya çıkar. Bu ise helâk olmanın sebebidir. Bu bakımdan kibir, emin olmanın delilidir. Emin olmak da helâk edicidir. Tevâzu korkunun delilidir. Korku ise, saadete vardıran bir vasıftır. Bu bakımdan âbid kişinin, nefsinde kibir taslaması, halkı hakir görmesi ve onları küçük görmesi yüzünden ifsad ettiği, amellerinin zâhiriyle ıslah ettiğinden pek fazladır.

İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdir. Ancak nefis, bu mârifetten sonra tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunur. Oysa yalancıdır. Bu bakımdan bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yapar. Va´dini unutur. Bundan dolayı tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildir. Mârifeti amel ile ikmal etmek, kibrin kabardığı yerlerde mütevâzilerin fiilleriyle nefsi denemek lâzımdır. Şöyle ki: Nefsi beş şeyle imtihan etmeli; imtihanlar her ne kadar çoksa da bu beş imtihan, bâtından çıkarılana her delilden daha fazla delâlet eden delillerdir.

Birinci İmtihan: Herhangi bir ilmî meselede, amellerinden biriyle münâzaat etmesidir. Eğer hak, arkadaşının diliyle ortaya çıkarsa, onu kabul etmek, arkadaşına haklı olduğundan dolayı itaat edip, faziletini ikrar etmek, kendisini ikaz ettiğinden, bilmediğini kendisine öğrettiğinden, hakikati ortaya çıkardığından ötürü kendisine teşekkür etmek ağır gelirse bu durum onun kalbinde gizli bir kibir olduğuna delâlet eder. Bu hususta ALLAH´tan korksun! Bunu tedavi etmekle meşgul olsun! İlim bakımından bu hastalığı tedavi etmeye gelince, ilmî tedavi şöyle yapılır: Nefsine hasisliğin ve âkıbetinin tehlikesini, kibir ve azametin ancak ALLAH´a lâyık olduğunu hatırlatmalıdır. Amelî tedavisine gelince, kendisine ağır gelen hakkı ikrar etmeye nefsini zorlamalı, karşıdaki adamı övmeli, nefsinin acizliğini ikrar etmeli, istifade ettiğinden dolayı karşısındaki insana teşekkür etmeli ve şöyle demelidir: ´Zekânla kavradığın hakîkat ne güzeldir! Oysa ben o hakîkati kavramaktan gafil idim. ALLAH sana mükâfat versin. Çünkü sen bana bu hakikati öğrettin´. Çünkü hikmet, mü´minin yitiğidir. Bu bakımdan mü´min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali kılana teşekkür etmesi uygundur. Birkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu kendisi için tabiî bir durum olur. Kalbine hakkın ağır gelmesi ortadan kalktığı gibi, hakkı kabul etmeye doğru adımlar atmış olur. Ne zaman akran ve emsalinin faziletlerinden dolayı övülmeleri kendisine ağır gelirse, muhakkak kalbinde kibir vardır. Eğer bu tenha da değilde ancak cemaat içerisinde ağır gelirse, onda kibir yoktur, riya vardır. Bu bakımdan riyasını, insanlardan tamahı kesmekten ibaret olan tedavi formülüyle, daha önce söylediğimiz gibi tedavi etmelidir. Nefsine, haddi zâtında kemâle ermesinin, ALLAH katında kâmil olmanın zerre kadar yararlı olmadığını hatırlatmalıdır. Riyanın diğer tedavi formüllerine de başvurabilirsin. Eğer akran ve emsâlini övmek, hem tek başına kaldığında, hem de halk içerisinde bulunduğunda kendisine zor gelirse, bu takdirde kalbinde riya ve kibir aynı anda bulunur. Onlardan ikisinden de kurtulamadığı takdirde birinden kurtul-ması fayda sağlamaz. Bu bakımdan iki hastalığı birden tedavi etmelidir. Çünkü onların ikisi de helâk eder.

İkinci İmtihan: Mahfellerde arkadaş ve emsalleriyle bir araya gelmesi, onları nefsine tercih etmesi, onların arkasında yürümesi, mecliste onlardan daha aşağıda oturmasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, o mağrurdur. Bu bakımdan zoraki bir şekilde böyle yapmaya, ağırlık kendisinden sâkıt oluncaya kadar devam etmelidir. Böyle yapmakla kibir kendisinden silinir. Fakat burada şeytanın bir hilesi vardır. Şöyle ki: Ayakkabılarının bulunduğu yerde oturmasını veya kendisiyle emsallerinin arasında, mertebece küçük olan kimselerin oturmasını sağlar ve dolayısıyla kişi bunu tevazu sanar. Bu ise gururun ta kendisidir. Çünkü böyle yapmak mağrur kimselerin nefislerine hafif gelir; zira onlar, görenlere yüksek yerde oturmaya müstehak olduklarını ve faziletlerinin onu gerektirdiğini, buna rağmen onu terkettiklerini ifham ettirirler! Dolayısıyla gurura kapılmış olur. Tevazu göstermekle de gururunu belirtmiş olur. Akran ve emsâlini nefsine tercih etmeli, onların aralarında ve yanlarında oturmalı, onların safından çıkıp ayakkabıların safına gitmemelidir! Böyle yapmak gururun habâsetini, insanın içinden çıkarıcı bir hareket olur.

Üçüncü İmtihan: Fakirin dâvetine icabet etmesi, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmek için çarşı ve pazarlara uğramasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, bu gururdur; zira böyle yapmak güzel ahlâktandır. Bu hareketlerden ötürü elde edilen sevap, pek büyüktür. Bu bakımdan nefsin böyle hareketlerden ürkmesi, ancak içinde bulunan bir çirkinlikten ileri gelir. Kişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdır. Bununla beraber kibir hastalığının kökünü kazıyan ve tarafımızdan daha önce zikredilen bütün marifetleri de iyi anlamalıdır.

Dördüncü İmtihan: Kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdır. Eğer nefsi bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya kibirden veya riyadandır. Yolun boş olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdir. Eğer kendisine ağır gelmezse, bu düşünce riyadır. Bütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirler. İnsanlar kalp doktorluğunu tamamen bırakmış, beden doktorluğuyla iştigal etmektedirler. Oysa bedenlerin ölmesi muhakkak ve mukadderdir. Oysa insanoğlu ancak kalp selâmetiyle saadete varır.

Ancak ALLAH´a selîm bir kalp getiren (fayda görür). (Şuâra/89)

Abdullah b. Selâm bir bağ odunu sırtladı. Kendisine ´Ey Ebu Yusuf! Senin hizmetkârlarında ve evlatlarında bunu yapacak vardı. (Neden bunu bizzat yapıyorsun?)´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Evet! Vardı. Fakat ben nefsimi, denemek istedim´.

İşte görüldüğü gibi bu zat gururu terketmek hususunda nefsine tatbik ettiği samimî tedavilerle kanaat etmeyip nefsinin bu hususta doğru veya yalancı olduğunu bu şekilde denemiştir. Haberde şöyle vârid olmuştur; ´Meyve veyahut başka bir şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır´.77

Beşinci İmtihan: Eskimiş elbiseleri giymektir; zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten ürkmesi riya, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise kibirdir.
Ömer b. Abdülaziz´in (r.a) siyah yünden yapılmış bir abası vardı, geceleyin onu giyerdi.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim devenin yularını veya dizlerini bağlar, yünden (kabaca) yapılmış elbise giyerse, o kibirden uzaklaşmıştır.

Ben ancak kulum. Yerde oturarak yerim. (Kabaca yapılan) yün elbise giyerim. Deveme yem veririm. Yemek yerken parmaklarımı yalarım. Kölenin dâvetine icabet ederim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.

Ebu Musa el-Eş´ari´ye şöyle denildi: ´Bir grup insan vardır, elbiselerinin yırtık olmasından ve eskimişliğinden ötürü cum´a namazından geri kalıyorlar!´ Bunun üzerine Ebu Musa iç gömleği gibi bir abayı giyerek halkın önünde imamlık yaptı.
Bunlar öyle yerlerdir ki bu yerlerde riya ve kibir bir arada bulunur. Cemaatten ötürü meydana gelen riyadır. Tek başına bulunduğu zaman meydana gelen kibirdir. Bunu iyi bil! Çünkü şerri bilmeyen şerden korunamaz. Hastalığı bilmeyen tedavisini yapamaz.

_____________
72)Dârekutnî, İfrad] İbn Asâkir; Zühd, {mürsel olarak)
73)Tam adı, Hakîm b. Hizam b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay el-
Esedî´dir. Hz. Hatice´nin yeğenidir. H. 50 (veya 60) senesinde vefat etmiştir.
120 sene yaşayıp ömrünün yarısını İslâm´da, yarısını da da küfürde geçirenlerdendi.
74) Müslim, Buhârî
75) Hz. Ömer´in sözünden alınmıştır: ´Keşke Ömer´i annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip yeseydiler´.
76) Tirmizi ve Taberânî, (Ebu Umâme´den)
77) Beyhakî, Şuab´ul-îman
 
Alt 02-23-2009, 20:44   #133
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ucb´un Zemini ve Afetleri

Ucub, gerek ALLAH´ın Kitabı´nda ve gerekse Hz. Peygamber´in sünnet-i seniyyesinde kötülenmiştir.

Ayetler

Andolsun ALLAH size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozguna uğrayarak arkanızı dönmüş (kaçmaya başlamış)tınız.(Tevbe/25)

ALLAH Teâlâ bu ayet-i celîleyi onların ucb´a kapılmasını kötülemek sadedinde indirmiştir.
Onlar da kalelerinin, kendilerini ALLAH´tan koruyacağını sanmışlardı. ALLAH onlara ummadıkları yerden geldi.(Haşr/2)

İşte görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, kâfirlerin kaleleri ve kuvvetleriyle ucb´a kapılmalarını kötülemektedir.

Onlar dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimselerdir.(Kehf/104)

Bu da çalışmakla ucb´a kapılmaya dönüşür. İnsanoğlu bazen isabetli bulduğu bir hareketinden dolayı ucb´a kapıldığı gibi, yanlış olan bir hareketiyle de ucb´a kapılır.
Hadîsler

Üç haslet vardır. Onlar helâk edicidirler: 1. İtâat olunan cimrilik, 2. Arkasından gidilen hevâ-i nefis, 3. Kişinin nefsini beğenmesi neticesinde ucb´a düşmesi

Hz. Peygamber (s.a) Ebu Salebe (el-Hüşenî´ye), ümmetin sonunu zikrederken şöyle buyurmuştur:

Sen itâat olunan bir cimriliği, arkasında gidilen bir hevâ-i nefsi ve her rey sahibinin reyini benimsemesini gördüğün zaman, nefsini kurtarmaya çalış!78

İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´Helâk olmak iki haslettedir: a) ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmak, b) Ucb´a kapılmak.

İbn Mes´ud bu iki hasleti şu hikmetten dolayı bir arada zikretmiştir: Zira saadet ancak çalışmak, aramak, ciddiyet ve gayretle elde edilir. Ümitsiz bir kimse ise ne çalışır ne arar. Ucb´a kapılan bir kimse ise, saadete erdiğine inanır. Muradını elde ettiğine kanaat getirir ve dolayısıyla çalışmaz. Çünkü var olan birşey aranmaz. Muhâl olan birşey de aranmaz. Ucb´a kapılan bir kimsenin inancına göre saadet vardır ve kendisi de o saadete ulaşmıştır.

Ümitsiz bir kimse ise saadeti elde etmenin imkânsız olduğuna inanır. İşte bundan dolayı İbn Mes´ud. bunların ikisini bir arada zikretmiştir.

Artık kendinizi övüp yüceltmeyin!(Necm/32)

İbn Cureyc79 der ki: ´Bu ayet-i celîlenin mânâsı, ´bir hayrı işlediğin zaman ´Ben onu işledim´ demendir´.

Zeyd b. Eslem de ayete şu şekilde mânâ vermiştir: ´Nefsinizi hayır yapar ve hayır sever sanmayınız´, İşte ucb´ un mânâsı budur.

Talha80 Uhud gününde, kendi vücuduyla Hz. Peygamber´i düşmanın oklarından ve saldırısından korudu. Bedenini Hz. Peygamber´in önünde siper yaptı. Hatta kolu isabet aldı. Sanki bu büyük fiili, taaccübe kapılmasını gerektirdi; zira o canını Hz. Peygamber´e fedâ etti. Hz. Ömer, onda, bu durumu sezmiş ve şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´le beraber Talha´nın eli isabet aldığından bu yana Talha´da bir ucub vardır´. Fakat ondan ucbunu izhar ettiğine ve herhangi bir müslümanı hakir gördüğüne dair birşey nakledilmemiştir.

Şûra heyeti hakkında İbn Abbas, Hz. Ömer´e dedi ki: ´Sen Talha hakkında ne düşünüyorsun?´ Hz. Ömer şöyle dedi: ´Onda ucub vardır´.

Madem Talha gibi büyük insanlar ucubdan kurtulamıyorlar, acaba sakınmadıkları halde zayıflar nasıl kurtulabilir?

Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: ´Eğer ben geceyi uyuyarak geçirir, sabahleyin gecemi bu şekilde geçirdiğimden dolayı pişmanlık duyarak sabahlarsam böyle olmam, geceyi ibâdetle geçirip sabahleyin ucb´a kapılarak sabahlamamdan bana daha sevimli gelir´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, sizin için günahtan daha büyük olan bir şeyden korkardım. (O da) ucub´dur.

İşte görüldüğü gibi Hz. Peygamber, ucb´u günahlardan daha büyük göstermiştir.
Bişr b. Mansur görüldüğü zaman ALLAH ve ahiret günü hatıra gelirdi. Bişr´i bu mertebeye ulaştıran şey, ibâdete devamlılığı idi. Birgün arkasında bekleyen biri olduğu halde, namazını uzattı. Bişr, arkada bekleyen insanın bunu iyiliğine yorumlayacağını sezince namazı bitirdi ve adama şöyle dedi: ´Benden gördüğün ibâdet seni hayrete sevketmesin. Çünkü İblis uzun bir müddet meleklerle beraber ALLAH´a ibâdet etti. Sonra bugünkü durumuna düştü´.

Hz. Aişe´ye denildi ki: ´Kişi ne zaman kötülük yapmış olur?´ Cevap olarak dedi ki: İyilik yaptığını sandığı zaman´.

Sakın sadakalarınızı minnet edip başa kakmak ve eziyyet vermek suretiyle iptal etmeyiniz.
(Bakara/264)

Minnet etmek, sadakayı çok saymanın neticesidir. Ameli büyük saymak ise ucbun ta kendisidir. Bu bakımdan bununla anlaşıldı ki ucub gerçekten kötüdür.

___________
78)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hâce
79)Adı Abdülmelik b. Abdülâziz el-Kureyşî´dir
80) Talha b. Ubeydullah et-Teymî el-Kureyşî´dir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.
 
Alt 02-23-2009, 20:45   #134
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ucb´un Afetleri

Ucb ´un âfetleri pek çoktur. Çünkü ucub, kibre çağırır; zira daha önce dediğimiz gibi ucub, kibrin sebeplerinden biridir. O halde ucubdan kibir doğar, kibirden de hiç kimseye gizli olmayan birçok âfetler doğar. Bu durum, kullara göre böyledir. ALLAH´a göre ise ucub, günahları unutmaya ve ihmal etmeye dâvet eder. Bu bakımdan kişi, günahlarının bir kısmını hatırlamaz, araştırmaz. Çünkü onları araştırmaya kendisini mecbur görmez ve dolayısıyla unutur. Günahlarından hatırladığı kısımları ise, küçük görür. Büyük telâkki edip telâfisine çalışmaz. Aksine bağışlandığını zanneder! İbâdet ve amellere gelince, kişi onları büyük görür. Onlarla mağrur olur. Onları yaptığından dolayı ALLAH´a minnet eder! ALLAH´ın tevfîk ve bu ibâdetleri yapması hususundaki nimetini inkâr eder. Sonra ibâdetleriyle ucb´a kapıldığı zaman âfetleri görmez olur. Oysa ibâdetlerin âfetlerini araştırmayan bir kimsenin, çalışmasının çoğu boşa gider. Çünkü zâhirî ameller halis ve riyadan tertemiz olmadıkça az fayda verir. Günahı, ucbu değil de korkusu galebe çalan bir kimse araştırır. Ucb´a kapılan kimse ise, nefsine ve görüşüne aldanıp ALLAH´ın azabından emin olur. ALLAH nezdinde bir mertebeye sahip olduğunu zanneder. ALLAH katında bir minneti ve ALLAH´ın nimetlerinden biri olan amellerinden ötürü ALLAH´ın ihsanından olan ibâdetlerinden dolayı bir hakkının olduğunu zanneder!

Ucub onu, nefsini övecek ve tezkiye edecek raddeye vardırır. Eğer görüşüne, amel ve ahlâkına güvenirse, bu güven onu istifade etmekten, istişarede bulunmaktan, bilenlerden sormaktan meneder. Bu bakımdan o, kendi nefsi ve görüşüyle hareket eder. Kendisinden daha âlim olan bir kimseden sormaktan çekinir. Bazen de kendisine doğru görünen yanlış fikrini benimser ve böyle bir fikrin kalbine doğan güzel mânâlardan olduğunu düşünerek sevinir. Fakat başkasının kalbine doğan mânâlara sevinmez. Böylece yanlış fikrinde ısrar eder. Nasihatçının nasihatini, vâizin va´zını dinlemez olur. Hatta başkasına câhil gözüyle bakar ve hatasında ısrar eder. Eğer görüşü dünyevî bir iş hakkında ise, orada sebat gösterir. Eğer dinî bir iş hakkında ise, hele inançların esaslarıyle ilgili olan meselelerde ise bu davranışı nedeniyle helâk olur. Eğer nefsini itham ederse, re´yine güvenmezse, Kur´an´ın nûruyla nûrlanır, din âlimlerinden yardım talep eder, ilim öğrenmeye devam eder, basiret ehlinden sormayı azaltmazsa, bu durum onu hakikate ulaştırır. İşte bu ve benzeri şeyler ucb´un âfetlerindendir ve bundan dolayı da ucub, helâk edicilerden olmuştur. Ucb´un en büyük âfetlerinden biri de zaferi elde ettiğini, artık ibâdet ve amelden müstağni olduğunu sanmasından dolayı çalışmakta gevşeklik göstermesidir. Bu, katıksız ve açık bir helâktir. Yüce ALLAH´tan ibâdetine bizi muvaffak etmesini talep ederiz!


Ben Sizin Gibi Değilim
İbn Ömer (r.a.) şöyle haber vermiştir:Hz. Peygamber (a.s.) yiyip içmeksizin oruçları birbirine eklemekten nehiy buyurdu. Sahabeler: Ama siz peş peşe oruç tutuyorsunuz, dediklerinde. Resulüllah (a.s.): "Ben, sizin gibi değilim. Zira ben, (RABBİM tarafından) yedirilir ve içirilirim" buyurmuştur.
Sahih-i Müslim´deki
 
Alt 02-23-2009, 21:14   #135
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ucb´un ve Idlâlin Hakikati ve Tarifleri

Ucub, ancak kemâl olan bir vasıf sebebiyle oluşur. Nefsinin bir ilimde, amelde, malda veya başka bir sahada, kemâlini bilen bir kişinin iki durumu vardır:

Birincisi: O kemâlin zevâlinden, eksilmesinden veya temelinden yok olup gitmesinden korkmasıdır. Böyle bir kimseye ucb´a kapıldı denilmez.

