AK Gençliğin Buluşma Noktası


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-10-2009, 00:47   #101
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Malın ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi

Ayetler
Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi ALLAH´ı anmaktan alıkoymasın! Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.(Münafikûn/9)

Mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir imtihandır. Büyük mükâfat ise ALLAH´ın katındadır.(Teğâbün/15)

Bu bakımdan kim, malını ve evladını ALLAH katındaki sevaba tercih ederse, o zarar etmiştir ve açıkça büyük bir ziyana uğramıştır.

Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz. Bu hususta onlara noksanlık yapılmaz.(Hûd/15)

Doğrusu insan azgınlık eder. Kendini müstağni gördüğü için.(Alâk/6-7)

Bu bakımdan günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş, ancak yüce ve azîm olan ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyledir.

(Mal ve evlât) çoğaltma yarışı, sizi oyaladı. (Tekâsür/1)

Hadîsler

Mal ve şeref sevgisi, kalpte nifakı bitirir; tıpkı suyun sebzeleri bitirdiği gibi.

Bir koyun ağılına salıverilen iki yırtıcı kurt, şeref, mal ve mertebenin müslüman kişinin dininde yaptığı tahribattan daha fazla tahribat yapamaz.1

Mal biriktirenler helâk oldular. Ancak ALLAH´ın kullarından şöyle ve şöyle (eliyle işaret etti) malı sarfedenler hariç! Onlar da pek azdır.2

Denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Senin ümmetinin hangileri daha şerirdir?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Zenginler´3

Sizden sonra bir kavim gelecek, en güzel şeyleri yiyeceklerdir. Atın bakımlısına ve her çeşidine bineceklerdir. Kadınların en güzellerini alacaklar. Elbiselerin en güzellerini giyecekler... Az ile doymayan karınları, çokla kanaat etmeyen nefisleri vardır. Dünyaya dalmışlar, sabah akşam dünyaya başvururlar. Dünyayı, ilahlarından başka ilah, rablerinden başka rab edinmişlerdir. Dünyanın emrine girerler, hevâ-i nefislerine tâbi olurlar. Bu bakımdan o zamana yetişen sizin zürriyetlerinizin zürriyetlerine, haleflerinizin haleflerine Abdullah´ın oğlu Muhammed´den bir tavsiyedir ki onlara selâm vermesin, onların hastalarını ziyaret etmesin, cenazelerinin kaldırılmasına katılmasın, büyüklerine hürmet etmesin. Bunları yapan bir kimse İslâm´ın yıkımına yardım etmiş olur.4

Dünyayı dünya ehline bırakın! Kim dünyadan kendisine yetecek olandan fazlasını edinirse, o bilmeden felâketini hazırlamış olur.5

Ademoğlu ´malım, malım´ der. Acaba yiyip bitirdiğinden, giyip eskittiğinden, sadaka verip tükettiğinden başka malı var mıdır?6

Bir kişi şöyle sordu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben neden ölümü sevmiyorum?´

-Senin malın var mı?

-Evet!

-O halde önce malını ver! Çünkü mü´min bir kimsenin kalbi malıyla beraberdir. Eğer malını kendisinden önce ahirete gönderirse, arkasından gidip malına yetişmeyi sever.
Eğer malı geride ise malıyla beraber geride kalmayı sever.7

Ademoğlunun dostları üçtür: Birisi, ruhun alınmasına kadar kendisiyle arkadaşlık yapar.

İkincisi kabrine kadar, üçüncüsü mahşer yerine kadar... Ruhunun alınmasına kadar arkadaşlık yapan, kişinin malıdır. Kabrine kadar arkadaşlık yapan ise kişinin aile efradıdır. Haşrine kadar kişiden ayrılmayan ise ameldir.8
Havarîler Hz. İsa´ya şöyle sordular: ´Sen neden su üzerinde yürüyebiliyorsun da bizim buna gücümüz yetmiyor?´ Hz. İsa dedi ki: ´Dinar ve dirhemin sizin nezdinizdeki kıymeti nedir?´ Havârîler ´Güzellik ve sevgidir´ dediler. İsa (a.s) Fakat onların ikisi benim nezdimde toprakla eşittir!´ dedi.

Selman-ı Fârisî, Ebu Derdâ´ya şöyle yazdı: ´Kardeşim! Sakın dünyadan şükrünü eda etmeyeceğini toplama! Çünkü ben Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu işittim:
Dünyada ALLAH´a itaat eden arkadaşı getirilir. Malı da önünde... Ne zaman köprü onu sarsarsa malı kendisine ´Git! Sen bende bulunan ALLAH´ın hakkını edâ ettin!´ der. Sonra malı da omuzunda olduğu halde, dünyada ALLAH´a itaat etmeyen arkadaşı getirilir. Köprü kendisini sarstıkça malı kendisine ´Azap sana olsun! Neden bende bulunan ALLAH´ın hakkını eda etmedin?" der. Bu durum, kişi kendisine azap ve helâk isteyinceye kadar devam eder.9
Zâhidlik ve Fakirlik bölümünde, zenginliğin kötülenmesi ve fa-kirliğin medhi hakkında belirttiklerimizin tümü aynı zamanda malın kötülenmesi demektir. Bu bakımdan biz onları tekrar et-mekle sözü uzatmayacağız. Böylece dünyanın zemmi hakkında zikrettiğimiz herşey umumî mânâsı itibariyle malın kötülenmesini de kapsamaktadır. Çünkü mal, dünya rükünlerinin en büyüğüdür.

Biz, şimdilik özel olarak mal hakkında vârid olanları zikredelim.

Kul öldüğü zaman, melekler ´kendisinden önce ne gön-derdi?´ derler. Halk da ´arkasından ne bıraktı?´ diye sorarlar.10
Sakın gayr-ı menkul edinmeyin, yoksa dünyayı sevmiş olursunuz!

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Bir kişi, Ebu Derdâ´ya (r.a) hakaret ederek kötü davrandı. Ebu Derdâ (r.a) şöyle dua etti: ´Yarab! Bana kötülük edenin bedenini sıhhatli kıl! Ömrünü uzat, malını çoğalt!´

Dikkat et! Ebu Derdâ, bedenin sıhhati ve ömrün uzamasıyla beraber malın çoğalmasını, belanın katmerlisi olarak görmüştür! Çünkü böyle olmak saldırgan olmasına sebep olur.
Hz. Ali eline bir dirhem para aldı ve sonra şöyle dedi: ´Sen benden çıkmadıkça bana fayda vermezsin!´

Hz. Ömer, Zeyneb binti Cahş´ın payını (Bahreyn malından) gönderdi. Zeyneb ´Bu ne malıdır?´ diye sordu. Dediler ki: ´Ömer sana gönderdi!´ Zeyneb şöyle dedi: ´ALLAH onu affetsin!´ Sonra yanındaki bir bezi parçaladı. O parçalardan keseler yaptı. O gelen malı yakınlarının ve himayesinde bulunan yetimlerin arasında taksim etti. Daha sonra da iki elini kaldırarak şöyle dua etti: ´Yarab! Benim bu senemden sonra Ömer´in vereceği mal bana yetişmesin?´11 Böylece duası kabul oldu ve ilk ölüp de Hz. Peygamber´e iltihak eden zevcât-ı tâhirelerinden oldu.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin olsun! Parayı azîz eden bir kimseyi muhakkak ALLAH zelîl eder!´

Denildi ki: ´Dinar ve dirhem (altın ve gümüş paralar) ilk sikkelendikleri zaman İblis onları kaldırdı. Sonra alnına koydu, sonra öptü ve şöyle dedi: ´İkinizi seven benim kulum ve kölemdir!´

Semît b. Aclan12 şöyle demiştir: ´Dirhem ve dinarlar, münâfıkların gemleridir. O gemlerle münâfıklar ateşe doğru çekilirler!´

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Dirhem akreptir. Eğer onu güzelce afsunlayamayacaksan ona sahip olma. Çünkü o seni ısırırsa zehiri seni öldürür´.
Kendisine şöyle soruldu: ´Onu afsun etmek ne demektir?´ şöyle cevap verdi: ´Helâlinden kazanmak ve hakkı olan yere harcamak demektir´.
Ulâ b. Ziyad şöyle demiştir: ´Dünya bana göründü, sırtında her türlü süs vardı. Ben (ey dünya) ´Senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum´ deyince o şöyle dedi: ´Eğer ALLAH´ın seni benden korumasını istiyorsan dirhem ve dinardan nefret et´.

Bunun hikmeti şudur: Dirhem ve dinar dünyanın tamamıdır; zira onlarla dünyanın her çeşidine ulaşılır. Bu bakımdan onların ikisinden uzak duran bir kimse, dünyadan uzak durmuş olur ve bu mânâda şöyle denilmiştir: ´Ben gördüm! Bu bakımdan siz de ondan başkasını sanmayınız!´
(Gördüğüm) takvâ, şu dirhemin yanındadır. Ona sahip olduğun halde onu bırakırsan, bil ki senin takvân müslümanın takvâsıdır.

Yine bu hususta şöyle denmiştir: ´Sakın kişinin yamalı gömleği veya baldırının üstündeki kısa izarı veya secde eseri bulunan alnı seni aldatmasın! Ona parayı göster. Onun sevgisini veya takvâsını o zaman gör´.

Müslim b. Abdülmelik´den13 şöyle rivayet edilir: Ömer b. Abdülaziz ölüm döşeğinde iken huzuruna girdim ve dedim ki: ´Ey müminlerin emiri! Öyle birşey yaptın ki senden öncekilerin hiçbiri öyle birşey yapmamıştır: Çocuklarını ve yakınlarını parasız pulsuz bırakıp gidiyorsun!´

Zira Ömer b. Abdülaziz´in onüç çocuğu vardı. Ömer yanındakilere ´Beni oturtunuz!´ dedi. Oturduktan sonra Müslim´e şöyle dedi: "Senin ´onlara para bırakmadın´ sözüne gelince, ben on-ların hakkı olan birşeyi onlardan menetmiş değilim ve başkasının hakkını da onlara vermedim. Ancak benim evladım da şu iki kişiden biridir: ´Ya ALLAH´a itaat eder, ALLAH ona kâfidir -sâlih kimselerin velisi ALLAH´tır- veya ALLAH´a isyan eder, bu takdirde nereye düştüğü beni ilgilendirmez".

Muhammed b. Ka´b el-Kurazî büyük bir serveti ALLAH yolunda infak etti. Kendisine denildi ki: ´Bu serveti senden sonra çocuklarına bıraksaydın! (olmaz mıydı?)´ O cevap olarak ´Hayır! Servetimi RABBİMin katında nefsim için azık yapıyorum. RABBİMi de çoluk çocuğuma azık yapıyorum; onları RABBİMe teslim ediyorum´ dedi.

Bir kişi Ebu Abdirabbihi´ye14 şöyle dedi: ´Ey kardeşim! Sakın şer ile ALLAH´ın huzuruna gidip çocuklarını hayr ile bırakma!´ Bunun üzerine Ebu Ahdirabbihi, malından yüzbin dirhemi ALLAH yolunda infak etti.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir:

-İki musibet vardır ki öncekiler ve sonrakiler onların benzerini işitmemişlerdir. Onlar, ölüm çağında kula isabet ederler.

-O iki musibet nedir?

-Bütün malı kendisinden alınır ve bütün malından ötürü de hesaba çekilir!

___________________________
1)Tirmizî, Nesâî
2)Taberânî, İmam Ahmed
3)Bu garib hadîs´tir. Irâkî bu ibare ile görmediğini kaydettikten sonra,
Taberânî ve Beyhâkî´nin başka bir lâfızla rivayet ettiğini söylemektedir.
4)Taberânî
5)Bezzar
6)Müslim
7)Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemektedir.
8)İmam Ahmed, Taberânî
9)Beyhâkî
10)Beyhâkî
11)Burada Hz. Peygamber´in bir mucizesi tahakkuk etmiştir. Çünkü birgün,
bütün hanımlarıyla otururken ´Sizin en cömertiniz hanginiz ise o hepinizden
önce bana iltihak edecektir!´ demiştir, (Müslim) Hz. Peygamber´in zevceleri
arasında Zeyneb´den daha cömerti yoktu...
12)Seybanlı ve Basralıdır.
13) Bu zat, Abdülmelik b. Mervan´ın oğludur.
 
Alt 02-10-2009, 01:24   #102
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Zenginliğin Kötülenmesi ve Fakirliğin Övülmesi

İnsanlar, şükreden zenginin, sabreden fakirden üstünlüğü hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Biz bunu fakirdik ve zahidlik bahsinde zikretmiş, bu husustaki hakikati belirtmiştik. Fakat bu kitapta fakirliğin genel olarak zenginlikten daha faziletli ve üstün olduğuna dair, durumların tefsirine bakmaksızın delil getirmeye çalışacağız.

Burada Haris b. Esed el-Muhâsibî´nin bazı kitaplarında, zengin âlimlerin bazılarına ashab-ı kiramın zenginliğiyle ve Abdurrahman b. Avf´ın malının çokluğuyla delil getirdiğinden dolayı itiraz ettiği hususunda belirttiği bir faslın hikâyesiyle yetineceğiz.

Hâris el-Muhâsibî134 ümmetin muamele ilminde en büyük âlimidir. İbâdetlerin derinliklerini, amellerin âfetlerini, nefsin ayıplarını araştıran âlimlerin hepsinden daha ilerdedir. Bu bakımdan onun konuşmasını, olduğu gibi hikâye etmek uygundur. Hâris el-Muhâsibî kötü âlimlere itiraz hususunda uzun uzun konuştuktan sonra şöyle demiştir:
"Rivayet olunduğuna göre, Meryem´in oğlu İsa (a.s) şöyle dedi: ´Ey kötü âlimler! Oruç tutuyorsunuz, namaz kılıyorsunuz, zekât veriyorsunuz. Fakat söylediklerinizi yapmıyor, bilmediklerinizi okutuyorsunuz. Ey kavim! Sizin hükmünüzün kötülüğüne şaşmamak elde değildir. Söz ve temennilerle dönüş yapıyorsunuz. Hevâ-i nefisle amel ediyorsunuz. Derilerinizi temizlemeniz -kalbiniz kirli olduğu halde- sizi ALLAH´ın azabından kurtarmaz. Size diyorum ki siz kalbur gibi olmayınız ki ondan ince un düşer de kepekler içerisinde kalır. Böylece sizler de hikmetleri ağızlarınızdan çıkarıyorsunuz, hileler göğsünüzde kalıyor.
Ey dünyanın köleleri! Şehvetin dünyadan isteği daha tamamen sona ermemiştir. Kalpleriniz sizin amellerinizden ağlamaktadır. Dünyayı dilinizin altına, amelleri de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz... Akibetinizi ifsad ettiniz. Bu bakımdan dünyanın tamiri, sizce ahiretin tamirinden daha sevimlidir. Acaba sizden daha zararlı kim olabilir? Karanlık evin dışına çıra konması ona ne fayda verir. Onun içi vahşi bir karanlıkla doludur. Böylece ilim nûrunun sizin ağzınızda olması, içiniz vahşetle dolu olduğundan dolayı size hiçbir fayda vermez.

Ey dünyanın köleleri! Ne muttakî kullar gibi, ne de şerefli kullar gibisiniz! Dünyanın sizi kökünüzden kazıyıp atması yakındır. Hem de sizi yüzüstü atar! Sonra sizi, burunlarınızın üzerine sürter. Sonra günahlarınız gelip alınlarınıza yapışır. Dünya da sizi deyyan olan ALLAH´a teslim edinceye kadar arkadan dürter. Çırılçıplak, tek başına olduğunuz halde ALLAH´ın pençe-i kahrına teslim olunursunuz. ALLAH Teâlâ günahlarınızın üzerine sizi durdurur, sonra amellerinizin kötüleriyle sizi cezalandırır´.

Kardeşlerim! Bu kötü âlimler insanların şeytanlarıdır. İnsanlar için fitnedirler. Dünyanın çirkefine ve zâhirî yüceliğine rağbet ettiler, daldılar. Onu âhirete tercih ettiler. Dillerini dünya için zelil ettiler. Onlar dünyada ar ve çirkinliktirler. Âhirette de zarar edenlerdir veya kerîm olan ALLAH fazl u keremiyle affeder. Muhakkak ben, dünyayı âhirete tercih edip helâk olan kimseyi görüyorum ki onun sevinmesi, üzüntü ile karışıktır. Ondan üzüntülerin çeşitleri ve günahların da her türlüsü akmaktadır. Onun gidişi felâkete doğrudur. Helâk olan bir kimse, ümidiyle aldanır. Ne dünyası kendisine kalır, ne de dini... Hem dünyada, hem ahirette zarar eder. Apaçık zarar işte budur!

Ey kavim! Bu ne büyük bir musibet, ne büyük bir felâket... Kardeşlerim! ALLAH´ı gözetiniz! Şeytan ve şeytanın ALLAH nezdinde beş para etmeyen delilleriyle mağrur olan dostları sizi aldatmasınlar. Çünkü onlar dünyaya üşüşürler. Sonra nefisleri için çeşitli özür ve deliller getirmeye çalışırlar ve Hz. Peygamber´in ashabının da malları olduğunu ileri sürerler. Ashab-ı kirâmın ismini anmak suretiyle aldananlar böbürleniyorlar ki halk onları mal edinmek hususunda mâzur görsün. Oysa bilmedikleri halde şeytan onları aldatmıştır.
Azap olasıca! Fitnelenmiş kimse! Senin Abdurrahman b. Avf´n malıyla delil getirmen şeytandan gelen bir aldatmacadır. Şeytan onu senin dilinle ileri sürüyor ve sen helâk oluyorsun! Zira sen, ne zaman ´ashabın ileri gelenleri zenginlik, şeref ve süs için mal edindiler´ desen, sen ümmetin büyüklerinin gıybetini etmiş olursun. Onları büyük bir tehlikeye nisbet etmiş olursun! Ne zaman ´Helâl malın toplanması, toplanmamasından daha üstündür´ iddiasında bulunursan, hem Hz. Muhammed´le, hem de diğer rasûllerle istihza etmiş olur, onları senin ve arkadaşlarının rağbet ettiğiniz bu hayırdan yüz çevirmeye nisbet etmiş olursun! Senin topladığın gibi, onlar mal toplamadıklarından dolayı -hâşâ-onları cehalete nisbet etmiş olursun! Ne zaman ´Helâl malın toplanması, toplanmamasından daha yücedir´ dersen, şunu iddia etmiş olursun ki Hz. Peygamber bu hususta ümmetine gereken nasihati yapmamış, malın toplanması ümmet için daha hayırlı olduğu halde onları mal toplamaktan nehyetmiştir ve senin iddi-ana göre bu şekilde onlara hainlik yapmıştır. Göğün rabbine yemin ederim, sen Hz. Peygamber´e iftira ediyorsun. Hz. Peygamber ümmet için nasihatçi, onlar için şefkatli ve onlar hakkında merhametli idi. Ne zaman ´malın toplanması daha faziletlidir´ iddiasında bulunursan şunu iddia etmiş olursun: ALLAH Teâlâ kullarını mal toplamaktan nehyettiği zaman, malın toplanmasının onlar için daha hayırlı olduğunu bildiği halde onların faydasını dikkate almamıştır! Veya şunu demiş olursun: -Hâşâ- ´ALLAH, malın toplanmasının daha doğru olduğunu bilmediği için kullarını mal toplamaktan nehyetmiştir´. Oysa sen maldaki hayır ve fazileti bilmektesin ve bunun için de çokça mal edinmeyi istiyorsun. Sanki sen rabbinden hayır ve fazilet yerini daha iyi biliyorsun.
Ey nefsim! ALLAH Teâlâ senin cehaletinden pek yücedir. Aklınla şeytanın senin başına -sana sahabenin malıyla delil getirmeyi süslü gösterdiği zaman- ne getirdiğini düşün!

Azap olasıca! Abdurrahman b. Avf´ın malıyla delil getirmek sana hiç de fayda vermez. Çünkü o, kıyamette dünyada günlük rızkından başka birşey edinmemiş olmayı temenni edecektir. Kulağıma geldiğine göre, Abdurrahman b. Avf (r.a) vefat ettiği zaman ashabdan bir grup Abdurrahman´ın arkasında bıraktığı servetten dolayı onun durumundan korkuyordu. Buna cevap olarak Ka´b el-Ahbar şöyle demiştir: ´Hayret! Siz Abdurrahman´ın durumundan ne diye korkuyorsunuz? O, helâlinden kazandı, helâlinden infak etti ve helâlini bırakıp gitti´. Bu söz, Ebu Zer el-Gıfârî´nin kulağına gitti. Ebu Zer, son derece hiddetli bir şekilde -yolda ölmüş bir devenin çene kemiğini eline aldı- Ka´b´ı aramaya başladı. Ka´b´a denildi ki: ´Ebu Zer-i Gıfârî seni arıyor!´ Bunun üzerine Ka´b, koşa koşa Hz, Osman´ın yanına girdi. Ona sığınarak hâdiseyi anlattı. Ebu Zer Gıfârî de Ka´b´ı sora sora Hz. Osman´ın evine geldi. Ebu Zer içeri girdiği zaman Ka´b kalkıp Hz. Osman´ın arkasına oturdu. Bunu, Ebu Zer´den korktuğu için yapıyordu. Ebu Zer ona dedi ki: ´Ey yahudi kadının oğlu! Abdurrahman b. Avf´ın terketmiş olduğu servette herhangi bir sakınca olmadığını söyleyen sensin ha? Oysa Hz. Peygamber (s.a), birgün Uhud´a doğru çıktı. Ben de beraberindeydim bana ´Ey Ebu Zer!´ dedi. Ben ´Buyurun! Ey ALLAH´ın Rasûlü!´ dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Çok mal edinenler cennete zor girerler. Sonra sağına ve soluna, önüne ve arkasına işaret ederek ´şöyle yapanlar hariç´ dedi; ´onlar da pek azdırlar´.

Sonra dedi ki: ´Ey Ebu Zer!´ Ben ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Annem babam sana fedâ olsun! Dinliyorum seni!´ dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Ben Uhud dağı kadar servetim olmasını, onu ALLAH yolunda harcamayı ve öldüğüm günde ondan iki kıratı (danik denilen para biriminin yarısı) arkamda bırakmış olmayı istemem!

Ben ´Yoksa yanlışlık mı var ya Rasûlullah! Yoksa iki kantar mı demek istiyorsun?´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Sen (kantar demek suretiyle) çoğu kastediyorsun!´
Ey yahudi kadının oğlu! Sen ´´Abdurrahman b. Avf´ın geride bıraktığı servet için zarar yoktur´ diyorsun ha? Sen de yalan söylüyorsun, bunu söyleyen de yalan söylüyor!135
Ebu Zer (r.a) meclisten çıkıp gidinceye kadar, Ka´b (r.a) korkusundan sesini hiç çıkarmadı.

Rivayet olunduğuna göre, Abdurrahman b. Avfa Yemen´den bir kervan geldi. Öyle bir kervan ki Medinelileri bir ağızdan bağırttı. Hz. Âişe ´Bu ne gürültüdür?´ diye sorunca cevap olarak ´Abdurrahman´ın kervanı geldi de onun için bağırıyorlar´ denildi. Hz. Âişe ALLAH ve ALLAH´ın Rasûlü doğru söyledi!´ dedi.

Bu haber Abdurrahman´ın kulağına gitti. Abdurrahman Hz. Aişe´den ´Bunun mânâsı ne demektir?´ diye sordu. Bunun üzerine Âişe validemiz Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu söyledi:

Ben cenneti gördüm! Gördüm ki muhacirlerin fakirleri ve müslümanlar koşa koşa cennete giriyorlardı. Zenginlerden hiç kimsenin onlarla beraber cennete girdiğini görmedim. Ancak Abdurrahman b. Avf onlarla beraber sürünerek cennete giriyordu.136

Bu hadîsi dinleyen Abdurrahman şöyle demiştir: ´Deve kervanı da, onların sırtındaki mallar da ALLAH yolunda sadaka olsun. Kervanı getiren köleler âzâd edilmiştir. Bütün bunları onlarla beraber cennete koşarak girmemi temin eder ümidiyle yapı-yorum´.137

Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, Abdurrahman b. Avf´a şöyle dedi:

Dikkat et! Muhakkak sen, ümmetimin zenginlerinin ilk cennete girecek olanısın. Fakat cennete ancak sürünerek girebileceksin !138

Azap olasıca ey fitnelenmiş! Artık mal yığmanın iyiliğine delil getirmen nerede kaldı! İşte Abdurrahman! Faziletiyle, takvasıyla meşhur olan, iyilikleriyle, malları ALLAH yolunda vermesiyle, Hz. Peygamber´in arkadaşlığıyla ve cennet ile müjdelenmesine rağmen, helâlinden kazanıp iyilik yaptığı halde kazandığı maldan dolayı kıyamet gününde durdurulur. ALLAH yolunda isteyerek verdiği maldan dolayı durdurulur. Muhacirlerin fakirleriyle beraber cennete yürüyerek girmekten menedilir. Onların ardında sürünerek gider. Acaba bizim gibi dünya fitnesine dalanlar hakkında ne olacağını sanıyorsun?

Bundan sonra ey fitneye düşmüş kişi! Sana hayret etmemek ne mümkün! Şüpheler ve haramın karışmaları içerisinde kıvranıyor, insanların kirlerine dalıyor, şehvetler, süs ve gösterişler içerisinde, dünya fitnelerinde yüzüyorsun! Sonra kalkıyorsun da Abdurrahman b. Avf´ın durumuyla delil getirip diyorsun ki: ´Eğer ben mal yığmışsam ashab-ı kiram da mal yığdı´.

Sanki sen kendini ve fiillerini selef ve selefin fiillerine benzetiyorsun. Sana senin hallerini ve selefin hallerini vasıflandırayım da bu sayede sen de kendi rezaletlerini ve ashab-ı kirâmın faziletlerini tanımış olasın! Hayatımla yemin ederim, bazı ashabın mal-ları vardı. Onu dilenmemek için, ALLAH yolunda harcamak için, helâl olarak edinmişler, helâl olarak yemişler, normal olarak infak etmişler, fazilet olarak takdim etmişler ve o mala düşen hiçbir hakkı esirgememişlerdir. Onunla cimrilik yapmamışlardır. Fakat onlar, o malın çoğuyla ALLAH için cömertlik yapmışlar, bazıları bütün malını bu yolda harcamış, sıkıntılı anlarda ALLAH Teâlâ´yı nefislerinden çok üstün tutarak tercih etmişlerdir. ALLAH için söyle! Sen de böyle misin? Yemin olsun sen bu kavme benzemekten pek uzaksın!
Ashab-ı kirâmın ileri gelenleri fakirliği severler, fakirlik korkusundan emindirler. Rızıkları hususunda ALLAH´a tam güvenirlerdi. ALLAH´ın takdiriyle sevinirlerdi. Belâya razı, sıkıntılı zamanlarda şükredici ve zararda sabredici idiler, Genişlik zamanında hamdederlerdi. ALLAH için mütevazi idiler. Yücelik ve mal sevgisinden kaçınırlardı. Onlar dünyadan ancak kendilerine mübah olanı elde ettiler. Dünyanın zarurî miktarına razı oldular. Dünyayı ellerinin tersiyle uzaklaştırdılar. Meşakkatlerinde zenginlik gösterdiler.

ALLAH için söyle! Sen de böyle misin?

Rivayet olunduğuna göre, onlar dünya kendilerine yönelip geldiğinde üzülür ve derlerdi ki: ´Bir günah işledik ki ALLAH Teâlâ´dan onun cezası hemen bize gelmiştir´. Fakirliğin yöneldiğini gördükleri zaman derlerdi ki: ´Sâlih kimselerin alâmeti farikasına merhaba!´
Rivayet olunduğuna göre, onların bazıları sabahladığı zaman çocuklarının yanında birşey oldu mu üzüntülü sabahlıyordu. Onların yanında birşey olmadığı takdirde sevinçli sabahlıyorlardı.

Kendisine denildi ki: ´Halk tam bunun tersine... Onların yanında birşey varsa sevinir, yoksa üzülürler. Oysa sen böyle değilsin (bu neden böyledir?)´ Dedi ki: ´Ben sabahladığım zaman, çoluk çocuğumun yanında birşey yoksa sevinirim. Çünkü bu hususta benim önderim Hz. Peygamber´dir. Birşey olduğu zaman üzülürüm. Çünkü Hz. Peygamber´in aile efradına benzerliğim ortadan kalkmaktadır´.

İşittiğimize göre onlar, bir genişlik yoluna düştükleri zaman üzülerek ve korkarak şöyle derlerdi: ´Bizim dünya ile ne alıp vereceğimiz vardır ve dünyadan ne istenilir ki?´ Sanki onlar korku kanadı üzerinde idiler. Ne zaman meşakkat ve belâ yolu onların önünde açılırsa sevinir ve derlerdi ki: ´İşte şimdi bizim RABBİMiz, bize sonsuz mükâfatlarının sözünü vermiş oluyor. Onunla anlaşmış bulunuyoruz!´ İşte selefin durumları bu idi. Onlarda bizim söyleyeceğimizden pek fazla fazilet vardı. ALLAH için söyle sen de böyle misin? Muhakkak ki o kavme benzemekten uzaksın.

Ey fitnelenmiş! Senin durumlarının, onların durumlarına tam ters düştüğünü anlatayım da dinle! Şöyle ki: Zengin olduğunda tuğyan edersin. Genişlikte haddi aşarsın. Sevindiğinde alabildiğine alçalırsın. Nimetlerin sahibinin şükründen gafil olursun. Musibet çağında ümitsizsin, belânın geldiğinde kaza ve kadere razı olmamaktasın. Evet! Fakirlikten nefret eder, yoksulluktan burun kıvırırsın. Oysa fakirlik, rasüllerin iftihar ettiği bir vasıftır. Sen ise onların iftihar ettiği bir vasfı küçümsersin. Fakirlik korkusundan durmadan-mal istif edersin. Bu ise ALLAH´a karşı su-i zan ve onun teminatına az inanmak demektir. Günah olarak bu yeter! Umulur ki sen malı, dünyanın nimeti, zevk ve safâsı, şehvet ve lezzetleri için topluyorsun. Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki (bol ve aşırı) nimetlerle gıdalanmakta (şehvetlerinin istediği şekilde hareket etmekte)dirler. Bu bakımdan onların bedenleri bu haddi aşan nimetle gelişmektedir.139

İlim ehlinden biri demiştir ki: ´Kıyamet gününde bir kavim gelecek, dünyada işlemiş oldukları sevablarını isteyeceklerdir. Onlara denilir ki:
Siz dünya hayatında bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla safâ sürdünüz, artık bu hakaret azabı ile cezalandırılacaksınız. Çünkü yeryüzünde haksız yere kibirleniyordunuz.
(Ahkaf/20)

Oysa sen hâlâ gaflettesin! Dünyanın zevk ve safâsından dolayı âhiret nimetinden mahrum edilmişsin! Ey (kavim), bu ne büyük bir hasret, ne dehşetli bir musibettir! Evet! Sen malı, zenginlik, yüce mertebelere varmak, emsal ve akranına karşı böbürlenmek, dünyada süslenmek için topluyorsun. Oysa rivayet olunduğuna göre, zenginlik veya böbürlenmek için dünyayı talep eden bir kimse, ALLAH Teâlâ kendisine öfkelendiği halde ALLAH Teâlâ´nın huzuruna varır. Oysa sen, ALLAH´ın sana isabet edecek olan ilâhî gazabını zenginlik ve yücelik talep ettiğin zaman hiç de hesaba katmamakta ve pervâ etmemektesin. Evet! Umulur ki sen şöyle diyorsun: ´Dünyada durmak ALLAH´ın komşuluğuna gitmekten daha sevimli görünüyor!´ Sen ALLAH Teâlâ´yla mülâki olmayı hazmedemiyorsun. ALLAH´a yemin olsun, seninle mülâki olmak, ALLAH Teâlâ´ya daha kerih gelir. Oysa sen gaflet içerisindcsin. Umulur ki sen, elinden kaçan dünya fırsatlarından dolayı üzülmektesin. Oysa rivayet olunduğuna göre Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Elinden kaçırdığı dünya için üzülen bir kimse, bir aylık mesafe kadar cehenneme yaklaşır.
Bazı rivayetlerde ´bir ay´ tabiri yerine ´bir sene´ tabiri vardır,

Sen ALLAH´ın azabına gittikçe yaklaştığın halde perva etmeksizin elden kaçırdığın dünya için durmadan üzüntü çekmektesin. Umulur ki sen bazen dünyanın çokluğu için dininden çıkıyorsun. Dünyanın sana yönelmesine seviniyorsun. Dünya ile sevindiğinden dolayı ona gönülden bağlanıyorsun! Halbuki rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kim dünyayı sever ve dünya ile meşgul olursa âhiretin korkusu onun kalbinden silinir.140

Rivayet olunduğuna göre, ilim ehlinden biri şöyle demiştir: ´Sen elinden kaçan dünya için çektiğin üzüntüden dolayı hesaba çekilirsin. Dünyalığı elde ettiğin zaman onunla sevinmenden dolayı hesap vereceksin. Oysa dünyanla seviniyorsun ama öte taraftan ALLAH´ın korkusu senin kalbinden çıkmış bulunuyor. Hatta senin dünyanın işlerine gösterdiğin ihtimam, âhiretin işlerine gösterdiğin ihtimamın birkaç mislidir. Sen, günahlardan gelecek musibeti malın eksikliğinden gelen musibetten daha önemsiz görüyorsun´.
Evet! Malının gitmesinden duyduğun korku, günahlarından gelen korkundan daha fazladır. Umulur ki sen, dünyada yükselmek için topladığın bütün kirleri çekinmeden insanlara verebilirsin. Umulur ki ALLAH´ı kızdırdığın halde insanları razı etmeye -sana ikram ve izazda bulunsunlar diye- çalışırsın!

Azap olasıca! Sanki Hz. Peygamber´in seni kıyamette tahkir etmesi, insanların seni tahkir etmesinden daha kolay geliyor sana! Sanıyorum ki sen kötü taraflarını halktan gizliyorsun. ALLAH Teâlâ´nın o taraflarını görmesinden perva etmiyorsun. Sanki ALLAH nezdinde rezil olmak, senin için halkın yanında rezil olmaktan daha kolay görünüyor! Sanki kullar senin katında, ALLAH´tan daha kıymetlidirler. ALLAH Teâlâ senin cehaletinden yücedir. Bu kötülükler sende varken acaba akıllıların yanında nasıl konuşabilirsin? Yazıklar olsun sana! Çeşitli pisliklerle kirlenmiş olduğun halde ebrar ve seçkin kulların servet edinmesiyle nasıl delil getirirsin? Heyhat, heyhat! Hayırlı seleften sen ne kadar uzaksın! ALLAH´a yemin olsun, rivayet edilmiştir ki selef, ALLAH Teâlâ´nın kendilerine helâl kıldığı dünya hususunda, sizin haram hususunda zâhidlik ve çekingenliğinizden daha zâhid ve çekingen idiler.

Muhakkak sizce zararsız görünen şey, selefin yanında insanı helâke sürükleyen şeylerden sayılırdı. Sizin günahların en büyüklerini korkunç gördüğünüzden daha fazla küçük zelleleri korkunç görürlerdi. Keşke senin malının güzel ve helâli, onların şüpheli malları gibi olsaydı! Keşke onların hayırlarının kabul olmadığından korktukları kadar, sen günahlarından korkmuş olsaydın. Keşke senin orucun onların iftarı gibi olsaydı, keşke senin ibâdetteki var kuvvetinle çalışman onların ibâdetteki gevşemeleri ve uykuları gibi olsaydı! Keşke senin bütün hasenelerin onların bir tek hasenesi gibi olsaydı.

Ashab-ı kirâmdan biri şöyle demiştir: ´Sıddîkların ganimeti, onların eline geçmeyen dünyalıklarıdır. Onların oburluğu, dünyanın onlardan durulmuş kısmıdır´.
Bu bakımdan böyle olmayan bir kimse, dünya ve ahirette onlarla beraber olmaz. SübhânALLAH! İki grubun arasındaki fark ne kadar büyüktür! ALLAH katında yüce olan sahabe-i kirâmın seçkinleri ile sizin gibi sefalette olanların arasındaki fark ne büyüktür. Meğer ki ALLAH faziletiyle affetmiş olsun! Bu hakikatlerden sonra sen, eğer mal toplamak hususunda namusunu korumak, ALLAH yolunda vermek için ashab-ı kirâma uyduğunu iddia ediyorsan, durumunu güzelce tedkik et!

Azap olasıca! Onların kendi zamanlarında helâli gördükleri gibi, acaba sen de zamanında helâli görebilir misin veya onların ihtiyatlı davrandıkları gibi, helâli aramakta ihtiyat gösterebileceğini sanıyor musun? Rivayet edildiğine göre, ashab-ı kirâmdan biri şöyle demiştir: ´Biz haramın bir kapısına gireriz korkusundan helâlin yetmiş kapısını terkediyorduk´. Acaba sen böyle bir ihtiyatı nefsinde ümit eder misin?
Hayır! Kâbe´nin rabbine yemin ederim! Senin böyle yapacağını sanmıyorum! Kör olasıca! Kesinlikle bil ki, sevaplı işler için mal toplamak bahanesi, şeytanın bir hilesidir. Şeytan, sevap bahanesiyle seni şüpheli kaynaklardan kazanmaya sokmak ister. O şüpheli kaynaklar ki haramla katışıktırlar. Oysa rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kim şüphelilere cüret ederse, harama girmeye yaklaşır.141

Ey mağrur! Bilmez misin, şüphelilere girmekten korkman, ALLAH katında senin kıymetin için, şüphelilerden kazanmak, kazandığını ALLAH yolunda harcamaktan daha iyi ve daha üstündür,
Ehl-i ilimden olan birinden rivayet olunduğuna göre şöyle söylemiştir: ´Helâl olmamasından korkarak bir tek dirhemi bırakmak, şüpheli kaynaktan kazandığı bir dirhemi sadaka vermekten daha üstündür. Çünkü o kaynak öyle bir şüpheli kaynaktır ki senin için helâl olup olmadığını bilmemektesin´.

Eğer ´Şüpheler hususunda ben daha takva sahibi ve daha şuurluyum ve malı da helâlinden topluyorum, toplamamın hikmeti de ALLAH yolunda sarfetmektir´ dersen, bil ki ey kör olasıca! Eğer dediğin gibi takvada büyük bir merhale katetmiş olsan bile hesaba mâruz kalmayacak mısın? Oysa ashab-ı kirâmın hayırlıları hesaba çekilmekten korkmuşlardır. Rivayet olunduğuna göre ashab-ı kiramdan biri şöyle demiştir: ´Hergün helâlinden bin dinar kazanıp ALLAH yolunda infak etmem ve çalışmamın da beni cum´a namazından alıkoyması hoşuma gitmez ve beni sevindirmez´.

Kendisine ´ALLAH senden razı olsun! Neden böyle olsun?´ diye sorulunca cevap olarak şöyle demiştir: ´Çünkü ben kıyamet gününde durdurulmaktan kurtulmuş olurum´. ALLAH Teâlâ buyurur ki: ´Kulum nerden kazandın ve nereye infak ettin?´

İşte bu ehl-i takva, İslâm´ın başında bulunuyorlardı. Helâl onların zamanında vardı. Buna rağmen hesaptan korkarak mal edinmeyi terkettiler. ´Malın hayırlısı, şerlisine denk olmaz´ korkusundan ötürü istifçilikten kaçtılar. Oysa sen, gayet emniyet içerisinde zamanında helâl olmadığı halde kirli şeylere üşüşmekten çekinmiyorsun. Sonra malı helâlinden topladığım iddia ediyorsun.

Azap olasıca! Helâl nerede var ki sen de onu toplamış olasın? Eğer helâl bu zamanda olsa bile, acaba zenginlik çağında kalbinin bozulmasından korkmaz mısın? Oysa rivayet olunduğuna göre, ashab-ı kirâmdan biri helâlinden bir mirasa kondu, fakat kalbinin fesada uğramasından korkarak o mirası almadı. Acaba sen kalbinin, sahabîlerin kalplerinden daha müttaki olmasını mı ümit ediyorsun? Kalbinin haktan ayrılmayacağını mı sanıyorsun? Eğer bunu sanıyorsan, kötülüğü emreden nefsine hüsn-i zan göstermiş olursun!

Rahmet olasıca! Ben sana nasihat ediyorum. Senin için yetecek miktarla iktifa etmeyi uygun görüyorum. Sevap işlemek için sakın malı yığma ve hesaba kendini mâruz bırakma! Çünkü Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Kim hesaba çekilirse azap çeker!142

Kıyamet gününde haramdan mal toplamış, haramdan sarfetmiş bir kişi getirilir. Onun için ´Bunu ateşe götürün!´ denir. Helâlinden mal toplayıp harama sarfeden başka bir kişi getirilir. Onun için de ´Bunu ateşe götürün!´ denir. Başka bir kişi getirilir. Haramdan mal toplamış, helâle sarfetmiş. Onun için bunu da ´Ateşe götürün!´ denir. Bir kişi getirilir. Helâldan mal toplamış, helâle sarfetmiş. Onun için de denilir ki:

- Sen dur! Umulur ki bu malı toplarken sana farz olan namazda kusur yapmış, onu vaktinde kılmamış, onun rükûunda, secdesinde ve abdestinde kusur yapmışsındır.

-Hayır yâ rabbî! Ben bu malı helâlinden kazandım, helâle sarfettim. Bana farz kıldığın herhangi bir ibâdetten hiçbir şey zayi etmedi m!

- Belki sen, bu mala bineğinde, elbisende, kendisiyle böbürlendiğin birşeyi katmış olabilirsin!

-Hayır ya rabbî! Katmadım ve hiçbir şeyle böbürlenmedim!

- Belki sen, sana vermeyi emrettiğim yakın akrabanın, yetimlerin, miskinlerin ve yolcuların haklarından birinin hakkını vermedin!

-Hayır yâ rabbî! Ben bu malı helâlden kazandım, helâle sarfettim. Bana farz kıldığın herhangi birşeyi zâyi etmedim, kibir ve gurura kapılmadım. Bana hakkını vermeyi emrettiğin hiçbir kimsenin. hakkını zayi etmedim.

Râvî der ki: ´Onlar getirilir. Onunla davalaşır ve derler ki: ´Ya rabbî! Sen ona verdin, onu zengin kıldın. Onu aramızda yarattın. Bize vermesini emrettin!´ Eğer o, onlara vermişse, bununla beraber farzlardan herhangi birşeyi zâyî etmemişse, herhangi birşeyde katışıklık yapmamışsa ona denilir ki: İşte şimdi dur! Sana vermiş olduğum yiyecek, içecek veya lezzetli olan her nimetin şükrünü ver!´ Kısacası, o kişi durmadan sorgu suale çekilir!143

Rahmet olasıca! Acaba helâlin içerisinde yüzen, hakların tamamını yerine getiren, farzları hakkıyla yerine getiren ve hesaba çekilip de kurtulan kim vardır? Acaba bizim gibilerin halinin ne olacağını düşünmüyor musun? Dünya fitnesine dalan, dünyanın fitnelerinde, şehvet ve ziynetleri içinde yüzen bizlerin!

Rahmet olasıca! İşte muttakîler bu sorgu sualler için dünyaya dalmaktan korkmuşlar, kendilerine yetecek kadarıyla razı olmuşlar, kazandıkları mal ile hayır ve hasenatın bütün çeşitlerini yapmışlardır. Rahmet olasıca! Senin için bu hayırlı insanlar ne güzel örnektirler. Eğer sen onlara uymaktan kaçınır, takvada daha üstün olduğunu, malı da iffetli kalmak, ALLAH yolunda infak etmek için helâlinden kazandığını ve infak ettiğini iddia edersen ve helâl şeylerin gizlisinde ve açığında ALLAH´ı kızdırmadığını söylersen rahmet olasıca, evet böyle olursan, oysa böyle de değilsin- o zaman malın yetecek kadarıyla razı olmak senin için daha uygundur!

Servet sahiplerinin sorgu sual için durduruldukları zaman onlardan ayrılmak, birinci safla beraber Muhammed Mustafa´nın grubuyla geçip gitmek senin için daha uygundur. Öyle ki ne sorgu, ne de hesap için durdurulmazsın! Ya selâmet veya felâkettir. Çünkü Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilmiştir:

Muhacirlerin fakirleri, zenginlerinden beşyüz sene önce cennete gireceklerdir.144

Mü´minlerin fakirleri, zenginlerinden önce cennete girecekler, yiyecekler, zevklenecekler. Zenginler ise dizleri üzerine çökmüş beklemektedirler. Rabbiniz der ki: ´Ey benim aradıklarım! Siz insanların hâkimleri ve mâlikleri idiniz. Bana gösterin, size verdiklerimde ne gibi hareket ettiniz?´145

Rivayet olunduğuna göre, ilim ehlinden biri şöyle demiştir: ´Birinci safta Hz. Muhammed (s.a) ve cemaati ile beraber olmayıp buna karşılık da yeryüzünün kırmızı develerinin hepsi bana verilse bu durum beni sevindirmez´.

Ey kavmim! O halde, peygamberlerin zümresinde yükleri hafif olanlarla beraber yarışın! Hz. Peygamber´den ve muttakîlerden geri kalmaktan korkun! Duyduğuma göre, Ebubekir Sıddîk (r.a) susamış, su istemiş... Kendisine bal şerbeti getirilmiş. Onu tattığı zaman gözleri dolmuş, sonra ağlamış ve ağlatmıştır. Sonra göz yaşlarını yüzünden silerek konuşmak istemişse de ağlamaktan konuşamamıştır. Fazla ağladığı zaman kendinden geçerdi. Kendisine ´Bütün bu ağlamalar bu bal şerbeti için mi´ diye sorulunca şöyle dedi: ´Evet! Ben birgün Hz. Peygamber´le beraber evde bulunuyordum. Yanımızda başka kimse yoktu. Kendisinden birşeyi uzaklaştırmaya çalışıyor ve ´Benden uzaklaş!´ diyordu.

Bunun üzerine dedim ki: ´Anam ve babam sana kurban olsun! Senin önünde kimseyi görmüyorum. Kimle konuşuyorsun?´ Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Şu dünyadır. Bana boynunu ve kafasını uzatmakta ve ´Ey Muhammed! Beni tut´ demektedir. Ben de ona ´Benden uzaklaş!´ dedim. Bana dedi ki: ´Ey Muhammed! Eğer sen benim elimden kurtulsan bile, muhakkak ki ardından gelenler elimden kurtulamayacak!´146

Hz. Ebubekir devamla: ´Ben korkuyorum ki, Hz. Peygamber´in uzaklaştırdığı dünya benim yakama yapışmış olup, Hz. Peygamber´ den beni uzaklaştırmış olsun!´ buyurmuştur.

Ey kavmim! İşte bunlar ümmetin en hayırlı insanları!Hz. Peygamber´den kendilerini bir yudum suyun uzaklaştırmasından korkarak ağladılar.

Ey rahmet olasıca! Sen ise nimetlerin ve şehvetlerin, hem de haram ve şüphelilerden kazanılan şehvetlerin içinde yüzmektesin. Buna rağmen Hz. Peygamber´den ayrılacağından korkmuyorsun! Sana yazıklar olsun. Cehâletin ne kadar da büyüktür.
Eğer kıyamette Hz. Peygamber´den geri kalırsan, "öyle dehşetler göreceksin ki o dehşetlerden melekler ve peygamberler bile korkmakta! Eğer bu sahadaki yarışmada kusur edersen, geriden gidip yeltişmen sana çok zor gelecektir! Eğer çokluğu istersen muhakkak çetin bir hesaba tutulursun. Eğer az ile kanaat etmezsen muhakkak uzun durmaya, ağlama ve vaveylâ koparmaya doğru sürüklenip gidersin. Eğer geri kalanların durumlarına rıza gösterirsen, muhakkak ashab-ı yemîn´den ve Hz. Peygamber´den ayrılırsın, nimetlere dalanların nimetlerinden mahrum olursun. Eğer hallerine aykırı davranırsan, ceza gününün şiddetleri içerisinde hesap görenlerden olursun.

Rahmet olasıca! Dinlediklerini düşün! Bundan sonra eğer sele-fin hayırlıları gibi olduğunu iddia ediyorsan az malla kanaat et, helâlde zâhidlik göster. Malını ALLAH yolunda çokça sarfet! Müslümanları nefsine tercih et! Fakirlikten korkma! Yarına birşey bırakma! Çokluk ve zenginlikten nefret et. Fakirliğe razı ol! Aza ve fakirliğe sevin. Zillet ve gönül alçaklığıyla mesrur ol! Yükseklik ve gururdan tiksin! İşinde kuvvetli ol! Kalbin hidayetten ayrılmasın. ALLAH yolunda nefsini hesaba çek! Bütün işlerini ALLAH rızasına göre ayarla! Hiçbir zaman muttala bir kimse hesaba çekilmemiş ve sorgu sual için durdurulmamıştır. Sen helâl malı ancak ALLAH yolunda sarfetmek için topla!

Rahmet olasıca! Ey mağrur! Bu işi iyice düşün ve derinlemesine incele! Şen bilmez birisin, mal ile meşgul olmayı terketmek kalbi zikir, hatırlama, fikir ve ibret almak için boşaltmak, din için daha selâmetli bir yol ve hesap için daha kolaydır. Sorgu sual için daha hafiftir. Kıyametin tehlikelerinden daha emin, ALLAH nezdinde derecenin üstün olmasına daha elverişlidir. Bir sahabîden şöyle rivayet edilmiştir: ´Eğer birinin kucağı dinarlarla dolu olup o dinarları sadaka veriyorsa, başka biri de ALLAH´ı zikrediyorsa, ALLAH´ı zikreden daha faziletlidir´. İlim ehlinin birinden malı ALLAH yolunda sarfetmek için toplayan bir kimsenin durumu soruldu. Cevap olarak ´Malı terketmek, toplayıp sarfetmesinden daha sevaplıdır´ dedi.

Rivayet olunduğuna göre, tâbiînin seçkinlerinden olan bir zata iki kişinin durumu soruldu. ´Bu iki kişinin biri helâlinden dünyayı istemiş, elde etmiş, onunla sılayı rahim yapmış, nefsi için de bir şeyler hazırlamıştır. Diğeri ise dünyadan kaçmış, dünyayı iste-memiş ve elde etmemiştir. Acaba hangisi daha hayırlıdır?´ Cevap olarak şöyle demiştir: ´Yemin olsun, bu iki kişinin arasında mesafe vardır. Dünyadan kaçınan o kimse, şark ile garb arasındaki mesafe kadar öbüründen üstündür´.

Rahmet olasıca! Bu fazilet senin için dünyayı terketmeyi üstün tutmakla elde edilir. Eğer mal ile meşgul olmayı terkedersen, geçici dünyada, sana şu mükâfat verilir: Bu hareketin bedenin için daha rahattır. Seni az yoran, maişetin için daha verimli, kalbin için daha rahatlatıcı, üzüntülerini daha azaltıcıdır. Acaba sen malı terketmenden dolayı ALLAH yolunda sarfetmek için arayan kimseden daha üstün olduğunu bildiğin halde mal toplama hususundaki mâzeretin bundan sonra ne olabilir? Evet! ALLAH´ın zik-riyle meşgul olman, ALLAH yolunda mal vermenden daha üstündür. Bu bakımdan dünyayı terk etmekte senin için dünya rahatı ile ahiretin selâmet ve fazileti bir arada toplanmış olur. Eğer malın toplanmasında büyük fazilet olsaydı, muhakkak iyi ahlâk husu-sunda peygamberine uyman farz olurdu! Çünkü ALLAH sana onun vasıtasıyla hidayet etmiştir. Sen, onun nefsi için seçmiş olduğu dünyadan sakınmaya razı olmalısın!

Rahmet olasıca! Dinlediğini düşün! Kesinlikle bil ki saâdet ve zafer dünyadan sakınmakladır. O halde, Muhammed Mustafa´nın sancağıyla beraber cennet´ul-me´vâ´ya koş! Çünkü rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Mü´minlerin efendileri o kimselerdir ki sabah yemeği yediği zaman akşam yemeğini bulamaz. Aradığı zaman borç etmekten mahrumdur. Avretini örten elbisesinden başka elbisesi yoktur ve kendisini zengin edecek malı kazanmaya da muktedir değildir. Buna rağmen rabbinden razı olarak sabahlar ve akşamlar. Bu bakımdan ALLAH ve rasûlüne itâat edenler işte bunlardır. ALLAH´ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîk, şehîd ve iyi kimselerle beraberdirler.
Bunlarsa ne güzel arkadaştır. (Nisâ/69)

Ey kardeş! Bu beyandan sonra, mal topladığın zaman sen ´bu malı hayr için topluyorum´ iddiasında isen bâtıl fikirlisin. Hayır! Hayır için toplamıyorsun. Aksine fakirlikten korktuğun için topluyorsun. Nimetlenmek, süslenmek, fazla mal edinmek, böbürlenmek, yücelmek, riya, gösteriş, büyüklük taslamak ve ikram görmek için bu malı topluyorsun. Sonra ALLAH yolunda sarfetmek için topladığını iddia ediyorsun! Rahmet olasıca! ALLAH´ı gözet! Ey mağrur! Bu dâvandan utan,bu dâvandan kork! Rahmet olasıca! Eğer sen mal ve dünya sevgisiyle meftun olmuşsan, ikrar et ki fazilet ve hayır, yetecek kadara razı olmakta ve fuzulî servetten kaçınmaktadır. Evet! Mal top-ladığın anda nefsini hor gör. Kötülük yaptığını itiraf et! Hesaptan kork! Böyle olmak senin için daha kurtarıcıdır, malın toplanması için delil getirmek hususunda tepinmekten daha fazla fazilete yakındır!

Kardeşlerim! Biliniz ki ashab-ı kirâmın zamanı, helâlin mevcut olduğu bir zamandı. Buna rağmen ashab-ı kirâm kendilerine helâl olan dünya hususunda insanların en muttakîsi ve en zâhidi idiler. Biz ise öyle bir zamanda yaşıyoruz ki helâl pek yoktur. ´Acaba gıdamıza ve setr-i avretimize yetecek kadar helâl bize nasıl müyesser olur?´ diye düşünmek gerek! Bizim zamanımızda mal toplamaya gelince, ALLAH bizi de, sizi de ondan korusun. Bundan sonra biz nerede, ashab-ı kirâmın takvası nerede? Zâhidlikleri ve ihtiyatlı hareketleri nerede? Onların kalpleri ve güzel niyetleri gibisi bize nereden verilmiştir? Göğün rabbine yemin ederim, biz ne-fislerin hastalıklarına, isteklerine müptelâ olduk. Yakın bir zamanda ölüm şerbeti içilecektir. Bu bakımdan ey (kavim), haşr gü-nünde yükü hafif olanların sevincini (görünüz!). Zenginlerin, helâl-haram demeden karıştıranların üzüntülerini müşahede ediniz. Eğer kabul ederseniz, size nasihat etmiş oldum. Oysa bu nasi-hati kabul edenler az. ALLAH bizi de, sizi de hayırlara muvaffak kılsın! Âmin!"

Hâris el-Muhâsibî´nin konuşması burada sona ermektedir. Fakirliğin zenginlikten daha faziletli olduğunu belirtmek hususunda burada yeteri derecede delil var, bundan fazlasına ise ihtiyaç yok!.. Bütün bunların doğruluğuna Dünyanın Zemmi, Fakr ve Zühd bölümlerinde, zikrettiğimiz hadîsler şahidlik etmektedir. Ayrıca Ebu Umâme´den rivayet edilen şu hadîs de şahidlik etmektedir:

Sa´lebe b Hatib147 dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH´a yalvar ki bana rızık olarak biraz mal versin!´ Hz. Peygamber, cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Ey Salebe! Şükrünü edâ edebildiğin az mal, şükrüne gücünün yetmediği çok maldan daha hayırlıdır!

Salebe ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH´tan bana rızık olarak mal vermesini dile!´ der. Hz. Peygamber de şöyle buyurur:

Ey Salebe! Senin için ben güzel bir örnek değil miyim? Sen ALLAH´ın peygamberi gibi olmayı istemez misin? Dikkat et!
Nefsimi kudret elinde tutarı ALLAH´a yemin olsun, eğer dağların altın ve gümüş olmasını isteseydim olurdu.

Salebe şöyle dedi: ´Seni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim. Eğer sen ALLAH´tan biraz mal vermesini dilersen, (ALLAH da verirse) muhakkak her hak sahibinin hakkını vereceğim! Muhakkak yapacağım! Muhakkak yapacağım!´

Hz. Peygamber (s.a) ´Ey ALLAHım! Salebe´ye rızık olarak bir mal ver!´ diye dua etti. Bunun üzerine Salebe koyun edindi, böceklerin ve haşeratın çoğaldığı gibi koyunları çoğalmaya başladı. Öyle ki Medine koyunlara dar geldi. Salebe Medine´den uzaklaştı. Bir vâdide konakladı. Öğle ve ikindi namazını gelip cemaatle kılıyordu, diğer namazları tek başına kılıyordu. Koyunları üredi, çoğaldı. Salebe uzaklaştı. Öyle ki cuma hariç, diğer cemaat namazlarını terketti. Koyunlar boyuna -haşeratm üremesi gibi-ürüyordu. