![]() |
#151 |
![]() Tevbe´nin Deva Olması ve Günahta Israr Düğümünün Çözülmesi
İnsanlar iki kısımdır: Birincisi: Hevasına uymayıp, kötülüklerden kaçan ve iyiliklere devam eden gençtir. O genç hayırlar üzerinde ve şerden korunma atmosferinde büyümüştür. Bu genç hakkında Hz. Peygamber şöyle demiştir: Gençliğin taşkınlığına kapılmadan kendini ibadete verip isyan etmeyen gence, ALLAH Teâlâ hayranlık duyar.77 Böyle genç pek ender bulunur. İkinci kısım: Günah işlemekten uzak değildir. Sonra bunlar da günahlarda ısrar edenler ile günahlardan tevbe edenler diye iki kısma ayrılırlar. Bizim buradaki gayemiz ısrar düğümünü çözmekteki tedavi formülünü ve buradaki devayı zikretmek ve belirtmektir. Tevbe´nin şifası, ancak ilacı ile hasıl olur. Hastalığı teşhis etmeyen ilacı tayin edemez; zira ilacı bilmek, hastalık sebeplerini ve zıdlarmı bilmektir. Bu bakımdan bir sebepten meydana gelen hastalığın devası; o sebebi çözmek, kaldırmaktır. Birşey ancak zıddıyla iptal edilir. Israrın sebebi gaflet ve şehvettir. Gaflete ancak ilim zıd düşer. Şehvete de şehveti tahrik eden sebeplerin kesilmesine sabır göstermek zıd düşer. Gaflet, günahların başıdır. Onlar, ALLAH´ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte bunlar gafil olanlardır. Elbette onlar âhirette hüsrana uğrayacaklardır.(Nahl/106-109) Bu bakımdan tevbe´nin devası, ancak ilmin tadından ve sabrın da acılığından yoğurulmuş bir macundur. Nasıl ki Sekencebin denilen madde şekerin tatlılığı ile sirkenin ekşiliğinden meydana geliyorsa ve bu maddelerin karışımı ile tedavi yapıldığında herbirinden başka bir maksat beklenir. Çünkü safrayı tahrik eden sebepleri yok eder. işte aynen bunun gibi, kalpte bulunan ´ısrar hastalığının´ ilâcını anlamak gerekir. Madem ki durum budur, o halde bu ilacın iki aslî maddesi vardır. Onların biri ilim, diğeri sabırdır. Elbette bunların ikisinin beyanı da lâzımdır. Soru: Her ilim ısrar düğümünü çözmeye elverişli midir yoksa özel bir ilim mi lâzımdır? Cevap: İlimlerin tümü, kalplerin hastalıklarına devadırlar. Fakat her hastalığın özel bir ilmi vardır. Tıp ilminin özel olarak, hastalıkların tedavisine mahsus olması gibi. Her illetin özel bir ilmi vardır. Günahta ısrar etmenin devası (veya hastalığı) da böyledir. Bu bakımdan biz, beden hastalıklarının durumuna göre o ilmin özelliğini zikredelim ki anlayışa daha yakın olsun. Hasta bir kimse, birkaç şeyi tasdik etmey muhtaçtır. Birincisi, hastalığın ve sıhhatin birtakım sebeplerinin olduğunu kendi ihtiyarıyla o sebeplere müsebibleri tarafından tertiplendiği üzere vâsıl olunduğunu, tasdik edip doğrulamaktır. Bu inanç tıbbın aslına olan inançtır; zira tıbba inanmayan bir kimse, ilâçla meşgul olmaz. Böyle bir kimseye helâk gerekli olur. Bizim tedkik ettiğimiz hususta bunun karşılığı şeriatın esasına iman etmektir. Şöyle ki: Ahiretteki saadetin bir sebebi vardır. O da ibadet ve itaattir. Şekavetin de bir sebebi vardır. O da günah ve isyandır. İşte bu, şeriatların aslına iman etmenin ta kendisidir. Böyle bir imanın, ya tahkik veya taklid yönünden hâsıl olması lâzımdır. Bu iki çeşit de imanın cümlesindendir. (Bu hüküm, ehl-i sünnet mezhebine ve taklidî imanın sahih olduğuna bînaendir). İkincisi, hasta olan kimsenin belli bir doktor hakkında tip ilmini bildiğine, o ilimde mahir olduğuna, hile yapmadığına kesinlikle inanmasıdır; zira hastanın bu tür bir inancı olmadıktan sonra, sadece tıbbın aslının varlığına inanması, kendisi için fayda vermez. İncelediğimiz konuda bunun karşılığı Hz. Peygamberin bütün söylediklerinin hak ve doğru olduğuna, içinde yalan olmadığına iman etmektir. Üçüncüsü, elbette hastanın, doktorun kendisine sakıncalı gösterdiği meyveler ve çoğu zaman zarar verici sebepler hususunda doktora kulak vermesi lâzımdır ki korunmayı terketmesi hususunda korku kendisine galip gelsin ve dolayısıyla korkunun şiddeti kendisini korumaya ve perhiz yapmaya şevketsin. Dinde bunun karşılığı, takvaya teşvik eden, günah işlemeyi ve hevaya tâbi olmayı sakıncalı gösteren ayetlere ve hadîslere kulak vermektir. Bunlardan kulağına geleni, şeksiz ve şüphesiz doğrulamaktır ki tedavide son temel olan ve sabretmeye sebep olan bir korku meydana gelsin. Dördüncüsü, hastalığına mahsus hususlarda ve bizzat perhiz edeceği hususta kendisine lâzım olan şeylerde doktora kulak vermesidir ki doktor ona önce fiillerinden ve hallerinden, yiyeceğinden ve içeceğinden kendisine zarar vereni tafsilatlı bir şekilde tanıtsın. Bu bakımdan her hastaya herşeyden perhiz etmek gerekmez ve her ilâcı almak fayda vermez. Aksine her özel illetin özel bir ilmi, özel bir ilâcı vardır. Dinde bunun misali, her kul, her şehvetle mübtelâ olmaz. Her günahı işlemez. Aksine her mü´minin özel bir günahı veya özel olan günahları vardır. Onun hâlihazırda onların günah olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onların âfet ve zararlarının miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onlara sabretmenin nasıl olacağını, daha sonra da onlardan daha önce işlediklerini nasıl telafi edeceğini bilmeye ihtiyacı vardır. İşte bunlar birtakım ilimlerdir. Din tabibleri ancak bu ilimleri bilir ve bu ilimler onların ihtisas sahasıdır. Onlar peygamberlerin vârisleri olan âlimlerdir. Bu bakımdan âsi bir kimse, eğer günahını bilirse ona, doktordan ilâç talep etmek gerektir. Doktor da âlimdir. Eğer yapmış olduğunun günah olduğunu bilmezse, âlimin onu ikaz etmesi lâzımdır. Her âlim bir iklimi veya bir beldeyi veya bir mahalleyi veya bir mescidi (bir meşhedi)78 gözetmelidir. Buraların ehline dinlerini öğretmelidir. Onlara zarar vereni, fayda verenden ayırmalıdır. Saadeti gerektirenden şekaveti gerektireni ayırmalıdır. Onlar kendisinden gelip soruncaya kadar ses çıkarmaması uygun değildir. Aksine halkı, dinlerini sormak için davet etmesi gerekir. Çünkü âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler halkı cehaletleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Aksine halkın toplantı yerlerine gidip ALLAH´a çağırmışlardır. Başlangıçta halkın kapılarınım gezmiş, onları teker teker aramış, irşad etmişlerdir; zira kalpleri hasta olanlar hastalıklarını bilmezler. Yanında ayna olmayanın yüzündeki alacalığı bilmediği gibi... Bu vazifeyi yapmak bütün âlimler için farz-ı ayn´dır. Bütün sultanlara (idarecilere) her köşe, her mahalleye dindar" bir fakîhi tayin etmek, o fakîhin halka dinlerini öğretmesini temin etmek gerekir; zira insanlar cahil olarak doğarlar. Mutlaka dinin aslında, ferinde onlara daveti tebliğ etmek gerekir. Dünya hastalar evidir; zira yeryüzünün karnında ölüler, sırtında da hastalar vardır. Kalp hastaları beden hastalarından daha fazladırlar. Alimler doktorlardır. Saltanat sahipleri de hastahaneleri yapıp düzenleyenlerdir. Bu bakımdan âlimlerin tedavisini kabul etmeyen bir hasta, sultana, şerrinden emin olunmak için teslim edilir. Tıpkı doktorun perhiz yapmayan bir hastayı veya deli olan bir hastayı zincirlerle bağlamak ve kelepçe vurmak için hastabakıcılarına teslim edip onun şerrini hem kendisinden, hem de diğer insanlardan menettiği gibi... Kalp hastalarının beden hastalarından daha fazla olmaları üç illetten ileri gelir: Birincisi; hasta kimse, hasta olduğunu bilmez. İkincisi; onun neticesi bu âlemde (gözle) görülmez. Fakat beden hastalığı böyle değildir. Onun sonucu gözle görülen bir ölümdür. Tabiat bu ölümden ürker. Ölümden sonraki durum güzel görülmemektedir. Günahların sonu kalbin ölümüdür! Bu ise, bu âlemde görülmez. Bunun için günah işleyen bildiği halde yine de günahlardan ürkmez. Bu sırra binaen günahkârın kalp hastalığında ALLAH´ın faziletine yaslandığını, bedenin hastalığını te davi etmekte, hiçbir şeye yaslanmadan var kuvvetiyle gayret sar-fettiğini görürsün. Üçüncüsü ki müzmin bir hastalıktır doktorun olmamasıdır; zira doktorlar âlimlerdir. Şu asırda âlimler şiddetli bir hastalığa tutulmuşlardır! Kendi hastalıklarını tedavi etmekten aciz kalmışlardır. Hastalığın umumî olması onlar için bir teselli olmuştur. Böylece eksikleri ortaya çıkmaz. Bundan dolayı onlar halkı dalâlete götürmeye vc halkın hastalığını artıran şeyleri halka işaret etmeye mecbur oldular; zira helâk edici hastalık, dünya sevgisidir. Oysa bu hastalık doktorlara (âlimlere) galip gelmiştir! Onlar artık halkı bundan sakındırmaya güç yetirememektedirler. Kendilerine ´Size ne oluyor ki ilâcı (ve tedaviyi) emrediyor, nefislerinizi unutuyorsunuz´ denmesinden çekinerek bunu yapmamaktadırlar! Bu sebepten ötürü hastalık halk arasında umumîleşti, veba büyüdü, tedavinin sonu kesildi. Doktorların (âlimlerin) olmamasından dolayı halk helâk oldu. Aksine (âlimler) doktorlar idlal etmenin (saptırmanın) ilimlerini elde etmekle meşguldürler. Keşke onlar, konuşmayıp susmuş olsaydılar. Çünkü onlar konuştukları zaman, ancak halk tabakasını tergib eden ve halkın kalbini kendilerine celbeden noktalarla ilgilenirler. Onlar bu hedefe ancak ümit vermek, ümidin sebeplerini korku sebeplerinden daha galip göstermek, rahmetin delillerini zikretmekle varabilirler. Zira bunları zikretmek kulaklara daha hoş ve tabiatlara daha hafif gelir. Böylece halk, vaaz meclislerinden, günaha cüretkârlık yapmayı. ALLAH´ın faziletine fazlasıyla güvenmeyi öğrenerek dağılırlar. Ne zaman doktor cahil veya hain olursa, tedavi ile helâk eder. Çünkü ilâcı yerinde kullanmaz. Bu bakımdan ümit ve korku iki ilâçtırlar. Fakat bu iki ilâç, illetleri zıd olan iki şahıs içindirler. Korkudan ötürü, dünyayı tamamen terkeden, nefsine gücü yetmeyeceği şeyleri yükleyen ve nefsini tamamen daraltacak derecede korku kendisine galip gelen bir kimseye ümit vermek gerekir. Çünkü o korku ancak bununla kırılır, itidale dönebilir. Böylece günahlarda ısrar edip tevbe etmek isteyen fakat ümitsizliğe ve daha önce yapmış olduğu günahlarını büyük saymaktan dolayı ye´se kapılıp tevbeden uzak duran bir kimse de ümitle tedavi edilir ki tevbe´ııin kabulü hususunda ümitvar olup tevbe etsin! Ümidin sebeplerini zikretmeden önce, günahlara alabildiğine dalan ahmaklığın tedavisine gelince, bu tedavi şifayı talep etmek gayesiyle fazlasıyla bal alıp tansiyonu yükselen bir kimsenin durumuna benzer. Bu, cahil ve ahmakların âdetidir, Madem ki durum budur, o halde doktorların fesadı (hastalığı) asla tedavi kabul etmeyen müzmin ve öldürücü bir hastalıktır. Soru: Vaizin halkla beraber vaazda tâkib edeceği yolun ne olduğunu zikreder misiniz? Cevap: Bu, oldukça uzar. Bunu saymak mümkün değildir. Evet! Israrın düğümünü çözmekte ve halkı günahları terketmeye teşvik etmekte fayda veren şeylere işaret edelim. Bunlar dört şeydir: 1) Günahkârları korkutan Kur´ân ayetlerini, hadîslerde ve eserlerde vârid olup inzâr edici rivayetleri zikretmektir. Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktur ki iki melek, dört sesle, bir birlerine cevap vermesin. Onlardan biri der ki: ´Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratılmasaydı!´ Diğeri ´Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratıldıkları zaman niçin yaratıldıklarını bilmiş olsaydılar´. Başkası der ki: ´Ah, ne olurdu, keşke onlar ne için yaratıldıklarını bilmediklerinde bâri bildikleriyle amel etmişlerdir. Hadîs bazı rivayetlerde şöyledir: ´Keşke onlar bir arada otur-saydılar. Bildiklerini müzakere etseydiler Diğeri der ki: ´Ah, ne olurdu, keşke onlar bildikleriyle amel etmedikleri için bari amel ettiklerinden tevbe etseydiler´.79 Seleften biri şöyle der: "Kul günah işlediği zaman, sağ tarafındaki meleği, sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona şöyle emreder: ´Altı saat o günahı yazma!´ Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa o günah defterine yazılmaz. Eğer istiğfar etmezse, altı saatten sonra, o günahı yazar". Yine seleften bir zat şöyle demiştir: Kul günah işlediği zaman üzerinde bulunduğu yer kendisini yutmak hususunda izin ister! Üstünde bulunan semâ parçalanıp üzerine düşmek hususunda izin ister! ALLAH Teâlâ yer ve göğe der ki: ´Benim kulumdan uzak durunuz! Ona mühlet veriniz! Zira onu siz yaratmış değilsiniz. Eğer siz onu yaratmış olsaydınız muhakkak ona şefkat gösterirdiniz. Kulumun bana dönüş yapması umulur, o zaman ben de onu bağışlarım. Umulur ki kulum, yaptığı günahın yerine sâlih bir amel işler, ben de o kötülüğü iyiliklere tebdil ederim´. Andolsun ki zeval bulurlarsa onları O´ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O halîmdir azap için acele etmez! Çok bağışlayıcıdır.(Fâtır/41) Mühür, arşın ayaklarından birine (veya ayağına) asılıdır. ALLAH´ın yasakları, ihlâl edildiği, haramları helâl sayıldığı zaman, ALLAH o mührü gönderir, kalplerin içindeki şeylerle beraber kalpleri onunla mühürler.80 Kalp, açık bir el gibidir. Ne zaman kul bir günah işlerse bir parmak kapanır. Bütün parmaklar kapanmcaya kadar kalbin açıklığı devam eder, Bütün parmaklar kapandığında kalp kapanır. İşte mühür bunun ta kendisidir.81 Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kul ile ALLAH arasında günahlardan malûm bir hudûd vardır. Kül o hududa vardığı zaman, ALLAH onun kalbini mühürler. Ondan sonra da onu hayra muvaffak etmez´. Tevbe edenlerin övülmesi ve günahkârların kötülenmesi hususunda sayılmayacak kadar hadîs ve eser vârid olmuştur. Bu bakımdan vâiz bir kimse, eğer Hz. Peygamberin vârisi ise, bu haber ve eserlerden çokça zikretmesi uygundur. Zira Hz. Peygamber, miras olarak altın ve gümüş bırakmamıştır. Ancak geride ilim ve hikmet bırakmıştır. Her âlim, isabet ettiği kadar, o terekeden nasibini almıştır. 2) Peygamberlerin ve selef-i salihînin hikâyelerinin ve günahlarından82 dolayı başından geçen maceraların halkın kalbine şiddetli tesir edip fayda verecekleri güneşten daha barizdir. Adem´in (a.s) isyanmdaki durumları ve cennetten atılması gibi... Hatta rivayet ediliyor ki Adem (a.s) yasak ağaçtan yediği zaman, onun bedeninden cennet zînetleri uçtular. Avret yerleri göründü. Bu bakımdan başındaki mücevherlerle süslenmiş taç ve cevherler utanarak başından uçmadılar. Cebrâil (a.s) yanına gelerek başından tacı aldı. Mikâil de alnından cevherleri çözdü. Arşın üstünden ona şöyle seslenildi: ´Benim komşuluğumdan inin! Zira bana isyan eden bana komşuluk yapamaz´ Râvî der ki: Adem (a.s) ağlayarak Havva´ya baktı ve şöyle dedi: ´İşte günahın ilk uğursuzluğu bizi ALLAH´ın komşuluğundan çıkarmasıdır!´ Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman83 (a.s) evindeki kadınlardan birinin isteği üzerine yaptırdığı babasının resmine, bu kadın kırk gün gizli olarak ibadet ettiği ve Hz. Süleyman buna sebebiyet verdiği için azarlanmıştır. Diğer bir rivayette; Cerad isminde sevdiği bir kadın, bir davanın kendi akrabaları lehine karara bağlanmasını istedi. Hz. Süleyman söz verdi, fakat öyle hüküm vermedi. Diğer bir rivayette de ´Bu kadının babasının lehine hüküm vermeyi içinden geçirmişti´ şeklindedir. İşte bu sebepten ötürü cezaya uğradı, kırk gün saltanattan uzaklaştırıldı. El açar dilenirdi,fakat kimse kendisine birşey vermezdi.Ben Süleymanım, beni doyurun´ dediği zaman kendisini dövüp kovarlardı. Yine birgün, bir hanımının evinden yemek istedi. Hanımı onu kovdu ve onun yüzüne tükürdü. Bir rivayette de ihtiyar bir kadın sidik dolu bir testiyi çıkanıp onun başına döktü. Bu durumlar devam etti. Sonunda ALLAH Teâlâ, Süleyman´ın mühürünü balığın karnından çıkardı. Cezanın kırk günü bittikten sonra mührü parmağına geçirdi.84 Yüzüğü parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılar. Cinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılar. Kendisine karşı suç işleyenlerden bazıları kendisinden özür dilediler. O da ´Daha önce yaptığınızdan dolayı sizi kınamam. Şimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmem. Bu bir emirdir. Gökten geldi muhakkak olacaktır!´ dedi. İsrâiliyat´ta şöyle rivayet ediliyor: Adamın biri başka bir beldeden bir kadınla evlendi ve onu getirmesi için kölesini gönderdi. Kadın yolda köleye zina teklifinde bulundu ve ısrar etti. Köle ise kadınla mücadele edip korundu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, o köleyi, takvasının bereketinden ötürü İsrâiloğulları´na peygamber yaptı. Hz. Musa Hızır´a ´ALLAH seni gayb ilmine ne ile muttali kıldı?´ diye sordu. Hızır da ´ALLAH için günahları terketmekle...´ karşılığını verdi. Rivayet ediliyor ki birgün rüzgâr, Hz. Süleyman´ı gitmek istediği yere götürüyordu. Bu sırada Hz. Süleyman (a.s) yeni gömleğine bakıp onu beğenir gibi oldu. Bunun üzerine rüzgâr derhal Hz. Süleyman´ı yere bıraktı! Hz. Süleyman ´Niçin böyle yaptın? Ben sana beni bırakmanı emretmedim ki´ deyince rüzgâr ´Biz ancak ALLAH´a itaat ettiğin sürece sana itaat ederiz!´ karşılığını verdi. Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, Hz. Yakub´a (a.s) vahiy göndererek ´Seni evladın Yusuf tan niçin ayırdığımı biliyor musun?´ diye sordu. Hz. Yakub ´Hayır, bilmiyorum!´ dedi. ALLAH Teâlâ "Senin, Yusuf un kardeşlerine ´Sizin gafil olduğunuz bir sırada kurdun gelip onu yemesinden korkuyorum´ deyişinden dolayı aranıza bu ayrılığı soktum. Kurdun gelip onu yemesinden korktun da benden ümidini kestin. Neden kardeşlerinin gafletine bakıp da benim onu koruyamayacağımı düşündün? Peki Yusuf u sana niçin tekrar bahşettin: biliyor musun?" buyurdu. Yakub ´Hayır!´ deyince ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu; Çünkü sen rica ettin ve şunları söyledin: Umulur ki ALLAH onların hepsini bana getirir! (Yusuf/83) Ey oğullarım!* Gidin de Yusuf ve kardeşinden, iyice araştırarak (haber getirin)! ALLAH´ın lûtfundan ümidinizi kesmeyin!(Yusuf/87) ALLAH Teâlâ, Yusufun (a,s) Mısır melikinin adamına (hapishane arkadaşına) söylediği "Beni efendinin (kralın) yanında an (suçsuzluğumu ona hatırlat!)" sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur:Şeytan Yusuf a Rabb´inin zikrini unutturdu da bundan dolayı zindanda birkaç sene durdu.(Yusuf/42) Bu gibi hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Kur´ân ve hadîsler bu hikâyeleri laf olsun diye zikretmemiştir. Bilakis bu hikâyelerden gaye insanların ibret almaları ve hakikatleri görmeleridir ki peygamberlerin küçük günahlarının (zellelerinin) bile bağışlanmadığını bilsinler! Bu durumda peygamber olmayanların büyük günahlarından nasıl vazgeçilir? Evet peygamberlerin saadeti, işledikleri küçük günahlara karşılığını bu dünyada görmelerinde ve cezaların ahirette tehir edilmemesindedir. Şakî kimselere gelince, ALLAH Teâlâ günahları daha da artsın diye, bunlara mühlet vermekte; ahiret azabı daha şiddetli ve daha büyük olduğundan onların azaplarını tehir etmektedir. Buna benzer sözlerin, hikâyelerin günahta ısrar edenlerin kulağına çokça gelmesi gereklidir; zira ALLAH´ın izniyle bunlar, insanları tevbeye teşvik ettiğinden çok faydalıdır. 3) İnsanların zihinlerinde günahlarının cezasının bu dünyada derhal verileceği fikrinin ve ´Kulun başına gelen musibetler suçları yüzündendir´ kanaatinin yerleşmesidir. Nice kul vardır ki âhirette verilecek cezalara pek aldırmaz; cehaletinin çokluğundan dolayı ALLAH´ın bu dünyada vereceği cezalardan daha fazla korkar. Bu bakımdan böyle bir kulun bu şekilde korkutulması daha uygundur. Davud ve Süleyman (a.s) kıssasında olduğu gibi, çoğu zaman günahların cezası bu dünyada hemen verilir. Hatta günahlarından ötürü bazen kulun rızkı bile daralır. Halk arasındaki mertebesi düşer. Düşmanları kendisine galip gelir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kul (bazen), işlediği günahtan dolayı rızıktan mahrum olur.85 İbn Mes´ud da ´Zannediyorum kul, işlediği günahtan dolayı ilmi unutur!´ demiştir. İbn Mes´ud´un bu sözü, şu hadîs-i şerifin mânâsındadır: "Bir günah işleyen kimseden, bir daha geri dönmemek üzere bir akıl (ilim) ayrılır.86 Seleften bir zat şöyle buyurmuştur: ´Lânet yüzde görülen bir siyahlık ve malda görülen bir eksiklik değildir. Lânet ancak bir günahtan çıkmadan, benzeri veya daha şerli bir günaha girmektir!´ Selefin bu sözleri çok doğrudur. Çünkü lânet, (ilahî rahmetten) kovulmak ve uzaklaştırılmaktır. Bu bakımdan hayra muvaffak olamayan ve kolayca kötülük yapabilen kimse ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış demektir. Tevfîk rızkından mahrum olmak, mahrumiyetin en büyüğüdür. Her günah insanı başka bir günaha davet eder ve böylece günahlar katmerleşir. Bu bakımdan kul işlediği günahtan dolayı günahları hor gören, âlimlerin ve salihlerin mecli sinden ibaret olan faydalı rızkından da mahrum olur. Hatta sâlih kimselerin de buğzetmeleri için ALLAH Teâlâ böyle kimselere buğzeder. Ariflerden biri çamurlu bir yolda, elbiselerini toplayıp ayağının kaymasından sakınarak yürüyordu. Bu durum, ayağı kayıp düşünceye kadar devam etti. Düştükten sonra artık korunmaya gerek görmeksizin gelişi güzel yürümeye başladı. Bir yandan da ağlayarak şöyle diyordu: ´Benim bu düşüşüm, kulun hâline benzer. Şöyle ki: Kul, durmadan günahlardan sakınır ve uzaklaşır. Ancak bir veya iki günah işleyince, artık alabildiğine günahlara dalar´. Bu söz, günahın cezasının, insanı başka bir günaha çekmek suretiyle daha bu dünyada iken verildiğine işarettir. Bu sırra binaendir ki Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Senin zamanın bozulduğundan ve arkadaşlarının katılaşmasından duyduğun sıkıntılar, sana günahların tarafından miras bırakılmıştır´. Bir zât şöyle buyurmuştur: ´Ben merkebimin huysuzluğunda bile günahımın cezasını görürüm´. Bir başkası da şöyle demiştir: ´Ben günahımın cezasını evimin farelerinde bile görürüm´. Şam sûfîlerinden biri şöyle anlatıyor: "Birgün güzel yüzlü bir hristiyan çocuğu gördüm. Durup ona hayranlıkla bakmaya başladım. O sırada Dimeşkli İbn Celâ yanıma gelerek elimden tuttu. Bunun üzerine utanarak ´Ey Ebû Abdullah! SübhanALLAH! Ben bu güzel yüze, bu ince sanata hayran oldum. Bunun ateş için yaratılmış oluşuna şaşıyorum´ dedim. Bu sözlerim üzerine İbn Celâ elimi sıktı ve ´Bunun cezasını bir zaman sonra muhakkak göreceksin!´ dedi. Gerçekten de otuz sene sonra bunun cezasınaçarpıldım!" Ebû Süleyman ed-Dârânî ´İhtilâm olmak bir cezadır´ buyurmuştur. Bir keresinde de ´İnsan, cemaat namazını, ancak işlemiş olduğu bir günahtan dolayı kaçırır´ demiştir. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Zamanınızdan inkâr ettiğiniz (hoşunuza gitmeyen) şeyler, muhakkak ifsâd ettiğiniz (bozduğunuz) amellerinizden ötürü meydana gelmiştir.87 ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmuştur: Şehvetini benim taatime tercih eden kuluma vereceğim cezaların en küçüğü, onu münacaatımm lezzetinden mahrum etmekliğimdir!88 Ebû Amr b. Ulvan, uzun bir kıssada şöyle anlatır: "Bir gün ayakta namaz kılıyordum. Aniden kalbimde bir arzu uyandı. Bunu uzun uzadıya düşünürken sonunda şehvetim kabardı. Bundan dolayı yere düştüm: Bütün bedenim simsiyah kesildi. Bu olay üzerine üç gün dışarı çıkmadım. Bu arada giderebilmek için sabunla yıkandığım halde siyahlık gittikçe artıyordu. Bu durum üç günden sonra kayboldu. O sırada Rikka´da (Irak´ta bir yerdir) oturuyordum. Birgün, beni yanına çağıran Cüneyd-i Bağdadî´ye gittim. Oraya vardığım zaman Cüneyd bana ´ALLAH´tan korkmadm mı? O´nun huzurunda dimdik durduğun halde nefsine bir şehvet koydun. Öyle ki bu şehvet seni istilâ edip ALLAH´ın huzurundan çıkardı. Eğer ben senin için ALLAH´a yalvarmasaydım, sana vekâleten tevbe etmeseydim sen ALLAH´a o siyahlıkla kavuşacaktın!´ dedi. Ben Rikka´da, Cüneyd de Bağdad´da olduğumuz halde benim bu durumumu nasıl bildiğine hayret ettim. (Ona bu durumu bildiren ALLAH´dır)". Biliniz ki kul, herhangi bir günah işlediğinde kalbinin yüzü siyahlaşır. Eğer günah işleyen, said bir kimse ise, günahtan sakınsın diye, bu siyahlık bedeninin zahirinde de görünür. Yok eğer şakî ise, günahlara daha fazla dalsın ve ateşe müstehak olsun diye bu siyahlık kendisinden gizlenir. Günahların bu dünyada fakirlik, hastalık ve benzerleri gibi âfetlere yol açtığı hakkında gelen haberler pek çoktur. Günahın dünyadaki cezalarından biri de kişinin günahı işledikten sonra onun sıfatını kazanmasıdır. Kişi neye mübtelâ olursa, o şey kendisi için ceza olur. Bahtsızlığının (şekâvet) katmerleşmesi için rızkın güzelinden mahrum olur. Eğer kendisine bu durumda bir nimet verilirse bu bir istidrâc (kandırma ve oyalama) olur. Dahası nankörlüğünden dolayı, cezaya çarptırılması için fikrin güzelinden mahrum olur. İtaatkâr (mutî) kimselere gelince; böylelerinin her nimetin şükrünü edâ edebilmesi başına gelen her belânın günahlarının keffareti olması ve derecelerini yükseltmesi, taatinin mükâfaatı bereketidir. 4) Hased, kibir, gıybet, cana kıyma, hırsızlık, zina ve içki gibi günahların herbiri için gelen cezaları ayrı ayrı anlatmaktır. Bütün bunlar hep birlikte söylenmesi mümkün olmayan şeylerdendir. Ehil olmayan bir kimseye bu şekilde söylemek, ilacı, yara olmayan bir yere sürmek gibi olur. Alim kişinin hâzık bir doktor gibi olması gerekir. Önce nabız yoklamak, tansiyon ölçmek ve hareketlerin yönlerini öğrenmek suretiyle içteki hastalıkları keşfetmeli; ilaçlarıyla sonra uğraşmalıdır. Bu bakımdan âlim önce görünen hallerin karîneleriyle gizli sıfatların neler olduğunu tesbit eder; sonra Hz. Peygambere uyarak vâkıf olduğu şeylerden bahseder. Nitekim Hz. Peygamber ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana kısa bir tavsiyede bulun´ diyen bir kimseye ´Öfkelenme!´89 buyurmuştur. ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!´ diyen bir başkasına da şunları söylemiştir: ´Halkın elindeki servetlerden ümidini kes; onlara göz dikme! Çünkü asıl zenginlik budur. Tamahkârlıktan sakın! Çünkü bu hazır bir fakirliktir. Namazlarını sanki dünyaya vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonunda özür dilemek zorunda kalacağın fiillerden sakın´.90 Muhammed b. Vâsi de ´Bana tavsiye de bulun!´ diyen birine ´Dünya ve âhirette padişah olmaya çalış!´ dedi. Adamın ´Bunu nasıl becerebilirim? demesi üzerine de ´Dünyada zâhidlik eteğine yapış!´ buyurdu. Hz. Peygamber tavsiye isteyen ilk kişide öfke belirtileri gördüğü için onu öfkeden menetmiştir. İkinci kişide ise halkın elindekilere göz dikme ve uzun emel besleme belirtileri görmüştür. Muhammed b. Vâsi de kendisinden tavsiye isteyen kişide dünyaya harislik alâmetleri görmüştü. Muaz ´Bana tavsiyede bulun!´ diyen bir kişiye ´Sen şefkatli ol ki ben de senin için cennete kefil olayım!´ dedi. Muaz bu kişide katılık ve merhametsizlik eserleri sezdiğinden böyle söylemiştir. Bir kişi İbrahim b. Edhem´e ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Bunun üzerine İbrahim ona şunları söyledi: ´Halktan sakın! Bununla birlikte onların arkadaşlığına yapış; zira bu senin için gereklidir. Halk halktır; ancak bütün halk olgun değildir. Halk gitmiş Nesnas (bir deniz hayvanı veya bir ayaklı insan veya ye´cûc ve me´cûc demektir) kalmıştır; yani azizler gitmiş, reziller kalmıştır. Ben onları halk olarak görmüyorum. Bilakis onlar ümitsizlik denizine dalmışlardır.´ İbrahim, bu kişi için halkın arasına girmeyi (ihtilât) doğru bulmamış ve onun haline galip olan durumu dile getirmiştir; zaten bu kişi çoğu zaman halktan eziyyet görürdü. (Bu kişinin halkla kaynaşmasını, halkın şerrinden korunsun veya halk onun şerrinden korunsun diye menetmiştir.) Soranın haline ve seviyesine göre konuşmak, ona cevap verenin kendi haline ve seviyesine göre konuşmasından daha evlâdır. Muâviye, Aişe validemize mektup yazarak ´Bana tavsiye ve nasihat içeren bir mektup yaz. Hiç çekinmeden, istediğini yaz!´ dedi. Aişe validemiz de bu isteğe binaen ona şöyle yazdı: Âişe´den Muaviye´ye! Selâm sana! Ben, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim: ALLAH Teâlâ halkı kızdırmayı göze almak suretiyle rızasına olan kimseyi halka muhtaç etmez. Kim de halkı razı edebilmek için ALLAH´ın kızmasını göze alırsa, ALLAH onu halka havale eder. Vesselâm! Hz. Âişe´nin bu ince anlayışına dikkat edildiğinde onun, idarecilerin içerisinde kıvranmakta oldukları âfeti nasıl dile getirmiş olduğu anlaşılır. Bu âfet de halkı gözetmek ve onların rızasını talep etmektir! Aişe validemiz, başka bir keresinde de Muâviye´ye şöyle yazdı: ALLAH´tan kork! Muhakkak ki sen kendisinden korktuğunda ALLAH seni halktan korur. Halktan korktuğunda ise onlar seni ALLAH´tan gelecek hiçbir şeyden koruyamazlar. Vesselâm! Madem ki durum budur; o halde her nasihatçi, gayretini gizli sıfatları anlamaya, asıl halleri öğrenmeye sarfetmelidir ki önemsizleri bırakıp önemli olan ile meşgul olsun. Çünkü herkese şeriatın bütün mev´izelerini anlatmak mümkün değildir. Kişinin, karşısındakinin ilgilenmediği ve onun durumuna uygun olmayan bir mevzu hakkında meşgul olması, zamanını zayi etmesinden başka birşey değildir. Soru: Bir cemiyette konuşan veya halinin iç yüzüne vâkıf olmadığı bir kimseye vaaz etme durumunda kalan vâiz ne yapacaktır? Cevap: Böyle bir durumda vaizin takip edeceği yol, bütün halkın ya genel olarak veya en fazla ortaklaşa muhtaç oldukları mevzuda vaaz etmesidir; zira şer´î ilimler gıda ve deva diye iki kısma ayrılır. Gıdalar, bütün halk içindir. Devalar ise, sadece hastalık sahipleri içindir. Buna misal olarak şu eseri gösterebiliriz: Adamın biri, Ebû Said el-Hudrî´ye ´Bana tavsiyede bulun!´ diye rica etti. Ebû Said de ´ALLAH´ın takvasına yapış; çünkü bu her hayrın başıdır. Cihaddan ayrılma; çünkü cihad İslâm´ın ruhbanlığıdır. Kur´ân oku; çünkü o senin için, yeryüzü sakinleri arasında bir nur, gökyüzü sakinleri arasında ise zikirdir. Hayır hariç, susmayı tercih et; zira bu şekilde şeytanı mağlup edersin!´dedi. Bir kişi Hasan Basrî´ye ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Hasan Basrî de ´ALLAH´ın emrini aziz et ki ALLAH da seni aziz etsin!´ buyurdu. Lokman Hekîm oğluna şöyle nasihatta bulundu: ´Ey oğul! Dizlerini âlimlerin dizlerine yapıştır. (Âlimlerin dizlerinin dibinden, meclisinden ayrılma!) Onlarla mücadele etme ki sana buğzetmesinler. Dünyadan nasibini unutma! Kazancının fazlasını âhiretin için sarfet. Dünyayı tamamen terketme ki başkasının eline bakmış ve boynuna yük olmuş olmayasm! Oruç tuttuğun zaman namazına zarar verecek şekilde değil şehvetini kıracak şekilde tut! (Zayıf düşmene sebep olacak orucu tutma!) Muhakkak ki namaz, oruçtan daha faziletlidir. Ahmaklarla oturma. İki yüzlülerle arkadaşlık yapma!´ Lokman Hekîm oğluna, şunları da söyledi: ´Ey oğul! Gereksiz yerde gülme! İhtiyatla yürü! Seni ilgilendirmeyen şeyin peşine düşme! Başkasının malını korumak için, kendi malını zayi etme! Muhakkak ki senin asıl malın âhiretin için önden gönderdiğindir. Arkada bıraktıkların ise başkalarının malıdır. Kim merhamet ederse ona merhamet edilir; kisusarsa, o selâmette kalır; kim hayır söylerse ganimet sahibi olur; kim kötü söz söylerse günahkâr olur; kim de diline hâkim olmazsa pişman olur´. Bir kişi Ebû Hâzım´a ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Ebû Hâzım91 da ´Ölüm geldiğinde senin için ganimet olacağını bildiğin şeyleri yap. Yine ölüm geldiğinde başına bela olacağını bildiğin şeylerden de kaçın!´ buyurdu. Musa (a.s) Hızır (a.s)´a ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. O da şunları söyledi: ´Güler yüzlü ol! Öfkeli olma! Fayda verici ol; zarar verici olma. Mücadeleden kaçın! İhtiyacın olmadığında yürüme. Hayret verici bir hareket olmaksızın boş yere gülme. Yanılanları, yanılgılarından dolayı ayıplama! Ey İmran´ın oğlu! Hatalarından dolayı ağla!´ Muhammed b. Kerram92 ´Bana nasihatta bulun!´ diye rica eden birisine şunları söyledi: ´Hiç olmazsa nefsinin rızası için çalıştığın kadar yaradanın rızası için de çalış. Bir kişi Hâmid el-Leffâf a ´Bana tavsiyede bulun!´ dedi. Hamid de ´Dinin için, Kur´an´ın kılıfı gibi bir kılıf yap ki âfetler onu kirletmesin´ buyurdu. Adamın ´Dinin kılıfı nedir?´ diye sorması üzerine de ´Zarurî miktarı hariç, dünya isteğini; mecburî olanı hariç çokça konuşmayı; gerekli olan hariç, halkla ihtilât etmeyi (insanlar arasına girmeyi) terketmektir´ dedi. Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz´e şöyle yazdı: ALLAH seni neyle korkutmuş ise ondan kork! Neden sakındırmış ise ondan da sakın. Elindeki servetten önündeki yolculuk için kendine azık edin. Ölüm anında sana kesin haber gelecektir. Vesselâm! Ömer b. Abdülaziz, Hasan Basrî´ye bir mektup yazarak kendisine nasihat etmesini istedi. Bunun üzerine Hasan, ona şu mektubu yazdı. Muhakkak ki önünde çok büyük korkular ve ürkütücü şeyler vardır. Bunları görmen kaçınılmazdır. Sonunda da ya kurtuluşa ereceksin veya helâk olacaksın. Bil ki nefsini hesaba çeken kâr; ondan gafil olansa zarar eder. Neticeleri (akıbetini) düşünen kurtulur, hevasına itaat eden dalâlete düşer; hilm gösteren de ganimet sahibi olur. Korkan kimse emin olur. Emin olan kimse ibret alır; ibret alan kimsenin (basîret) gözü açılır; gözü açılan anlar; anlayansa bilir. Kaydığın zaman dönüş yap. Pişman olduğunda günahtan el çek! Bilmediğin zaman sor! Öfkelendiğinde nefsine hâkim ol! Mutarrıf b. Abdillah, ömer bin Abdülaziz´e şöyle yazdı: Muhakkak ki dünya ceza evidir. Dünya için ancak aklı olma-v yankimseler servet edinir. İlmi olmayan dünyaya aldanır. Bu bakımdan ey mü´mirilerin emîn! Sen bu dünyada, yarasını tedavi eden ve hastalığın kötü neticesinden korktuğundan dolayı ilacın acılığına katlanan kimse gibi ol! Ömer b. Abdülazizİtiraz: Bu durumda her iş imana dönüşmüş (bağlanmış) olmaktadır. Çünkü günahı terketmek, ancak sabretmekle mümkün olur. Sabretmek, korkunun marifetiyle (yardımıyla); korku da ancak ilimle olur. İlim ise ancak günahların zararının büyüklüğünü tasdikle olur. Günahların zararının büyüklüğünü tasdik etmek de ALLAH Teâlâ´nm ve Hz. Peygamberin tasdiki demektir. Bu ise imandır. Böylece günahta ısrar eden kimse mü´min olmadığından dolayı ısrar etmiş gibi olmaktadır! Cevap: Günahta ısrar etmek imanın yokluğundan değil, bilakis imanın zayıflığından ileri gelir; zira her mü´min günahın, ALLAH´tan uzaklaşmaya ve âhirette ceza görmeye sebep olduğunu bilir. Müzminin günaha girmesinin ise birçok sebebi vardır ki bunlardan biri va´dedilen cezanın gaib olup hâzır (gözönünde) olmamasıdır. Nefis ise, hâzırdan etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan nefsin va´dedilenle etkilenmesi, hâzır ile etkilenmesine oranla zayıftır. İkincisi, insanı günahlara teşvik eden şehvetler, zatından dolayı derhal yapılır; çünkü şehvetler şu anda hâzır olup insanın gırtlağına yapışmış; âdet ve ülfiyet (alışkanlık) sebebiyle kuvvet bularak onu istilâ etmiştir. Âdet beşinci bir tabiattır. Geleceğin korkusuyla hâzırdan (şu anda elde bulunandan) ayrılmak, nefse çok ağır gelir. Hayır! Hayır! Doğrusu siz peşin´i (çabuk geçen şu dünya zevklerini) seviyorsunuz. da âhireti bırakıyorsunuz!(Kıyâmet/20-21) Fakat siz şu dünya hayatını (âhirete) tercih ediyorsunuz.(A´lâ/16) Cennet mekruhlarla (zorluklarla); ateş (cehennem) ise şehvetlerle ve nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiştir.93 ALLAH Teâlâ cehennemi yarattığında Cebrail´e ´Git cehenneme bak!´ buyurdu. Cebrail cehenneme baktıktan sonra İzzetine yemin ederim ki cehennemi işiten hiç kimse buraya girmez!´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, cehennemi şehvetlerle (nefislerin istekleriyle) çepeçevre donattı. Sonra Cebrail´e ´Git! Cehenneme bir daha bak!´ emrini verdi. Cehenneme ikinci kez bakan Cebrail İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimse kalmaksızın herkesin buraya girmesinden korkarım´ dedi. ALLAH cenneti yarattı ve Cebrail´e ´Git cennete bak!´ emrini verdi. Cebrail oraya baktıktan sonra ´İzzetine yemin ederim ki cenneti işiten herkes buraya girecektir´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, cenneti mekruhlarla (zorluklarla) sardı. Sonra Cebrail´e ´Git, cennete bir kere daha bak!´ emrini verdi. Cebrail, bu ikinci bakışından sonra İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimsenin cennete girmeyeceğinden korkarım´ dedi. Demek ki şehvetin hâzırda ve boğucu olması ile cezanın ertelenmesi ve daha sonra gelecek olması insanoğlunun, iman aslının varlığıyla birlikte, günahlara alabildiğine dalmasının iki açık sebebidir. Bu şuna benzer: Hastalığı sırasında çok susadığından dolayı, kar suyu içen herkes, tip ilminin esasını inkar etmediği gibi bu suyun kendisine zarar vermediğini iddia ediyor da değildir. Fakat şehveti galebe çalmış, sabrın elemi de o anda yakasına yapışmış olduğundan gelecek (sonraki) elem ona kolay görünmektedir. Üçüncüsü, hiçbir günahkâr mü´min yoktur ki çoğu durumda tevbe etmeye azimli bulunmasın veya günahlarını sevaplarla gidermeye taraftar olmasın. Öte yandan ALLAH tarafından da günahın tevbe ile telâfi edileceği kendisine va´dedilmiştir. Ancak çoğu zaman, emelin uzunluğu (uzun yaşama arzusu) tabiatlara galip gelir ve kişi durmadan tevbe gerektiren işler yapar; tevbe ümidi olduğundan çoğu zaman imanla beraber günaha yönelir! Dördüncüsü, yakîn sahibi hiçbir mü´min yoktur ki günahların, affı mümkün olmayan bir cezayı gerektirmediğine inanmasın. Yakîn sahibi mü´min, bir taraftan günah işler, öbür taraftan da ALLAH´ın fazlına dayanarak af bekler. İşte bunlar, iman aslının devamıyla birlikte günahlarda ısrara yol açan dört sebeptir. Evet! Günahkâr bazen de imanın esasına zarar veren beşinci bir sebeple günah işler. Bu sebep de kişinin peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmesidir. Bu ise küfrün ta kendisidir. Bu durum tıpkı şu hastanın hâline benzer: Kendisini bir yiyecekten sakındıran doktorun tıbbı bilen bir âlim olmadığına inanıp onu yalanlayan veya hakkında şüpheye düşen hasta, doktorun bu tavsiyesini önemsemez ve buna aldırış etmez. Bu ise, küfrün (inkârın) ta kendisidir! Soru: Peki bu beş sebebin ilacı nedir? Cevap ki: Bunların ilacı, düşüncedir. Şöyle ki: Azabın tehirinden ve daha sonra gelecek oluşundan ibaret olan birinci sebepte kişi nefsine ´Her gelen gelecektir. Bekleyen için yarın yakındır. Muhakkak ki ölüm herkese, ayakkabı bağından daha yakındır. Unutma ki kıyamet yakındır´, fikrini yerleştirmelidir. Dahası nefsine şunları da hatırlatmalıdır: Nefis daima gelecekte olacak dünyevî işlerin korkusuyla yorulmakta; deniz seferlerine çıkıp zahmetler çekmektedir. Hatta kişi hasta olup da bir Hristiyan doktor kendisine ´Soğuk suyun içilmesi zarar vericidir ve seni ölüme sevkedecektir´ dese, soğuk su yanında en lezzetli şey olsa bile derhal terkeder. Ölümün elemi ise insanoğlu ölümden korkmadığı takdirde bir an meselesidir. İnsanoğlu elbette birgün dünyadan ayrılacaktır. Acaba sonsuz bahtsızlığa; ezelî ve ebedî yokluğuna oranla dünyadaki varlığı ne kadar zaman tutabilir? Madem ki durum budur, insanoğlu dikkat etmelidir ki bir zimmî (İslâm devletinin himayesinde bulunan gayr-i müslim) ve doktorluğunu mucizelerle isbat edemeyen bir hristiyanm sözüyle, hoşuna giden en lezzetli şeyi terketme hususunda nasıl acele ediyor? Bunları düşünen kimse kendi kendisine ´Mucizelerle teyid edilmiş peygamberlerin sözlerini; doktorluğu mucize ile isbat edilmemiş olan ve doktorluğunun şahidi ancak halk tabakası olan ve nefsini doktorluk iddiasında bulunan bir hristiyanm sözünden daha aşağı telâkki etmek insan aklına nasıl uygun düşebilir? Ateş (cehennem) azabı, katımda, hastalığın azabından nasıl daha hafif gözükebilir? Oysa ahiretin bir günü, dünya zamanıyla elli bin sene kadardır´ der. Bu düşünce sayesinde nefse galip gelinebilir ve ona bu lezzet terkettirilebilir. Kişi bu konuda şöyle düşünmelidir: "Madem birkaç günden ibaret olan bir hayatın lezzetini terketmeye gücüm yetmiyor, peki bunu sonsuza dek nasıl terkedeceğim? Sabrın elemini çekmeye bile güç yetiremiyorum, ateşin elemini ; nasıl çekeceğim? Berraklığın bulanıklıkla karıştığı dünya süslerine sabredemiyorum, o halde âhiret nimetlerinin elden çıkmasına nasıl sabredeceğim?" Tevbe´nin gecikmesine gelince, bu da cehennem ehlinin çoğunun tevbeyi geciktirdiklerinden dolayı feryat ettiklerini düşünmek suretiyle tedavi edilir. Çünkü tevbeyi geciktiren kimse, işini, kendi elinde ve tasarrufunda olmayan bir temel üzerine bina etmiştir ki bu da baki kalma (yarına çıkma) ümididir. İhtimal ki bu kişi ertesi güne çıkmayacaktır. Çıksa bile yarın belki de günahı terketmeye gücü yetmeyecektir! İnsanın bugün tevbe etmesini engelleyen şey şehvetin galebe çalmasından başka ne olabilir? Şehvet ise yarın da insandan ayrılmaz. Bilakis katmerleşir; zira şehvet âdetten ötürü gittikçe kuvvet kazanır. Âdetten ötürü güçlendirilip geliştirilen şehvet, geliştirilmeyen gibi değildir. Bu sırra binaendir ki tevbeyi tehir edenler helâk olmuşlardır. Çünkü onlar benzerler arasında fark bulunduğunu zannetmişlerdir. Günlerin şehvetleri terketmenin zorluğu bakımından birbirlerine benzediğini unutmuşlardır. Tevbeyi tehir eden kimse bir ağacı kökünden sökmek zorunda olan ve bunun büyük bir zahmetten sonra sökülebileceğini anlayıp da Ben bu ağacı bir sene daha bırakayım. Ondan sonra gelip sökerim!´ diyen kimseye benzer. Oysa bu kişi ağacın, gittikçe kök saldığını ve kendisininse ihti-yarladıkça zayıfladığını çok iyi bilir. Bu bakımdan dünyada bu kimsenin ahmaklığından daha büyük bir ahmaklık tasavvur olunamaz; zira bu kişi kuvvetli olduğu sırada yenemediği zayıf bir şeyi yenmek için başladı kendisinin zayıf düştüğü, onun da kuvvetleneceği bir zamanı beklemeye..; ALLAH´ın affını beklemekten ibaret olan dördüncü mânâya gelince; bunun tedavisi daha önce geçtiği şekildedir. Bu durumdaki insan, bütün malını infak ederek kendi nefsini ve çoluk- çocuğunu fakir bırakıp da ALLAH Teâlâ´nm, fazlından kendisine bir hazine göndermesini bekleyen kimse gibidir; zira günahın affının mümkün olması, böyle bir hazine}e rastlamanın mümkün olması gibidir. Yine bu gibi kimseler, memleketinde bulunan zâlimler tarafından yağma edileceğini bildiği ve gizlemeye gücü yettiği halde mallarını saklamayıp evinin avlusuna rastgele bırakıp da şöyle diyen kimse gibidir: ´Ben ALLAH´ın bu yağmacı zâlimlere bir felâket veya gaflet vereceğini umuyorum ki evime gelmeye fırsat bulamasınlar veyahut da evime gelebilseler dahi kapımda ölsünler. Çünkü ölüm de gaflete dalmak gibi mümkündür. Daha önce de buna benzer olaylar olmuştur. Bu bakımdan ben de ALLAH´ın fazlından bunun benzerini ummaktayım´. Bu söylenilenler olmayacak şeyler değildir; fakat ahmaklık ve cehaletin son derekesidir; zira bu bazen mümkün olur, bazen ise olmaz! Peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmekten ibaret olan beşinci mânâya gelince, bu küfürdür; tedavisi ve ilacı ise kişinin, kendisine peygamberlerin doğruluğunu gösteren sebeplere başvurmasıdır ki bunları saymak uzun sürer. Fakat böyle bir kimsenin, aklına uygun ve yakın olan bir ilimle bu hastalığını tedavi etmesi mümkündür. Bu bakımdan kendisine denilir ki: ´Mucizelerle takviye edilen peygamberlerin söylediklerinin doğru olması mümkün müdür? Yoksa sen bir şahsın aynı anda iki yerde birden bulunmasının imkansız olduğunu bildiğin gibi buna da mı imkansız diyorsun?´ ´Evet ben onu bu şekilde imkansız görüyorum´ derse, o insanların en ahmağı ve budalasıdır. Eğer ´Ben bunda şüphe ediyorum´ derse, kendisine şöyle deriz: "Meçhul bir şahıs sana ´Evde bıraktığın yemeği yılan yaladı ve içine zehirini bıraktı´ dese ve sen de bunun mümkün olacağını bilsen, o yemeği yer misin, yoksa bırakır mısın? Velev ki o yemek, yemeklerin en lezzetlisi olsun". Şüphesiz bu durumda ´Bırakırım´ dedikten sonra sözüne şunu ekleyecektir: ´Çünkü eğer o kişi yalan söylemişse, bu yalanla yalnızca o yemeği kaçırmış olurum ve ben bu yemeksizliğe sabredebilirim. Yemeksiz sabretmek zor ise de bu durum geçicidir. Yok eğer doğru ise ve ben de buna rağmen o yemeği yersem, hayatımdan olurum. Yemeğe sabredip zahmet çekmek ve onu kaçırmak ölüme göre çok hafif olur´. Bu bakımdan ona denir ki: - Hayret! Nasıl olur da mucizelerine rağmen bütün peygamber lerin, bütün evliyanın, ulemânın, hukemânın, hatta bütün akıllılar zümresinin doğruluğunu bırakırsın? - Ben akıllılar zümresiyle, halk tabakasının cahillerini değil, bilakis akıl ve basiret sahiplerini kastediyorum - Nasıl olur da bütün bunların doğruluğunu, hali meçhul bir kişinin doğruluğu kadar itibara almaz da terkedersin? Üstelik halimeçhul olan kişinin bu sözlerde bir maksadı da olabilir. Öyleyse ancak son günü doğrulayan, sevap ve cezaya inanan kimse akıllılardan sayılabilir. Her ne kadar kadar akıllılar son günün keyfiyetinde, sevap ve ikabmın nasıl olacağında ihtilâf etmişlersede... Onların (hâşâ) yalan söylemiş olmaları durumunda senin elinden ancak şu bulanık ve fâni dünyanın birtakım şehvetleri çıkar. Bu bakımdan akıllı kimselerde, bu fikirle beraber, artık tereddüt diye birşey kalmaz; zira ebedî bir âleme oranla dünya hayatının hiçbir kıymeti olamaz. Dünya küçücük daneli darılarla dolu olsa ve bir kuş da bir milyon senede bir bu darılardan bir tanesini olsa, bu darıların sonu gelir; fakat ebedî olan hayattan hiçbir şey eksilmez. Durum bundan ibaret olduğuna göre, akıllı bir kimse meselâ yüz sene şehvetlere nasıl sabretmez? Ebedî bir saadet için buna nasıl katlanmaz? İşte bu sırra binaendir ki Ebulalâ Ahmed b. Süleyman et-Tenuhî el-Maarrî şöyle demiştir: Müneccim ile tabip ´Ölüler diriltilip haşre gönderilmeyecekler! dediler. Sözünüz doğru ise, ben zarar edecek değilim; fakat ya benim sözüm doğru ise? Yine bu sırra binaendir ki Hz. Ali, işlerin tahkikine (iç yüzüne) aklı ermeyen ve dolayısıyla şüpheye düşen birine şöyle buyurmuştur: ´Eğer senin dediğin doğru ise, hepimiz birden kurtuluruz. Aksi takdirde ben kurtulurum, sense helâk olursun!´ Akıllı kimse her işinde, emniyet yolunu seçer ve bu yolda yürür. Soru: Bunlar tabiî şeylerdir; fakat ancak tefekkür ve tezekkür ile ulaşılabilir. Peki nasıl oluyor da bu fikir kalplerde barınamıyor ve onlara ağır geliyor? Kalpleri ve özellikle de şeriatın (dinin) aslına ve tafsilâtına iman eden kimseleri bu düşünceye yöneltme-nin yolu nedir? Cevap: İnsanı bu düşünceden iki şey alıkoyar. Bunlardan biri faydalı fikirdir; âhiretin azabını, dehşetlerini, şiddetlerini, âsî kimselerin daimî nimetten mahrum olmanın hasretini çekeceklerini düşünmektir. Bu düşünce fazlasıyla ısırıcı ve kalbi acıtıcıdır. Bundan dolayı kalp bundan ürkmekte; dünya işleri hususunda düşünmekten daha fazla zevk al;naktadır. İkincisi fikir şu andaki dünya lezzetlerine ve şehvetin yerine getirilmesine mâni olan bir meşgaledir. Hiçbir insan yoktur ki hallerinin ve nefeslerinin her birinde, kendisine musallat olup onu kölesi hâline getiren bir şehveti bulunmasın; dolayısıyla aklı şehvetinin emrine girmiş olmasın! Öyleyse o hile düzenlemekle meşguldür. Onun, hilesini gerçekleştirmek için gösterdiği çabadan aldığı lezzet, şehvetini bilfiil tatmin etmekten daha mükemmeldir. Fikir ise, onu bundan meneder, Bu iki mâninin ilacına gelince, bu ilaç, kişinin kalbine şöyle demesidir: ´Ölüm ve sonrası hakkında seni düşünmekten alıkoyan şey ahmaklığındır. Ölümün elemini hakir ve hafif saymakla birlikte onu hatırlamaktan elem duyarak kaçıyorsun. Bu bakımdan ölümü ve ölümden sonrasını düşünmeye sabredemeyerek elem çekiyorsun!´ İkincisine gelince, bu da düşüncenin, dünya lezzetlerini elden kaçırıcı olmasıdır. Bu ikincisi, ahiret lezzetlerinin kaçırılmasının daha şiddetli ve tehlikesinin de daha büyük olduğunu kesinlikle bilmektir. Çünkü ahiret lezzetlerinin sonu yoktur ve bunlarda bulanıklık sözkonusu değildir. Dünyanın lezzetleri ise hızla tükenir ve bulanıklıkla karışıktır. Bunlarda bulanıklıktan kurtulan bir lezzet yoktur. Oysa günahtan tevbe edip ibâdete yönelmekte, ALLAH´ın münacaatından zevk alma marifeti, taati; onunla uzun zaman ünsiyet peyda etmekte ise istirahat vardır. ALLAH´a itaat eden bir insan için. amelinden ötürü hissettiği ibâdet zevkinden ve ALLAH´ın münacaatından elde ettiği ünsiyet ruhundan başka bir mükâfat olmasa bile bunlar kendisine kâtı gelir. Buna bir de ahiret nimetinden eklenecek olanlar ilâve edilirse (o zaman nasıl olur) Evet! Bu lezzet, tevbe´nin başlangıcında alınamaz. Fakat insan bir müddet tevbeye devam eder de daha önce şer olan tabiatı hayır olursa, o zaman bu zevk meydana gelir; zira nefis, neyi âdet edinirse ona alışır. Hayır âdet; şer ise inatlık ve serkeşliktir. Bu fikirler lezzetlerden alıkonma sabrını kuvvetlendiren ve korkuyu kabartan fikirlerdir. Bu fikirleri kabartansa vaizlerin vaazı ile birtakım uyarılarıdır ki bunlar saymakla tükenmez. Bunlar kalbe yerleştiğinde f\kir tabiata uygun hâle gelir ve kalp ona meyleder. Hayra sebep olan fikir ile tabiatı özleştiren sebep, tevfîk diye tâbir olunur; zira tevfîk irade ile âhirette fayda verici taattan ibaret olan mânâyı özleştiren demektir. Uzun bir hadîste rivayet edildiğine göre Ammar b. Yasir Hz. Alinin huzurunda ayağa kalkarak ´Ey müzminlerin emîri! Bize küfürden bahset! Acaba küfür hangi temel üzerine bina edilmiştir?´ diye sordu. Hz. Ali de şöyle cevap verdi; "Küfür dört temel üzerine bina edilmiştir: a) Cefa, b) Körlük c) Gaflet d) Şek v 3 şüphe Dolayısıyla kim cefaya mübtelâ olursa (katılaşırsa) hakkı hakir görür, bâtılı ha3darır, âlimlere buğzeder. Kim körleşirse, zikri unutur. Gafîllerse hidayetten sapar. Kim de şüpheye düşerse emanîler (emeller ve istekler) onu aldatır, hasret ve pişmanlık onun yakasına yapışır. Hiç beklemediği şeyler ALLAH tarafından karşısına çıkartılır". Bu, söylediklerimiz, düşünceden gafil olmanın âfetlerinden yalnızca bir kısmının beyanıdır. Tevbe hususunda bu anlattıklarımız kâfidir. Ancak tevbe´nin devam etmesinin rükünlerinden olan sabr´m da izahı gerekir. Bu bakımdan eğer ALLAH dilerse biz sabrı başlıbaşına bir bölümde ele alacağız! 77) İmam Ahmed, Tabcrânî 4 78) Parantez içine aldığımız ibare bazı nüshalarda vardır. Meşhed, büyük bir yatırın bulunduğu yer demektir. 79) Deylemî 80) İbni Adîy, İbn Hibban, (hz. Ömer´den) 81) Beyhakî, (Mücahid´den) 82) Peygamberlerin hatalarına günah değil zelle demek daha doğruysa da biz müellifin kullandığı tabiri değiştirmeye 3´etkili olmadığımızdan ifadeyi ay nen naklettik. 83) Bkz. İthafus-Saade , 84) Hakîm, (Ali b. Zeyd ve Said b. Müseyyeb tarikiyle); Bkz. İthaf´us-Saade, VIII/616 85) İbn Mâce, Hâkim 86) Daha önce geçmişti. 87) Beyhakî, er-Rikak 88) Garib bir hadistir ve lâfzına tesadüf edilmemiştir. (Irâkî) 89) Daha önce geçmişti. 90) İbn Mâce, Hâkim 91) Adı Seleme b. Dinar el-Medeııî´dir. Tâbiîndendi. A´rec diye şöhret bulmuştur. 92)Abdullah es-Sicistanî´nin oğlu olan bu şahıs H. 355´de vefat etmiştir. 93) Müslim, Buhârî |
|
![]() |
#152 |
![]() Sabır ve Şükür Konusuna Giriş
ALLAH Teâlâ bitkileri yarattı. Bitki, yarlık bakımından taş, toprak, demir, bakır ve diğer madenlerden daha mükemmeldir; zira bitkide bir kuvvet yaratılmıştır. O kuvvetle bitki, kökü vasıtasıyla gıda alır. O kuvvetin içinde birtakım aletler vardır. Onlar gıdayı çekerler. O aletler bitkinin her yaprağında görülen incecik damarlardır. Sonra onlar kalınlaşır, dal budak salar. Durmadan incelir. Yaprağın bütün parçalarına yayılan kılcal damarlar haline gelir. Hatta görünmeyecek kadar incelir. Ancak bitki bu kemâlle beraber ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz); zira bitkiye kökü vasıtasıyla gelen gıda kesildiği zaman solar, kurur. Artık başka bir yerden gıda almak imkânından mahrum olur; zira gıda almak ancak matlûbu bilmekle olur. Ona intikal etmekle meydana gelir. Bitki ise, bundan acizdir. Bu bakımdan ALLAH´ın senin için hissedici ve gıdanın talebinde harekete geçirci aletler yaratması, sana verdiği nimetlerdendir. ALLAH´ın beş duyuyu yaratmaktaki hikmetini dikkatle izle! O beş duyu idrâk aletidir. Onların birincisi dokunma duyusu´dur. Bu ancak şu hikmetten dolayı yaratılmıştır: Yakıcı bir ateşe veya kesici bir kılıca dokunduğun zaman hisseder, derhal ondan sakınırsın. Bu, canlı için yaratılmış ilk histir. Bu hisse sahip olmayan hiçbir canlı düşünülemez; zira bunu hissetmeyen bir şey hayat sahibi değildir. Hiss derecelerinin en eksiği kendisine temas edeni hissetmektir; zira kendisinden uzak olanı hissetmek, şüphesiz daha mükemmel bir histir. Bu his, çamurdaki kurt dahil olmak üzere, her canlıda mevcuttur; zira çamurdaki kurda iğneyi batırdığın zaman kaçmak için toparlanır. Bitkiler gibi değildir. Çünkü bitki kesildiği halde toparlanmaz; zira kesmeyi hissedemez. Ancak, eğer insan için bu histen başkası yaratılmamış olsaydı, insan da böcek gibi eksik olurdu. Senden uzak olduğu zaman gıdayı talep edemez, sadece bedenine temas edeni hisseder, onu çekerdin. Bu bakımdan uzak olanı hissetmek için başka bir hisse ihtiyaç vardır. İşte bunun için koku hissi (duyusu) yaratıldı. Ancak bununla koku idrâk edilebilir. Fakat hangi taraftan geldiğini anlaşılmaz. Böylece birçok tarafı aramak mecburiyetinde kalırsın. Bazen kokusunu aldığın gıdayı bulur, bazen de bulmazsın. Eğer bu koku hissinden başkası yaratılmamış olsaydı sen eksikliğin en aşağı seviyesinde olurdun. Bu bakımdan görme duyusu yaratıldı ki onunla uzağı görüp cihetini tesbit edesin ve dolayısıyla o cihete gitme imkânına ulaşabilesin. Ancak bundan başkası yaratılmamış olsaydı, yine eksik olurdun; zira sadece görme hissi ile duvarların ötesinde, perdelerin arkasında olanı hissetmezdin. Ancak arada perde bulunmayan düşmanı görürdün, seninle arasında perde olanı göremezdin. Perde ancak düşmanın sana yaklaştığı ve senin kaçmak imkânından aciz kaldığın bir zamanda kalkardı. Bu yüzden işitme hissi yaratıldı ki onun vasıtasıyla duvar ve perdelerin arkasındaki hareketlerin seslerini duyabilesin; zira gözle, ancak hazır olan bir şeyi görebilirsin. Gözle görülmeyeni ise, harf ve seslerden oluşan bir konuşma ile tanıman mümkündür. Bu da kulak sayesinde mümkün olur. Bu bakımdan işitme hissi yaratıldı. Konuşmak ve anlamak sayesinde diğer hayvanlardan ayrıldın. Eğer sana zevk (tatma hissi) verilmeseydi bütün bunlar yine de seni müstağni etmezdi; zira gıda eline geçtiği halde onun sana uygun olup olmadığını idrâk edemezsin ve onu yiyip helâk olurdun. Tıpkı ağaç gibi... Onun köküne her zaman sıvı madde dökülür. Zevki olmadığı için bu dökülen maddeyi çeker. Çoğu zaman bu onun kurumasına sebep olur. Eğer dimağında hiss-i müşterek denilen başka bir idrâk yaratılmamış olsaydı bütün bunlar yine de yeterli olmazdı. Bu beş duyu ile idrâk olunanlar o hiss-i müşterek´e teslim edilir ve orada bir araya gelirler. Eğer o hiss-i müşterek olmasaydı senin için durum oldukça zorlaşırdı; zira sen, sarı bir madde yediğin zaman, onu acı ve tabiatına muhalif gördüğünde terkederdin. Onu başka bir zaman gördüğünde, eğer hiss-i müşterek olmasa, ikinci bir defa tatmadan zararlı ve acı olduğunu bilemezdin; zira göz, sarılığı görür fakat acılığı müşahede etmez. Bu bakımdan hiss-i müşterek olmasaydı ondan kaçınmak mümkün olmazdı, zevk acılığı idrâk eder, fakat sarılığı idrâk etmez. Bu bakımdan bir hâkim lâzımdır ki onun yanında acılık ile sarılık bir arada toplansınlar ki rengi idrâk ettiğin zaman o maddenin acı olduğuna hükmedesin ve ikinci bir defa onu tatmaya muhtaç olmayasın! Bütün bu durumlarda hayvanlar da seninle ortaktırlar; zira bütün bu duyular koyuna da verilmiştir. Bu bakımdan eğer bu duyulardan başkası yoksa, eksik olursun. Çünkü kurt koyunu yaka-ladığında koyun kendini nasıl müdafaa edeceğini ve bağlandığı takdirde nasıl kurtulacağını bilemez. Bazen kendini bir kuyuya atar, bunun kendisini helâk edeceğini idrâk edemez. Bu nedenle hayvan, hal-i hazırda lezzetli gördüğünü ikinci durumda kendisine zarar verse bile yer, hastalanır ve ölür, zira o ancak hazırdakini hissedebilir. Neticeleri idrâk edemez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ bütün bu sıfatlardan daha yüce olan başka bir sıfatla seni şereflendirdi ve hayvanlardan ayırdı. O da akıl sıfatıdır. Öyleyse akılla hâl-i hazırda ve gelecekte yemeklerin zararlısını, ve faydalısını idrâk edersin. Yemeklerin nasıl pişirileceğini, hangi maddeyi hangisiyle karıştıracağını bilir ve sebeplerin hazırlanmasını idrâk edersin. Bu bakımdan sıhhatinin sebebi olan yemeklerden akıl vasıtasıyla faydalanırsın. Gıda aklî faydaların en hasisi, hikmetlerin en azıdır. Akıldaki en büyük hikmet, ALLAH´ın fiillerini ve âlemdeki hikmetini anlamak marifetidir. Aklın bu en büyük hikmeti tahak-kuk ettiğinde beş duyunun faydaları senin için değişir. Bu bakımdan bu beş duyu casuslar ve memleketin her tarafını taras-sud etmekle vazifeli haberciler gibidirler. Sen onların her birine bir işi havale edersin. Onlardan biri renklerin haberlerini getirir. Diğeri seslerin haberlerini, öbürü kokuların haberlerini, bir başkası yemeklerin, diğeri sıcak, soğuk, sertlik, temas, yumuşaklık, katılık ve başka şeylerin haberlerini getirir. Bu postacılar ve casuslar memleketin çeşitli bölgelerindeki haberleri toplar, hiss-i müşterek ´e teslim ederler. Hiss-i müşterek de dimağın başına oturmuş, tıpkı padişahın kapısında oturup haberleri ve çeşitli bölgelerden gelen mektupları mühürlü olarak teslim alan postacıbaşı gibidir; zira onun vazifesi, gelen mektupları almak, toplamak ve korumaktır. Mektupların içerisindeki hakikatlerin marifeti onun vazifesi değildir. Fakat kalp, emir ve padişah olan akla rastladığı zaman, o sonuçları ona teslim eder. Çünkü onlar mü-hürlü olarak kendisine gelmiştir. Padişah onları teftiş eder, onlar vasıtasıyla memleketin sırlarına muttali olur. Onlarla memlekete hükmeder. Burada bütün o hükümleri saymak mümkün değildir. Kendisine uygun görünen hüküm ve maslahatlara göre askerler gönderir. Askerler azalardır. Bazen onları aramaya, bazen kaçmaya, bazen de kendisine göre tedbirleri tamamlamaya gönderir. İşte bunlar, idrâkler hususunda ALLAH´ın sana olan nimetlerinin bir kısmıdır. Sanma ki biz bütün o nimetleri saydık. Çünkü zâhir olan havaslar (beş duyu) idrâklerin bir parçasıdırlar. Görme duyusu, o havaslardan biridir. Göz de bir tek alettir. Oysa göz, değişik olan on tabakadan meydana gelir: O tabakaların bazıları rutubetlerdir. Bazıları da perdeler... Perdelerin bazısı, örümcek ağı gibidir. Bazısı da yeni doğan çocukla beraber dışarı çıkan yufka deri gibidir. O rutubetlerin bazısı yumurtanın beyazı gibidir. Bazısı da buz gibidir. Bu on tabakanın her birinin bir sıfatı, şekli, görünüşü, eni, yuvarlaklığı ve terkibi vardır. Eğer bu on tabakadan biri veya herhangi bir tabakanın sıfatlarından biri değişirse, görme duyusu zedelenir. Doktorlar ve sürme sürenler onu düzeltmekten aciz kılarlar. İşte bu izah, bir duyu hakkındadır. O duyuya dinleme duyusunu ve diğer duyuları kıyas et. ALLAH Teâlâ´nın gözün cismindeki ve tabakalarındaki bütün hikmetlerini ve nimetlerinin çeşitlerini ciltlerce kitaba bile sığdırmak mümkün değildir. Oysa gözün tamamı küçücük bir cevizden bile büyük değildir. Acaba bütün bedenin, azalarının ve acaipliklerinin hakkında ne zannedersin? İşte bunlar, idrâkleri yaratmak sûretiyle ALLAH´ın nimetlerine işaretlerdir. |
|
![]() |
#153 |
![]() Recâ´nın Hakikati
Hamd, senâ ehli olan ALLAH´a mahsustur!. Öyle ALLAH ki kibriyânın ridasıyla münferid, yücelik ve vecdin sıfatlarıyla mütevahhiddir ve veli kullarını genişlik ve darlıkta sabır kuvvetiyle belâ ve nimetlere karşı şükretme desteğiyle takviye edendir. Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hz. Peygamber´in, iyilerin efendileri olan ashabının, muttakîlerin önderi olan âlinin üzerine olsun. İman iki parçadan ibarettir. Bir parçası sabır, öbür parçası şükürdür. Nitekim eserler ve haberler buna şahidlik etmiştir. 1 Sabır ile şükür, ALLAH´ın vasıflarından iki vasıf ve en güzel isimlerinden iki isimdir; zira ALLAH kendisine Sabûr ve Şekûr ismini vermiştir. Bu bakımdan sabrın ve şükrün hakikatini bilmemek, imanın iki tarafını da bilmemek demektir. Sonra bu husustaki bilgisizlik, Rahmân´ın vasıflarının ikisinden de gafil olmak demektir. Oysa ALLAH´a yaklaşmak, ancak imanla olur. İmanın varlığını teşkil eden şeyi bilmeksizin iman yolunda yürümek düşünülebilir mi? İmanın kendisiyle var olduğu şeyi bilmemek iman yolunda yürümenin düşünülmediğini gösterir. Sabır ve şükrün marifetini elde etmekten geri kalmak, kendisiyle imanın ayakta durduğu ve imanın kendisiyle idrak olunduğu esasın marifetinden de geri kalmak demektir. Bu bakımdan bu iki şıkkı izah etmek büyük bir ihtiyaçtır ve zarurîdir. O halde biz bu iki şıkkı birbirine bağlı olduğundan dolayı ALLAH´ın izniyle bir bölümde izah edeceğiz Bu bölümde sabrın fazileti, tarifinin ve hakikatinin beyanı, imanın yarısı olmasının, ilgilendiği hususların değişikliğine göre, değişik isimlere sahip olmasının, kuvvet ve zafiyet ihtilâfı he-sabıyla kısımlarının beyanı, sabra ihtiyaç duyulan yerin, sabrın ilâcının ve sabra ulaşmada yardımcı olan şeylerin beyanı vardır. Bu bakımdan bu şık yedi fasıldan ibarettir. ALLAH´ın izniyle bu fasıllar sabrın bütün maksatlarını ihtiva etmektedir. 1) Deylemî, Müsned´ül-Firdevs |
|
![]() |
#154 |
![]() Recâ´nın Fazileti ve Recâ´ya Teşvik
ALLAH Teâlâ sabredenleri birçok sıfatlarla vasıflandırmış, Kur´an´ın yetmiş küsur yerinde sabrı zikretmiştir. Derece ve hayırların çoğunu sabra izafe etmiş ve onları sabrın meyvesi olarak göstermiştir. Ayetler Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik.(Secde/24) Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri sebebiyle tam yerine geldi.(A´raf/137) Biz sabredenlerin mükâfatını, yaptıklarının en güzeliyle vereceğiz.(Nahl/96) İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilir.(Kasas/54) Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir.(Zümer/10) Bu bakımdan hiçbir ibadet yoktur ki onun ecri takdir ve hesapla olmasın! Ancak sabır bu kaidenin dışındadır. Oruç sabırdan olduğu ve sabrın yarısı bulunduğu için ALLAH Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: Oruç yalnız benim içindir. Onun ecri de bana aittir. Görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ ibâdetler arasından orucu, kendi nefsine izafe etmektedir. Sabredenlere kendileriyle beraber olacağını va´dederek şöyle buyurmaktadır: Sabredin, çünkü ALLAH sabredenlerle beraberdir. (Enfal/46) Yardımı sabra bağlayarak şöyle buyurmuştur: Evet sabreder sakınırsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdad eder. (Âlu İmran/125) Sabredenler için başkalarına vermediği birçok şeyleri bir araya getirerek şöyle buyurmuştur: İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.(Bakara/157) Bu bakımdan hidayet, rahmet ve salâvatlar sabredenler için toplanmıştır. Sabır makamı hakkında vârid olan bütün ayetleri saymak oldukça uzun sürer. Hadîsler Sabır imanın yarısıdır.2 Nitekim sabrın imanın yarısı olmasının ne anlama geldiği ileride gelecektir. Size verilenlerin en azından biri yakîn ve sabır azimetidir Kime bu iki hasletten nasibi verilmiş ise artık o kimse elinden kaçırdığı gece ibadeti ve oruç (sevapları için) üzülmez. Çünkü ondan daha üstününü elde etmiştir. Yemin olsun, eğer siz, üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde sabredersiniz, bu benim nezdimde sizden bir kişinin hepinizin ameli kadar amelle bana gelmesinden daha sevimlidir. Fakat ben sizin üzerinize benden sonra dünyanın açılıp gelmesinden, bazınızın bazınızı inkâr etmesinden, o anda semavât ehlinin de (meleklerin de) sizi inkâr etmesinden korkuyorum. Bu bakımdan sabreden ve ecrini ALLAH´tan bekleyen, sevabın kemâlini elde eder. Daha sonra Hz. Peygamber şu ayeti okudu: ´Sizin yanınızdaki tükenir. ALLAH´ın yanındaki ise, bakidir. Yemin olsun, sabreden-lere ecirlerini hesapız vereceğiz´. (Nahl/96)3 Hz. Peygamber´i iman sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuştur: (İman) sabır ve cömertlikten ibarettir.4 Sabır, cennet hazinelerinden bir hazinedir.5 Yine bir defasında ´İman nedir?´ diye sorulunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: 6 Bu hadîs-i şerif, Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifine benzer: Hac Arefe´de vakfe´dir.7 Yani haccın en büyük rüknü Arefe´dir. Amellerin en üstünü nefislerin zorlandığı ameldir.8 Denildi ki: ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy gönderek şöyle buyurmuştur: ´Benim ahlâkımla ahlâklan! Muhakkak ben çok sabırlıyım!´ Atâ´nın İbn Abbas´tan rivayet ettiği hadîste deniliyor ki: Hz. Peygamber Ensar´ın yanına girip şöyle buyurmuştur: ´Siz mü´min misiniz?´ Ensar sustu. Bu esnada orada bulunan Hz. Ömer (onların yerine) ´Evet! Ey ALLAH´ın Rasûlü!´ diye cevap verdi. Hz. Peygamber devamla ´Sizin imanınızın alâmeti nedir?´ dedi. ´Biz genişlikte şükür, belaya karşı sabır ve kazaya karşı rıza gösteririz´ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: Kâbe´nin rabbine yemin ederim ki durumu böyle olanlar mü´mindirler.9 Zoruna giden birşeye karşı sabır göstermende çok hayır vardır. Hz. İsa (as) şöyle demiştir: Sizler sevdiklerinize ancak sevmediklerinize karşı gösterdiğiniz sabır sayesinde ulaşabilirsiniz. Eğer sabır bir şahıs olsaydı muhakkak kerîm bir şahıs olurdu. ALLAH Teâlâ sabredenleri sever. Bu husustaki haberler sayılmayacak kadar çoktur. Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ömer´in Ebu Musa el-Eş´arî´ye göndermiş olduğu bir mektupta şunlar yazılıydı. ´Sabra yapış! Bilmiş ol ki sabır, iki çeşittir: Biri diğerinden daha üstün ve faziletlidir. Musibetler hususundaki sabır güzeldir. Ondan daha üstün ve faziletlisi, ALLAH´ın haram kıldıklarına sabretmektir. Bil ki sabır, imanın temelidir. Şöyle ki: Muhakkak takvâ, hayır yapmaktan üstündür. Takvâ da sabırla olabilir´. Hz. Ali şöyle demiştir: İman dört direk üzerine bina edilmiştir: ´Yakîn, sabır, cihad ve adalet´. Yine şöyle demiştir: İmanda sabrın yeri, vücuttaki baş gibidir. Başı olmayanın vücudu yok demektir. Sabrı olmayanın imanı yoktur´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sabredenler için yükün iki kefesi ne güzeldir: O kefelerin üzerine konan alave ne güzeldir´. Hz. Ömer yükün iki kefesinden namaz ile merhameti, Alave den de hidayeti kasdetmektedir. Alave, devenin sırtına vurulan yükün iki kefesinin üzerine konan şeye denir. Hz. Ömer bununla şu ayet-i celîleye işaret etmiştir: İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.(Bakara/157) Habib b. Ebî Habib ´Gerçekten biz onu sabredici olarak bulmuştuk. O ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu´ (Sâd/44) ayetini okuduğu zaman ağladı ve şöyle dedi: ´Hayret! Kendisi vermiş olduğu halde kendisi övüyor´. Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´İmanın zirvesi, hüküm için sabır ve kadere de rıza göstermektir´. İşte buraya kadar söylediklerimiz nakil bakımından, sabrın faziletinin beyanıdır. İbret gözüyle bakmak açısından ise, ancak sabrın hakikatini anladıktan ve mânâsını bildikten sonra anlarsın; zira faziletin ve rütbenin bilinmesi sıfatının bilinmesi demektir. Sıfatın bilinmesi ise mevsufu bilmeden önce hâsıl olmaz. Bu bakımdan biz sabrın hakikatini ve mânâsını zikredelim. Tevfîk ancak ALLAH´tandır! 2) Ebu Nuaym, Hatib, (Oruç bölümünde geçmişti). 3) İlim bölümünde geçmişti. 4) Taberânî, İbn Hibban, (Cabir´den) 5) Bu hadis, garîb´tir. Irâkî görmediğini söylemektedir. 6) Deylemî 7) Hac bölümünde geçmişti. 8) Irâkî, aslına merfû olarak rastlamadığını, bunun Ömer b. Abdülâziz´in sözü olduğunu kaydetmektedir. 9) Taberânî, Evsat |
|
![]() |
#155 |
![]() Ümid´in Çaresi ve Sebepleri
Sabır, dinin makamlarından bir makam ve sâliklerin uğrak yerlerinden bir konaktır. Dinin bütün makamları üç şeyden tanzim edilir: a. Mârifetler b. Haller ve durumlar c. A´mâl (ameller) Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdir. Bu temel halleri doğurur. Haller de amelleri meyve olarak verir. Bu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir. Bu kaide, ALLAH´a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedir.İman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denir. Nitekim biz bunu Kavaid´ulAkaid bahsinde İman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik. Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olur. Bu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettir. Amel, meyve gibidir, ondan çıkar. Bu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidir. Sabır, hayvan ve meleklerde düşünülemez. Hayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez. Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştır. Hayvanlar şehvetlere esir olmuşlardır. Bu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettir. Hayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin. Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardır. Onlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar. İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştır. Onda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterir. Onun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettir. Çünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddır. Oysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardır. Fakat ALLAH Teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle in-sanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derece-sinden yükseltmiştir. Bülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye eder. Böylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılır. O iki sıfatla tahsis edilmiştir. Onların biri Hz. Peygamber´in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidir. Bütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir. Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildir. Aksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilir. Bunun için o lezzetliyi arar. Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmez. Bu bakımdan insanoğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir. Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmez. Nice zararlı vardır ki insan onu bilir. Mesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildir. Öyleyse insanoğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun. Böylece ALLAH Teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve ALLAH Teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye eder. ALLAH Teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişir. Bu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenir. Bu durum da ALLAH Teâlâ´nın takvi-yesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdur. Nitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olur. Öyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelim. Şehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim. Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedir. Bu iki haslet arasındaki savaş daimîdir. Bu savaşın yeri, kulun kalbidir. Din teşvikçisinin imdadı, ALLAH´ın hizbini des-tekleyen yardımcı meleklerden gelir. Şehvet teşvikçisinin imdadı, ALLAH´ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelir. Bu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettir. Eğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde ALLAH´ın hizbine yardım etmiş olur ve sab-redenler zümresine iltihak eder. Eğer perişan olur, şehvetin ken-disine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olur. Madem durum budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir. Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdır. Din teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve ahirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verir. Bu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (iman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu iman da şehvetin ALLAH´a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenir. Bu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanır. Bu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olur. Marifetin ve imanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterir. O iki melek, bu iki orduyu ALLAH´ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederler. O iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdir. Onlar her insanı idare eden iki melektir. Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştır. Bu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdır. Diğeri ise sol tarafın arkadaşıdır. Kulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardır. Bu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydeder. Düşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsin. Bu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olur. Sağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydeder. Böylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur. Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazar. Mücahede yapmakla askerinden imdad ister. Böylece melek onun için bir hasene yazar. Bu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdır. Bu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir. Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlar. Çünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez. Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlar. Bir defa küçük kıyamette ve bir defa da en büyük kıyamette... Küçük kıyametten gayem ölüm halidir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim ölürse muhakkak onun kıyameti kopmuştur. Bu kıyamette, kul tek başınadır ve bu kıyamet koptuğu anda şöyle denilir: Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz.(En´âm/94) Ve yine bu kıyamette ona şöyle denilir: Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14) Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyamette ise, şahıs tek başına değildir. Aksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilir. O kıyamette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirler. Birinci dehşet, küçük kıyametin dehşetidir. Büyük kıyamette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyamette de vardır. Mesela arzın sarsılması gibi... Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsar. Bilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman ´Onların yeri sarsıldı´ demek doğrudur. Her ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de... Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştir. Çünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görür. Öyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır. İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktır. Topraktan özel nasibin sadece bedenindir. Başkasının bedeni ise, senin nasi-bin değildir. Üzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındır. Bedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsın. Oysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsın. Çünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmaz. Bu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdır. Öyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındır. Kemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdır. Kalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır. Böylece bütün azalarını sayabilirsin. Bu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştır. Kemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olur. Bu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılır. Kemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlar. Ölüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararır. Kulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak söner. Dimağın çatladığı zaman gök çatlar. Ölümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektir. Bacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir.. Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir. Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağım. Fakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyamet kopar. Büyük kıyametten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuştur. Kör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittir. Çünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuştur. Onun güneşten hissesi o idi. Bu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidir. Başı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettir. Bu bakımdan başı olmayanın göğü yoktur. Öyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyamettir. Asıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyamet koptuğu zamandır. O zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır. Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettik. Küçük kıyametin büyük kıyamete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira insanoğlu için iki doğum vardır. Onlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdır. Bu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadır. İnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardır. Onlar da meni-den, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir. Bu bakımdan büyük kıyamet´in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyamete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidir. Ölümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidir. Hatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen ahireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! ´Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir´. İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedir. Hatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildir. Şu ayet-i celîlede buna işaret vardır: (Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vâkıa/61) Bu bakımdan iki kıyamet´i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine iman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedir. Sadece küçük kıyameti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidir. Bu ise cehalet ve dalâlettir. Kör olan deccale uymaktır. Ey miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idik. Senin önünde bu dehşetler vardı. İnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyamete küçük kıyametin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi´nin şu sözünü duymadın mı? Vâiz olarak ölüm, yeter!10 Hz. Peygamber´in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? ´Muhakkak ölümün şiddetleri vardır. Muhakkak ölümün korkusu vardır´. Ey ALLAHım! Muhammed´e ölümün acısını kolaylaştır.11 Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gafil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyameti uzak mı görüyorsun? Oysa o gafiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezler. Hastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlar. İhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar. Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir pey-gamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılar. Onlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlar. Yoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. Fakat onlara rablerinin ayetlerinden bir ayet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler. Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur: Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları ka-pattık; artık görmezler. Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.(Yâsîn/9-10) Biz hedefimize dönelim. Çünkü bu söylediklerimiz telvihlerdir. Muamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederler. Anlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettir. Bu mukavemet de insanların özelliğindendir. Çünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadır. O melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönel-mekte, günah da onlardan yüz çevirmektedir. Çocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yoktur. Bu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çe-virmek düşünülemez. Melekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar. Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar... Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişir. Bu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Ancak erginlik çağından önceki aydınlık ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). İnsanı ahirette zarar verene irşad etmez. Sadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırır. Bunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat ahirette cezaya çarptırılmazlar. Çocuğun günahları günah olarak yazılmaz. Şu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir. Böylece Kirâmen Kâtibin´in görevini kendisi yapmalıdır. Bu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur. Nitekim Hz. Peygamber´in hadîsinde buna işaret vardır: Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz. Hz. Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir. 10) Beyhakî 11) Tirmizî |
|
![]() |
#156 |
![]() Sabrın Fazileti
Eğer uzaktaki gıdayı, idrâk etmen için sadece göz yaratılmış olsaydı, tabiatında gıdaya karşı bir meyil, bir şevk ve harekete geçirici bir şehvet yaratılmasaydı, göz muattal olurdu, zira nice hasta vardır ki yemeği görür, yemekte onun için eşyanın en faydalısı olduğu halde iştahı çekmediğinden dolayı yemeği almaz. Böylece göz ve idrâk bu kimse hakkında muattal olur. Bu bakımdan sen, sana uygun gelene meyleder ve şehvet diye adlandırılan bir şey ile sana uygun gelmeyenden nefret eden ve kerahet diye adlandırılan diğer bir şeye muhtaçsın. Şehvet ile tabiatına uygunu aramak, kerahet ile de tabiatına aykırı olandan kaçmak için bunlar yaratılmıştır. Öyle ise ALLAH sende yemek şehvetini yaratmış şehveti sana musallat kılmış ve tıpkı seni yemek almaya mecbur eden hâkim gibi onu sana koruyucu yapmıştır ki bu sayede yemeği yiyebilesin ve gıda sayesinde ayakta durabilesin. Bu vasıf, bitkiler hariç hayvanların seninle ortak olduğu bir vasıftır. Sonra ihtiyaç miktarı aldığın zaman, eğer bu şehvet sükünete kavuşmazsa, israf eder ve nefsini helâk etmiş olursun. Böyce ALLAH Teâlâ tokluk anında senin için kerahati yarattı ki onun sayesinde yemeği bırakabilesin. Sen bitki gibi değilsin. Çünkü bitki bozuluncaya kadar köküne akan suyu çeker. Bu bakımdan bitki, gıdasını ihtiyaç miktarı takdir edip bazen ona su veren, bazen de ondan suyu kesen bir insana muhtaçtır. Nasıl ki yeyip bedeninin ayakta durması için sana bu şehvet yaratılmıştır. Eğer ana rahminin, hayız kanının, ceninin, meni ve hayız kanından oluşmasının erkek yumurtaları ve meninin merkezi olan omur iliğinden onlara inen damarların ve kadının göğüs kemikleri arasındaki damarlar vasıtasıyla suyunun (menisinin) sönüşünün keyfiyeti, rahmin derinliğinin birçok kalıplara taksim olunmasının, meninin o kalıbların bazılarına dökülüp erkeklerin oluşunun bazılarına da dökülüp kadın olmasının ve bu meniyi birçok istihalelerden geçirmenin keyfiyetini, önce kan pıhtısı et parçası, sonra kemik, et ve kan olarak yaratılmasını, azalarının baş, el, ayak, karın, sırt ve diğerlerine nasıl taksim olunduğunu söylersek, muhakkak ALLAH Teâlâ´nın seni yaratmasının başlangıcında, sana verdiği çeşitli nimetlerinden dehşetli bir şekilde sarsılıp hayrete kapılırsın! Şu anlattıklarımız da az değildir. Fakat bütün bunlara girmek istemiyoruz. Ancak yemekteki ilâhî nimetleri açıklamaya çalışacağız ki konuşma uzamasın. Öyle yemek şehveti, irade çeşiterinden biridir. Fakat senin için o kâfi gelmez; zira helâk ediciler dört taraftan sana hücum etmektedir. Eğer sende, sana zıt düşenlerin hepsini bertaraf et-mekte kullandığın öfke yaratılmamış olsaydı, sen âfetlere maruz kalırdın. Elde etmiş olduğun gıdanın tamamı da senden alınırdı; zira senin elindeki gıdaya tamah ederlerdi. Bu bakımdan iştahı çekeni defetmek ve onunla mücadele etmeye sevkeden bir kuvvete muhtaçsın. O kuvvet, sana uygun olmayıp zıt düşen her şeyi defetmekte kullandığın öfke kuvvetidir. Bu da sana kifayet etmez; zira şehvet ve öfke ancak insanı hal-i hazırdaki zarar ve fayda veren şeye davet ederler. Gelecekte ise, bu irade onlar hakkında kâfi değildir. Bu bakımdan ALLAH senin için başka bir irade halketti. O irade, neticeleri bildiren aklın işaretine müsahhardır. Nitekim hal-i hazırı idrâk eden hissin idrâkine müsahhar olduğu halde şehvet ve gazabı yarattığı gibi... Böylece o irade ile akıldan faydalanman tamamlandı; zira sadece şehvetin sana zarar verdiğini bilmen bildiğinin gereğiyle amel etmeye yönelten bir meyil olmadıkça ondan korunmak hususunda sana kâfi değildir. Sen bu irade vasıtasıyla ademoğullarına verilen bir ikram ve şeref olarak hayvanlardan ayrılmış oldun. Nitekim (aklın özelliği olan) neticelerin marifetiyle ayrıldığın gibi... Biz bu iradeye dinî teşvikçi diye isim verdik. Bu hususta Sabır bahsinde buradakinden daha fazla izah verdik. |
|
![]() |
#157 |
![]() Sabır
İman bazen ´dinin esaslarını tasdik etmek´ mânâsına tahsis edilir. Bazen de o tasdikten sâdır olan sâlih amellere tahsis edilir. Bazen de ikisine birden ıtlak olunur. Marifetlerin birçok babları olduğu gibi, amellerin de birçok babları vardır. İman terimi bütün bunlara şâmil olduğundan dolayı, iman yetmiş küsur şubeden meydana gelir. Bu ıtlakların değişikliklerini Kavaid´ul-Akaid bahsinde zikretmiştik. Fakat sabır, iki itibar ve iki ıtlakın isteği olarak imanın yarısıdır. O ıtlakların biri iman teriminin tasdik ve amellerin ikisine birden ıtlak olunmasıdır. Bu takdirde imanın iki rüknü vardır. O rükünlerden biri yakîn, diğeri sabırdır. Yakîn´den gaye; ALLAH Teâlâ´nm kulunu dinin esaslarına hidayet etmesinden hâsıl olan kesin marifetlerdir. Sabır´dan gaye; yakînin gereğine göre amel etmektir; zira yakîn, insanoğluna, günahın zararlı ve ibâdetin faydalı olduğunu bildirir. Günahı terkedip ibadete devam etmek, ancak sabırla mümkün olur. Sabır da tembellik ve hevâ-i nefsin gücünü kahretmek hususunda dinin teşvikçisini kullanmak demektir. Bu bakımdan sabır, bu itibarla imanın yarısıdır ve bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) ikisinin arasını birleştirerek şöyle buyurmuştur: Size verilenlerin en azı, yakîn ile sabrın azimetidir.12 İkinci itibar, iman teriminin marifetlere değil de amelleri meyve olarak veren hallere ıtlak olunmasıdır. Bu meyanda kulun rastladığı şeylerin hepsi, dünya ve ahirette kula fayda veya zarar veren kısımlara ayrılır. Kula zarar verene nisbeten kulun sabır hâli, fayda verene izafeten de şükür hâli vardır. Bu bakımdan şükür de imanın iki şıkkından biri olur. Nitekim yakînin, birinci itibarla iman şıklarından biri olduğu gibi! Nitekim İbn Mes´ud (r.a) şöyle demiştir: İman iki şıktır, biri sabır, öbürü şükürdür´. Bu söz, Hz. Peygamber´e de izafe edilir.13 Sabır, imanı teşvik eden şeyin sebâtı sayesinde hevâ-i nefsi teşvik eden şeye karşı sabretmektir. Hevâ-i nefsi teşvik eden şey iki kısımdır. Biri şehvet, öbürü gadab (öfke) cihetinden gelir. Bu bakımdan şehvet, lezzetlinin talebi içindir. Öfke de elem vericiden kaçmak içindir. Aynı zamanda oruç da sadece şehvetin isteklerine sabretmek demektir. O da öfkesinin isteği değil, mide ile tenasül uzvunun şehvetidir. İşte bu itibarla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Oruç, sabrın yarısıdır.14 Çünkü sabrın kemâli, hem şehvetin isteklerine, hem de ga-zabın isteklerine sabretmekle hâsıl olur. Bu bakımdan oruç, imanın dörtte biri olur. İşte ameller ve hallerin hududlarını ve imana olan nisbetlerini takdir eden şeriatın, bu şekilde anlaşılması uygundur. Burada esas, imanın birçok şubesinin olduğunu bilmektir; zira iman terimi, çeşitli vecihlere ıtlak olunur. 12) Şehr b. Havşeb, (Ebu Umâme´den) 13) Beyhâkî ve Deylemî 14) İbn Mâce |
|
![]() |
#158 |
![]() Sabrın Hakikati ve Anlamı
İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür. Bazıları ´Sabır, şükürden daha üstündür´ demiştir. Başkaları da ´Şükür daha üstündür´ demiştir. Bir kısmı da ´ikisi eşittir´ demiştir. Dördüncü bir grup, ´Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir´ demiştir. Bu grupların her biri şiddetli tartışmalara sahne olan ve tahsil edilmekten uzak bulunan bir kelâmla delil getirmişdir ki o kelâmı nakletmekle sözü uzatmakta mânâ yoktur. Hakkı açıklamakta acele etmek daha evlâdır. Bunun beyanı hakkında iki makam vardır: Birinci Makam Birinci makam tesahül yoluyla beyan etmektir. Bu, işin zâhirine bakmak demektir. Bunda, teftiş ile onun hakikatini talep etmek yoktur. Halk tabakasının bu beyana muhatap olması uygundur. Çünkü halk tabakasının zihni engin hakikatleri anlamaya güç yetiremez. Kelâmın bu kısmı öyle bir şeydir ki vaizler ona itimat etmelidirler; zira vâizlerin halk tabakasına hitab etmekteki gayeleri onları ıslah etmektir. Şefkatli bir dadı için çocuğu semiz kuş etleriyle ve tatlı çeşitleriyle beslemek uygun değildir. Aksine onu temiz süt ile beslemelidir. Çocuklar tahammül edebilecek çağagelinceye ve bünyesindeki zafiyet kendisinden ayrılıncaya kadar onu güzel yemeklerden korumak dadının vazifesidir. Beyan hakkındaki bu makam, araştırmayı, tafsilâtı meneder. Bu makamın isteği, şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktır. Bu ise sabrın üstün olduğunu gösterir. Her ne kadar şükrün fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülür. Hatta onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır. Yakîn ve sabrın azîmeti size verilenlerin en üstünlerindendir.88 Haberde şöyle vârid olmuştur: Yeryüzünün en fazla şükreden! getirilir. ALLAH Teâlâ ona şükrünün mükafatını verir. Yeryüzünün en sabırlısı getirilir. Ona denilir ki: ´Şükredene verdiğimiz gibi sana da mükafat versek razı olur musun?´ O ´Evet ya rabbî! Razıyım´ der. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: Hayır! Ben ona nimet verdim, o şükretti. Seni belaya giriftar ettim, sen sabrettin. Muhakkak ki senin ecrini onun ecrinden kat kat fazla yapacağım.89 Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin mükafatının birkaç katı verilir. Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir. , (Zümer/10) Hz. Peygamber´in ´Yedirip şükreden, sabreden oruçlunun mertebesindedir´ hadîsine gelince bu hadîs, faziletin sabırda olduğuna delildir; zira Hz. Peygamber bunu, şükrün derecesinin yüceliğindeki mübalağa için söylemiştir. Bu bakımdan şükrü sabra ilhak etmiştir. Bu ise şükrün derecesinin en son noktasıdır. Eğer şeriattan sabrın derecesinin yüceliği anlaşılmasaydı şükrü sabra ilhak etmek, şükür hakkında mübalağa olmazdı. Bu hadîs-i şerîf, tıpkı Hz. Peygamber´in şu hadîsi gibidir: Cuma, fakirlerin haccıdır. Kadının cihadı ise güzel kadınlık yapmasıdır.90 İçki içen puta tapan gibidir.91 Kendisine benzetme yapılanın rütbece daha yüksek olması uygundur.Sabır imanın yarısıdır. Hz. Peygamber´in bu hadîsi şükrün sabrın yarısı gibi olduğuna delalet etmez. Bu, şu hadîs gibidir: Oruç sabrın yarısıdır. Zira iki kısma ayrılan şeylerin her birine nısıf (yarım) denir. Her ne kadar iki parça arasında farklılık varsa da yine de böyle denir. Nitekim İman, ilim ve ameldir´ denildiği gibi. Bu duruma göre amel, imanın yarısı olur. Bu amelin ilme eşit olduğuna delâlet etmez. Cennete girmek bakımından peygamberlerin en sonuncusu Hz. Dâvud´la oğlu Hz. Süleyman´dır. Bu da hükümdar oldukları içindir. Ashabımın cennete girmek bakımından sonuncusu ise Abdurrahman b. Avf tır. Çünkü zengindi.92 Süleyman (a.s) diğer peygamberlerden kırk sene sonra cennete girecektir.93 Cennetin bütün kapıları iki kanatlıdır. Ancak sabır kapısı bu hükmün dışındadır. Çünkü o bir kanatlıdır. O kapıya ilk girecek bela ehlidir. Onların önünde Eyyûb (a.s) vardır.94 Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet eder. Çünkü sabır fakirin, şükür de zenginin halidir. İşte halk tabakası bu makamla ikna olunur. Vaazda bu kadarı kâfidir. Dinlerinin salâhı için de bu miktar kâfidir. İkinci Makam İkinci makam ilim ve eşyanın hakikatini keşif ve izah yoluyla bilen basiret sahiplerinin anlayabileceği şeylerdir. İki mübhem arasında olan her işin hakikati keşfolunmadıkça, onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Her keşfolunan şey birçok ismi kapsar ki cümle cümle onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Aksine parçaların tartılması gerekir ki onunla rüchaniyet ve hangi tarafın ağır bastığı tebeyyün etsin. Sabır ile şükrün kısım ve şubeleri çoktur. Bu nedenle onların rüchaniyet ve eksiklikte, icmalle beraber hükümleri tebeyyün etmez. Bu makamların ilim, hâl ve amel üçlüsünden tanzim edildiğini söyledik. Şükür, sabır ve diğer makamlar da böyledir. Bu üçün biri diğeriyle tartıldığında zâhirlere bakanlara ilimlerin haller için, hallerin de ameller için istendiği görünür. Ameller en üstünün ta kendisidir. Basiret sahiplerine gelince onlar tam tersini görürler. Çünkü onlara göre ameller haller için, haller de ilimler için istenir. Bu bakımdan en üstünü ilimler, sonra haller, sonra amellerdir. Çünkü başkası için istenen şeyden, o başkası daha üstündür. Bu üçün fertlerine gelince, amellerin bazısı bazısına izafe edildiği zaman bazen eşit, bazen farklı olurlar. Hallerin kısımlarının da biri diğerine nisbet edilirse durumları böyledir. Marifetlerin en üstün kısmı mükâşefe ilimleridir. Bu ilimler muamele ilimlerinden daha yücedirler. Hatta muamele ilimleri, muamelenin de altındadırlar. Çünkü o muamele için istenir. Onların faydası amelin ıslahıdır. Âlimin ilminden faydası umumî olduğundan dolayı ancak muameleyi bilen âlim, âbidden üstündür. Bu bakımdan o hususî bir amele izafeten, âbidden üstün olur. Aksi takdirde eksik ilim, eksik amelden daha faziletli olmaz. Öyle ise deriz ki amelin ıslahının faydası kalbi ıslah etmektir. Kalbin ıslah olmasının faydası zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ALLAH´ın celâlinin keşfolunmasıdır. Öyle ise mükâşefe ilminin en yücesi ALLAH´ın marifetidir. Zatından ötürü istenen budur. Çünkü saadete bununla varılır. Hatta bu, saadetin ta kendisidir. Fakat kalp dünyada bazen onun saadetin ta kendisi olduğunu sezemez, ancak ahirette hisseder. O kayıtsız bir hürriyete sahip olan marifettir. Başkası ile bağlı değildir. Bu marifetin dışında kalan diğer marifetler ise buna nisbeten kölelerdir. Çünkü o marifetler bunun için istenir. Madem ki diğer marifetler ALLAH´ın marifeti için istenir, o halde ALLAH´ın marifetine ulaştırmadaki faydalarına göre ayarlanırlar. Çünkü marifetin bazısı bazısına ya bir vasıta veya birçok vasıta ile ulaştırır. O marifet ile ALLAH´ın marifeti arasında vasıtalar azsa, o daha üstün olur. Hallere gelince bunlardan gayemiz, dünyanın karışıklıklarından, halkın meşguliyetlerinden kalbin temizlenmesidir ki hakkın hakikati kendisine görünsün. Madem durum budur, öyle ise hallerin faziletleri kalbin ıslahındaki tesirine göredir. Kalbi mükâşefe ilimlerine ulaşması için temizleme ve hazırlama hususundaki etkisine göredir. Aynayı parlatıp cilalamak için ciladan önce yapılması gereken bazı şeyler olduğu ve bunların bazısının daha önce, bazısının daha sonra olduğu gibi, kalbin halleri de öyledir. Öyle ise bazı haller kalbin temizlemesine daha yakın, bazıları da daha uzaktır. Öyleyse kalbi temizlemeye yakın olan elbette ki diğer halden üstündür. Amellerin tertibi de böyledir. Çünkü amellerin tesiri kalbin saflığını perçinleştirir ve halleri ona celbeder. Her amel kalbe ya mükâşefeye mâni olan, zulmetini gerektiren dünyanın süslerine çeken bir hali celbeder veya mükâşefeye hazır kalbin temizliğini ve dünya bağlantılarını kalpten sökmeyi gerektiren bir hali celbeder. Birinci hale mâsiyet, ikincisine taat denir. Kalbin karanlığında ve katılığında tesir etmek bakımından günahlar değişiktirler. Kalbin tenvirinde ve tasvirinde taatlerin tesiri de böyledir. Bu bakımdan dereceler tesirlerine göre ayarlanır. Bu da hallerin değişmesi ile değişir. Biz çoğu zaman mutlak olarak deriz ki nafile namaz her nafile ibâdetten daha faziletlidir. Hac, sadakadan daha üstündür. Gece ibâdeti başkasından daha faziletlidir. Fakat buradaki tahkik şöyledir: Servet sahibi olduğu halde cimri ve malı seven bir zengin için bir dirhem parayı elinden çıkarıp sadaka vermek birkaç gece üst üste ibâdet etmek ve birkaç gün oruç tutmaktan daha üstündür. Çünkü oruç, şehvetinin mağlûbu olan ve şehvetini kırmak isteyen veya tokluğun kendisini mükâşefe ilminin saf düşüncesinden engellediği açlıkla kalbini tasfiyeye çalışan bir kimsenin haline uygundur. Eğer kişi mûtedil olup obur değilse midenin şehvetinden zarar görmez. O, herhangi bir fikirle de meşgul değildir ki tokluk kendisini alıkoysun! Bu bakımdan zenginin nafile oruç ile meşgul olması kendi halini bırakıp başkasının haliyle uğraşması demektir. Bu tip bir zengin karnı ağrıdığı halde baş ağrısı ilâcı kullanıp da fayda görmeyen hasta gibidir. Bu zengin, içerisinde bulunduğu tehlikeli duruma bakmalı ve helak edici cimriliğe karşı çare aramalıdır. Yüz senelik nafile oruç, bin gecelik ibâdet bu cimriliğin bir zerresini dahi sökemez. Bu hastalığı ancak malın verilmesi söküp atar. Bu bakımdan böyle bir zenginin oruç tutup nafile ibâdetler yapması değil, servetini vermesi gerekir. Bunun tafsilâtı mühlikât bölümünde geçmişti. Demek oluyor ki bu haller değişkendir ve basiret sahibi bir kimsenin bu konuda kesin bir cevap vermesi yanlıştır; zira ´Ekmek mi daha üstündür yoksa su mu?´ sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Ancak aç bir kimse için ekmek, susamış bir kimse için de su daha üstündür. Eğer iki insanın durumu açlık ve susuzluk açısından eşit ise bunların yanında ekmek ile su da eşit olur. Aynı şekilde ´Sekencebin mi yoksa linofer meşrubatı mı daha üstündür?´ sorusuna da kesin bir şekilde cevap vermek mümkün değildir. Ancak bize ´Sekencebin mi daha iyidir, yoksa safranın yokluğu mu?´ denilse şüphesiz ´Safranın yokluğu daha iyidir´ deriz. Çünkü sekencebin ´Safrayı yok etmek için kullanılır. Herhangi birşey (gaye) kendisine ulaşılmak için kullanılan şeylerden (vasıta) daha üstündür. O halde mal vermede bir amel vardır ki bu infak etmektir. Bununla bir hal elde edilir ki bu da cimriliğin giderilmesi ve kalpten dünya sevgisinin çıkarılmasıdır. Bu sevginin çıkışı sebebiyle kalp ALLAH´ın marifetine ve sevgisine hazırlanır. Bu bakımdan en üstünü marifettir, hal´den sonra hal, ondan sonra da amel gelir. İtiraz: Şeriat insanı amellere ne teşvik etmiş ve ne de amellerin faziletlerini mübalâğalı bir şekilde bildirmiştir. Hatta şu ayetlerle, insanların sadaka vermelerini istemiştir: (Yalnız O´nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) ALLAH´a güzel bir borç verecek olan kimdir? (Bakara/245) (Kullarından) sadakaları alan ALLAH´tır!(Tevbe/104) Bu bakımdan fiil ve infak nasıl oluyor da en üstün kabul edilmiyor? Cevap: Doktor bir ilâcı övdüğünden dolayı onun bu övgüsü, ilâcın kendisiyle elde edilen şifa ve sıhhatten daha üstün olduğuna delâlet etmez. Ameller kalp hastalıklarının ilâcıdır. Kalp hastalıkları ise çoğu zaman sezilemez. Bunlar, aynası olmayan bir kişinin yüzündeki alacalık gibidir ki kişi bunu aynasız farkedemez. Kendisine haber verilse inanmaz. Bu durumda tek çıkar yol bu kişiye, yüzün gül suyu ile çokça ovmaktır ki yüzünü daima gül suyu ile yıkasın ve dolayısıyla hastalığı gitsin. Eğer ona yüzündeki alacalığın tedavisi gül suyuyla yıkamaktır denilse belki bunu yapmaz ve ´Benim yüzümde ayıp yoktur´ der. Bunu daha açık bir örnekle açıklayalım: Şüphesiz çocuğuna ilim ve Kur´an öğreten herkes bu öğrettiği ilim ve Kur´an´ın silinmeyecek derecede çocuğunun kafasına yerleşmesini ister. Diğer taraftan da çocuğa tekrar etmesini ve zaman zaman okumasını emrederse, çocuk ´Ben bunu hıfzetim, artık zaman zaman tekrar etmeye gerek yoktur´ diye düşünecektir. Çünkü çocuk o anda ezberlediği şeyi hiç unutmayacağını zanneder. Şayet veli çocuğuna kölelerine ders vermesini emreder ve buna karşılık ona güzel va´dlerde bulunursa, bu suretle çocuk, öğrendiklerini tekrar etme hususunda daha istekli olur. Bazen de zavallı çocuk çoğu gayenin kölelere Kur´an öğretilmesi olduğuna, ve kendisinin de kölelerin eğitiminde kullanıldığını zanneder. Böyle bir durumda kendisine ağır geleceğinden ´Bana ne oluyor ki kölelerden daha üstün ve babamın yanında daha değerli olduğum halde onların hizmetinde kullanılıyorum? Hem biliyorum ki babamın gayesi köleler öğretmek olsaydı bunu bensiz de yaptırabilirdi. Üstelik bu kölelerin hiç olmaması, hele Kur´an´ı bilmemeleri babam için asla bir eksiklik değildir´ der. Böylece çoğu zaman tembellik yapar, babasının zenginliğine veya kendisini affedeceğine güvenerek görevini yapmaz; dolayısıyla ilimi ve Kur´an´ı unutur. Çıkar yolu bilmediğinden de mahrum ve şaşkın bir vaziyette kalır. Bir grup insan buna benzer bir hayal ile aldanmış, ibaha yolunu tutarak şöyle demişlerdir: ALLAH kullarından müstağnidir ve borç almaktan münezzehtir, O halde şu ayetin mânâsı ne olabilir? (Yalnız O´nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) ALLAH´a güzel bir borç verecek olan kimdir? (Bakara/245) Eğer ALLAH isteseydi fakirlere yedirirdi. Bu bakımdan mal-larınızı fakirlere vermeye gerek yoktur. Nitekim ALLAH kâfirlerin sözlerini hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur: Onlara ´ALLAH´ın size rızık olarak verdiğinden (ALLAH yolunda) infak ediniz!´ denildiği zaman, kâfir olanlar, iman edenlere derler ki: ´ALLAH´ın dilediği takdirde ona yedireceği kimseye biz mi yedirelim?´(Yâsin/47) (ALLAH´a) ortak koşanlar diyecekler ki: ´Eğer ALLAH dileseydi ne bizler, ne de ecdadımız şirk koşmazdık´.(En´âm/148) Kâfirlerin, bu sözleriyle görünüşte ne kadar doğru olduklarına ve doğruluklarında nasıl helâk olduklarına dikkat ediniz! Bu bakımdan dilediğinde, doğrulukla helâk eden ve dilediğinde de cehaletle saadet veren ALLAH, ortak ve şerikten münezzehtir. Bununla birçok insanı dalâlete düşürür ve bir çoğunu da hidayete erdirir. İşte bu gibi kimseler, fakirler ve miskinler için veya ALLAH için çalıştırıldıklarını zannettiklerinden ´Bizim fakirlerde bir hazzımız (nasibimiz) yoktur. ALLAH´ın da ne bizde ve ne de mallarımızda herhangi bir nasibi vardır. Dolayısıyla ister infak edelim, ister etmeyelim ALLAH için birdir!´ derler. Çocuğun, babasının maksadının, kendisini kölelerin eğitimi için kullanmak´ olduğunu zannedip asıl maksadın ilmi kendisinin kafasına yerleştirmek ve dünyadaki saadetini temin etmek olduğunu anlayamadığı ve bu durumun kendisi için bir lütuf olduğunu ve onu yavaşça saadete doğru götürdüğünü hissetmediği için helâk olduğu gibi, bu kâfirler de helâk olmuşlardır. Bu anlattıklarımız ahiret yolundan sapanların dalâletini açıkça bildiren bir misaldir. Bu bakımdan malını alan fakir, aldığı bu mal vasıtasıyla cimrilik ve dünya sevgisini senin kalbinden söküp almış demektir; zira bu sevgi helâk edicidir. Kötü kanı alan hacamatçı bu kanı helâk edici hastalığın insanın içinden çıkması için almaktadır. Bu bakımdan hacamatçı senin hizmetçidir. Sen onun hizmetçisi değilsin. Hacamatçı eğer o kanla bir şeyler yapmak istese bile bu durum onu hizmetçi olmaktan çıkarmaz. Sadakalar, kalpleri temizleyici ve kötü sıfatlardan paklayıcı olduğu için Hz. Peygamber (s.a) sadaka almaktan kaçınmıştır. Tıpkı hacamat yoluyla kazanmaktan sakındığı gibi sadaka almaktan da sakınmış95 ve sadakaya malların kirleri ismini vermişti. Ehl-i beytini sadakadan korunmakla şereflendirmiştir,96 Mühlikât bölümünde de geçtiği gibi ameller, kalplere tesir eder. Kalp de bu tesirlere göre hidayet ve marifet nurunu kabul etmeye hazırlanır. İşte genel hüküm ve temel kanun budur ki amellerin, hallerin ve marifetlerin faziletlerini bilmekte kendisine müracaat edilir. Bu bakımdan biz şimdi asıl konumuza dönerek sabrın ve şükrün özelliklerinden bahsedelim. Bunların her ikisinde de marifet, hal ve amel vardır. Birindeki marifetle, öbüründeki hal veya amelin karşılaştırılması caiz değildir. Bilakis her biri kendi benzeri ile karşılaştırılır ki böylece uygunluk, uygunluktan sonra da fazilet belirsin! Şükredenin marifeti, sabredenin marifeti ile karşılaştırıldığında, çoğu zaman bunların bir tek marifete dönüştüğü görülür; zira şükredenin marifeti mesela ALLAH´tan sahip olduğu iki gözün nimetini görmesi; sabredenin marifeti ise ALLAH´tan iki gözden âmâ olmayı görmesidir. Bunlar de birbirleri için gerekli ve birbirlerine eşit iki marifettir. Bela ve musibetler açısından ele alındığında durum böyledir. Oysa biz daha önce sabrın bazen ibâdetlere devam, bazen de günahtan kaçma hususunda olduğunu belirtmiştik. İşte bu iki durumda sabır ile şükür birleşir; zira ibâdet üzerindeki sabır ibâdetin şükrüdür. Şükür, ALLAH´ın nimetlerini, ilâhî hikmetin sarfedilmesini istediği yerlere sarfetmektir. Sabır ise, nefsin hevâları karşısında din duygusuna ve dinin isteklerine sebat göstermektir. Bu bakımdan sabır ile şükür, iki değişik açıdan tek bir müsemmânm iki ismidir. Öyleyse din duygusunda ve dinin isteklerinde nefsin hevâsının mukavemetine karşı sebat gösterilmesine, nefsin hevâsı açısından sabır; din duygusu ve dinin istekleri açısından şükür adı verilir; zira din duygusu ancak bir hikmet için yaratılmıştır ki bu da onunla nefsin hevâsını yenmektir. Bunu yapan kişi o nimeti hikmetin maksadı doğrultusunda sarfetmiş demektir. Bu bakımdan sabır ile şükür tek bir mânâdan ibarettir. O halde birşey kendisinden nasıl üstün olabilir? Bu durumda sabrın mecraları üçtür: Tâat, mâsiyet ve belâ. Sabır ile şükrün, tâat ve mâsiyetteki hükmü anlaşılmıştır. Belaya gelince, bela nimetin yok olmasından ibarettir. Nimet de ya zarurîdir mesela göz gibi ya da hacet yerine geçen malın kifayet miktarından fazlası gibi. İnsanın sahip olduğu iki göze gelince, âmânın sabrı, şikayet etmemesi ve ALLAH´ın kazasına razı olması demektir. Kördür diye bir kısım günahları işlemesine izin verilemez. Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir: Birincisi: Onları günahta kullanmamasıdır. İkincisi: Onları tâatte kullanmasıdır. Her iki şekilde de sabır geçerlidir. Çünkü âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulur. Gözü sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz nimetinin şükrünü eda etmiş olur. Eğer sabretmeyip, bakacak olursa göz nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır. Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedir. Hatta insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra gözlerin şükrünü, ALLAH´ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu bakışla ALLAH´ın marifetine varsın. Böyle bir şükür sabırdan daha üstündür. Eğer bu olmasaydı, (bir âmâ olan) Hz. Şuayb´ın rütbesi, (mesela) Hz. Musa´nın rütbesinden üstün olurdu; çünkü Şuayb (a.s) gözsüzlüğe sabretti, Musa (a.s) ise böyle birşey olmadığı için sabretmiş değildir. Yine insanın bütün azalarının kesilmesi ve ateş üzerinde bulunan bir et parçası kemâl olacaktı! Oysa bu cidden imkansızdır. Çünkü bu azaların her biri din için birer alettir. Yokluğu hâlinde dinin, kendiyle yapılan rüknü de yok olur. Azaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde kullanılmalarıdır. Bu da ancak sabırla olur. Nafakadan fazla olan mal gibi ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik cihadıdır. Fazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek veya mâsiyette kullanmamaktır. Eğer sabır, tâate sarfedilme mânâsında olan şükre izafe edilirse şükür ondan daha üstündür; çünkü bu tür şükürde sabır vardır. Dahası ALLAH´ın nimetine sevinmek, fakirlere sarfetme acısını göğüslemek ve mübahtan faydalanmayı terketmek de vardır. Söylediklerimizden çıkarılacak sonuç, iki şeyin bir tek şeyden; bütünün de kendisini oluşturan parçalardan daha yüce oluşudur. Oysa bu hükümde bir bozukluk vardır; zira bütün ile parçalar arasındaki muvazene sıhhatli değildir. Nimetin şükrü günaha sarfetmemekle de edâ edilebilir. Ancak mübah yerlere sarfetmekteki sabır, şükürden daha üstündür. Sabreden fakir, malını sıkı tutup ancak mübahlara sarfeden zenginden üstündür; fakat hayırlara sarfeden zenginden üstün değildir. Çünkü fakir nefsiyle mücadele etmiş, oburluğunu kırmış, ALLAH´ın verdiği bir musibete karşı güzel rıza göstermiştir. Şüphesiz bu durum, bir kuvvet ister. Zengin ise oburluğuna tâbi olup şehvetine itaat etmiş, ne var ki mübah ile yetinmiştir. Öyle ise mübahta haramdan kurtulma çaresi, vardır; fakat harama sabretme hususunda da kuvvet lâzımdır. Ancak fakirin sabır kaynağı olan kuvvet, zenginin sadece mübahla yetinmesinin kaynağı olan kuvvetten daha yüce ve daha tamdır. Şeref amelin delâlet ettiği kuvvete aittir; çünkü ameller ancak kalplerin hallerini gösterir. Kuvvet de kalbin halidir. Yakîn de iman kuvveti hasebiyle değişir. Bu bakımdan imandaki kuvvetin fazlalığına delâlet eden, şüphesiz daha üstün olur. Ayet ve hadîslerde sabır ecrinin şükür ecrinden daha üstün olduğunu gösteren bütün hükümlerden ancak özel olarak bu derece kastedilmiştir. Çünkü nimet denilince halkın aklına ilk gelen şey mallar ve zenginliktir; şükür denildiğindeyse elhamdülillâh denilmesi ve nimet ile günaha dalmamasıdır, yoksa halkın aklına nimeti ibâdetlere sarfetme mânâsı gelmez. Bu durumda sabır şükürden, yani halk tabakasının anladığı şükürden daha üstündür. Özel olarak Cüneyd-i Bağdâdî´ye, ´sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu´ sorulduğunda bu mânâya işaret ederek şöyle buyurmuştur: ´Zengin varlığı ile övülmediği gibi fakir de yoklukla övülmez. Övgü ancak ikisinin de üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerine bağlıdır´. Bu bakımdan zenginin şartı, vazifelerinden sıfatına uygun ve kendisine lezzet veren birtakım şeylerden ayrılmamasıdır. Fakirinki ise vazifesi hususunda beraberinde sıfatına uygun ve kendisine eziyet veren birtakım şeylerin de bulunmasıdır. Madem her ikisi de üzerlerindeki şeyin şartı ile ALLAH için olmaktadır; o halde bunlardan hangisinin sıfatı daha elem ve eziyet verici ise o, hâl bakımından, sıfatı kolayca faydalanmak olandan daha tamdır. İş, Cüneyd´in dediği gibidir. Cüneyd´in sözü sabır ve şükür konusunda ancak zikrettiğimiz son kısım için sahihtir. Zaten Cüneyd de bundan başkasını kasdetmemiştir. Denildiğine göre Ebu Abbas b. Atâ97, bu hususta Cüneyd´e muhalefet ederek ´Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üs-tündür´ demiştir. Bunu duyduğunda Cüneyd, ona beddua etmiştir. Bunun üzerine Ebu Abbas, çocuklarının ölmesi, mallarının yok olması ve on dört sene aklının gitmesi gibi bazı bela ve musibetlere düçar oldu. Kendisi ´Bütün bunlara Cüneyd´in bedduası yol açtı´ derdi. Sonunda ´sabreden fakir´in ´şükreden zengin´den daha üstün olduğu fikrine döndü. Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidir. Yine nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündür. Bu zengin, nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarfeder ya da ihtiyaç sahipleri veya fakirler için muhafaza edip saklar. İhtiyacı gözetir ki malını oraya sarfetsin. Malını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarfetmez. Bilakis ALLAH´ın kullarının halini gözeterek O´nun hakkını eda etmek için sarfeder. İşte böyle bir zengin sebreden fakirden üstündür. İtiraz: Zenginin böyle yapması nefsine ağır gelmez. Fakirlikse, fakirin nefsine ağır gelir. Çünkü zengin, muktedir olmanın lezzetini, fakir ise sabrın elemini hisseder. Eğer zengin, malının elin-den çıkışından elem duyarsa, onun bu elemi infak etmeye muktedir olmanın lezzetiyle telâfi edilir. Cevap: Bizim görüşümüze göre, malını isteyerek, cân u gönülden infak eden kimse, hal bakımından, mal hususunda cimrilik yaparak infak edenden daha kâmildir. Tevbe kitabında bunu tafsilatıyla söylemiştik. Bu bakımdan nefse eziyet etmek, amaç değil bilakis nefsi terbiye etmek için bir araçtır. Bu tıpkı av köpeğini dövmeye benzer. Eğitilmiş köpek, her ne kadar dövülmeye sabretse de eğitimin tamamlanması için dövülmesi gereken köpekten daha üstündür. Bu nedenle ahiret yolunun başlangıcında nefse eziyet etmeye ve onunla mücahede etmeye ihtiyaç vardır. Fakat yolun sonunda bu ihtiyaç duyulmaz. Bilakis başlangıçta, kişiye elem veren şey artık ona zevk vermeye başlar; tıpkı öğrenmenin, akıllı bir çocuğun yanında zevke dönüşmesi gibi... Oysa bu çocuk önceleri bundan elem duyardı. Az bir kısmı hâriç insanların çoğu, daha yolun başlangıcında, hatta başlangıçtan da çok uzakta bulundukları için tıpkı çocuklar gibi evet bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdâdî, ´Sıfatı eziyet verici olan diğerinden daha üstündür´ hükmünü mutlak bir şekilde vermiştir. Bu hüküm kendisinin de dediği gibi, halk tarafından kastedilen hususta doğrudur. O halde tafsilat istemeyip çoğunluğun iradesi açısından meseleyi ele aldığında sabrın şükürden daha üstün olduğuna mutlak olarak hükmedebilirsin. Çünkü bu hüküm, akla ilk gelen mânâ ile sahihtir. Tahkik (iyice öğrenmek) istediğin zaman tafsilata giriş. Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardır. Bu derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terketmektir. Bunun arkasından rıza gelir. Rıza sabrın ötesinde bir makamdır. Onun arkasından belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle beraberdir. Rıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün olur. Şükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılır. Şükrün de birçok dereceleri vardır. Biz bu derecelerin en büyüğünü anlattık. Bunun altında birçok dereceler vardır: Mesela kulun, ALLAH Teâlâ´nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi şükürdür. Şükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdür. Şükrünün azlığından dolayı özür dilemesi şükürdür. ALLAH´ın hilminin büyüklüğünü ve günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdür. Hak et-mediği halde nimetlerin ALLAH´tan geldiğini itiraf etmesi şükürdür. Şükrün de ALLAH´ın nimetlerinden birisi olduğunu ve ALLAH tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdür. Nimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdür. Vasıtaların şükrü de şükürdür; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İnsanlara teşekkür etmeyen kimse ALLAH´a şükretmemiştir. Biz bunun hakikatini Zekât bahsinde anlatmıştık. Verilen nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de şükürdür. Nimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdür. Ameller ve hallerden, şükür ve sabır ismi altına giren şeyler kısıtlanamayacak kadar çoktur. Bunlar değişik derecelerdir. Bu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi, genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir. Bir zât şöyle anlatıyor: Yolculuklarımın birinde bir ihtiyarla tanıştım. Yaşı oldukça ilerlemişti. Halini sordum. Bana şunları söyledi: "Gençliğimde amcamın kızına aşık olmuştum. O da bana aşıktı. Sonunda evlendik. Zifaf gecesinde ona ´Gel! Bizi birleştirdiğinden dolayı bu geceyi ALLAH´ın şükrüyle ihya edelim´ dedim. O geceyi namazla geçirdik ve birbirimize dokunma fırsatı bulamadık. İkinci gece de böyle oldu. Bütün gece boyunca namaz kıldık. Yetmiş veya seksen seneden beri her gece biz bu hal üze-rinde devam ediyoruz". Sonra hanımına dönüp ´Ey kadın! Öyle değil mi?´ dedi. Kadın da İhtiyarın dediği gibidir´ karşılığını verdi. Şunların haline bakın! Eğer ALLAH onları biraraya getirmeseydi ayrılık belasına nasıl sabredeceklerdi? Bu duruma bakarak ayrılık sabrını varlık şükrüyle kıyaslayın! Burada şükrün daha faziletli olduğu açıktır. Bu bakımdan bu duruma göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilir. ALLAH en doğrusunu bilir! 88) Daha önce geçmişti. 89) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyor. 90) İdris b. Ebî Usame, Müsned 91) İbn Mâce 92) Taberânî 93) Deylemî 94) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir. 95) İbn Mâce 96) Müslim ´Sadaka bize helâl değildir. Onlar ancak halkın mallarının kirleridir,O ne Muhammed´e ve nede ailesine helâldir´ şeklinde rivayetetmiştir. 97)Adı Ahmed b.Muhammed b.Selh´dir.Cüneyd-i Bağdâdî´nin çağdaşlarındandı. H.309´da vefat etmiştir. |
|
![]() |
#159 |
![]() Sabır İmanın Yarısıdır
Hiss, ancak idrâki ifade eder. İradenin ise istemeye ve kaçmaya olan meylinden başka bir mânâsı yoktur. Sende istemek ve kaçmak aleti olmadıkça irade yeterli olmaz. Nice kötürüm kimseler vardır ki kendisinden uzak ve idrâk olunan bir şeye iştiyak duyar, fakat ayağı veya eli olmadığından dolayı veya ayak ve el felcinden dolayı yürüyemez ve onu alamaz. Bu bakımdan hareket için aletler lâzımdır. Harekete geçmek için o aletlerde bir kuvvet lâzımdır ki onları hareketlerin isteğiyle arayabilsin, kerahet hissiyle de onlardan kaçabilsin. Bu nedenle ALLAH Teâlâ senin için, zâhirlerine bakıp sırlarını bilmediğin azaları yaratmıştır. O azalardan kimisi aramak, kimisi de kaçmak içindir. İnsanların ayağı, kuşların kanadı ve hayvanların dört bacağı gibi... Onlardan kimisi de müdafaa içindir. İnsanların silahı, hayvanların boynuzları gibi... Bu hususta hayvanlar birçok yönden değişiktirler. Hayvanların kimisi vardır ki düşmanları çoktur, gıdası uzaktır. Bu bakımdan bu hayvan süratli harekete muhtaçtır. Süratle gitsin diye kendisi için kanat yaratılmıştır. Başka bir kısmı da vardır ki kendisine dört bacak yaratılmıştır. Diğer bir kısmının insanlar gibi iki ayağı vardır. Başka bir kısmı da karnının üzerinde sürünür. Bunun izahı oldukça uzar. Bu bakımdan biz sadece yemeği tamamlamakta kullanılan azaları zikredelim ki başkası onlara kıyas edilsin. Uzaktan yemeği görmen, onu almak için hareket etmen, onu almak imkânından mahrum olduğun müddetçe kâfi değildir. Bu bakımdan sen alıcı bir alete muhtaçsın. Böylece ALLAH Teâlâ, iki elin yaratılması ile sana minnet etti. O eller eşyaya uzanırlar. Her cihete kıvrılsınlar diye ALLAH onlarda birçok kıvrım ve boğumlar yaratmıştır. Bu bakımdan el dimdik bir odun gibi değildir. Bilakis uzanır ve katlanır. Elin ayalarını sûretiyle yassı yaratmıştır. Sonra ayaları parmaklardan ibaret olan beş kısma taksim etti. Onları da iki safa ayırdı. Baş parmak diğer dört parmakla birleşerek iş görürler. Eğer o parmaklar bir arada olsaydı veya biri diğerinin üzerinde olsaydı, onlarla iş yapılmazdı. Bu bakımdan ALLAH onları öyle bir şekilde vazetmiştir ki onları açarsan senin için yaba (ve dirgen) olur. Onları birleştirirsen kepçe olur. Onları yumarsan senin için vuruş aleti olur. Aynı zamanda tutma aleti olur. Sonra ALLAH Teâlâ onların başlarında tırnaklar yaratmış, o tırnaklara parmakların uçlarını dayatmış ki parmak uçları dağılmasın ve parmakların alamadığı ince şeyleri tırnakların başlarıyla tutabilsin. Sonra iki elin o yemek mideye varmadan sana nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan bir dehliz lâzımdır ki yemek oradan girebilsin. Böylece ALLAH Teâlâ, ağızın yaratılışındaki birçok hikmetlerle beraber ağzı mideye giden bir kapı olarak yarattı. Sonra yemeği ağzına koysan bile onu yutmak mümkün olmaz. Bunun için yemekleri öğütecek bir değirmen gerekir. Onun için ALLAH Teâlâ, sana iki kemikten oluşan çeneleri yarattı ve o çenelere dişleri taktı. Üst dişleri alt dişlerin üzerine gelecek şekilde yarattı ki onlarla yemekleri öğütebilsin. Sonra yemek bazen kırmaya muhtaçtır, bazen kesmeye.. Bütün bunlardan sona da öğütmeye... Onun için ALLAH Teâlâ, dişleri, azı dişleri gibi öğütücü, keskin ve kesici ve kırmaya elverişli olan köpek dişlerine taksim etti. Sonra ALLAH Teâlâ, iki çenenin mafsalını birbirine geçmiş bir şekilde yarattı ki alt çene öne ve gidip arkaya dağru gelebilsin. Hatta değirmenin dönmesi gibi, üst çene üzerinde döner. Eğer bu durum olmasaydı, ellerin birini diğerine çarpmak gibi, ancak bir çeneyi diğerine çarpmak sûretiyle bu öğütme vazifesi mümkün olabilirdi. Oysa bununla da öğütmek tam olmazdı. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ alt çeneyi müdevver bir hareketle hareketlendirdi. Üst çeneyi de hareketsiz ve sabit yarattı. ALLAH´ın sanatının acaipliğine dikkat ediyor musun? Zira insanların yaptığı değirmenin alt taşı durur, üst taşı döner. Ancak ALLAH´ın yapmış olduğu bu değirmen tam aksinedir. Çünkü bunun alt taşı, üst taşının üzerinde döner. Bu bakımdan ALLAH ortaktan münezzehtir. Onun şânı yüce, saltanatı aziz, burhanı tam ve minneti geniştir. Sonra yemeği ağzın içine koyduğunu farzet! Acaba yemek ne şekilde dişlerin altına geçecek veya dişler onu nasıl çekecek veya iki el ile ağzın içinde yemek nasıl dönecek? ALLAH´ın dili yaratmak sûretiyle sana ne büyük nimet verdiğine dikkat et! Zira dil, ağzın her tarafında gezer, yemeği ortadan dişlere doğru getirir. Tıpkı öğütülen maddeleri, değirmenin taşına doğru getiren oluk gibi. Dilin bu vazifesinden başka, lisandaki zevkin fazileti, konuşma kuvvetinin acaiplikleri ve zikredilmesiyle kitabı uzatmak istemediğimiz daha nice hikmetleri vardır. Sonra yemeği parçalayıp öğüttüğünü farzet! Fakat yemek kuru olduğu için onu yutmaya gücün yetmez. Ancak bir nevi rutubetle boğaza kaymasıyla bu iş olabilir. Bu bakımdan ALLAH´ın dilinin altında nasıl bir pınar yarattığına ve o pınardan tükrük kaynattığına dikkat et! O pınardan ihtiyaca göre su kaynar ve yemeği hamur haline getirir. Dikkat et ki ALLAH, o pınarı nasıl bu işe teshîr etmiştir; zira sen yemeği uzaktan görürsün. Çeneler hizmet için harekete geçer, tükrük akmaya başlar. Öyle ki avurtların, yemek senden uzak olduğu halde ıslaklık vermeye başlar! Sonra bu öğütülmüş ve hamurlaşmış yemeği ağızdan midene vardıran kim? Onu elinle midene götüremezsin. Midende de bir el yoktur ki uzanıp onu çeksin. Bu bakımdan dikkat et ki ALLAH Teâlâ yemek borusunu ve hançereyi nasıl hazırlamış! Onun başında yemeği almak için açılan birçok tabak yaratmıştır. Sonra o tabakalar kapanır, sıkışır ki onun sıkışmasıyla yemek dönsün. Dolayısıyla yemek borusunun dehlizinden mideye doğru yuvarlanıp, parçalanmış yemek, ekmek ve meyveler olarak mideye vardığı zaman, derhal et, kemik ve kan olmaya elverişli değildir. Parçaları birbirine benzeyecek kadar tam mânâsıyla pişirilmesi lâzımdır. Böylece ALLAH Teâlâ (c.c) mideyi bir çanak biçiminde yaratmıştır. Yemek oraya girdiğinde yemeği içine alır, kapıları tamamen yemek üzerine kapanır. Midenin etrafındaki organların hararetiyle hazım ve oluşma ameliyesi tamam oluncaya kadar midenin kapıları kilitli kalır; zira sağ tarafında ciğer, sol tarafında dalak vardır. Göğüs kemiklerinin önünde ve arkasında sırt eti vardır. Bu bakımdan her taraftan bu azaların ısısıyla hararet mideye varır ki yemek pişip parçaları birbirine benzer bir mayi haline gelsin. Böylece damarların deliklerinden geçmeye elverişli olur. Yemek, o anda parçalarının birbirine benzemesinde ve inceliğinde arpa suyuna benzer. Bu haldeyken daha gıda olmaya elverişlideğildir. Böylece ALLAH Teâlâ onunla ciğer arasında damarlardan mecralar (isale boruları) yaratmıştır. Yemek o isale borularından aksın ve dolayısıyla ciğere varsın diye onlara birçok geniş ağızlar var etmiştir. Ciğer ise kan çamurundan yoğrulmuş bir cisimdir. Hatta sanki kandır. Onda birçok damarlar vardır ve her tarafa dağılmışlardır, incelmiş olan ve onlardan geçen yemek, onların cüzlerine dağılır ki ciğer kuvveti onları istila edip onları kan rengiyle boyasın. Bu bakımdan ciğerde ikinci bir pişirme oluncaya kadar kalır. Azalara elverişli saf kan hâlini alır. Ancak bu kanı oluşturan, ciğerin hareketidir. Bu bakımdan pişirilenlerin hepsinde olduğu gibi bu kanda da iki fuzulî madde oluşur. Onların biri yağın altında kalan tortu bulanıklığa benzer. O da sevdavî kimûs karışımdır. Diğeri kaymağa benzer. O da safra dır. Eğer onların ikisinden bu iki fuzulî madde ayrılmasaydı, azaların mizacını bozardı. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, Ödü ve Dalağı yarattı ve onların her birine ciğere uzanan ve ciğerin isale borularına dahil olan bir hortum kılmıştır. Öd, safravî fazlalığı, dalak da sevdavî tortuları çeker. Böylece kan, saf olarak kalır. Onda fazla incelme ve sıvılıktan başka birşey yoktur. Çünkü onda sulu madde vardır. Eğer sulu maddesi olmasaydı, o kan kılcal damarlara yayılmazdı. O damarlardan azalara çıkıp da yükselmezdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, iki böbreği yarattı. Onların herbirinde ciğere doğru uzanan bir hortum çıkardı. ALLAH Teâlâ´nın, hikmetinin acaipliklerindendir ki böbreklerin hortumları ciğerin borularına girmez. Ciğerin kavisliğinden çıkan damarlara bitişiktir ki ciğerdeki ince damarlardan çıktıktan sonra mâyî maddeyi emmiş olsunlar; zira ciğerden çıkmadan önce o maddeleri emerlerse kalınlaşır ve damarlardan çıkmaz. Mâyî madde ondan ayrıldığı zaman kan, üç fuzulî maddeden tasfiye olunmuş tertemiz ve gıdayı ifsad eden bütün maddelerden korunmuş bir kan hâline gelir. Sonra ALLAH Teâlâ ciğerden birçok damar çıkarmış, sonra onları birkaç kısma taksim, etmiş, o kısımların her birini de birçok şubeye ayırmış, onlar tepeden tırnağa kadar dışta ve içte bütün bedene yayılmıştır. Bu bakımdan saf kan o damarlardan akıp, diğer azalara varır ki o kılcal damarlar, yaprak ve ağaçların damarları gibi olup gözle gö-rülmez hale gelsinler. Onlardan gıda, ter vasıtasıyla diğer azalara ulaşır. Eğer öd´ün başına bir âfet gelirse, kan bozulur. Sarılık, sivilce, kabarcık ve kızıllık gibi safravî hastalıklar meydana gelir! Eğer dalakta bir hastalık olup daha önce bahsi geçen sevdavî karışımları çekemezse, mâlihülya, cüzzam ve behak denilen hastalıklar gibi sevdavî hastalıklar başgösterir. Eğer mâyî maddeler böbreklere doğru yürümezse, bundan istiska ve başka hastalıklar meydana gelir. Bütün bunlardan sonra hikmet sahibi olan yaratıcının hik-metine bak ki nasıl üç hassa (safravî, sevdavî ve balgamî) maddenin üzerine birçok faydalar tertip etmiştir. Safranın zarfı öde gelince borularının biriyle çeker, diğeriyle barsaklara boşaltır. Böylece, yemeğin ağırlığında kaydırıcı bir rutubet meydana gelir. Barsaklarda da itelemek için harekete geçirici bir yankı oluşur. Böylece bir sıkışma meydana gelip onunla yemeğin posası itilip kaydırılır. Öd kesesindeki safra bu vazife için yaratılmıştır. Dalak, fazla yemekten ötürü ekşime ve kabızı meydana getiren bir istihale yapar. Sonra hergün midenin ağzına ondan birşey gönderir. Ekşiliği ile şehveti harekete geçirip uyandırır. Geri kalanı ise posa ile beraber çıkar. Böbrek, mâyî maddedeki kan ile gıdalanır. Diğerini mesaneye gönderir. Biz yemek için hazırlanan sebeplerdeki ilâhî nimetlerin bu kadarcık izahıyla iktifa edelim. Eğer biz ciğerin kalbe ve dimağa, bu azaların herbirinin diğerine nasıl muhtaç olduğunu, kalpten bedenin diğer yerlerine yayılan damarların nasıl şubelere ayrıldığını, onlar vasıtasıyla hissin nasıl oluştuğunu, ciğerden bedenin diğer kısımlarına yayılan durgun damarların keyfiyetini, onlar vasıtasıyla gıdanın uzuvlara nasıl ulaştığını zikredersek, sonra azaların terkip keyfiyetini, kemiklerin sayısını, mafsal ve damarlarını, azaları birbirine tutturan telleri, ipleri, kıkırdak ve rutubetlerini zikredersek söz oldukça uzar. Hem yemek için ve hem de yemekten başka birçok şeyler için bütün bunlara ihtiyaç vardır. İnsanoğlunda binlerce adale, damar vardır. Onlar da küçüklük, büyüklük, incelik, kalınlık, fazlalık ve kısımlara ayrılmak olmak sûretiyle çeşitlidirler. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki onda bir, iki, üç, dört veya ona kadar veya daha fazla hikmetler bulunmasın. Bütün bunlar senin için ALLAH´ın nimetleridir. Eğer bunlardan, hareket eden bir damar durursa veya durgun bir damar harekete geçerse ey miskin insan, sen helâk olursun! O halde önce ALLAH´ın sana verdiği nimete bak ki ondan sonra ALLAH´a şükretmeye daha gayretli bir şekilde başlamış olasın; zira sen ALLAH´ın nimetlerinden ancak yemeği bilirsin. Oysa yemek o nimetlerin en düşüğüdür. Sen yemeği de ancak acıktığında bilirsin. Oysa merkeb de acıktığında yemeyi, yorulduğunda uyumayı, iştahı çektiğinde cinsî münasebette bulunmayı bilir. Kalkması is-tendiğinde kalkar ve çifte atar. Bu bakımdan sen merkebin bildiğinden fazlasını bilmezsen o vakit sana verilen nimetin şükrünü nasıl yerine getirebilirsin? Biz bunlara kısaca işaret ettik. Bu ilâhî nimetlerin denizlerinden sadece bir damladır. Bu bakımdan bizim uzatmaktan korkarak söylemediklerimizi, bu söylediğimize kıyas et. Bizim ve bütün halkın bildikleri, ilâhî nimetlerden bilmediklerimize nisbet edilirse, denizin bir damlasından daha az olduğu anlaşılır. Ancak bunlardan birşey bilen şu ayetten bir korku idrâk eder. Eğer ALLAH´ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.(Nahl/18) Sonra dikkat et ki ALLAH Teâlâ (c.c) bu azaların direkleri ile faydalarının, idrâklerinin ve kuvvetlerinin direğini nasıl ince ve dört karışımdan yükselen, merkezi kalp olan, yaygın damarlar vasıtasıyla bütün bedene sirayet eden, bedenin herhangi bir cüzüne vardığında insanın muhtaç olduğu his, idrâk ve hareket kudreti ve benzeri şeyleri derhal oluşan bir buhar ile bağamıştır. Tıpkı evin etrafından gezdirilen bir çıra gibi ki o çıra bir yere vardığında onun varışı sebebiyle evin diğer yerleri de aydınanır. Bu ışık ALLAH Teâlâ´nın halk ve icadındandır. Fakat hikmetinden ötürü buna çırayı sebep kılmıştır. Bu ince buhar ki doktorlar ona ruh derler, onun merkezi kalptir. Onun misali, çıra ateşinin cürmü gibidir. Kalp de onun için çıra gibidir. Kabin içinde bulunan siyah kan ile fitin gibidir. Gıda ise yağ gibidir. Onun vasıtasıyla bedenin diğer azalarında bulunan zâhiri hayat ise evin içine yayılan çıranın ışığı gibidir. Nasıl ki çıranın yağı bittiği zaman söner, ruh çırası da gıdası bittiği zaman söner. Nasıl ki fitil bazen yanıp kül olur, artık yağı kabut etmez ve yağın çokluğuna rağmen çıra söner, işte tıpkı bunun gibi kendisiyle kalpteki buharın tutuştuğu kan, bazen kalbin hararetinin çokluğundan dolayı yanar, gıdanın varlığına rağmen söner ve ruhun bekasına temin eden gıdayı kabul etmez. Nitekim kül olan fitilin ateşin yanmasına elverişli olacak derecede yağı kabul etmediği gibi... Nasıl ki daha önce zikrettiğimiz gibi´ bazen içten bir sebeple, bazen de dıştan bir rüzgâr ile çıra sönerse aynen onun gibi, ruh bazen dahilî bir sebep, bazen.de öldürmek gibi haricî sebepten dolayı söner. Nasıl ki çıranın sönmesi, yağın yok olmasıyla veya fitilin bozulmasıyla veya şiddetli bir rüzgârın ezmesiyle veya herhangi bir insanın söndürmesiyle ancak ALLAH´ın indine mukadder sebeplerle vc takdirle- oluyorsa, ruhun sönmesi de böyledir. Nasıl ki çıranın sönmesi, varlığının sona ermesi ve Ümmül Kitab (levh-i mahfuz) da kendisi için takdir edilen eceli ise, ruhun sönmesi de aynen böyledir. Nasıl ki çıra söndüğü zaman evin içi kapkaranlık kesiliyorsa ruh da söndüğü zaman bütün bedeni karanlığıa gömülür. Bedenin daha önce ruhtan istifade etitği nûrlar bedenden ayrılır. O nûrlar sezişlerin, takdirlerin, iradelerin ve hayatın altında toplanan diğer şeylerin sırlarıdır. İşte bu da ilâhî nimetlerin âlemlerinden diğer bir âleme sanat ve hikmetinin acaipliklerinden diğer bir acaibe veciz bir işarettir. Eğer deniz, rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, rabbinin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir. Bu bakımdan ALLAH´ı inkâr eden helâk olsun, helâk! Nimetini inkâr edene azap olsun, azap! İtiraz: Sen ruhu vasfedip onun misalini söyledin. Oysa Hz, Peygamber´e ruh sorulmuş, şu ayetin dediğinden başkasını söylememiştir: Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ´Ruh RABBİMin emrindendir.´(İsrâ/81) Görüldüğü üzere Hz. Peygamber onlara, senin belirttiğin gibi ruhu vasıflandırmamıştır? Cevap: Bu ruh lâfzında olan mânâların ortak oluşundan gaflet etmektir; zira ruh birçok mânâya gelir. Biz onları zikretmek sûretiyle meseleyi uzatmadık. Oysa biz o mânâlardan lâtif bir cismi vasıflandırdık ki doktorlar o cisme ruh derler. Doktorlar onun sıfatını, varlığını, azalarda nasıl gezdiğini, azalarda onun vasıtasıyla hisler ve kuvvetlerin nasıl meydana geldiğini söylemişlerdir. Hatta azalardan bazısı gevşediği zaman, bu gevşemenin ruhun yoluna çıkan bir engelden meydana geldiğini bilirler. Onlar gevşeyen yeri değil de damarların köklerini ve onlardaki engelin yerlerini tedavi ederler. O engeli aşacak ilâçlarla tedavi yaparlar; zira bu cisim lâtif olması hasebiyle damarlara nüfuz eder. Onun vasıtasıyla kalpten diğer azalara sirayet eder. O ruh doktorların ihtisas sahasına girer. Onun işi kolaydır ve o beşerin seviyesine iner. Asıl olan ruha gelince, o öyle bir ruhtur ki fesada gittiği zaman bütün beden fesada gider. O ruh, ALLAH Teâlâ´nın sırlarından bir sırdır. Biz onu vasıflandırmadık. Onu vasıflandırmaya ruhsat da yoktur. Ancak şöyle denilebilir: ´O rabbanî bir emirdir´. De ki: ´Ruh, RABBİMin emrindendir.´ (İsrâ/81) Rabbanî olan emirleri akıllar vasıflandıramaz. Hatta halkın çoğunun aklı, o emirlerden hayrete kapılır. Vehim ve hayaller ise o emirlerden zarurî olarak ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Tıpkı gözün sesleri idrâk etmekten yoksun olduğu gibi... O rabbanî emirlerin vasfının başlangıcını zikretmekte cevher ve arazla bağlı bulunan onun varlığında hapis olan akılların düğümleri bile sarsılır. Onun vasfından akılla hiçbir şey idrâk edilmez. Ancak akıldan daha şerefli ve daha yüce bir nûrla idrâk olunur. O nûr peygamberlik ve velîlik âleminde doğar. O nûrun akla nisbeti, aklın vehim ve hayale nisbeti gibidir. ALLAH Teâlâ birçok devirler yaratmıştır. Nasıl ki çocuk, mahsusatı (duyularla hissedilenleri) idrâk eder de mâkulâtı (akıl ile bilinen-leri) idrâk edemezse... Çünkü bu öyle bir şeydir ki çocuğun aklı ona yetişmez, aynen onun gibi baliğ olan bir kimse makulatı idrâk edip onun ötesini idrâk edemez. Çünkü o daha ulaşamadığı bir haldir. Muhakkak bu şerefli bir makam, tatlı bir meşreb, yüce bir mertebedir. Burada ALLAH Teâlâ iman ve yakîn nûruyla mülâhaza edilir. Bu meşreb, herkesin yolu olmaktan yücedir. Ona ancak bir fertten sonra diğer bir fert muttali olabilir. ALLAH Teâlâ´nın (keyfiyetsiz) bir eşiği vardır. O eşiğin girişinde geniş bir meydan vardır. Meydanın başlangıcının üzerinde bir eşik vardır. O eşik o rabbânî emrin merkezidir. Kim bu eşikten geçmeye yetkili olanı ve eşiği koruyanı görmezse o meydana varması muhaldir. Onun ötesindeki yüce müşahedelere nasıl varabilir? Bu nedenle denildi ki: ´Nefsini bilmeyen rabbini bilmez!´ Acaba doktorların bildiklerinde bunlara nerede tesadüf edilir? Doktor nerede bunları mülâhaza edebilir? Doktorun yanında ruh diye adlandırılan mânâ, bu rabbanî mânâya nisbeten padişahın bastonu ile hareket ettirilen topun padişaha nisbeti gibidir. Bu bakımdan tıbbî ruhu bilen bir kimse, rabbani emri (ruhu) bildiğini zanneden, padişahın bastonuyla hareket ettirilen topu görüp padişahı gördüğünü zanneden bir kimse gibidir. Bu kimsenin büyük bir yanılgıya düştüğünde şüphe yok! Bu hata böyle bir kimsenin hatasından daha fâhiştir. Teklifin medârı olan ve kendileriyle dünyanın maslahatları idrâk olunan akıllar, bu emrin hakikatini mülâhaza etmekten yoksun oldukları için, ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´e bu ilâhî ruhtan bahsetmeye izin vermemiştir. İnsanlarla akıllarının alabileceği şekilde konuşmasını emretmiştir. ALLAH Teâlâ kitabında bu ruh ´un hakikatinden birşey zikretmemiştir. Ancak onun nisbet ve fiilini zikretmiş, zatını zikretmemiştir. Onun nisbeti şu ayette zikredilmiştir:Ruh RABBİMin emrindendir.(İsrâ/85) Onun fiili de şu ayette zikredilmiştir: Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak rab-bine dön! (Salih) kullarımın içine gir. Cennetime gir!(Fecr/27-30) Bu bakımdan biz şimdi gayeye dönelim. Çünkü gayemiz yemek hakkındaki ilâhî nimetleri zikretmekti. Biz ise yemeğin aletleri hakkındaki ilâhî nimetlerin bazısını zikrettik, |
|
![]() |
#160 |
![]() Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler
4. Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkındaki İlâhî Nimetler ve Daha Sonra Yiyecek Maddelerinin İnsanların Eliyle Islah Edilebilecek Hale Gelmesi Yiyecekler çoktur, ALLAH Teâlâ´nın onları yaratmakta sayılamayacak kadar hikmetleri, ardı arkası kesilmeyecek kadar birbirini takip eden harikuladelikleri vardır. Her yiyecek için bunları zikretmek oldukça uzar; zira yiyecekler ya devalar veya meyveler veya gıdalardır. Şu halde biz önce gıdalardan işe başlayalım. Çünkü gıdalar temeldir. Biz onların arasından buğday tanesini ele alıp diğer gıdaları bırakalım. Bir buğday tanesini veya birkaç daneyi bulduğun zaman eğer onları yersen onları yoketmiş olursun ve kendin de aç kalırsın, O halde tanenin artıp, fazlalaşması zaruri bir durumdur ki senin bütün ihtiyacını karşılasın. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ sende ya-rattığı kuvvet gibi, buğday tanesinde de bir kuvvet yaratmıştır, buğdayın kendisi o kuvvetle gıdalanır; zira bitkiler ancak his ve hareket hususunda senden ayrılır. Gıdalanmakta ancak sana muhalefet eder. Çünkü bitki su ile gıdalanır. Kökleri vasıtasıyla suyu içine çeker. Aynen senin gıdaları içine çektiğin gibi... Biz, gıdayı içine çekmek hususunda bitkinin aletlerinin açıklamasına uzun uzadıya girişecek değiliz. Ancak bitkinin gıdasına işaret ederek şöyle deriz: Odun ve toprağın sana gıda olmadığı gibi bir buğday tanesi de herşeyden gıda almaz. Aksine özel bir şeye muhtaçtır. Eğer buğday tanesini evde bırakırsan artmaz. Çünkü bu durumda sadece hava ile münaspbeti olur. Sadece hava ise onun gıdasına elverişli değildir. Eğer su içerisinde bırakırsan artmaz. Eğer susuz bir arazide bırakırsan artmaz. Aksine sulu bir arazi lâzımdır. O arazinin suyu toprağına karışır, çamur haline gelir. İnsan yiyeceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık, böylece bitirdik onda taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar... (Abese/24-29) Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı için bitmez. Bu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır. Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık.(Hicr/22) Rüzgârların telkihi hava, su ve toprak arasında kaynaşma meydana getirmesi demektir. Sonra şiddetli bir soğuk olursa bütün bunlar sana fayda vermez. Bu bakımdan yazın hararetine muhtaç olursun. Böylece insanın gıdasının bu dört şeye muhtaç olduğu anlaşıldı. Bunların her birinin de neye muhtaç olduğuna dikkat et! Zira su, ziraat arazisine deniz, pınar, nehir ve barajlardan dökülmeye muhtaçtır. O halde ALLAH Teâlâ´nın denizleri yarattığına, pınarları nasıl fışkırttığına, onlardan nehirleri nasıl akıttığına dikkat et! Sonra toprak bazen yüksek olur, su ona varmaz. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın bulutları yarattığına, rüzgârları bulutlara nasıl musallat kıldığına, rüzgârın o bulutları yeryüzünün her tarafına nasıl sürdüğüne dikkat et ki o bulutlar su ile yüklü olan ağır bulutlardır. Sonra dikkat et ki ALLAH o yağmuru yaz ve güz mevsimlerinde ihtiyaca göre nasıl araziler üzerine hayırlarla dolu olarak gönderiyor? ALLAH Teâlâ´nın dağları suvarıp korumak için nasıl yarattığına, o dağlardan tedricî olarak pınarları nasıl fışkırttığına dikkat et! Eğer o dağlardan su birden çıkmış olsaydı muhakkak memleket batar, ziraat ve hayvanlar helâk olurdu. ALLAH´ın dağlar, bulutlar, denizler ve yağmurlardaki nimetlerinin sayılması mümkün değildir. Hararete gelince, o su ile toprak arasında hasıl olmaz. Çünkü bunların ikisi de soğukturlar. Bu bakımdan ALLAH´nın güneşi nasıl müsahhar kıldığına, yerden uzak olmasına rağmen bazen yeri ısıttığına, başka bir zamanda ısıtmadığına dikkat et! Böylece serinliğe ihtiyaç olduğu zaman serinlik hasıl olur. Hararete ihtiyaç olduğu zaman hararet olur. Bu, güneşteki nimetlerden bir tanesidir. Güneşte o kadar hikmetler vardır ki saymakla bitmez. Sonra bitki yerden yükseldiği zaman, meyvelerde bir bağlanma ve katılık hasıl olur. Bu bakımdan onlar, kendilerini oluşturan bir neme muhtaçtırlar. O halde ALLAH Teâlâ´nın ay´ı yaratmasına dikkat et! ALLAH ısıtmayı güneşin özelliği olarak yarattığı gibi nemlendirmeyi de ayın özelliği olarak yarattı. Bu bakımdan ay meyveleri olgunlaştırır. Hakîm ve yaratıcı olan ALLAH´ın takdiri onları renklendirir. Bu nedenle eğer güneş, ay ve diğer yıldızların ışığının ağaçların üzerine düşmesini engelleyen bir gölgelik olursa ağaçlar cılız ve eksik olurlar. Hatta küçücük bir ağaç büyük ağacın gölgesinde kaldığı zaman bile cılızlaşır. Ay´ın nemlendirmesini, şu tecrübeyi yapmak sûretiyle sen de anlayabilirsin: Geceleyin başını açtığında zükkâm denilen rutubet başının üzerinde çoğalır. O halde senin başını ıslattığı gibi, meyveyi de ıslatır. Öyleyse sayıp dökülmesinde (burada) bir ihtiyaç olmayan bir şeyi uzatmayalım. Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için yaratılmış ve teshir edilmiştir. Nasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye teshir edilmişse... Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği birçok hikmetlerden uzak olsun. Eğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâşu ayetler doğru olmazdı: Ey RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! (Âlu İmran/191), Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık.(Duhân/38) Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildir. Âlemin tamamı bir şahıs gibidir. Onun cisminin cüzleri onun azaları gibidir.Onlar yardımlaşırlar.Tıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi,.. Bunun izahı oldukça uzun sürer. Yıldızların, güneş ve ayın ALLAH´ın emriyle birtakım eşyada musahhar kılınmalarına ve o eşyanın hikmetin hükmüyle onlara sebep olmalarına iman etmenin şeriata aykırı olduğunu ve şeriatta yıldız ilmiyle meşgul olmayı yasaklayan hüküm bulunduğunu zannetmen uygun değildir. Yıldızlar hususunda yasaklanan şu iki şeydir: Birincisi: Yıldızların meydana getirdiği tesirleri kendi başlarına yaptığına ve onların kendilerini yaratan ve kahrının altına alan bir tedbirin emrinde olmadığına inanmandır ki bu inanç küfrün ta kendisidir! İkincisi: Müneccimleri (yıldız ilmiyle meşgul olanları) haber verdikleri hususların tafsilâtında tasdik etmektir! Onların haber verdikleri şeylerde halk tabakası, onları idrâk etmek hususunda onlarla müşterek değildirler. Çünkü müneccimler cehaletten konuşurlar. Muhakkak ki yıldızların ilmi, bazı peygamberlerin mucizesi idi. Sonra o ilim kalktı. O ilimden dünyada ancak karışık bir kalıntı kaldı. İşte orada doğru yanlıştan ayırdedilemez. Bu bakımdan yıldızların ALLAH Teâlâ´nın izniyle bitki ve hayvanlarda hâsıl olan birtakım tesirlerin sebepleri olduğuna inanmak, dinde herhangi bir zarar vermez. Aksine bu hakikattir. Fakat cehaletle tafsilâtlı bir şekilde, bu tesirleri bildiğini iddia etmek dine zarar verir. Bu nedenle beraberinde bir elbise varsa onu yıkayıp kurutmak istediğinde başkası sana ´Elbiseyi çıkar, yay. Çünkü güneş doğdu, hava ısındı´ diyen kimseyi yalanlamak gerekmez. Havanın ısınmasını, güneşin doğuşuna bağladığından dolayı onun sözünü inkâr etmek de gerekmez. Yine bir insanın yüzünün bozulmasının sebebini sorduğunda o insan sana ´Güneş beni çarptı ve yüzümü simsiyah etti´ dese, onu bu sözünden dolayı yalanlaman gerekmez. Diğer tesirleri de buna kıyas et! Ancak tesirlerin bazısı malûm ve bazısı meçhuldür. Meçhul olanda ilim iddia etmek caiz değildir. Malûm olanın da bazısı, güneşin doğuşu ile hararet ve ışığın meydana gelmesi gibi, bütün insanlar için malûmdur. Bazısı da ay´ın doğuşu ile zükkâmın hâsıl oluşu gibi bir kısım insanların malûmudur. Madem durum budur, yıldızlar boşuna yaratılmamışlardır. Onlarda sayılmayacak kadar hikmet vardır. Bunun için Hz, Peygamber göğe bakarak şu ayeti okumuştur: RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen yücesin, bizi cehennem ateşinden koru! (Âlu îmran/191) Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bu ayeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!65 Yani ´Şu kimse ki ayeti okuyup bu ayet hususunda düşünmeyi terkeder, göklerin melekûtundan sadece göğün rengini anlar ve yıldızların ışığını bilmekle iktifa eder, başka hikmetlerinden gafil kalır´, işte ona yazılar olsun! Bu durumu hayvanlar da bilir. Bu bakımdan göklerden sadece bu kadar anlayışla iktifa eden bir kimse bu ayet-i celîle ile bıyığını büken bir kimsedir. ALLAH Teâlâ için göklerin melekûtunda, âfaklarda, nefislerde, hayvanlarda birçok acaiplikler vardır. ALLAH´ı sevenler o acaipliklerin marifetini talep ederler; zira bir âlimi seven bir kimse, durmadan o âlimin yazdığı kitabları aramakla meşgul olur ki onun ilminin acaipliklerine daha fazla vâkıf olup daha fazla sevsin! ALLAH´ın sanatının acaipliklerindeki durum da böyledir; zira âlemin tamamı ALLAH´ın tasnif buyurduğu bir kitabdır. Hatta yazarların yazdıkları da kullarının kalpleri vasıtasıyla telif ettiği kitabının cümlesindendir. Eğer sen herhangi bir tasnife hayret edersen, o kitabın yazarına değil, musannifi, o vermiş olduğu hidayet, doğruluk ve tarif vasıtasıyla c kitabı yazmaya muvaffak edene hayret et! Teşbihte hata olmasın, kuklacının oyuncaklarının oynadığını, gülünç harekette bulunduklarını gördüğün zaman, oyuncaklara hayret etmezsin. Çünkü onlar oynatılan paçavralardır, oynayan değildirler. Fakat onları gözlerden gizli ince iplerle hareket ettiren oyuncunun maharetine hayret edersin.65) Salebi, (İbn Abbas´tan) Bitkinin gıdası ancak su, hava, güneş, ay ve yıldızlarla ve ancak merkezleri bulunan feleklerle tamamlanırlar. Felekler de an cak hareketleriyle tamamlanırlar. Feleklerin hareketi de ancak felekleri harekete geçiren semavî meleklerle tamamlanır. Böylece bu durum, uzak sebeplere kadar uzanır. Biz o sebeplerin zikrini, söylediğimiz ile söylemediğimize dikkati çekmek için bıraktık. O halde bitkilerin gıdasının sebeplerinden bu kadarla iktifa edelim. |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|