İkincisi: O kemâlin zevâlinden korkmaz. Fakat nefsine izafe edildiğinden değil de ALLAH Teâlâ tarafından kendisine bir nimet olarak verildiği için onunla sevinir. Bu kimse de ucb´a kapılmış değildir. Bu kimsenin üçüncü bir durumu vardır. O, ucb´un ta kendisidir. O kemâl sıfatının gitmesinden korkmaz ve onunla sevinir. Ona gönül bağlar, onunla sevinmesi de sadece kemâl, nimet,hayır ve yücelik olduğundan dolayıdır. ALLAH´ın bir nimeti olduğundan dolayı değildir! Bu durumda kemâl sıfatıyla sevinmesi ancak kendisinin sıfatı olduğundan dolayıdır. Kendisine nisbet edildiğinden ve kendisinin böyle bir sıfatı bulunduğundan ötürüdür. ALLAH´a ait ve ALLAH´tan geldiğinden dolayı değildir. Bu bakımdan ne zaman kişinin kalbine bu kemâl sıfatının ALLAH´tan gelen bir nimet olduğu ve ALLAH´ın dilediği anda o nimeti alabileceği düşüncesi hâkim ise bu takdirde ucub nefsinden zâil olur. Bu bakımdan ucub, nimetin büyütülmesi, ona güvenilmesi ve onu nimet verene izafe etmeyi unutmaktır.

Eğer ucb´a ´ALLAH katında hak sahibi olduğu, O´nun nezdinde bir makamının olduğu´ düşüncesi eklenir ve bundan ötürü dünyadaki ibâdetinden bir keramet bekler, herhangi bir felâkete düçar olmayı uzak bir ihtimal sayarsa, fâsıkların başına fısklarından dolayı gelenin başına gelmeyeceğini uzak saymalarından daha fazla uzak bir ihtimal olarak sayarsa, bu durumuna ´Amelle idlâl (nazlanma)´ adı verilir. Sanki bu kimse ALLAH´ı minneti altında görür. Böylece bazen başkasına birşey verir, verdiği o şeyi büyütür. Ona minnet eder ve dolayısıyle ucb´a kapılmış olur. Eğer yardım etmiş olduğu kimsenin kendisine çalışmasını istiyorsa veya ona bir sürü tekliflerde bulunmuşsa veya haklarını ödemekten geri kalmasını uzak bir ihtimal sayarsa bu takdirde, ona minnet etmiş olur!
Verdiğini çok bularak başa kakma. (Müddessir/6)

Katâde bu ayetin tefsirinde ´amelinle minnet etme!´ demiştir.

Namazını çok görüp nazlanan kimsenin namazı, başının üstüne yükselmez. Yemin olsun, günahlarını itiraf ettiğin halde gülmen, amelini çok görüp nazlandığın halde ağlamandan daha hayırlıdır.81

İdlal (nazlanma) ucb´un arkasından gelen bir durumdur. İdlâl´e kapılan bir kimse yoktur ki ucb´a kapılmamış olsun. Ucb´a kapılan idlâle kapılmayabilir; zira ucub büyütmek ve nimeti unutmaktan dolayı meydana gelir. Ucb´a kapılan bir insan, amelinden dolayı bir mükâfat beklemez. İdlâl, amelinden dolayı mükâfatı beklemekle beraber meydana gelir. Eğer kişi, duasının kabul edilmesini umar, duasının reddedilmesini kalbinde hoş görmezse ve duasının reddedilmesinden hayrete kapılırsa, bu sefer ameliyle idlâle kapılmış sayılır. Çünkü fâsık bir kimsenin duasının reddedilmesinden hayret etmez. Bu gururundan dolayı kendi duasının reddedilmesine şaşırır. İşte bu ucub ve idlâl´in ta kendisidir. Bunlar kibrin başlangıç ve sebeplerindendirler. ALLAH en doğrusunu bilir!
___________
81) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyorsa da Zebidî Benî İsrâil âbidlerinden birinin sözü olduğunu söylemektedir.
 
Alt 02-23-2009, 21:15   #136
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Özet Olarak Ucb´un Çaresi

Her hastalığın ilacı, o hastalığın sebebine zıddıyla karşı çıkmaktır. Ucub hastalığı katıksız cehalettir. Bu bakımdan onun ilacı, sadece o cehalete zıd düşen mârifettir. İbâdet etmek, sadaka vermek, gazaya gitmek, halkı idare edip ıslaha çalışmak gibi kulun ihtiyarı dahiline giren bir fiilden meydana gelen ucub, kulun ihtiyarı dahiline girmeyen ve kulun nefsinden görmediği güzellik, kuvvet, neseb gibi şeylerden gelen ucubdan daha fazladır. Bu bakımdan deriz ki; takva, ibâdet ve kişiyi ucuba sevkeden amel ile kişi ancak bunların kendisinden olduğu düşüncesiyle ucb´a kapılır. Çünkü bu amelin merkez ve mecrası kişidir veya kişiden olup, onun sebebiyle meydana geldiği, kudret ve kuvvetiyle olması bakımından onunla ucb´a kapılır. Eğer o amelin kendisinden olduğu, kendisi onun merkez ve mecrası bulunduğu, o amel kendisinden câri olduğu gibi başkası tarafından da kendisine tatbik edildiği halde ucb´a kapılırsa, bu katıksız bir cehalettir. Çünkü fiilin merkezi olanın, fiili icad ve oluşturmakta herhangi bir müdahelesi yoktur. Kendisi sadece o fiilin icrası için tatbikat yeridir. Bu bakımdan kendisine ait olmayan bir şeyle nasıl ucb´a kapılır? Eğer o fiilin kendisinden olduğunu ve kendisine döndüğünü, ihtiyarıyla oluştuğunu ve kudretiyle tamamlandığını hesaba katarak ucb´a kapılırsa, bu takdirde gücünü, iradesini, azalarını ve amelinin tamamlanmasına vesile olan diğer sebepleri düşünmelidir. Acaba bunlar nereden kendisine gelmiştir? Eğer bütün bunlar ALLAH tarafından kendisine bir nimet olarak verilmiş ise ve bu nimeti gerektiren bir hakkı da yoksa, bu nimetlere kendisini vardıracak bir vesilesi mevcut değil ise -ki muhakkak böyledir- bu takdirde ALLAH´ın cömertliğine, kerem ve faziletine hayret etmelidir; zira ALLAH, müstehak olmadığı nimeti kendisine vermiştir. Kendisinin bir hakkı bulunmadığı halde kendisini başkasına, bu hususta tercih etmiştir. Bu bakımdan sultan, ne zaman hizmetkârlarına görünür, onlara bakar, onların birine hediyeler verirse ve bu verdiği hediyelerde verilenin herhangi bir sıfatından, güzelliğinden ve hizmetinden değil ise, sultanın lütûf olarak, hakkı olmadığı halde kendisini başka hizmetkârlarına tercih edişinden dolayı ucb´a kapılması mümkündür. Fakat bu kimsenin ucb´u ´Bu nerden geliyor ve sebebi nedir?´ düşüncesinden kaynaklanır. Böyle bir kimse, nefsine aldanarak ucb´a kapılmamalıdır. Evet; kulun, ucb´a kapılıp şöyle demesi mümkündür: ´Sultan âdil bir hâkimdir. Zulmetmez! Yaptıklarını -sebep olmadıkça- ne vaktinden önce, ne de vakti geçtikten sonra yapmaz! Eğer sultan bendeki bâtın sıfatlardan birini sezmeseydi hediyesiyle beni diğer arkadaşlarıma tercih etmez ve o hediyeyi sadece bana tahsis etmezdi´.

Bu bakımdan ona denilir ki; o sıfat da (hediye ile seni tercih etmeye vesile olan sıfat da) sultanın hediyesi ve atiyesidir. Öyle bir hediye ki senin hiçbir dahlin olmaksızın sultan onu sana kendiliğinden tahsis etmiştir veya o hediye başkasının hediyesidir. Başkasının hediyesi de eğer sultanın hediyesinden ise, onunla da ucb´a kapılmamalısın! Bu, tıpkı sultanın sana bir at verdiğinde ucb´a kapılmayıp, ondan sonra bir hizmetçi verdiği için ucb´a kapılman ve ´Ben at sahibiyim de hizmetkârı bana verdi. Başkasının ise atı yoktur ki ona hizmetkâr versin´ demen gibidir. Bu takdirde denilir ki; ´Sana atı veren de odur. Bu bakımdan at ile hizmetkârı birden vermekle, birini diğerinden sonra vermek arasında hiçbir fark yoktur. Madem ki hepsi ondandır, senin nefsin değil de onun cömertliği ve fazileti seni ucb´a sürüklemelidir!´

Eğer o sıfat sultandan başkasından olsaydı, o sıfatla ucb´a kapılması uzak bir ihtimal değildi! Böyle birşey dünya sultanları hakkında düşünülebilir. Fakat sultanların sultanı, kahhâr, cebbâr, bütün kâinatı yoktan var eden, sıfatı da sıfat sahibini de, bir program ve proje olmaksızın yaratan hakkında bu düşünülemez; zira sen ibâdetinle ucb´a kapılır, ´Ben O´nu sevdiğim için beni ibâdete muvaffak etti´ dersen, sana (cevap olarak) şöyle denir: ´Senin kalbinde sevgiyi yaratan kimdir?´ Muhakkak sen ´O´dur!´ diyeceksin. Bu takdirde sana denilir ki; ´Sevgi ile ibâdetin değeri O´nun katından gelen nimetlerdir. O nimetleri senin bir hakkın olmadığı halde sana vermiştir´. Bu bakımdan ucb´a kapılmak O´nun cömertliğiyle olur; zira o senin varlığını, sıfatlarının varlığını, amellerinin varlığını ve sebeplerini sana ihsan etmiştir. Durum bu iken âbidin ibâdetiyle, âlimin ilmiyle, güzelin güzelliğiyle, zenginin zenginliğiyle ucb´a kapılmasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bütün bunlar ALLAH´ın faziletindendir. Ancak kişi, ALLAH´ın faziletinin ve cömertliğinin feyezan ettiği merkezdir. Merkez de onun fazilet ve cömertliğindendir.

İtiraz: Amellerimi bilmemem mümkün değildir. Çünkü onları yapan benim! Onlardan ötürü sevap bekleyen benim! Eğer onlar benim amelim olmasaydı ben sevap bekler miydim? Eğer ameller, yoktan var etmek yoluyla ALLAH´ın mahlûkları olsa artık benim için sevap nerede kalır? Eğer ameller benden ise, benim kuvvet ve kudretimle olmuşsa, ben onlardan ötürü nasıl ucb´a kapılmayayım?

Cevap: Buna iki şekilde cevap verilir: Birincisi apaçık bir haktır. Diğerinde ise bir tür müsamaha vardır. Apaçık hakka gelince, sen, senin kudretin, iraden, hareketin ve bütün bunlar ALLAH´ın yarattıklarından ve yoktan var ettiklerindendir. Sen yaptığın zaman, yapmadın, ancak (O´nun yardımıyla yapmış oldun). Namaz kıldığın zaman sen kılmadın, (ancak O´nun yardımıyla kıldın).

Attığın zaman sen atmadın. ALLAH attı. (Enfâl/17) İşte kalp sahiplerine keşfolunan hakîkat budur.

Bu, gözün görmesinden daha açık bir şekilde müşâhede edilir. Seni, âzalarını, o âzalardaki kuvvet, kudret ve sıhhati ALLAH yarattı. Senin için akıl ve ilmi O yarattı. Senin için iradeyi O yarattı. Eğer sen bunlardan herhangi bir şeyi nefsinden yok etmek istersen buna gücün yetmez. Sonra âzalarında hareketleri yarattı. Yaratmak hususunda O´nunla beraber senin cihetinden gelen bir ortaklık olmaksızın bunları yaratmaya başladı. Bunları tertib üzere yarattı. Azada kuvveti ve kalpte iradeyi yaratmadan önce hareketi yaratmadı. Maksat ve murada taallûk eden ilmi yaratmadan önce iradeyi yaratmadı. Bu nedenle O´nun yaratmadaki tedricî prensibidir ki sana ´amelini var etmişsin´ hayalini verir. Halbuki sen burada yanılmaktasın. Bunun izahı ve ALLAH´ın yarattığı amelden dolayı sevabın keyfiyetinin takriri Şükür Kitab´ında gelecektir. Çünkü orası bunun izahına daha uygundur.
Biz şimdilik senin müşkilatmı içinde bir tür müsamaha bulunan cevapla halletmeye çalışalım: Sanırsın ki amelin senin kudretinle var olmuştur(!) Senin kudretin neredendir?

Halbuki amel ancak senin varlığınla tasavvur edilebilir. Amelin, iraden, kudretin ve amel için diğer sebeplerin varlığı düşünüldükten sonra, amel düşünülebilir. Bütün bunlar senden değil, ALLAH´tandır. Eğer amel kudretle ise, kudret onun anahtarıdır. Bu anahtar da ALLAH´ın elindedir. ALLAH sana anahtarı vermedikçe, amel yapmak gücün dahilinde değildir. İbadetler hazinelerdir. Onlara saadetlerle varılır. Onların anahtarları kudret, irade ve ilimdir. Bütün bunlar şeksiz ve şüphesiz ALLAH´ın kudret elindedir.

Acaba bütün dünya hazinelerini bir kale içinde görsen, o kalenin anahtarı da öyle bir hazinedarın elindedir ki eğer o kalenin kapısında bin sene oturup duvarlarının etrafında bin sene gezsen onun bir dinarına bakma imkânını dahi sana vermez. Eğer sana anahtarı verirse, kolaylıkla elini uzatıp alırsın. O hazinedar sana anahtarları verdiği, o kaleye seni girdirip açma imkânlarını sana verdiği zaman, sen de elini uzatıp onu alırsan senin ucb´a kapılman hazinedarın anahtarları sana vermesiyle mi veya elini uzatıp anahtarları almanla mı olacaktır? Sen bunun hazinedardan bir nimet olduğundan şüphe etmezsin. Zira elin hareketiyle malı almak, az bir külfettir. Düğüm, ancak anahtarların teslimiyle çözülür. Aynen böyle kudret halkedildiği, kesin irade musallat kılındığı, yapmaya teşvik edici şeyler harekete geçtiği, engeller senden uzaklaştırıldığı zaman amel sana kolay gelir. Amelin teşvikçilerini harekete geçirmek, engelleri ortadan kaldırmak, sebepleri meydana getirmek, bütün bunlar ALLAH´tandır. Bunların hiç biri senden değildir. Bundan dolayı bütün işleri elinde tutan ALLAH´ın kuvvet ve kudretinden hayret etmeyip kendi nefsinin cılız kuvvetiyle hayrete kapılman anormalliktir. Sen ALLAH Teâlâ´nın seni fâsık kullarına, bir lütfu ve keremi olarak tercih ettiğine, o fâsıklara, fesada davet edici fikirleri musallat kılıp o fikirleri senden uzaklaştırdığına, fâsıklara şehvet ve lezzetlerin sebeplerini elde etme imkânını verip, bunları yararına olsun diye senden uzaklaştırdığına, onlardan hayra çağıran sebepleri uzaklaştırıp hayrı işlemeyi sana, şerri işlemeyi de onlara kolaylaştıran ve hayrın teşvikçilerini sana musallat kılan ALLAH olduğu halde ve bütün bunları da senin bir hakkın olmadığı halde sana ikram eden, fâsığıın da geçmiş bir suçu bulunmadığı halde onu öyle kılan, seni ona tercih eden, faziletine mazhar kılan, asiyi uzaklaştıran, adaletiyle şekavete sürükleyenin O olduğunu bilip bütün bunlardan sonra yine de nefsine paye verip ucb´a kapılırsan, doğrusu bu şâyân-ı hayrettir!
Hâl böyle iken, senin kudretin -kudretin dahilinde olana- ancak ALLAH´ın muhalefeti mümkün olmayan bir teşvikçiyi sana musallat kılmasıyla olur. O fiile -her ne kadar tahkikte faili sen olsan da-seni mecbur eden O´dur. Bundan ötürü şükür ve nimet senin değil, O´nundur. Tevhid ve Tevekkül bölümünde sebeplerin ve müsebbiblerin zincirlemesinin beyanından ALLAH´tan başka hakikî failin olmadığını, ondan başka yaratıcının bulunmadığını öğreneceksin! Esasen o kimseye hayret etmeli ki ALLAH´ın kendisine akıl ihsan ettiği halde kendisini ilimsiz bir kimseden daha fakir bıraktığına hayret eder ve şöyle der: ´Ben akıllı ve faziletli olduğum halde ALLAH benden nasıl günlük nafakamı meneder de şu kişiye -gafil ve cahil olduğu halde- dünya nimetlerini yağdırır?!´ Hatta nerede ise bunu zulüm görecek kadar ileri gider. Mağrur adam bilmez ki eğer ALLAH ona akıl ve malı birden vermiş olsaydı, zahiren bu zulme daha çok benzerdi. Zira fakir olan cahil şöyle derdi: ´Yarab! Neden sen ona akıl ile zenginliği birden verdin, beni ikisinden de mahrum bıraktın? Neden ikisini birden bana vermedin veya neden birini bana ihsan etmedin?´ Hz. Ali de buna işaret etmiştir. Nitekim kendisine ´Neden akıllılar fakirdirler?´ diye sorulduğu zaman, şöyle demiştir: ´Kişinin aklı rızkından düşürülür!´

Şaşılacak şey şudur ki akıllı fakir, çoğu zaman zengin cahili kendisinden daha iyi görür! Halbuki eğer kendisine ´Onun cehaletini ve zenginliğini, aklınla fakirliğinin yerine kabul et´ denilirse bunu kabul etmeyişi; ALLAH´ın ona vermiş olduğu nimetin daha büyük olduğuna delâlet eder. O halde neden cahile verilen zenginliğe hayret eder? Fakir ve güzel kadın, çirkin kadının üzerinde zînetler gördüğü zaman hayret ederek şöyle der: ´Bu güzelliğim süsten nasıl mahrum olur? O çirkinlik nasıl bu zînetlere sahip olur?´ Halbuki mağrur kadın bilmez ki onun tabiî güzelliği,rızkından sayılır. Eğer kendisine ´Ya tabiî güzelliği veya zengin-likle çirkinliği kabul et´ dense, elbette tabiî güzelliği seçer. O halde ALLAH´ın ona vermiş olduğu nimet daha büyüktür.

Akıllı ve fakir hakimin kalbinden ´Yarab! Neden beni dünyadan mahrum ettin? Dünyayı cahillere verdin?´ demesi, tıpkı sultan tarafından kendisine at verilen bir kimsenin ´Ey sultanım! Ben at sahibi olduğum halde neden bana hizmetkâr vermedin?´ demesi gibidir. Bu bakımdan sultan ona şöyle diyebilir: ´Eğer ben sana atı vermemiş olsaydım sen hizmetkârı başkasına vermeme hayret etmezdin! O halde sanki ben sana atı vermemişim gibi bir düşün bakalım! Acaba sana vermiş olduğum nimetim, senin için bir hüccet mi oluyor ki onunla başka bir nimet istiyorsun?´

İşte bunlar´ cahillerin yakalarını kurtaramadığı birtakım vehimlerdir. Bütün bu vehimlerin kaynağı cehalettir. Cehalet de ancak, kulun amelinin ve vasıflarının tümünün ALLAH katında birer nimet olduklarını ve kul müstehak olmadan ALLAH Teâlâ´nın bu nimeti kendiliğinden kuluna ihsan ettiğini bilmekle ortadan kalkar. Tevazu ve teşekkür etmeyi insana gerekli kılar. Zevalinden korkmayı da nasip eder! Bunu bilen bir kimse için ilmiyle veya ameliyle ucb´a sapmak tasavvur olunamaz. Zira bunun ALLAH´tan olduğunu bilir. Nitekim Hz. Dâvud (a.s) şöyle demiştir: ´Yarab! Hiçbir gece yok ki Dâvud´un aile efradından biri ibadet etmesin. Hiçbir gün yok ki Dâvud´un aile efradından biri mutlaka oruçlu olmasın!´

Başka bir rivayette ´Gecenin veya gündüzün herhangi bir saati yok ki o saat de Dâvud´un ailesinden biri sana ibadet etmesin. Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya senin zikrini yapar´ diye varid olmuştur. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, Dâvud kuluna şöyle vahy gönderdi: ´Acaba bu kuvvet onlara nereden verilmiş? Muhakkak ki o kuvvet ancak bendendir. Eğer sana yardımım olmasaydı buna güç yetiremezdin. Gelecekte seni nefsine havale edeceğim´.

İbn Abbas (r,a) der ki: ´Dâvud´a (a.s) isabet eden zelle (günah) ancak ameliyle ucb´a kapılmasından ileri geldi. Zira Dâvud (a.s) ameli, Dâvud´un aile efradına izafe ederek onunla nazlandı. Vaktâ ki nefsine havale edildi, pişmanlık ve üzüntüyü gerektiren zelleyi işledi´.82
Dâvud (a.s) dedi ki:
-Yarab! İsrâiloğulları, neden İbrahim, İshak ve Yâkub´un yüzü suyu hürmetine senden istiyorlar!

-Ben onları belâlandırdım. Onlar sabrettiler!

-Beni de belâlandırırsan sabrederim!Böylece vakti gelmeden önce ameliyle nazlandı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:

-Ben onlara belâ olarak verdiğim birşeyi haber vermedim.

Hangi ayda ve hangi günde olacağını söylemedim. Halbuki sana şu içinde bulunduğun senede, içinde bulunduğun ayda ve yarın bir kadınla seni imtihan edeceğimi haber veriyorum. Bu bakımdan nefsini koru!83

İşte bundan dolayı Hz. Dâvud (a.s) girmiş olduğu girdaba girdi. Hz. Peygamber´in ashabı da Huneyn gününde kuvvetlerine ve çokluklarına güvenip, ALLAH´ın kendilerine olan yardımını unuttukları ve ´Biz bugün azlıktan ötürü mağlup olmayız´ dedikleri zaman, nefislerine havale edildiler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:

Andolsun ALLAH size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanızı dönmüştünüz! (kaçmıştınız).(Tevbe/25)

İbn Uyeyne, Hz. Eyyûb´un (a.s) şöyle dediğini rivayet eder: ´Ya ilahî! Beni bu belâ ile müptela ettin! Halbuki bana herhangi bir emir geldiğinde mutlaka senin isteğini kendi isteğime tercih ettim´. Bunun üzerine bir buluttan, onbin ayrı sesle ´Ey Eyyûb! O fazilet sana nereden gelmiştir?´ diye seslenildi.

Râvi der ki: ´Eyyûb (a.s) bunun üzerine, yerden kum ve toprak avuçlayıp başına serpti ve şöyle dedi: ´Senden yarab! Senden yarab!´ Böylece unutkanlığından onu ALLAH´a izafe etmeye döndü ve bunun için ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu:

Eğer üzerinizde ALLAH´ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi aslâ temizlemezdi.(Nûr/21)

Hz. Peygamber (s.a) insanların en hayırlısı oldukları halde as-hâbına şöyle hitap etti:

-Hiç kimse yoktur ki ameli onu kurtarsın!

-Sen de mi ya Rasûlullah?

-Benim de amelim beni kurtaramaz! Ancak RABBİMin rahmetiyle beni örtmesi hariç!84

Hz. Peygamber´in ashâbı kendisinden sonra toprak, saman ve kuş olmalarını temenni ederlerdi. Hem de amellerinin ve kalplerinin saflığına rağmen:.. Durum bu iken, acaba basiret sahibi nasıl ameliyle ucb´a kapılıp onunla cilveler yapıp nefsi için korkmayacaktır?

Vaziyet bu iken ucub lekesini kalpten söküp atan ilaç ancak budur. Bu düşünce kalbe hâkim olduğu zaman, bu nimetin elinden alınacağı korkusu kalbi, amellerle ucb´a kapılmaktan meneder. Kalp kâfir ve fâsıklara bakar, onların daha önce işlemiş oldukları bir günah olmaksızın, iman ve taat nimetinden mahrum kılındıklarını görür. Bu durumdan korkar ve şöyle der: ´ALLAH, suçsuz mahrum etmekten perva etmez. Nice mü´min vardır ki dininden dönmüş, nice mutî vardır ki fâsık olmuş ve sonucu kötülükle kapanmıştır´. İşte böyle bir düşünce ile beraber hiçbir halde ucub kalamaz. ALLAH herkesten daha iyi bilir.

_________________

82) Hakim ve Beyhakî, Şuab´ul-İman
83) İbn Cerir, (İbn-i Abbas´tan)
84) Müslim, Buhârî
 
Alt 02-23-2009, 21:15   #137
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ucub´u Gerektiren Şeylerin Kısımları ve İlacının Tafsilatı
Daha önce zikrettiğimiz böbürlenmenin sebepleriyle ucub meydana gelir. Bazen de böbürlenmeye vesile olmayan birşey ile insan ucb´a kapılır. Cehaletiyle kendisine süslü püslü görünen yanlış fikirden ucb´a kapılması gibi... Ucb´a yol açan şeyler sekiz tanedir.

Birincisi: Güzelliği, giyinişi, sıhhati, kuvveti, fiziğinin ve sesinin güzelliği hususunda bedeniyle ucb´a kapılmaktır. Kısacası her şeyi ile ucb´a kapılmaktır. Bu bakımdan nefsinin güzelliğine bakar ve bu güzelliğin ALLAH´tan gelen bir nimet olduğunu ve her durumda zevale mahkum olduğunu unutur. Bu şekilde ucb´a kapılmanın tedavi yolu; güzelliğiyle kibre kapılmak hakkında belirttiğimiz ilacın aynısıdır. O da şudur: ´İçindeki pislikleri, başlangıcını, sonunu düşünmeli, güzel yüzler ve yumuşak bedenlerin toprak altında nasıl paramparça olduklarını, kabirlerde nasıl koktuklarını düşünmelidir. Tabiatların kendilerinden nasıl ürker bir vaziyete geldiğini çok iyi düşünüp ibret almalıdır.
İkincisi: Kuvvet ve kudretiyle ucb´a kapılmasıdır. Nitekim Ad85 kavminden hikâye olunduğu gibi, ALLAH´ın haber verdiğine göre onlar dediler ki:
Bizden daha kuvvetli kim var? (Fussllet/15)

Nitekim Uc86 kuvvetine güvenerek, kuvvetinden dolayı ucb´a kapılarak büyük bir kayayı Hz. Musa´nın ordusu üzerine atmak için kaldırdı. ALLAH Teâlâ, kaya parçasını, Hüdhüd kuşunun gagası ile Uc´un boynuna geçirmek üzere deldirdi. Bazen mü´min bir kimse de kuvvetine güvenir. Nitekim Hz. Süleyman´dan şöyle rivayet ediliyor:

Muhakkak bu gece yüz hanımımın odalarına gideceğim; (onlarla birlikte olacağım)
Hz. Süleyman ´Eğer ALLAH dilerse´ demeyi unuttu ve dolayısıyla istediği evlattan mahrum oldu.87 Hz. Dâvud´un ´Eğer beni belâlandırırsan sabredeceğim´ sözü de böyledir. O, kuvvetinden ucb´a kapılarak ve kuvvetine güvenerek bunu söyledi. Kadınla imtihan edildiği zaman sabredemedi.88

Kuvvetle ucb´a kapılmak, savaşlarda hücum etmeyi, nefsi tehlikeye atmayı, kötülükle kasteden herkesi öldürmeyi ve vurmakta acele etmeyi beraberinde getirir. Bu tür ucb´un tedavisi, daha önce zikrettiğimiz şekildedir. Bilmelidir ki eğer bir günlük sıtmayı ALLAH Teâlâ kendisine musallat kılarsa kuvveti zayıflar. O kuvvet ile ucb´a kapıldığı takdirde, ALLAH´ın kendisine musallat kılacağı ufak bir âfetle o kuvvetin kendisinden selbedebileceğini de bilmelidir!

Üçüncüsü: Akıl ve zekasından, din ve dünya işlerinin inceliklerini sezdiğinden ucb´a kapılmaktır! Böyle bir ucb´un semeresi; kendi görüşünü beğenmek, meşvereti terketmek, kendisine ve görüşüne muhalif olan kimseleri cehaletle itham etmektir! Böyle bir kimse ehl-i ilme az kulak verdiğinden, aklı ve reyiyle kendisini büyük saydığından dolayı, onlardan yüz çevirmeye, onları hakir ve zelil görmeye cesaret eder. Bu tür ucb´un tedavisi ALLAH´ın kendisine rızık olarak verdiği akıldan dolayı ALLAH´a teşekkür etmesi, bu aklı dimağına isabet edecek az bir hastalıkla nasıl deliliğe çevirebileceğini, kendisini nasıl gülünç bir duruma sokabileceğini düşünmektir. Bu bakımdan böyle bir kimse, eğer aklıyla ucb´a kapılırsa ALLAH´ın, aklı kendisinden alacağından emin olmamalıdır. Eğer onun şükrünü ifa etmezse, korkmalıdır. O halde kişi akıl ve ilmini az saysın ve bilsin ki kendisine ilimden pek az verilmiştir. Her ne kadar ilmi geniş ise de bildikleri bilmediklerinden daha azdır ve böyle bir kimse aklını daima itham etmeli, ahmaklara bakmalıdır. Halk onlara güldüğü halde, onlar akıllarını nasıl beğeniyorlar? Dolayısıyla bilmediği halde onlardan olmaktan sakınmalıdır. Zira aklı kısa olan bir kimse hiçbir zaman aklının kusurunu bilmez. Bu bakımdan aklının derecesini nefsinden değil, düşmanlarından öğrenmelidir. Zira kendisine yağ çeken bir kimse onu över, dolayısıyla onun ucb´u gittikçe kabarır. Halbuki o nefsi için sadece iyi şeyler düşünür. Nefsinin cehaletini bir türlü sezemez ve dolayısıyla bu övgü ile ucb´u daha da artar.

Dördüncüsü: Şerefli bir neseb ve soyla ucb´a kapılmaktır. Haşimî89 soyundan gelenlerin ucb´u gibi... Hatta bazıları nesebinin şerefiyle, ecdadının kurtuluşuyla kurtulacağını ve affolunacağını sanır(!) Bazıları da bütün insanların kendisinin kölesi ve kulu olduğunu düşünür. Bu tür ucb´un tedavisi şunları bilmesidir: Ne zaman fiil ve ahlâkında ecdadına muhalefet ederse, buna rağmen onların zümresine iltihak edeceğini sanırsa, cehalet girdabına girmiş olur. Eğer ecdadına uyarsa, ucb´a kapılmak onların ahlâkından değildir. Korku, nefsini hakir görmek, halkı büyütmek, nefsini zemmetmek onların ahlâkından idi. Onlar ibadet, ilim ve güzel hasletlerle şeref bulmuşlardır, neseble değil! Bu bakımdan ecdadı hangi yoldan şeref bulmuşsa, o da o yoldan şeref arasın. Zira onlarla, ALLAH´a ve son güne iman etmeyen kimseler de nesebde eşittirler. (Ebu Leheb´le Hz. Peygamber gibi) ve kabilelerde ortaktırlar. Halbuki bu kâfirler ALLAH katında köpeklerden daha şerîr, domuzlardan daha şenî´dirler.

Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık! (Hucurât/13)

Yani neseb bakımından aranızda herhangi bir fark yoktur. Çünkü hepiniz aynı asıldan geliyorsunuz. Sonra ALLAH Teâlâ, nesebin faydasını zikrederek şöyle buyurdu:

Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. (Hucurât/13)

Sonra ALLAH Teâlâ, şerefin neseble değil, takvâ ile olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
ALLAH katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır.(Hucurât/13)

Hz. Peygamber´i ´insanların en şereflisi ve en akıllısı kimdir?´ diye sorulduğu zaman ´Benim nesebimden gelen bir kimsedir!´ demeyip, şöyle dedi:

İnsanların en şereflisi, en fazla ölümü anan ve en fazla ölüm için hazırlıklı bulunanıdır.90

Yukarıda bahsi geçen ayet-i celîle, Bilâl´in Mekke´nin fethedildiği günde Kâbe´nin damına çıkıp ezan okuduğu, Hâris b. Hişam, Süheyl b. Amir ve Hâlid b. Useyd´in ´Bu simsiyah köle mi ezan okuyor!´ dedikleri zaman nazil olmuştur.

ALLAH katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır.(Hucurât/13)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şüphe yoktur ki ALLAH Teâlâ, sizden cahiliyet devrinin kibrini gidermiştir. Hepiniz Âdem´in oğullarısınız. Âdem de topraktandır.91

Ey Kureyş cemaati! İnsanlar kıyamet gününde amellerle, sizler de sırtlarınıza almış olduğunuz dünya ile gelmeyesiniz! (O zaman) ´Ya Muhammed! Ya Muhammed!´ diye sesleneceksiniz. Ben de sizden yüz çevireceğim.92

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, eğer onlar dünyaya meylederlerse, onlara Kureyş soyundan gelmelerinin kendilerine hiçbir yarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur.

´En yakın akrabalarını korkut!´ (Şuarâ/24) ayeti nâzil olduğu zaman, Hz. Peygamber akrabalarını çağırdı ve onlara şöyle dedi:

Ey Muhammed´in kızı Fâtıma! Ey Muhammed´in halası ve Abdülmuttalib´in kızı Safiye! Nefisleriniz için amel işleyin. Çünkü ben sizi ALLAH´ın azabından hiçbir şekilde koruyamam.93

Bu emirleri bilen ve aynı zamanda şerefinin takvâsı nisbetinde olduğunu anlayan ve yine geçmişlerinin âdetinin mütevazi davranmak olduğunu bilen bir kimse takvâ ve tevazu hususunda onlara uyar. Aksi takdirde lisan-ı hâliyle kendi soyunu tenkid etmiş olur. Onların soyundan gelse bile tevazu, takvâ, ALLAH korkusu hususunda onlara ayak uydurmazsa, hâl lisanıyla soyunu tenkid etmiş olur.

Soru: Hz. Peygamber, kızı Fâtıma ve halası Safiye´ye yukardaki sözlerini söyledikten sonra şöyle buyurdu:

Muhakkak ben ikiniz için ALLAH´ın azabını uzaklaştırmak hususunda hiçbir fayda sağlayamam. Ancak sizin (benimle) bir yakınlığınız vardır. Ben dünyada o hakkınızı vereceğim.94
Acaba Benî Süleym (Araplardan bir kabiledir), benim şefaatimi umar da Benî Abdülmuttalib ummazlar mı?95

Bu hadîsler, Hz, Peygamber´in yakın akrabalarına özel bir şekilde şefaat edeceğine delâlet eder.

Cevap: Her müslüman Hz. Peygamber´in şefaatini bekler. O halde onun soyundan gelenin beklemesi daha uygundur. Fakat soyundan gelenin şefaatini beklemesi ancak ALLAH´ın gazabından sakınmak şartıyla yerinde bir ümit olur. Çünkü ALLAH Teâlâ, eğer bir insana gazab ederse, hiç kimseye o insan için şefaat etme iznini vermez. Zira günahlar, ALLAH Teâlâ´nın öfkesini gerektirir ve dolayısıyla sahibine şefaat iznini vermemeyi icabettiren, şefaatten dolayı bağışlanan kısımlara ayrılır. Tıpkı dünya sultanlarının katındaki suçlar gibi... Zira sultan nezdinde büyük mertebeye sahip olan bir kimse için, sultanın öfkesini gerektiren bir harekette bulunan kimseler için şefaat etme yetkisi yoktur. Bu bakımdan bir-takım günahlar vardır ki şefaat insanı onlardan kurtaramaz.

ALLAH onların önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. ALLAH´ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve on-lar O´nun korkusundan titrerler.(Enbiya/28)

Onun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir?(Bakara/255)

Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.(Müddessir/48)

O´nun huzurunda, O´nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.(Sebe/23)

Günahlar, şefaat kabul edilen ve edilmeyen kısımlara ayrıldıkları zaman, elbette korkmak ve titremek gerekir. Eğer her günah hakkında şefaat kabul olunsaydı, Hz. Peygamber Kureyşlilere ibadet ve taatı emretmezdi ve yine Hz. Peygamber, kızı Fâtıma´yı masiyetten sakındırmazdı. Ona -hâşâ- şehvetlerin arkasında gitmeyi, dünyadaki lezzetleri alabildiğince almaya izin verirdi. Sonra ahirette ona şefaat ederdi! Bu bakımdan günahlara dalmak, takvâyı terketmek, bunu da şefaat ümidine istinaden yapmak, hastanın babasına, kardeşine, başka bir yakınma veya doktora güvenerek şehvetlere dalmasına benzer. Böyle yapmak cahilce bir harekettir. Zira doktorun çabası ve ustalığı bütün hastalıklarda değil, ancak bir kısım hastalıklarda fayda verir, Bu bakımdan sadece tıbba güvenerek korunmayı terketmek caiz değildir. Belki doktor bazı yönlerden tesir yapabilir. Bu da gizli hastalıklar ve mizacın normal durumunun bozulması çağında olabilir. Bu bakımdan peygamberlerin ve sâlihlerin akrabalarına ve yabancılara şefaatlerinin fayda vereceğini düşünmek uygundur. Çünkü bu da aynen doktor ve hastanın misaline benzer. Bu şefaat, korkuyu, sakınmayı ortadan kaldırmaz. Nasıl kaldırabilir? Halbuki Hz. Peygamber´den sonra halkın en hayırlısı onun ashabı idi. Onlar da ahiret korkusundan takvâlarının kemâline, amellerinin güzelliğine, kalplerinin saflığına (ve Hz. Peygamber´in özel olarak onlara cenneti va´detmesine, diğer müslümanlara da umumî olarak şefaati va´detmesine) rağmen sorumsuz hayvanlar olmayı temenni ederlerdi. Bütün bu va´dlere bakarak gevşemezlerdi Korku ve huşû onların kalplerinden ayrılmazdı. Acaba onlar gibi Hz. Peygamber ile sohbeti ve arkadaşlığı olmayan bir kimse nasıl nefsini beğenir ve şefaate güvenebilir?

Beşincisi: Zâlim sultanların ve yardımcılarının soyundan olması ile ucb´a kapılır. Din ve ilimden gelen soyla, şerefle değil! Bu ise cehaletin en koyusudur. Bunun tedavisi o zâlim sultanın ve yardımcılarının nasıl mahcub olduklarını, ALLAH´ın kullarına karşı ne gibi zulümler yaptıklarını, ALLAH´ın dininde nasıl fesad çıkardıklarını düşünmesidir ve yine onların ALLAH katındaki sevimsizliklerine, onların ateşteki durumlarına, pis kokularına ve ateşte kendilerinden akan pisliklere bakarsa, muhakkak onlardan tiksinecek, onlara nisbet edilmekten kaçacak, kendisini onlara nisbet edene şiddetle karşı çıkacaktır. Bütün bunları da onları çirkin ve hakir gördüğünden dolayı yapar. Eğer geçmişlerin kıyametteki zilletleri, hasımlarının yakalarına yapışmış oldukları, azap meleklerinin alınlarından tutup da kullara yapmış oldukları zulümden dolayı onları yüzüstü cehenneme sürükledikleri kendisine keşfolunsa, muhakkak onlara mensup olmaktan ALLAH´a sığınır, köpek ve domuza nisbet edilmesi onlara nisbet edilmesinden kendisine daha hoş gelir. Bu bakımdan zalim kimselerin soyundan olanların -eğer ALLAH onları ecdadlarının zalimliğinden korursa-dindarlığmdan ötürü ALLAH´a şükretmeli, eğer ecdadları müslüman ise, onlara da af dilemelidir. Onlara nisbet edilmesiyle ucb´a kapılmak katıksız bir cehalettir.

Altıncısı: Etbâ, yardımcı, akraba, aşiret, hizmetkâr, köle ve evlatlarının çokluğuyla ucb´a kapılmaktır. Nitekim kâfirler şöyle demişlerdir:

Dediler ki: ´Biz mallar ve çocuklar bakımından (sizden) daha fazlayız´.(Sebe/35)

Nitekim mü´minler Huneyn gününde dediler ki: ´Biz azlıktan bugün mağlup olmayız´. Bu tür ucb´un tedavisi, kibir hakkında söy-lediklerimizle mümkündür. Şöyle ki: Kişi zayıflığını ve ucbuna sebep olan kimselerin zayıflığını ve onların aciz kullar olduğunu, nefislerine ne fayda ve ne de zarar verme yetkilerinin olmadığını ve nice az toplulukların, çok "toplulukları ALLAH´ın izniyle mağlup ettiklerini düşünmelidir.

Bütün bu düşüncelerden sonra kişi onların çokluğu ile nasıl ucb´a kapılır? Halbuki öldüğü zaman tek başına, zelil ve rezil bir şekilde kabrine konulacak, onların tümü ondan ayrılacaklar. Ne ailesi, ne çocuğu, ne yakını, ne dostu ve ne de soyundan olan herhangi bir kimse onunla beraber kabrinde durmaz. Onu çürümeye, yılan, akrep ve kurtlara terkederler. Bunlara karşı ona hiçbir faydaları da olmaz! O, onlara en muhtaç olduğu bir devrede onlardan bir fayda görmez ve yine kıyamet gününde de ondan kaçarlar.

O gün kişi kaçacak kardeşinden, annesinden, babasından, zevcesinden ve oğullarından...
(Abese/34-36)

Bu bakımdan senin en zor durumlarında senden ayrılan ve senden kaçan bir kimseden hangi hayır ve menfaati umarsın? Kabirde ve kıyamette sana faydası dokunmayan bir kimse ile nasıl ucb´a kapılırsın? Halbuki köprü üzerinde senin amelinden ve ALLAH´ın faziletinden başka sana fayda verecek hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan sana fayda vermeyen bir kimseye güvenip de senin faydanı ve zararını, ölümünü ve hayatını elinde tutan ALLAH´ın nimetlerini nasıl unutursun?

Yedincisi: Mal ile ucb´a kapılmaktır. Nitekim ALLAH Teâlâ, iki bahçe sahibinden haber vererek şöyle buyurdu:

Ben malca senden daha zenginim. Toplulukça da senden daha kuvvetliyim.(Kehf/34)

Hz. Peygamber, zengin bir kişinin bir fakirin yanında oturup ona yüzünü ekşittiğini ve fakir dokunmasın diye elbiselerini çektiğini görünce şöyle buyurdu:

Acaba sen onun fakirliğinin sana sirayet edeceğinden mi korktun?90

Adam zenginlikle ucb´a kapıldığından dolayı bunu yaptı. Bu ucb´un tedavisi, malın âfetlerini, haklarının çokluğunu, tehlikelerinin büyüklüğünü düşünmekle olur. Bu ucb´a kapılan kişi, fakirlerin faziletine, kıyamette zenginlerden önce cennete gideceğine, malın gelip-geçici olup asılsız olduğuna, yahudilerin zenginlikte kendisinden üstün olanlarına ve Hz. Peygamber´in şu hadis-i şerifine bakıp düşünsün:

Bir kişi nefsini beğendiği halde süslü elbisesine bürünerek sallana sallana yürürken ALLAH Teâlâ o anda yere emir verdi. Yer onu yuttu. O, kıyamet gününe kadar yere batacaktır.97

Bu hadisi serifiyle Hz. Peygamber, kişinin mal ve nefsinden ötürü ucb´a kapılmasının cezasına işaret etmektedir.

Ebu Zer el-Gıfârî şöyle anlatıyor: ´Hz. Peygamber ile beraberdim. Hz. Peygamber mescide girip bana: ´Ey Ebu Zer! Başını kaldır!´ dedi. Başımı kaldırdım. Sırtında güzel bir elbise bulunan birini karşımda gördüm. Sonra yine ´Başını kaldır!´ dedi. Başımı kaldırdım. Karşımda sırtında eski bir elbise bulunan birini gördüm. Sonra Hz. Peygamber bana şöyle buyurdu:

İşte şu elbisesi eski olan kişi ALLAH katında, öbürünün yeryüzünü dolduracak kadar benzerinden daha üstündür.98

Zühd ve ayrıca Dünya ve Mal´ın Zemmi adlı bölümlerde söylediklerimizin tümü, ALLAH katında zenginliğin hakirliğini, fakirliğin de şerefini belirtmektedir. Durum bu iken, acaba imanlı bir kimsenin, servetinden dolayı ucb´a kapılması nasıl tasavvur edilebilir? Aksine mü´min bir kimse malda olan hakları yerine getirmek hususunda, kusurlu oluşundan korkar. Malı helâlinden edinmiş midir? Bu hususta düşünüp korkar. Bunu yapmayan bir kimsenin sonucu rezil ve rüsvay olmaktır. Bu bakımdan kişi malından dolayı nasıl olur da ucb´a kapılabilir?

Sekizincisi: Yanlış görüşle ucb´a kapılmaktır.
Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu?(Fâtır/8)

Onlar o kimselerdir ki dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.(Kehf/104)

Hz. Peygamber, bu durumun, Ümmet-i Muhammed´in son gelenlerine galebe çalacağını haber vermiştir. Zaten geçmiş ümmetler de bu belâdan dolayı helâk oldular. Zira onlar fırkalara ayrıldılar. Her fırka görüşünü beğendi ve her hizip kendi fikirleriyle sevindiler. Bid´at ve dalâlet ehli; kendi yanlış fikirlerini benimsediklerinden dolayı o fikirlerinde ısrar ederler. Bid´at ve ucb´a kapılmak demek, hevâ-i nefis ve şehvetin kendisini sürüklediği hedefi hak zannederek benimsemek demektir.

Bu ucb´un tedavisi, diğer çeşitlerin tedavisinden daha zordur. Çünkü yanlış fikrin sahibi, yanlışlığının cahilidir. Yani yanıldığını bilmemektedir. Eğer bilseydi derhal terkederdi. Bilinmeyen bir hastalık tedavi edilemez. Cehalet bilinmeyen bir hastalıktır. Bu bakımdan onun tedavisi gerçekten zor ve müşkildir. Zira ârif bir kimse cahil bir kimseye, cahilliğini göstermeye ve ortadan kaldırmaya muktedirdir. Ancak cahil kimse görüşünü ve
cehaletini benimsediği takdirde ârife kulak vermez. Onu itham eder, Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, bu cahile kendisini yok edici bir belâyı musallat kılmıştır; Cahil o belâyı nimet sanır. Durum bu iken onun tedavisi nasıl mümkün olabilir? Onun kendi inancına göre, saadetinin sebebi olan bir şeyden kendisini uzaklaştırmak nasıl ümit edilebilir? Sonuç olarak onun tedavisi görüşünü ve fikrini daima itham etmesidir. Ancak Kur´an´ın veya hadîslerin veya sıhhatli delillerin bütün şartlarını içeren bir aklî delilin onun fikrinin doğruluğuna şahitlik etmesi hariç!

İnsanoğlu şer´î ve aklî delilleri, o delillerin şartlarını, o delillerdeki gizli yanlışlıkları ancak râcih bir tabiat, delici bir akıl, ciddi bir çalışma ile tanır, Kitab ve Sünnet´i öğrenmek, ilim meclislerinde ömür boyunca bulunmak, ilimleri ders olarak almak suretiyle bilir. Buna rağmen yine bazı işlerde yanlış gitmesinden emin değildir. Bütün ömrünü ilim yolunda sarfetme imkânından mahrum olan bir kimse için doğru yol; mezheplere (itikadî mezhep ve görüşlere) dalmamak, onlara kulak vermemek ve onları dinlememektir.

Fakat şuna inanmalıdır: ALLAH birdir. O´nun ortağı yoktur. O´nun misli birşey yok! İşitici ve görücü O´dur. O´nun peygamberi de haber verdiği hakikatlerde sâdıktır. Bu inançla selefin yoluna tâbi olmalıdır. Kitab ve Sünnet´in söylediklerini deşmeden, tafsilatını sormadan, olduğu gibi inanmalı ve şöyle demelidir: İman ettik ve doğruladık!´ Takvâ, günahlardan sakınmak, ibadetleri edâ etmek, müslümanlara şefkat göstermek ve diğer ibadetlerle meşgul olmaktır. Eğer mezheblere ve bid´atlara ve akâiddeki taassuba dalarsa bilmediği bir yönde helâk olur! Böyle hareket etmek, hayatında ilimden başka bir şeyle iştigal etmek isteyen herkesin vazifesidir.

Kendisini ilme adayana gelince, bunun ilk vazifesi, delili ve delilin şartlarını tanımaktır. Bu ise hakkında uzun uzadıya çalışılması gereken konulardandır. Hedeflerin çoğunda yakîn ve marifete varmak çok zordur. Buna ancak ALLAH´ın nûruyla takviye edilen insanlar güç yetirebilirler. Böyle bir insan ise, gerçekten pek enderdir. Bu bakımdan biz ALLAH´tan, dalâlete sapmaktan korun-mamızı talep ederiz. Cahillerin hayalleriyle mağrur olmaktan ALLAH´a sığınırız.

Kitabu Zemm´il-Kibr ve´l-Ucûb (Kibir ve Ucûb´un Zemmi) adlı bölüm burada tamamlanmış oldu. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur. ALLAH bize kâfidir ve O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş, ibadete yöneliş ancak azîm ve yüce olan ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir. ALLAH Teâlâ´dan efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının üzerine rahmet deryalarını boşaltmasını, onlara salât ve selâm etmesini dileriz!

______________

85)Ad kabilesi Araplardan bir kabiledir. Hz. Hud´un kavmi idiler. Leys der
ki: ´Onlar, Ad b. Adiyâ b. Sam b. Nuh´un zürriyetidirler. Diğer Ad´a gelince
onlar Benî Tebibî kabilesidir´.
86)Adı Uc b. Unuk´tur. Hz. Âdem´in devrinde doğup Hz. Musa´nın za-
manına kadar yaşadığı söylenmiştir. Lûgat âlimlerinden Kazaz, Câmi´u1-
Lûğa adlı eserinde onun Firavunlardan bir kişi olduğunu söylemiştir. İmam
Suyûtî ise ´Ne Uc vardı, ne de Unuk, belki uydurmadır´ der.
87)İmam Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî, (Ebü Hüreyre´den)
88)İbn Cerir, (İbn Abbas´tan)
89)Onlar Hâşimoğulları´dır. Alevî (Hz. Ali´nin zürriyeti), Tâlibî ve Câferî (Hz. Câfer-i Tayyar soyundan) olanların hepsi bu soya dahildir.
90)İbn Mâce
91)Ebu Dâvud, Tirmizî
92)Taberânî
93)Müslim, Buhârî, (Ebu Hüreyre´den)
94)Müslim, (Ebu Hüreyre´den)
95)Taberâni, Evsat
96)İmam Ahmed, Zühd
97)Müslim, Buhârî
98)İbn-i Hibban, Sahih
 
Alt 02-23-2009, 21:16   #138
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Gururun Kötülüğü Konusuna Giriş

Emirlerin hazineleri elinde bulunan, hayır ve şerlerin anahtarları kudretine bağlı bulunan ALLAH´a hamd olsun! O ALLAH ki dostlarını karanlıklardan nûra çıkarır. Düşmanlarını gururun felâketlerine daldırır. Salât ve selâm, mahlûkatı şek ve şüphe zulmetinden çıkaran efendimiz Hz. Muhammed´in, ALLAH yolunda şeytanın aldatmasına kurban gitmeyen ve dünya ile aldanmayan âlinin ve ashabının üzerine olsun! Zamanların akıp gitmesi, saatlerin ve ayların birbirini takib etmesi müddetince devam eden bir salât...

Saadetin anahtarı uyanıklık ve sezgidir. Şekavetin kaynağı gurur ve gaflettir. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kulları üzerinde iman ve marifetten daha büyük bir nimeti yoktur.

Basiretin nûruyla kalbin inşiraha kavuşmasından başka ALLAH´a ulaştıran bir vesile mevcut değildir. Küfür ve masiyetten daha büyük bir azap düşünülemez. Küfür ve masiyete, cehalet zulmetinden meydana gelen kalp körlüğünden başka çağırıcı yoktur. Bu bakımdan akıllıların ve basiret sahiplerinin kalpleri şöyledir:

ALLAH göklerin ve yerin nûrudur. O´nun nûru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba cam içindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. (Öyle mübarek bir ağaç) ki neredeyse, ateş dokunmasa da ışık verir. Işığı parıl parıldır.(Nûr/35)

Yahut (onların işleri) engin bir denizdeki karanlıklar gibi-dir. (Bir deniz) ki üstünü bir dalga örtüyor. Üstünden bir dalga daha... Onun üstünde de bir bulut. Birbirinin üstüne yığılmış karanlıklar. İçinde bulunan kimse elini çıkarsa nerdeyse onu dahi göremez. ALLAH bir kimseye nûr vermedikten sonra onun nûru olmaz!(Nûr/40)

Akıllılar o kimselerdir ki ALLAH onları hidayet etmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini İslâm´a ve hidayete açmıştır. Mağrurlar o kimselerdir ki ALLAH onları dalâlete götürmek istemiş, dolayısıyla göğüslerini daracık yapmıştır. Sanki göğe çıkıyormuş gibi zorluk içerisindedirler. Mağrur o kimsedir ki basireti, nefsinin hidayetine kefil olmasın diye durulmamıştır. Körlük içerisinde kalmış, hevâ-i nefsini önder ve şeytanı rehber edinmiştir.
Kim bu dünyada kör ise o, ahirette de kördür ve yol bakımından daha sapıktır.
(İsra/72)

Gurur´un bütün şekavetlerin, helâk edicilerin kaynağı olduğu bilindiği zaman, mutlaka onun giriş ve akış noktalarını ve kendisinde gurur´un meydana geldiği yerlerin tafsilâtını izah etmek gerekir ki onu bildikten sonra mürîd ondan sakınsın ve korunsun. Bu bakımdan muvaffak olanlar, âfetlerin ve fesadın giriş noktalarını tanıyan ve onlardan sakınan kimselerdir. Onlar ki azm ve basiret üzere işlerini bina etmişlerdir. Biz gururun akış merkezlerinin cinslerini, sâlihler, âlimler ve kadılardan mağrur olanların sınıflarını izaha çalışacağız. O mağrurlar ki zâhiri güzel, içi çirkin olan şeylerle aldanmışlardır. Biz bunlardan ötürü gurura kapılmalarının sebebine işaret edeceğiz; zira bu her ne kadar sayılmayacak kadar fazla ise de teker teker sayılmaya ihtiyaç bırakmayacak misallere dikkati çekmek mümkündür.

Mağrurların sınıfları çoktur. Fakat onları dört sınıfta toplamak mümkündür: Birinci sınıf âlimlerden, ikinci sınıf âbidlerden, üçüncü sınıf mutasavvıflardan ve dördüncü sınıf şehvet sahiplerindendir. Bu sınıfların herbirinden gurura kapılan birçok fırkalar vardır. Onların gurur cihetleri de değişiktir. Bu bakımdan onlardan kimi münkeri mâruf (kötüyü iyi) görür. Tıpkı haram maldan toplayıp süslenenler gibi... Onlardan diğer bir grup kendi nefsi için çaba sarfettiği şey ile ALLAH rızası için çaba sarfettiği şeyi ayırdedemez. Bu da gayesi, halkın nezdinde kabul edilip dünya mertebesine varmak olan vâiz gibidir. Onlardan diğer bir grup en mühim vazifeyi terkeder, başka işlerle meşgul olur. Diğer bir grup farzı terkeder, nafile ile meşgul olur. Onlardan diğer bir grup özü terkeder, kabukla meşgul olur. Tıpkı namaz hususunda hedefi, harflerin mahreclerini tashih etmek olan kurrâ (Kur´an okuyucusu) gibi... Bu giriş noktalarından başka birçok noktalar vardır ki bu noktalar ancak mağrurların sınıflarını açıklamak ve misaller vermek suretiyle vuzuha kavuşurlar. Öyleyse biz önce âlimlerin gururunu belirtmekle işe başlayalım. Fakat bunu gururun zemmini, hakikatini ve tarifini beyan ettikten sonra zikredeceğiz.

 
Alt 02-24-2009, 01:16   #139
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Gurur´un Zemm, Hakikati ve Misalleri

ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan) sizi ALLAH hakkında aldatmasın(Lokman/33)

O gün. münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: ´Bize bakın da sizin nûrunuzdan yararlanalım´. Onlara ´Arkanıza (dünyaya) dönün de nur arayın!´ denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki onun içinde rahmet vardır. Dış yönünde de azap! (Münafıklar) mü´minlere şöyle bağırırlar: ´Bizler sizinle beraber değil miydik?´ Mü´minler ´Evet ama siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, beklediniz, şüphelendiniz ve uzun ömür hülyası size aldattı. ALLAH´ın emri gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz), o çok aldatıcı (şeytan), sizi ALLAH(ın affı) ile aldattı´.derler.(Hadîd/13-14)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Akıllıların uykuları ve iftarları ne güzeldir! Onlar ahmakların uykusuzluğuna ve çabasına nasıl olurda gıbta ederler? Oysa takva ve yakîn sahibinin zerre kadar (ameli) yer dolusu mağrur kimselerin amelinden daha üstündür.1

Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonrası için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki hevâsının peşine takılmış, (ameli olmaksızın) ALLAH´ın affından büyük dereceler arzular, temenni eder!

İlmin fazileti ve cehaletin zemini hakkında vârid olan bütün hükümler, gururun kötülüğü için de delildirler. Çünkü gurur, cehalet türlerinin bir kısmından ibarettir; zira cehalet, birşeyi olduğunun hilafına görmektir. Gurur cehalettir. Ancak her cehalet gurur değildir. Aksine gurur, hakkında gurura kapılan özel birşey ile gururlanan kişiyi mağrur kılan birşeyi gerektirir. Bu bakımdan inanılan meçhul şey, hevâ-i nefse uygun birşey, cehaleti gerektiren sebep de şüphe ve fâsid bir hayal ise, kişi o şüpheyi delil olmadığı halde delil sanıyorsa, bununla meydana gelen gurura cehalet ismi verilir. Bu bakımdan gurur, nefsin hevasına uygun düşüp tabiatın meylettiği şeye denir. Bu da şeytandan gelen bir şüphe ve kandırmadan doğup meydana gelir. O halde kendisinin iyi olduğuna inanan bir kimse, ya hâli hâzırda veya gelecekteki bir fâsid şüpheden öyle sanıyorsa mağrurdur ve aldanmıştır. İnsanların çoğu nefisleri hakkında iyi şeyler düşünürler. Oysa yanılıyorlar. O hakle insanların çoğu mağrurdurlar. Her ne kadar gururlarının dereceleri değişik ise de... Hatta bazılarının gururu diğerinin gururundan daha şiddetli ve daha açıktır. O gururların en belirgini ve en şiddetlisi kâfirlerin, âsilerin ve fasıkların gururudur. Bu nedenle biz bu gurura, gururun hakikatini belirtmek için misaller getirelim.

I. Misal

Birinci misal kâfirlerin gururudur. Kâfirlerin bir kısmı vardır ki dünya hayatı onu aldatmıştır. Diğer bir kısmı da vardır ki şeytan onu ALLAH hakkında aldatmıştır. Dünya hayatı kendilerini aldatanlara gelince, onlar şöyle diyenlerdir: "Hazır, borçtan daha hayırlıdır. Öyle ise dünya hazır, ahiret borçtur. O halde dünya ahiretten daha hayırlıdır. Bu bakımdan onu ahirete tercih etmek gerekir´. Yine der ki: ´Yakîn, şekten daha hayırlıdır. Dünyanın lezzetleri yakînî, ahiretin lezzetleri şüphelidir. Bu bakımdan biz yakîni, şüpheli için bırakmayız´. Bunlar fâsid kıyaslardır. İblis´in kıyasına benzer.
Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın.(Sâd/76)

Bu mağrurlara şu ayet-i celîlede de işaret vardır:

İşte onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez.(Bakara/86)

Bu gururun tedavisi, ya iman tasdikiyle veya burhan ile olur. Mücerred iman tasdikine gelince, ALLAH Teâlâ´yı şu gelecek ayetlerinde tasdik etmek demektir:

Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. ALLAH katındaki rahmet hazineleri ise bâkîdir.(Nahl/96)

ALLAH katında olan daha hayırlıdır.(Kasas/60)

Ahiret daha hayırlı ve daha bâkîdir.(Alâ/17)

Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.(Âlu İmran/185)

Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın!(Lokman/33)

Hz. Peygamber (s.a) bunu kâfirlerden birçok kişiye söyledi. Onlar Hz. Peygamber´i tasdîk ettiler, ona iman ettiler ve ondan delil istemediler. Onlardan biri ´ALLAH mı seni peygamber olarak gönderdi?´ derdi. Hz. Peygamber ´evet´ deyince, o da tasdik ederdi. Bu iman, halkın imanıdır. Bu iman, insanı gururdan çıkarır. Böyle bir kimsenin imanı, babanın çocuğuna ´mektebe gitmek, oyun yerine gitmekten daha hayırlıdır´ demesi ve neden daha hayırlı olduğunu bilmemesi gibidir. Beyan ve burhanla olan mârifete gelince, kişi, şeytan tarafından, kalbine atılan yukarıdaki kıyasın fâsidliğini bilmelidir. Çünkü her mağrurun gururu için bir sebep lâzımdır. O sebep de delildir. Her delil kıyasın bir türüdür ve nefiste tasavvur olunur. O delile güvenmek hâdisesi meydana gelir. Her ne kadar sahibi bunu sezmese ve âlimlerin lâfızlarıyla söylemeye gücü yetmese de böyledir.
İnsanın kalbine şeytan tarafından atılan kıyasın iki temeli vardır. O temellerden birincisi "Dünya peşindir, ahiret ise borçtur!´hükmüdür. Bu hüküm doğrudur. İkinci temel, şeytanın şu sözüdür: ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´. İşte bu hüküm şaşırtma yeridir. Durum hiç de şeytanın dediği gibi değildir. Peşin, miktar ve maksudunda borç gibi ise, borçtan daha hayırlı olur. Zira mağrur kâfir, ticareti hususunda gelecek on dirhemi elde etmek için peşin bir dirhemi verir ve bunu yaparken hiç de ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ deyip de bu alış verişi terketmez. Bir de doktor, bir mağrur kâfiri meyve ve yemeklerden menederse, o derhal gelecek hastalığın korkusundan ötürü onları terkeder. İşte görüldüğü gibi, bu kâfir peşini terkedip borca razı olur. Bütün tüccarlar da deniz seferi yaparlar. Seferlerde peşin olarak yorulurlar. Bütün bunu borç olan bir kâr ve istirahat için yaparlar. Eğer gelecek olan on dirhem, hâli hâzırdaki bir dirhemden daha hayırlı ise, o vakit dünya lezzetini, müddeti bakımından ahiret müddetine kıyas et. Çünkü insanoğlunun en uzun ömrü yüz senedir. Bu ise ahiretin bir milyondan bir parçasının biride bir parçası bile olamaz.

Bu bakımdan ahirete iman eden bir kimse sanki bir milyonu elde etmek için biri terketmiş gibidir. Hatta haddi ve hesabı olmayanı elde etmek için az birşeyi terketmektedir. Eğer nevi bakımından bakarsa, dünya lezzetlerini bulanık ve sıkıntı ile karışık, ahiret lezzetlerini de berrak görecektir. Bu bakımdan şeytan ´Peşin, borçtan dahil hayırlıdır´ kıyasında yanılmıştır.

Bu gururun menşei meşhur ve umumî bir lâfzın kabulüdür ki o lâfız mutlak olarak söylenilmiş fakat ondan özel bir mâna kastedilmiştir. İşte mağrur bir kimse o lâfzın özel mânâsından gafil olmuştur. Çünkü ´Peşin, borçtan daha hayırlıdır´ diyen bir kimse, bu sözüyle peşin olanla miktarda eşit olan bir borçtan, peşin daha hayırlıdır´ mânâsını kasdetmiştir. Her ne kadar bunu açıkça söylememiş ise de yine kasdı budur. İnsanoğlu bunu çözdüğü zaman şeytan, ikinci bir kıyasa atlar. O kıyas da şudur: ´Yakîn şüpheliden daha hayırlıdır. Ahiret ise şüphelidir!´ Şeytanın bu kıyası, fesadlık yüzünden birinci kıyasından daha fazla çürüktür. Çünkü bu kıyasın iki temeli de bâtıldır; zira yakîn, ancak şeklin benzeri olduğu zaman şekten daha hayırlı olur. Aksi takdirde tüccar bir kimsenin yorulması yakîn, ilim rütbesine varacağı şüphelidir. Avcı bir kimsenin, av mahallinde gezeceği kesindir, avı elde etmesi şüphelidir. Böylece tedbir, ittifakla akıllıların âdetidir. İşte görüldüğü gibi bütün bu misallerde yakîn, şek için terkedilmiştir.

Fakat tüccar şöyle der: ´Eğer ben ticaret yapmazsam aç kalırım. Zararım oldukça büyür. Eğer ticaret yaparsam yoğunluğum az olur, kârım ise çok!´ Böylece hasta bir kimse tiksindirici ve mide bulandırıcı ilaçları içer. Halbuki şifaya kavuşması şüpheli, ilacın acılığı ise kesindir.

Fakat hasta der ki: İlacın acılığının zararı, benim korktuğum hastalığa ve ölüm korkusuna nisbetle pek azdır´. İşte tıpkı bunun gibi ahiret hususunda şüphe eden bir kimseye de tedbir hükmüyle şöyle demek farzdır. Sabredeceğin günler azdır, en fazla ölüme kadardır. Bu ise âhirete nisbeten pek kısadır. Eğer ahiret hakkında denilen (hâşâ) yalan ise böyle yapmakla hayatın nimeti elinden kaçar. Oysa sen, ezelden beri şu ana kadar yoklukta bulunuyor ve nimetleniyordun. Sanki sen yokluktasın. Eğer ahiret hakkında denilen doğru ise -ki doğrudur- bu takdirde onu tasdik etmezsen ebediyyen ateşte kalırsın. Bu ise güç yetmez bir durumdur.

Bu sırra binaen Hz. Ali ALLAH´ı inkâr eden bazı mülhidlere şöyle demiştir: ´Eğer senin dediğin hak ise hem sen, hem de biz kurtuluruz. Eğer benim dediğim hak ise, o vakit bizler kurtuluruz, sen helâk olursun´. Hz. Ali, bu sözünü ahiret hakkında şüpheye düştüğünden dolayı söylememiştir. Fakat mülhidle, mülhidin aklına göre konuşmuştur ve mülhide, eğer ahiretin varlığı hakkında kesin bir imana sahip değilse aldandığını belirtmiştir.

İblis´in ´Ahiret şüphelidir!´ şeklindeki sözüne gelince, bu sözü de yanlıştır. Aksine mü´minlerin nezdinde ahiret kesin ve yakîndir. Mü´minin bu husustaki yakîne ulaşması için iki yol vardır.

Birinci Yol

Birincisi, peygamberleri ve âlimleri taklid ederek iman etmek ve tasdikde bulunmaktır. Bu da gururu ortadan kaldırır. Bu, halk tabakasının ve havassın da çoğunun yakîninin idrâk âletidir. Bunların durumu, hastalığının ilacını bilmeyen bir hastanın durumu gibidir. Oysa bütün doktorlar ve tıp sanatının ehli olanlar ittifakla o hastanın ilacı filan bitkidir demişlerdir. Durum böyle olunca hasta onlara güvenir. O ilacın hastalığı için faydalı olup-olmadığını tıbbî delillerle doğrulamaya çalışmaz. Eğer bu durumda köylünün veya ahmağın birisi çıkıp da onların tevatür ve hallerini, âdet bakımından kendisinden daha fazla, fazilet bakımından daha üstün olduklarını ve tıp ilmini ondan daha iyi bildiklerini bildiği halde yalanlarsa, hiç tıp ilmini bilmeyen bu kişi, tıbbı bilmediğinden ötürü onların sözleriyle kendisinin yalancı olduğunu, kendisinin sözüyle onların yalancı olmadığını bilir. İlminde herhangi bir sebebe aldanmaz. Eğer bu kişi sözüne itimad edip, doktorların sözünü terkederse mağrur bir ahmak olur. İşte aynen bunun gibi ahireti tasdîk eden ve ahiretten haber veren, takvanın, ahiretin saadetine ulaştıracak en faydalı deva olduğunu söyleyen kimselere bakan bir kimse onları, ALLAH´ın en seçkin kulları olarak, basiret bakımından rütbece en üstün, mârifet ve ilimce en ileri olarak görür. Onlar peygamberler, veliler, hukemâ ve âlimlerdir. Halk bütün sınıflarıyla bu hususta onlara tâbi olmuştur. Tembellerden bazıları bu tâbi olmada halktan ayrılmıştır. Bu ayrılan tembellere şehvet galebe çalmış, nefisleri zevklere meyletmiş, şehvetleri terketmek, cehennem ehlinden olduklarını itiraf etmek de onlara pek ağır gelmiştir. Dolayısıyla ahireti inkâr ve peygamberleri yalanlamışlardır. Nasıl ki çocuğun ve köylünün sözü, doktorların ittifakından ötürü kalpte meydana gelen itminanı ortadan kaldırmıyorsa, tıpkı bunun gibi şehvetlerin esiri olan bu ahmağın da sözü peygamberler, velîler ve âlimlerin sözlerinin doğruluğundan insanı şüpheye düşürmez. İmanın bu kadarı halk tabakasına kâfidir. Bu, kesin bir yakîndir. Şüphesiz ki insanı ibâdet yapmaya teşvik eder. Gurur bununla ortadan kalkar.

İkinci Yol

Bu yol, peygamberlere gönderilen vahiy ve velî kullara verilen ilhamdır. Sakın Hz. Peygamber´in ahiret işlerini ve dinî işleri bilmesinin Cebrail´den dinlemek ve onu taklid etmekle olduğunu sanmayalım! Senin mârifetin peygamberi taklid ettiğinden hasıl olmuşsa onu da öyle saymayalım ki senin mârifetinle Hz. Peygamber´in mârifeti arasındaki fark sadece taklid edilenin değişikliği olmasın; zira böyle olması pek uzak bir ihtimaldir. Çünkü taklid mârifet değildir. Taklid, sadece doğru bir itikaddır. Oysa peygamberler âriftirler (mukallid değildirler), peygamberlerin mârifetinin mânâsı; onlara şeylerin hakikatinin olduğu gibi görünmesidir. Onlar bâtınî basiretle eşyanın hakikatini görmüşlerdir. Tıpkı senin zâhirî gözünle görmen gibi... Bu bakımdan peygamberler kulaktan duyarak veya taklid ederek değil, aksine müşahede ederek haber verirler. Onlara ruhun haki-kati keşfolunur. Ruhun ALLAH´ın emrinden olduğu görünür.

Ruhun ALLAH´ın emrinden olmasından gaye, nehyin (yasağın) zıddı olan emir demek değildir. Çünkü nehyin (yasağın) zıddı olan emir konuşmaktan ibarettir. Ruh ise, konuşmak değildir. Buradaki emirden gaye şan da değildir ki bu takdirde ruhtan gaye; ´ALLAH´ın sadece mahlûkudur´ densin. Çünkü sadece mahlûk olmak, bütün mahlûkatlar arasında umumî bir vasıftır. Âlem iki âlemdir:
1.Emir âlemi

2.Halk (yaratma) âlemi

Emir de, halk da ALLAH´ındır, Kemmiyet ve keyfiyet sahibi olan bedenler halk (yaratma) âlemindendirler; zira halk (yaratma), dil ıstılâhında takdirden ibarettir. Kemiyetten, miktardan uzak olan da emir âlemindendir. Bu husus ruhun sırrıdır. Onu anlatmaya ruhsat yoktur. Çünkü ifşası -menedilen kaderin sırrı gibi- halkın çoğuna zarar verir. Bu bakımdan ruhun sırrını bilen bir kimse nefsini bilmiştir, kişi nefsini bildiği takdirde rabbini bilmiştir. Nefsini ve rabbini bildiği zaman, tabiatı ve fıtratıyla rabbanî bir emir olduğunu bilir. Cismanî âlemde gariptir. Cismanî âleme inişi zâtında olan tabiatının muktezası ve isteğiyle değildir. Aksine zatında garip, sonradan olan bir emirledir. O zatında garip ve sonradan olan emir ise, Hz. Adem´in üzerinde vârid olmuştur. O masiyet (günah) diye tâbir olunur. Hz. Adem´in zatının muktezası olarak ona en uygun oları cennetten Hz. Adem´i çıkaran işte o günahtır. Çünkü cennet ALLAH´ın komşuluğudur. Ruh rabbânî bir emirdir. ALLAH´ın komşuluğuna meyletmesi, zâtî ve tabiî bir isteğidir. Ancak insanı tabiatının isteğinden uzaklaştıran, zâtına yabancı olan âlemin haricî sebepleridir. Dolayısıyla insan bu sebeplerin meydana geldiği zamanda nefsini ve rabbini unutur. Bunu yaptığı zaman da nefsine zulmetmiş olur; zira insana şöyle denilmiştir:

O kimseler gibi olmayın ki ALLAH´ı unutmuşlar, ALLAH da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır.(Haşr/19)

Yani bunlar, tabiatların muktezasından dışarı çıkmışlar, istihkakları zannedilenin hududlarını aşmışlardır. Nitekim (Arab dilinde fısk maddesi bunu iktiza eder. Çünkü) ´Yaş hurma kılıfından dışarı çıktığı zaman, yani fıtrî ve tabî ortamından fırladığı zaman ´Fesaketü´r-rutabetu an kumamiha´ denir. Bu âriflerin, kokularını koklamaya can attıkları, eksiklerin de lâfızlarını dinlemekten bile tiksindikleri birtakım sırlara işarettir; zira pislik toplayan böcek, gülün kokusundan zarar gördüğü gibi, eksikler bu sırları belirten lâfızları dinlemekten bile zarar görürler. Güneşin yarasaların gözünü kamaştırdığı gibi eksiklerin zayıf gözleri de bu sırlarla kamaşır. Bu kapıyı açmak, kalbin melekût âlemine açılan ve adına ´mârifet ve velayet´ denilen, sahibine de Veli ve ârif adı verilen sırrındandır. Bu sırlar, peygamberlerin makamlarının başlangıcı, velî kulların da varacağı makamın sonuncusudur; zira velî kulların en son varacağı makam, peygamberlerin makamlarının ilkidir.

Biz matlub olan gayemize dönelim. Gaye şudur: Şeytanın ´âhiret şüphelidir´ aldanışı, ya taklidî bir yakîn ile veya bâtın cihetinden müşahede ve basiret ile defedilir. Dilleri ve akideleriyle mü´min olanlar, ALLAH´ın emirlerini zâyi ettikleri, salih amelleri bıraktıkları, şehvet ve günahları elbise gibi giydikleri zaman, onlar bu gururda kâfirlerin ortakları olurlar. Çünkü onlar dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmişlerdir.

Evet! Onların işi, kâfirlerin işinden daha hafiftir. Çünkü imanın esası onları ebediyyen cezaya mahkûm olmaktan kurtarır. Onlar uzun zaman sonra da olsa ateşten çıkarlar. Fakat buna rağmen onlar da mağrur kimselerdendirler. Çünkü onlar ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu itiraf etmişlerdir. Fakat dünyaya meyledip onu tercih etmişlerdir. Sadece iman, kurtuluşa ermeye kâfi değildir.

Bununla beraber, şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Muhakkak ki iyilik yapanlara ALLAH´ın rahmeti pek yakındır.(Araf/56)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

İhsan, senin ALLAH´ı görür gibi ALLAH´a ibâdet etmendir,2 ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:

Asr´a andolsun ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.(Asr Sûresi)

ALLAH´ın Kitabı´ndaki mağfiret va´di, iman ve sâlih amelin ikisine birden bağlıdır. Sadece imana bağlı değildir. Bu bakımdan dünyaya güvenen ve onunla sevinenler mağrurdur. Onun nimetlerine dalanlar, onu sevip dünyanın lezzetleri elden kaçacak diye ölümü hor görenlerin tümü mağrurdur. Fakat ölümden sonraki dehşetten dolayı ölümü hor görenler bu hükme dahil değildir. Bu misal, dünyaya aldanan kâfir ve müminlerin hepsine misaldir. Biz kâfirlerin ve âsîlerin ALLAH´ın affına aldanarak gurur göstermelerine iki misâl verelim:

ALLAH´ın affına aldanan kâfirlerin gururuna gelince, onun misâli bazılarının nefsinde ve dilleriyle şöyle demeleridir: ´Eğer ALLAH´ın insanları diriltip koyacak bir yeri olsa bile biz başkasından ona daha müstehakız. Herkesten daha fazla nasip sahibi ve herkesten daha mutlu durumdayız´. Nitekim ALLAH Teâlâ tartışan iki kişinin sözünü haber vererek şöyle buyurmuştur:

Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Böyle olmakla beraber eğer RABBİMe döndürülürsem muhakkak bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum.(Kehf/36)

Tefsirlerde nakledildiği gibi, bu iki kişinin durumu şudur: Bu ikisinin kâfir olanı bin dinara bir köşk bina etti. Bin dinara bir bahçe satın aldı. Bin dinarlık bir hizmetkâr edindi. Bin dinar mehir vererek evlendi. Bütün bu masrafları yaparken mü´min ona şöyle dedi: ´Fânî olup harab olacak bir köşk satın aldın. Neden fânî olmayan cennet köşklerinden birini satın almadın? Harab olup yok olacak bir bahçe aldın. Neden cennette yok olmayacak bir bahçe satın almadın? Ölmeyecek elâ gözlü hurilerden bir kadın edinmedin?´

Bütün bu konuşmalardan sonra kâfir, mü´minin sözünü reddederek şöyle dedi: ´Ahiret diye birşey yoktur. Bu hususta söylenenlerin hepsi yalandır. Eğer olsa bile muhakkak cennette bu dünyadakilerden daha hayırlısı bana verilir´. ALLAH Teâlâ, As b. Vail´in sözünü vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´Elbette bana mal ve evlat verilecek!´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

O gaybe muttali mi oldu? Yoksa rahmanın huzurunda bir söz mü aldı?(Meryem/78)

Habbab b. Eret şöyle anlatır: "As b. Vail´den alacağım vardı. Gelip kendisinden alacağımı istedim. Bana alacağımı vermeyince, ona dedim ki: ´Onu âhirette alırım´. O cevap olarak bana ´Ben ahirete gittiğim zaman benim orada da malım ve evladım olacak! O maldan sana vereceğim´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi:

Şimdi şu ayetlerimizi inkâr eden ve ´elbette bana mal ve evlat verilecektir´ diyen adamı gördün mü?(Meryem/77)

Eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattırırsak ´Bu benim hakkım! Kıyametin kopacağını zannetmiyorum? RABBİMe döndürülecek olsam bile muhakkak O´nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır´ der.(Fussilet/50)

Bütün bunlar, ALLAH´ın rahmetine mağrur olmaktan doğan hallerdir. Bu gururun sebebi; İblis´in kıyaslarından bir kıyastır. Biz bu kıyasın şerrinden ALLAH´a sığınırız. Bu kıyas şöyledir: Onlar bir defasında ALLAH´ın dünyada kendilerine verdiği nimete bakarlar. Bunun üzerine, ahiret nimetini kıyas ederler. Başka bir zaman da azablarının gecikmesine bakarlar. Ahiret azabını, onun üzerine kıyas ederler.

Nefislerinde de ´ALLAH bizi söylediklerimizle azablandırsa ya!´ diyorlar. Onlara cehennem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir.(Mücâdele/8)

Bazen de mü´minlere bakarlar. Mü´minlerin fakirlerinin yırtık elbiselerine, tozlu topraklı başlarına bakarlar ve mü´minlerle istihza ederler, onları hakir sayarak şöyle derler:
ALLAH´ın aramızdan kendilerine iman ihsan ettiği kimseler şunlar mı?(Enam/53)

Eğer o (peygamberin dini) hayır olsaydı bizden önce (fakirler ve bîçâreler) ona koşmazlardı.(Ahkaf/11)

Şeytanın onların kalbine attığı kıyasın tertibi şöyledir: Onlar derler ki: ´ALLAH dünya nimetiyle bize ihsan etmiştir. Her ihsan eden, ihsan edileni sever ve her seven gelecek zamanda da sevdiğini sever. Nitekim şair şöyle demiştir: ´ALLAH geçmişte ihsan etti. Gelecekte de ihsan edecektir!´

Müstakbeli (gelecek zamanı) mazi (geçmiş) zamanın üzerine kıyas etmek ancak ikram etmek ve sevmek vasıtasıyla olur; zira kişi der ki: ´Eğer ben ALLAH´ın katında ikrama ve sevgiye müstehak bir kimse olmasaydım ALLAH bana ikramda bulunmazdı´. Kişinin zihnini karıştıran şey ´Her iyilik yapanın iyilik yaptığını seveceği´ düşüncesidir. Hayır! Aksine onun zihninin altında şu yatmaktadır: ALLAH´ın dünyada ona verilen nimetleri ihsandır! İşte görüldüğü gibi kişi, ALLAH´ın nimetine aldanmıştır; zira ALLAH katında kerîm olduğunu zannetmiştir. Hem de öyle bir delille ki o delil ALLAH´ın ona dünyada vermiş olduğu nimetlerin ALLAH´ın ihsanı olduğuna delâlet etmez. Aksine o delil, basiret sahiplerine göre, o dünya nimetlerine mazhar olan kişinin zelilliğine delâlet eder. Bunun misâli şudur: Kişinin iki küçük kölesi vardır. Birisinden nefret eder, öbürünü sever. Sevdiğini oynamaktan meneder. Mektebe gitmek mecburiyetinde bırakır. Mektebte alıkoyar ki edeb öğrensin. Onu, meyvelerden, kendisine zarar veren yemeklerden meneder. Ona fayda verecek ilaçları içirir.

Buğzettiği köleye gelince, o köle istediği gibi yaşasın, oynasın, mektebe gitmesin, iştahının çektiğini yesin diye onu başıboş bırakır. Bu başıboş bırakılan köle zanneder ki efendisinin katında sevimli ve şerefli bir kimsedir. Çünkü efendisi kendisine, şehvetlerini ve lezzetlerini temin imkânı vermiş, bütün gayelerinde kendisine yardımcı olmuştur. Onu menetmemiş, hürriyetini sınırlamamıştır.

Böyle düşünmek katıksız gururdur. İşte dünya nimeti ve lezzetleri de böyledir. Çünkü bu lezzetler helâk edici ve ALLAH´tan uzaklaştırıcıdırlar; zira ALLAH Teâlâ kulunu sevdiğinde, onu dünyadan korur. Nitekim herhangi birinizin hastasını sevdiğinde, o hastayı yemekten, içmekten koruduğu gibi... Nitekim Hz. Peygamber´den böyle vârid olmuştur.3

Basiret sahipleri, dünya onlara yöneldiği zaman üzülürler ve şöyle derlerdi: ´Bir günah ki onun cezası acelece bize verildi´. Dünyanın kendilerine yönelişini, ALLAH´ın buğzetmesine ve ihmal etmesine alâmet olarak görürlerdi. Onlara fakirlik yönelip geldiği zaman şöyle derlerdi: ´Salih kulların alâmet-i fârikasına merhaba!´ Mağrur bir kimse ise, dünya kendisine yöneldiği zaman zanneder ki bu yöneliş, onun ALLAH katındaki şerefidir. Dünya ondan uzaklaştığı zaman, zanneder ki bu uzaklık kendisi için düşüklük ve rezalettir.
Fakat insan böyledir; rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunur, ona nimet verirse ´RABBİM bana ikram etti´ der. Ama rabbi onu imtihan edip de rızkını daraltırsa ´Rabbin beni zelil düşürdü´ der.(Fecr/15-16)

ALLAH Teâlâ, onun bu sözünü reddetmiştir. Yani durum onun dediği gibi değildir. Bu malın verilişi veya alınışı, ancak bir denemedir. Biz denemenin ve belânın şerrinden ALLAH´a sığınırız. ALLAH Teâlâ´dan bizi imanda sabit kılmasını dileriz. İşte bunun gurur olduğunu ALLAH Teâlâ beyan etmiştir.

Hasan Basrî der ki: ALLAH Teâlâ, ayette bahsi geçen iki kısmı da ´hayır´ demek suretiyle yalanladı. ALLAH Teâlâ şöyle der: ´Mal vermek benim ikramım, mal almak da benim rezil etmem değildir. Aksine ibâdetimle -ister zengin ister fakir olsun- şereflendirdiğim kimse kerîmdir. Rezil o kimsedir ki -ister fakir olsun, ister zengin-onu bana karşı işlenen günahlarla rezil etmişimdir,

Bu gururun tedavisi, şeref ve rezaletin delillerini bilmektir. Bu deliller ya basiretle veya taklidle bilinir. Basiretle bilmeye gelince, dünya şehvetlerine iltifat etmenin ALLAH´tan uzaklaştırdığını, dünya şehvetlerinden uzak olmanın ALLAH´a yaklaştırıcı olduğunu bilmesidir. Bu da ârifler ve velîler mertebelerinde ilhamla idrâk olunur. Bunun izahı mükâşefe ilminin içindedir. Muamele ilminde bahsedilmesi uygun değildir. O delillerin taklid ve tasdik yoluyla bilinmesine gelince, o bilgi şudur: ALLAH´ın Kitabı´na iman ve O´nun Rasûlü´nü tasdik etmektir.

Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır farkında değiller.(Mü´minûn/55-56)

Biz onları bilmeyecekleri yönden, derece derece azaba yaklaştırırız.(Kalem/44)

Kendilerine, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenle ferahlandıkları sırada onları ansızın yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler.(En´âm/44)

´Biz onları bilemeyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız´ ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: ´Onlar ne zaman bir günah işlerlerse, biz de onlara istidrac yönünden bir nimet icad ederiz ki gururları gittikçe artsın!´

Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz. Hem onlara, hor ve hakir bırakan bir azap vardır.(Âlu İmran/178)

ALLAH´ın Kitabı´nda ve Hz. Peygamber´in Sünneti´nde bu hususta daha nice misaller vârid olmuştur. Bu bakımdan ona iman eden bir kimse bu gururdan kurtulur. Çünkü bu gururun menşei ALLAH´ı ve ALLAH´ın sıfatlarını bilmemektir; zira ALLAH´ı bilen bir insan ALLAH´ın azabından emin olmaz. Bu fasid hayallere kapılarak aldanmaz. Firavn, Hâman, Karun ve yeryüzünün padişahlarının durumunu tedkik eder, onların başından geçen hâdiseleri düşünür. ALLAH başlangıçta onlara nasıl nimet vermiş, sonra onları nasıl helâk etmiş, tüm bunları tedkik eder.

Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan birini görüyor musun? Yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?(Meryem/98)

ALLAH Teâlâ onları mekrinden (azabından) ve istidracından sakındırarak şöyle buyurmuştur:
ALLAH´ın tuzağından emin mi oldular? Ancak hüsrana düşen kimseler emîn olurlar.(A´raf/99)

Onlar hileye saptılar. ALLAH da ona karşılık verdi. ALLAH fenalığa karşı ceza verenlerin en kuvvetlisidir.(Âlu İmran/54)

Onlar bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kuruyorum. Hele sen o kâfirlere mühlet ver, onları biraz bırak!(Tarık/15-17)

Başıboş bırakılmış bir kölenin, efendisinin kendisini başıboş bırakmasıyla ve çeşitli nimetlere dalmasına müsade etmesiyle, efendisinin kendisini sevdiğine delil getirmesi caiz değildir, aksine efendisinin ceza vermesinden korkması uygundur. Oysa efendisi ´Benim kızgınlığımdan kork´ diye birşey de söylememiştir. Tıpkı bunun gibi kullarını istidracından sakındıran ALLAH´ın mekrinden emin olan bir kimse aldanmıştır. Bu aldanışın menşei, o kişinin ALLAH´ın dünya nimetlerini kendisine vermesini ALLAH katında şerefli olduğuna delil getirmesidir. Oysa bu nimetlerin verilmesi zelilliğin delili olabilir. Fakat bu ihtimal kişinin hevâ-i nefsine uymadığı için, şeytan hevâ-i nefis vasıtasıyla onun kalbini hevâ-i nefse uygun olan ihtimale doğru kaydırır. O da bu nimetin verilmesiyle ALLAH katında şerefli olduğunu düşünür. İşte bu, gururun tarifidir.

İkinci Misal

İkinci misal, mü´minlerin günahkârlarının ´ALLAH kerîmdir, biz O´nun affını ümit ederiz´ demekle aldanmalarıdır. Buna güvenip amelleri ihmal etmeleridir. Bunu güzelleştirmek, temenni ve aldanışlarına ümit ismini vermekle olur. Ümidin dinde güzel birşey olduğunu zannetmekle meydana gelir.

´ALLAH´ın nimeti geniştir. Rahmeti kapsayıcıdır. Kerem ve lütfû umumîdir´ zannıyla ´Kullarının günahları ALLAH´ın rahmet denizlerinde ne kıymet teşkil eder? Oysa biz eh-i tevhidiz, mü´miniz, iman sebebiyle ALLAH´tan ümidimiz vardır´ zanlarıyla olur.
Bazen de ümitlerinin dayandığı nokta ecdadlarının salih kimseler olduklarıdır. Hz. Ali´nin soyundan gelen alevîlerin nesebleriyle aldanıp takva hususunda ecdadlarının sîretine muhalif hareket etmeleri gibi; zira cedleri korku ve takvanın zirvesinde oldukları halde yine de ALLAH´tan korkarlardı. Bunlarsa fısk ve fücurun son haddine varmalarına rağmen yine emindirler. Bu ise ALLAH´a güvenerek aldanmanın en son noktasıdır.

Şeytanın Hz. Ali´nin soyundan gelenlere kıyasi şudur: ´Herhangi bir insanı seven kimse, onun evlatlarını da sever. ALLAH sizin atalarınızı sevmiştir. Bu bakımdan sizi de sever. Siz ibâdet yapmaya muhtaç değilsiniz!´

Aldanmış kişi, Hz. Nuh´un (a.s) oğlunu gemiye almak istediğini fakat oğlunun bunu istemediğini ve boğulanlardan olduğunu unutur. Hz. Nuh (a.s) rabbine şöyle seslendi:
Yârab! Elbette oğlum benim ailemdendir. Senin va´din haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.
ALLAH Teâlâ, Hz. Nuh´a cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Ey Nuh! O senin ailenden değildir, o(nun yaptığı) yaramaz bir iştir. Bilmediğin birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim.(Hûd/45-46)

Hz. İbrahim (a.s) babası Azer için af talep etti, fakat bu talebi fayda vermedi. Bizim peygamberimiz annesinin mezarını ziyaret edip af talep etmek hususunda izin istedi. ALLAH Teâlâ ona ziyaret etme iznini verdi, fakat af talebinde bulunma iznini vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, annesinin mezarının başında oturarak yakınlıktan gelen şefkatinden dolayı ağladı. Hatta etrafındaki arkadaşlarını da ağlattı. Evet! Soya sopa güvenmek de ALLAH´a güvenip mağrur olmaktandır. Bunun illeti şu: ALLAH itaat edeni sever, isyan edenden nefret eder. Nasıl âsi çocuktan nefret ettiği için itaat eden babadan nefret etmiyorsa, tıpkı onun gibi itaat eden babayı sevdiğinden dolayı da isyan eden çocuğu sevmez. Eğer sevgi babadan evlâda sirayet etseydi, buğzun da sirayet etmesi gerekirdi. Hak olan şudur: ´Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü taşımaz´.

Babasının takvasıyla kurtulacağını sanan bir kimse, babasının yemesiyle doyacağını, içmesiyle kanacağını, öğrenmesiyle âlim olacağını, gitmesiyle Kâbe´ye varıp onu müşahede edeceğini sanan bir kimse gibidir. Bu bakımdan takva farz-ı ayındır. Bu hususta baba evladına, evlat da babasına zerre kadar bir fayda sağlayamaz. Kişinin kardeşinden, annesinden ve babasından kaçtığı bir günde ALLAH katında takvâ´nın başkalarına faydalı olması, ALLAH´ın şefaat iznine bağlıdır. Şefaat de ALLAH´ın gazap etmediği bir kimse için yapılır. Kibir ve Ucub kitabında geçtiği gibi, böyle bir kimse için ALLAH Teâlâ, salih kuluna şefaatte bulunma iznini verir.

İtiraz: Âsilerin ve fâcirlerin ´ALLAH kerîmdir. Biz ALLAH´ın rahmet ve mağfiretini ümit ederiz´ demelerinin neresinde yanlışlık vardır? Oysa ALLAH Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ´Ben kulumun, zannı üzereyim´. Öyleyse bu konuşma sıhhatli bir konuşma, zâhirde ve kalplerde makbul bir konuşmadır!

Cevap: Şeytan insanı ancak zâhirde makbul, bâtında merdud bir konuşma ile aldatır. Eğer konuşmanın zahirî güzelliği olmasaydı, kalpler onunla kanmazlardı. Fakat Hz. Peygamber bunu keşfederek şöyle buyurmuştur: ´Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çekmiş, ölümden sonraki hayatı için çalışmıştır. Ahmak o kimsedir ki nefsinin hevasına kapılmış, ALLAH hakkında (amelsiz olduğu halde) yanlış zan´da bulunmuştur´. İşte günahkârların bu sözü de

ibâdetsiz olarak ALLAH´tan temennide bulunmaktır. Fakat şeytan onun ismini değiştirmiş, ona ´ümid´ ismini vererek cahilleri onunla kandırmak istemiştir. Oysa ALLAH Teâlâ ümidi izah ederek şöyle buyurmuştur:

Onlar ki inandılar, göç ettiler, ALLAH yolunda savaştılar; işte onlar ALLAH´ın rahmetini umarlar. ALLAH çok bağışlayan, çok merhamet edendir.(Bakara/218)

Yani böyle kimselerin ALLAH´ın rahmetini ummaları daha uygundur. Çünkü ALLAH Teâlâ başka bir ayette ahiret sevabının amellerin karşılığı olduğunu beyan buyurmuştur:

(Bütün bunlar cennetliklerin) işledikleri amellere mükâfat olarak (o mü´minlere bahşedilmiştir).(Vâkıa/24)

Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz (mükâfatlarınız) kıyamet günü size eksiksiz verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa, işte o kurtuluşa ermiştir.(Âlu îmran/185)

Acaba birtakım kapları tamir etmek için kiralanan ve o tamire karşılık kendisine bir ücret verilecek kimse, kap sahibinin söz verdiği zaman, sözünü yerine getiren şerefli bir kimse olduğunu ve sözünden dönmediğini bildiği halde, o tamirci gelip tamir edeceği kapları kırdıktan sonra oturup, ´Kapların sahibi şerefli bir kimsedir. Her ne kadar ben böyle yapmış isem de benim ücretimi verecektir´ diye ücretini beklerse, bu kimseyi, akıllı kimseler, mağrur bir temennici mi veya haklı bir ümit eden olarak mı görürler? İşte bu durum, ümit ile gururun arasındaki farkı bilmemezlikten ileri gelir.

Hasan Basrî´ye "Amellerim zâyi ettikleri halde ´Biz ALLAH´tan ümit ederiz´ diyenlere ne dersin?" diye soruldu. Cevap olarak ´Bunlar ümitten pek uzaktır. O, onların bâtıl temennileridir. Onun içinde kıvranıp dururlar! Çünkü bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar´ dedi.

Müslim b. Yesar der ki: ´Ben geceleyin ön dişlerim düşünceye kadar secde ettim´. Bunun üzerine biri ona cevap olarak ´Biz ise ALLAH´tan ümidimizi kesmiyoruz´ dedi. Müslim, cevap olarak ´Sizin böyle yapmanız ne işe yarar! Kim bir şeyi ümit ederse, onu arar, kim birşeyden korkarsa ondan kaçar´ dedi.

Nasıl ki daha evlenmeden önce veya evlenip cinsî münasebette bulunmadan önce veya cinsî ilişki kurup suyu akmadan önce bir çocuk talep eden bir kimse ahmak ise, tıpkı onun gibi, daha iman etmeden önce veya iman edip salih amel işlemeden önce veya amel ettiği halde günahı terk etmeden önce ALLAH´ın rahmetini ümit eden bir kimse de mağrurdur. Nasıl ki kişi, evlendiği, cinsî münasebette bulunduğu ve suyu aktığı halde çocuğun olup olmaması hususunda mütereddid ve çocuğun yaratılması hususunda hem korkuyor, hem de ALLAH´ın rahmetini ümit ediyorsa, âfetleri ana rahminden ve anneden doğum tamam oluncaya kadar defetmeyi umuyorsa ve ancak o zaman akıllı bir kimse oluyorsa, kişi de iman ettiği, salih amellerde bulunduğu, günahları terkettiği ve ümid ile korku arasında bulunduğu, ibâdetin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korktuğu, ibâdete devam etmediği için endişe ettiği, son nefesinin kötü bir şekilde çıkıp gitme ihtimalinden dehşete kapıldığı, sabit söz ile (imanla) ALLAH Teâlâ´nın kendisini sabit kılmasını umduğu zaman ve kendisini dinin dehşetli şimşeklerinden korumasını, tevhid üzere ölmesini, kalbini hayatı boyunca şehvetlere meyletmekten sakındırmasını ve günahlara meyletmemesini ALLAH´tan istediği takdirde akıllı olur. Bunların dışında kalanlar, ALLAH´a güvenerek aldanmış kimselerdir.
Onlar azabı gördükleri zaman kimin yol bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir.(Furkan/42)

Onun haberlerinin (doğruluğunu) bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.(Sad/88)

ALLAH Teâlâ onların durumunu şöyle anlatmıştır:
Yârab! Gördük, işittik bizi dünyaya geri çevir ki salih amel yapalım; artık biz kesinlikle inandık.(Secde/12)

Yani bildik ve anladık ki çocuğun, cinsî ilişki olmadan meydana gelmediği, ekinin nadas yapılmadan, tohum ekilmeden oluşmadığı gibi, ahirette de sevab ve ecir ancak salih amelle olur. O halde bizi dünyaya döndür ki salih amelde bulunalım; zira şu anda senin ´Hakîkaten insan için kendi çalıştığından başka birşey yoktur ve muhakkak onun çalıştığının karşılığı da gelecek zamanda görülecektir´ (Necm/39) sözün doğrudur.

Her topluluk cehennemin içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere ´Size bir uyarıcı gelmedi mi?? diye sordular. Şöyle dediler: "Evet bize uyarıcı geldi ama biz onu yalanladık ve ´ALLAH hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak büyük bir sapıklık içindesiniz´ dedik".
(Mülk/8-9)

Yani biz size ALLAH´ın kulları hakkında tatbik ettiği sünnetini anlatmadık mı? Size ´Her nefis yaptığının karşılığını görecektir ve her nefis yaptığının rehinidir.´ (Müddessir/38) diye haber vermedik mi? Bu bakımdan bunları işitip anladıktan sonra sizi ALLAH´a güvendirip aldatan ne idi? Onlar cevap olarak şöyle dediler:

´Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!´ Böylece günahlarını itiraf ederler. O halde kahrolsun o cehennemlikler!(Mülk/11)

Eğer ´Reca ve ümidin zannedildiği ve güzel olduğu yer neresidir?´ diye sorarsan cevap olarak deriz ki: ´Reca ve ümit iki yerde güzeldir:

1. Günaha dalan günahkâr hakkında, tevbe etmek kalbine geldiği zaman ve şeytan kendisine ´Senin tevben kabul edilmez?´ deyip kendisini ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz ettiği zaman, ümide kapılması güzeldir. Bu takdirde ümitle günahı kalbinden sökmesi, ALLAH Teâlâ´nın bütün günahları affedeceğini hatırlaması, ALLAH´ın kerîm olup kullarından tevbeyi kabul ettiğini ve tevbenin de günahların kefareti olan bir ibâdet olduğunu hatırlaması farzdır.

De ki: ´Ey (günah işlemekle) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmeyin, ALLAH bü-tün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O gafurdur, rahimdir. Başınıza azap gelip çatmadan (tevbe edip) rabbinize dönün! Ona halis ibâdet edin. Sonra size yardım edilmez.(Zümer/53-54)

İşte burada görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ insanlara tevbe etmek suretiyle dönmeyi emretmektedir.

Ve ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)

Kişi tevbe ile beraber mağfireti umarsa, reca ve ümit vardır. Eğer günaha devam etmekle beraber mağfireti beklerse, mağrur ve aldanmıştır. Nitekim bir kimse daha çarşıda iken cum´a vaktinin daraldığını gördüğünde kalbine cum´a namazına gitmek gelirse, şeytan ona ´sen cum´aya yetişemezsin, yerinde dur´ dese, o da şeytanı reddedip koşar adımlarla cum´aya giderse ve cum´aya yetişmeyi ümit ederse, o ümit edicidir. Eğer bu kimse ticarete devam ettiği halde ´İmam benim hatırım için cum´a namazını vaktin ortasına tehir eder veya başkası için tehir eder veya bilmediğim başka sebeplerle tehir eder´ ümidinde ise, bu kişi mağrurdur.

2. Nefsinin, amellerin faziletlerini elde edemeyeceği düşüncesiyle gevşemesi ve sadece farzlarla iktifa etmesidir. Bu bakımdan nefsine ALLAH´ın nimetini ve salih kullarına va´dettiğini ümit etmelidir. Bu ümit, güzeldir. Ancak bu ümitle ibadetlere, faziletlere yönelmeli ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini hatırlamalıdır:

Muhakkak mü´minler zafer bulmuştur. O mü´minler ki namazlarında tevazu ve korku sahibidirler. Onlar ki boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Onlar ki zekâtlarını verirler. Onlar ki ırzlarını korurlar, ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar, kim de bu helâlden başkasını ararsa işte onlar mütecavizdirler. Onlar ki emanetlerine, verdikleri söze riayet ederler. Onlar ki namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. İşte bu vasıfları toplayanlar varis olanlardır ki onlar Firdevs cennetine varis olacaklardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.(Mü´minûn/1-11)

Birinci reca (ümit), tevbeye mâni olan ümitsizliğin kökünü, ikinci reca ise, neşeye ve gönülden ibâdete yönelmeye mâni olan gevşekliğin kökünü kazır. Bu bakımdan insanı tevbeye veya ibâdetteki neşeye teşvik eden her ümit, meşrû ve güzel olan ümittir. İbâdette gevşekliğe ve tembelliğe götüren her ümit aldanıştır. Nitekim kişinin kalbine günahı terketmek ve ibâdetle meşgul olmak fikri geldiği zaman şeytan kişiye der ki: ´Senin ne hakkın var ki nefsine eziyet verip, onu tâzib ediyorsun? Oysa senin kerîm, gafur ve rahîm olan bir rabbin vardır´.

Dolayısıyla kişi bu yapmacık ümitten ötürü tevbe ve ibâdetten gevşer. İşte bu, aldanıştır. Böyle bir ümit anında kulun, ALLAH´tan korkmayı kalbine yerleştirmesi farzdır. Nefsini ALLAH´ın gazabıyla, ikabının büyüklüğüyle korkutup şöyle demelidir: ´ALLAH günahı af ve tevbeyi kabul edici olmakla beraber şiddetli ikab ve ceza sahibidir. Kerîm olmasına rağmen kâfirleri cehennemde ebediyyen bırakacaktır. Oysa onların küfrü ona zarar da vermemiştir. Azabı, meşakkati, hastalıkları, illetleri, fakirliği ve açlığı, dünyada bir-takım kullarına musallat kılmıştır. Oysa bunları silip süpürmeye kâdirdir. Bu bakımdan kulları hakkında âdeti bu olan bir zat, beni azabıyla korkuttuğu halde ben ondan nasıl korkmam ve O´nun rahmetiyle nasıl aldanırım?´

Korku ile ümit, insanları amel ve ibâdete sevkedici iki unsurdur. Bu bakımdan ibâdete sevketmeyen şeyler yapmacık temenni ve aldanıştır. İnsanların gevşemesinin ve dünyaya yönelmelerinin, ALLAH´tan yüz çevirmelerinin, ahiret için çalışmayı ihmal etmelerinin sebebi ümittir. Bu ise gururun ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber bundan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Gurur, bu ümmetin son gelenlerinin kalplerine galebe çalacaktır.4

Hz. Peygamber´in dediği gibi olmuştur; zira halk geçmiş za-manlarda ibâdetlere devam ederlerdi. Kalpleri rablerinin huzuruna döneceklerinden ötürü tir tir titreyerek ibâdetleri yaparlardı. Gece gündüz ALLAH´ın ibâdetinde oldukları halde nefisleri için korkarlardı. Takvaya, şüphe ve şehvetlere dalmaktan uzaklaşmaya özen gösterirlerdi. Tenha yerlerde nefisleri için ağlarlardı. Şu zamanımızda ise halkı, emin, sevinçli, mutmain, korkusuz görürsün. Bununla beraber günahlara dalmış, dünyaya sonuna kadar batmış, ALLAH´tan yüz çevirmiş olarak görürsün. ALLAH´ın keremine, fazlına güvendiklerini, affını ümit ettiklerini iddia ederler. Sanki bu iddiaları ile şunu demek isterler: ´Selef-i salihînin, ashab-ı kirâmın ve peygamberlerin bilmedikleri ilâhî fazilet ve keremi biz biliyoruz!´

Eğer bu iş, temenni ile idrâk olunup hevâ-i (nefse tâbi olmak) ile elde edilseydi selef-i salîhin ağlamazdı. Korku ve üzüntüleri olmazdı. Biz bu işlerin izahını havf ve reca bölümünde zikretmiştik. Hz. Peygamber (s.a) Me´kal b. Yesar´ın kendisinden rivayet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur:

Bir zaman gelecektir. O zamanda Kur´an, kişilerin kalplerinde, bedenler üzerinde elbiselerin eskimesi gibi eskiyecek-tir. O zaman ki insanların bütün işleri kuru bir ümitten ibaret olacaktır. Onunla beraber korku olmayacaktır. Eğer onlardan biri iyilik yaparsa der ki: ´Benim bu iyiliğim ALLAH katında kabul edilir´. Eğer kötülük yaparsa der ki: ´Benim bu kötülüğüm affedilir´.5

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, onların ümidinin cehaletlerinden, Kur´an´daki korku ve diğer hükümleri bilmediklerinden ötürü olduğunu haber vermektedir. ALLAH Teâlâ aynen bunun benzerini hristiyanlardan da haber vererek şöyle buyurmuştur:

Onların ardından, yerlerine geçip Kitab´a vâris olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ´Biz nasıl olsa bağışlanacağız´ diyorlar.(A´raf/169)

Yani onlar âlimdirler. Şu en yakın olan dünyanın şehvetlerini -ister helâl olsun ister haram- edinirler.

(Hesap için) rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimse için iki cennet vardır.(Rahman/46)

Bu, makamımdan ve tehdidimden korkana va´dimdir.(İbrahim/14)

Kur´an, başından sonuna kadar, tahzir (sakındırma) ve tahvif (korku) dir. Kur´an hakkında düşünen bir kimsenin -eğer Kur´an´ın içindeki hükümlere imanı var ise- düşündükçe üzüntüsü çoğalır, korkusu büyür. Fakat sen halk tabakasını görürsün ki Kur´an´ı uzattıkça uzatıyorlar, harfleri mahreçlerinden çıkarıyorlar. Harfin esresi, ötresi ve üstünü hususunda münakaşaya giriyorlar. Sanki Arap şiirlerinden bir şiir okuyorlar. Kur´an´ın mânâlarına iltifat etmek onları ilgilendirmez. Kur´an´daki hükümle amel etmek onları ilgilendirmez. Acaba yeryüzünde bundan daha büyük bir gurur var mıdır?

İşte buraya kadar söylediklerimiz, ALLAH´a güvenerek gurura kapılmanın ve ümit ile gurur arasındaki farkın misalleridir. Bu gurura, bir kısım ibâdet ve günahları olan bazı grupların gururu yakındır. Ancak bu grupların günahları ibâdetlerinden daha çoktur. Onlar mağfiret umarlar ve zannederler ki terazilerinin hayır kefesi daha ağır basacaktır. Oysa günah kefesindekiler daha fazladır. Bu, cehaletin son derecesidir. Helâl ve haramdan birçok dirhemleri sadaka veren birini görürsün. Oysa müslümanların mallarından ve şüpheli kaynaklardan kazandığı servet bundan kat kat fazladır. Haram olan her bin dirhemin karşılığında, haramdan veya helâlden on dirhem sadaka vermenin yeterli olduğunu zanneder.

Bu ancak şöyle bir kimseye benzer: Terazisinin bir kefesine on dirhem koymuştur. Diğer kefesinde bir dirhem vardır ve ister ki ağır kefe, hafif kefenin karşısında yukarı kalksın. Bu istek, cehaletin en koyusudur.

Onlardan olan diğer bir grup, ibâdetlerinin günahlarından daha fazla olduğunu zanneder. Çünkü ne nefsini hesaba çekmiş, ne de günahlarını tedkik etmiştir. Bir ibâdeti işlediği zaman, o ibâdeti saklar ve ona önem verir. Tıpkı diliyle ALLAH´tan af talep eden veya günde yüz defa ALLAH´ı tesbih ve takdis ettikten sonra müslümanların gıybetinde bulunan, namuslarını yırtan, hadde hesaba gelmeyecek kadar bütün gün ALLAH´ı kızdıran konuşmaları yapan bir kimse gibi! Bu kimse tesbihinin danelerine bakıp yüz defa af talebinde bulunduğunu dikkate alır. Bütün gün kustuğu hezeyanlardan gafil olur. Öyle hezeyanlar ki eğer yazmış olsaydı, yüz defa veya bin defa onun tesbihi kadar olurdu. Oysa o hezeyanları ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri kaydetmiş, ALLAH da her kelimeye karşı ceza vereceğini va´detmiştir.

(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, söylediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.(Kaf/18)

Bu kişi daima tesbihlerin ve tehlillerin faziletleri hakkında düşünür. Gıybetçi, yalancı, kovucu ve kalplerinde olmayanı söyleyen münâfıkların hakkında vârid olan hükümlere iltifat etmez. Dilin diğer âfetlerine pek önem vermez. Bu ise gurur ve aldanmanın ta kendisidir. Yemin olsun, eğer ´Kirâmen Kâtibîn´ melekleri, yazmış oldukları hezeyanlarının yazı ücretini kendisinden istemiş olsaydılar, o vakit birçok mühim meselelerinden bile dilini tutar, hiçbir zaman hesap etmedikçe meleklerin yazma ücreti tesbihten fazla olmasın diye tesbihleriyle konuşmalarını tartmadıkça konuşmazdı.

Nefsini hesaba çeken, yazı ücreti fazla olmasın diye korkusundan ihtiyatlı hareket eden, en yüce Firdevs´in ve Firdevs´teki nimetin elinden gideceği korkusundan ötürü ihtiyatlı hareket etmeyen kimseye hayret etmemek mümkün değildir. Bu, ancak düşünen bir kimse için büyük bir musibettir. Biz sözü öyle bir şeye kaydırdık ki eğer o şeyde şüphe edersek ALLAH´ı inkâr eden kâfirlerden oluruz. Eğer onu tasdik edersek aldanmış ahmaklardan oluruz. Bu bakımdan bunlar Kur´an´ın getirmiş olduğu hükümleri tasdîk eden bir kimsenin ameli değildir. Biz küfür ehlinden olmaktan ALLAH´a sığınırız. Bu beyanla beraber bizi uyanmaktan ve yakînden alıkoyan ALLAH (c.c) ortaktan münezzehtir. Bu tür gaflet ve gururu kalplerin üzerine musallat kılmaya gücü ve kuvveti yeten zat, kendisinden korkmaya ve sakınmaya pek lâyıktır. Kişi böyle bir zata temenninin bâtıllarına dayanarak, şeytanın ve hevâ-i nefsin mânâsız illetlerine güvenerek mağrur olmamalıdır

ALLAH en doğrusunu bilir.
____________

1)İbn Ebî Dünya
2)Müslim, Buhârî
3)Tirmizî, Hâkim
4)Ucub bölümünde geçmişti.
5)Deylemî, Müsned´ül-Firdevs
 
Alt 02-24-2009, 01:18   #140
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
2-İbâdet ve amel erbâbı

İkinci sınıf ibâdet ve amel erbâbıdır. Bunlardan mağrur olan birçok grup vardır. Onlardan bir grubun gururu namazdadır. Başka bir grup Kur´an okumada, diğer bir grup hac konusunda, başka bir grup gazâya gitmek, diğer bir grup zâhidlik hususunda gurura kapılır. Böylece her biri amelin yollarından biriyle meşguldür, akıllıları hariç, bunların hiçbiri gururdan kurtulmuş değildir. Akıl sahipleri de pek azdır. Bu bakımdan onlardan bir grup farzları ihmal etmişlerdir, fazilet ve nafile ibâdetlerle meşguldürler. Bazen faziletlerde o kadar ince eleyip sık dokurlar ki, haddi aşıp israfa bile kayarlar. Tıpkı abdest hususunda vesveseye düşüp bu hususta mübalâğa eden ve şer´î fetvada temizliğine hükmedilen suya razı olmayan bir kimse gibi... Bu kimse necaset hususunda uzak ihtimalleri yakın sayar. Fakat iş helâl yemek hususuna geldiği zaman, ihtimalleri uzak sayar. Bazen de katıksız haram yer. Eğer su hakkındaki ihtiyati yemek hakkında da olsaydı, durumu ashab-ı kirâmın durumuna daha fazla benzemiş olurdu; zira Hz. Ömer (r.a) hristiyan bir kadının testisinde bulunan su ile abdest aldı. Oysa o su için necaset ihtimali de sözkonusu idi. Halbuki Hz. Ömer, harama girmek korkusundan helâlin bir-çok çeşitlerini terkederdi.
Sonra bu gruplardan su dökmekte israfa kaçanlar vardır. Oysa böyle yapmak yasaklanmıştır.24 Bazen de namazı zâyi edecek, vaktinden çıkaracak kadar abdesti uzatır. Namazı vaktinden çıkarmasa dahi yine mağrurdur. Çünkü vaktin öncesinde namaz kılmanın faziletini elden kaçırmaktadır. Eğer bu fazileti elden kaçırmasa yine mağrur sayılır. Çünkü suda israf yapmaktadır. Eğer suda israf yapmazsa yine mağrurdur. Çünkü herşeyin en azizi olan ömrünü zayi etmektedir. Hem de ihtiyaç olmayan bir yerde... Ancak şeytan halkı ALLAH´a giden yoldan parlak bir yol ile meneder. İbâdet edenleri ibâdetten ancak ibâdet süsünü verdiği şeylerle meneder. Böylece onları bu gibi şeylerle ALLAH´tan uzaklaştırır!
Diğer bir grup namaza niyet etmek hususunda vesveseye kapılmıştır. Şeytan, doğru dürüst bir niyet etmesi için rahat bırakmaz. Cemaati kaçırsın diye, durmadan niyette vesvese yaptırır. Dolayısıyla namaz vaktinden çıkar. Eğer tekbir getirse bile, tekbirden sonra niyetinin doğru olup olmaması hususunda tereddüt eder. Bazen de tekbir hususunda vesveseye düşerler. Hatta şiddetli ihtiyattan dolayı tekbir sigasını bozarlar. Bunu namazın başlangıcında yaparlar. Sonra namaz boyunca gaflete dalarlar. Hiçbir zaman namazın içinde kalp huzurunu sağlayamazlar ve bu yaptıklarıyla mağrur olurlar. Namazın başlangıcında niyetin tashihi hususunda kendilerini yordukları ve bu yorgunluk ve ihtiyattan dolayı halk tabakasından ayrıldıkları için ALLAH katında hayırlı olduklarını zannederler.

Diğer bir grup Fatiha´nın ve diğer zikirlerin harflerini mahreçlerinden çıkarmak hususunda vesveseye kapılırlar. Durmadan şeddeler hususunda ihtiyatlı hareket ederler. Dad ile Zâ harfinin arasındaki fark ve namaz boyunca harflerin mahreçlerini tashih ile meşgul olurlar. Onların bundan başka bir hedefleri yoktur. Bundan başkasını düşünmezler. Kur´an´ın mânâsından gafil, Kur´an ile nasihatlenmekten habersiz, anlayışlarını Kur´an´ın sırlarına sarfetmekten uzaktırlar. Bu tür gurur, gurur türlerinin en çirkinidir; zira halk, Kur´an´ın okunması hususunda ve harflerin mahreçlerini tahkik etmek yönünden ancak normal konuşmalarında telâffuz ettikleri şekilde mükelleftirler.25

Bu kimselerin misâli, sultanın huzuruna mektup getiren ve o mektubu olduğu gibi okumakla görevli olan bir kimsenin misâli gibidir. Mektubu getiren mektubu okumaya başlar. Harflerin mahreçlerine dalar, tekrarlar ve yine tekrarlar. Bütün bunları yaparken mektubun maksadından ve meclisin hürmetini gözetmekten gafildir. Böyle bir kimse hakkında siyasetin icra edilmesi ve tımarhaneye gönderilmesi en uygun hükümdür. Bunun akılsızlığına hükmetmek yerinde bir hüküm olur!

Başka bir grup da Kur´an´ı süratle okumalarıyla gururlanırlar. Kur´an´da oldukça süratle yürürler. Bazen birgün bir gecede bir hatim indirirler. Bunlardan birinin dili Kur´an okur, fakat kalbi isteklerinin derelerinde yuvarlanmaktadır; zira bu kimse Kur´an´ın mânâlarını düşünmez ki Kur´an´ın yasaklarıyla nefsine çeki düzen verip ibret alsın, Kur´an´ın emirleri yanında durup yasaklarına riayet etsin! Kur´an tilâveti bahsinde, tilâvet-i Kur´an´dan gaye olan daha nice şeylere riayet etmez. Öyleyse bu kimse mağrurdur. Kur´an´ın inzalinden (indirilişinden) gayenin Kur´an´dan gafil olmakla beraber kemküm etmektir zanneder. Bunun misali, efendisi kendisine mektup yazmış bir kölenin misaline benzer. O mektupta emir ve yasaklara işaret edilmiştir. Buna rağmen köle, mektubu anlamaya ve içindeki emirleri yerine getirmeye çalışmaz, mektubu ezberlemeye çalışır, efendisinin kendisine emrettiğinin hilâfına hareket eder. Ancak hergün yüz defa mektubu okur. Bu köle cezaya müstehaktır. Ne zaman ki mektuptan gayenin bu olduğunu zannederse mağrurdur. Mektub unutulmasın, ezberlensin diye okunur. Ezberlenmesi de mânâsı içindir. Mânâsı da kendisiyle amel edilmek içindir. İçindekilerden faydalanmak için okunur. Bazen kişinin güzel sesi olur. Onu okur, ondan zevk alır. Zevk almasıyla mağrur olur. Zanneder ki bu, ALLAH Teâlâ´yla yapılan münâcattan ve kelâmını dinlemekten gelen bir lezzettir. Oysa bu zevk onun sesinde vardır. Eğer nağmelerini bir şiir okumak veya başka bir kelâm okumak suretiyle evirip çevirse, mutlaka ondan da o zevki alır. Öyleyse bu kimse kalbini teftiş edip, onun zevkinin ALLAH´ın kelâmının, güzel nazım ve mânâlarından mı geldiğini yoksa sesinden dolayı mı geldiğini anlamalıdır. Bilmediği takdirde aldanmıştır.

Diğer bir grup oruç tutmakla mağrurdurlar. Bazen bütün sene veya mukaddes günlerde oruç tutarlar. Oysa bu oruçlu günlerde dillerini gıybetten, kalplerini riyadan, midelerini iftar zamanlarında haram yemekten, dillerini bütün gün boyunca fuzulî hezeyandan korumamaktadırlar, buna rağmen kendileri için hayır umarlar. Farzları ihmal eder, nafilenin peşinden koşarlar, sonra onun da hakkını vermezler. Bu ise gururun katmerlisidir.
Diğer bir grup haclarıyla mağrur olmuşlardır. Zulmen aldıkları malları geri vermeden, borçlarını edâ etmeden, anne ve babalarının rızasını almadan ve helâl azık edinmeden hacca giderler. Farz haccı yaptıktan sonra bile bunu yaparlar. Yollarda namazı ve farz vazifeleri zâyi ederler. Elbise ve bedenin temizliğinden âciz olurlar. Zâlimlerin haracına mâruz kalırlar ve o harac kendilerinden alınır, Yolda gevezelik yapmak ve kavga etmekten sakınmazlar. Bazen de bazıları haramı toplar ve yolda arkadaşlarına yedirir. Bununla riya ve gösteriş arzusundadır. Dolayısıyla önce haram kazanmak suretiyle ALLAH´a isyan eder, sonra onu arkadaşlarına yedirmek suretiyle isyan eder. Bu bakımdan ne helâlinden edinmiş, ne de hakkı olan yere sarfetmiş olur. Sonra kötü ahlak ve sıfatlarla, bozuk kalple ALLAH´ın beytine (Kabe´ye) varır. Varmadan önce gereken temizliğini yapmamıştır. Buna rağmen, rabbinin katında hayır işlediğini zanneder. O halde böyle bir kimse mağrurdur.
Başka bir grup da emr-i bi´l-mâruf nehy-i an´il-münker´i yapmak ve irşadda bulunmak yoluna başlamıştır. Halkın durumunu hor görür, onlara hayrı emreder, kendi nefsini unutur. Halka hayrı emrettiği zaman şiddete başvurur. Reis ve baş olmak talebinde bulunur. Bir münkeri işlediği zaman, başkası tarafından ikaz edildiğinde öfkelenir ve der ki: ´Ben irşad ediyorum. Sen nasıl beni ikaz ediyorsun?´ Halkı namaz için camide toplar, geç geleni en galiz söz ile azarlar. Oysa gayesi, riyakârlık ve baş olmaktır. Eğer kendisi değil de başkası aynı şeyi yaparsa mutlaka ona hased edip kıskanır.

Onlardan ezan okuyup ve ezanını sadece ALLAH için okuduğunu sanan da vardır. Oysa başkası gelip onun bulunmadığı zaman ezan okursa, ezan okuyanın başına kıyameti koparır ve der ki: ´Neden benim hakkımı alıyorsun? Neden benim mertebemi elimden almak istedin?´ Böylece herhangi bir caminin imamlığını üzerine alır, hayır işlediğini zanneder. Oysa gayesi ´filân caminin imamıdır´ dedirtmektir. Eğer başkası ondan önce gelip imamlığa geçerse, kendinden daha muttaki ve daha bilgin olsa da, yine de bu hareket ona ağır gelir.
Diğer bir grup, Mekke veya Medine´de kalırlar. Bundan mağrur olurlar. Kalplerini murakebe etmez, zâhir ve bâtınlarını temizlemezler. Oysa kalpleri memleketlerine bağlıdır. Ancak kalp-leri ´filan adam Mekke de mücavirdir´ diyenin sözüne iltifat eder. Meydan okuyarak der ki: ´Ben şu kadar sene Mekkede kaldım!´

Böyle söylemenin çirkin olduğunu işittiği zaman, açıkça böbürlenmeyi terkeder. Fakat halkın bu durumunu bilmesini arzular! Mekke veya Medine´de kalır, fakat gözünü halkın mallarının kirine diker. Bundan bir şeyler toplarsa, cimrilik eder ve bunu sımsıkı tutar. Nefsi bir fakire verilecek bir lokmaya dahi razı olmaz. Kendisinde riyakârlık, cimrilik veya tamahkârlık belirir. Kendisinde birtakım helak edici sıfatlar meydana gelir. Mekke veya Medine´de mücavir olmasaydı bu helâk edicilerden uzak olacaktı. Fakat övülmenin sevgisi de ´Bu adam Mekkede mücavir olanlardandır´ denilmesi, bu rezaletlerle mülevves olduğu halde mücavir kalmayı gerektirmiştir. Böyle bir kimse de mağrurlardandır.

Kendisinde âfet bulunmayan hiçbir ibadet yoktur. Bu bakımdan âfetlerin giriş noktalarını bilmeyen ve o amel ve ibâdetlere itimat eden aldanmıştır. Bunun tafsilâtı ancak İhya-i Ulûm´id-Din´in bütün bahisleri okunursa bilinir. Bu bakımdan namazdaki gurur noktaları namaz bahsinde, hacdaki hac bahsinde, zekât, Kur´an okuma ve ALLAH´a yaklaştırıcı diğer ibâdetleri de tertip ettiğimiz diğer bahislerden öğrenebilir. Şimdi gaye o kitaplarda geçenin hepsine işaret etmektir.

Başka bir grup da mal hususunda zâhidlik gösterdi. Gerek elbisenin, gerekse yemeğin en düşüğüyle kanaat edip camileri mesken ittihaz etti. Böyle yapmakla zâhidlerin rütbesine ulaşacağını zannetti. Oysa ilim, vaaz veya mücerred zâhidlikle riyaset sevdasındadır. Bu bakımdan işlerin en kolayını terketti, helâk edicilerin en büyüğüyle donandı. Çünkü felâket bakımından riyaset, maldan daha büyüktür. Eğer riyaseti terkedip malı edinmiş olsaydı selâmete daha yakın olurdu. İşte bu kimse mağrurdur; zira dünyadaki zâhidlerden olduğunu zannetmektedir. Oysa daha dünyanın mânâsını anlayamamış ve bilememiştir ki riyaset dünyanın en yüksek zevkidir. Riyasete tâlib olanın mutlaka münafık, hasedci, mütekebbir, riyacı ve bütün rezaletlerle donanmış olması gerekir. Evet, bazen riyaseti terkeder, halvete çekilmeyi düşünür. Buna rağmen mağrurdur. Zira böyle yapmakla zenginlere karşı böbürlenir, onlarla sert konuşur, onlara hakaret gözüyle bakar, onlar için umduğu ilâhî rahmetten daha fazlasını nefsi için umar! Ameliyle ucb´a kapılır. Bilmediği halde kalbi çirkinliklerin bir kısmıyla sıfatlanır. Bazen de mal kendisine verilir, ´zâhidliğini iptal etti´ denmesinden korkarak buna müsamaha etmez. O daima halkın medh ve senâsına taliptir. Oysa bu, dünya nimetlerinin en zevklisidir. Nefsine dünyada zâhid olduğunu gösterir. Oysa mağrurdur. Bununla beraber çoğu zaman zenginleri tâzim edip fakirlere tercih etmekten, kendisine mürid olanlara meyledip kendisini övenlere iltifat ve başka zâhidlere meyledenlerden de nefret etmekten kurtulamaz. Bütün bunlar aldatma ve şeytanın kandırmasıdır. Şeytanın şerrinden ALLAH Teâlâ´ya sığınıyoruz.

Abidlerden bir grup azalarla yapılan amellerde nefislerine fazlasıyla yüklenir. Hatta bazı kere geceli gündüzlü, bin rek´at namaz kılar, Kur´an´ı hatmeder. Bütün bu yaptıklarında kalbini gözetmez. Riya, kibir, ucub ve diğer helâk edici sıfatlardan nasıl temizleneceğini araştırmaz. Bu ihmalin helâk edici olduğunu bilmez. Eğer bunun helak edici olduğunu bilse bile, nefsi için bunu kabul etmez. Eğer nefsi için bunu kabul etse bile zâhirî amelinden ötürü affedildiğini sanar. Kalbinin durumlarıyla muâheze edilmeyeceğini zanneder. Eğer böyle vehmederse, zâhirî ibâdetlerle hasenatının kefesinin ağır basacağını zanneder. Oysa nerede?!

Takva sahibinin yaptığı bir zerre, akıl sahiplerinin ahlâkından tek bir tanesi, azalarla yapılan amelin dağlar gibi olanlarından daha üstündür. Sonra bu mağrur, halka karşı kötü ahlâklı, sert davranışlı, bâtını kirli olmakla beraber, riyadan ve övgünün sevgisinden de kurtulmamaktadır. Kendisine ´Sen ALLAH´ın velî dostlarındansın´ denildiği zaman, mağrurdur, bununla aldanıp böbürlenir ve buna inanır. Böyle demek onun gururunu daha da artırır. Halkın onu tezkiye etmesini ALLAH katında sevimli bir kişi olduğuna delil kabul eder. Oysa bilmez ki bu övmek, halkın onun iç âlemindeki çirkinlikleri bilmemesinden ileri gelmektedir!

Başka bir grup da nafilelere fazla düşer. Farzlarla pek fazla ilgilenmez. Onların en çalışkanını kuşluk namazı, gece namazı ve benzeri nafilelerle sevinirken görürsün. Fakat farzdan bir zevk almaz. Farzı vaktin öncesinde kılmaya ilgi göstermez. Hz. Peygamber´in rabbinden rivayet ettiği şu hadîs-i kudsîyi unutur:

Bana yaklaşanlar, hiçbir zaman kendilerine farz kıldığım ibâdetin benzeriyle bana yaklaşmamışlardır.

Hayırlar arasındaki tertibi terketmek de şerlerin cümlesindendir. Hatta bazen insana iki farz gerekir. Biri edâ edildiği takdirde diğerini elden kaçırır. Diğeri ise öbürünü elden kaçırmaz veyahut da iki nafile var, birisinin vakti daralır, diğerinin vakti genişler. Eğer burada tertibi gözetmezse aldanmış olur. Bunun benzerleri sayılmayacak kadar çoktur. Çünkü günah açık olduğu gibi, ibadet de açıktır. Muğlak olan durum, farzların tamamını nafilelere takdim etmek gibi, ibadetlerin bazısının bazısına takdim edilmesidir. Farz-ı ayınları farz-ı kifâyelere, yapanı olmayan farzı kifâyeyi de yapanı olan farz-ı kifâyeye takdim etmek gibi... Farz-ı ayrıların en mühimini diğerlerine, fevt olanı fevt olmayana takdim etmesi gibi... Bu durum, tıpkı anne ihtiyacını baba ihtiyacına takdim etmenin farz olması gibidir; zira Hz. Peygamber´e şöyle denildi:
-Önce kime iyilik yapayım ey ALLAH´ın Rasûlü?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Annene!
-Sonra kime?
-Babana!
-Sonra kime?
-Sana en yakın olana ve yakınlık derecesinde onu tâkip edenlere!

Bu bakımdan sılayı rahime en yakınından başlamak uygundur. Eğer hepsi aynı derecede iseler en muhtacından başlamalıdır. Eğer ihtiyaç hususunda da müsavi iseler en muttakîsinden başlamak daha uygundur.

Böylece eğer malı, anne ve babasının nafakası ile hacca yetmiyorsa, buna rağmen hacca gidiyorsa mağrurdur. Anne ve babasının hakkını hacca tercih etmesi uygundur. Bu, daha mühim olan bir farzı, ihtimam bakımından ondan biraz geride kalan bir farza takdim etmek demektir. Böylece kulun üzerinde bir va´d varsa, cum´a´nın vakti de gelmişse, sözünü yerine getirmekle meşgul olmak ile cum´ayı elden kaçırıyorsa bu durumda va´dini
yerine getirmekle meşgul olmak mâsiyettir. Her ne kadar sözünü yerine getirmek haddi zâtında ibadet ise de...

Elbisesine necaset bulaştığında anne, baba ve ailesine bundan dolayı ağır konuşması da mahzurludur,. Fakat anne ve babaya verilen eziyetin mahzurlu olması, necasetin mahzurlu olmasından daha mühimdir. Mahzurluları ve ibadetleri karşılaştıran misaller sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan bütün bu hususlarda tertibi terkeden kimse aldanmıştır. Bu aldanış gayet çetrefillidir. Çünkü hakkında aldanılan şey bazen ibâdet de olur. Ancak ibâdetin mâsiyete dönüşmesini sezmez. Oysa herhangi bir ibâdet, kendisinden daha mühim bir ibâdetin terkine sebep olduğu zaman, o ibâdet mâsiyete dönüşür.

Üzerinde ibâdetlerden kalp veya zahiri azalarla ilgili zâhir ve bâtın günahlardan birşeyler kalan bir kimsenin mezheb ve fıkhın ihtilaflı meseleleriyle iştigal etmesi de bu cümledendir; zira fıkıhtan gaye; başkasının muhtaç olduğu şeylerin bilinmesidir. Öyle ise kalbinin muhtaç olacağı bir şejdn bilinmesi, kendisine daha evlâ ve uygundur. Ancak baş olma sevdası, böbürlenmenin zevki, akran ve emsali mağlûb etmek ve onların önüne geçmek, kişinin basîretirıi körleştirir. Hatta nefsi ile beraber gurura kapılır. Dinen mühim olan birşeyle meşgul olduğunu zanneder.

________________
24) Tirmizî
25) Bu sırra binaen, selefin hiç birinden böylesine aşırı bir hareket nakle-dilmemiştir. (Îthaf´us-Saade, VIII/474)
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi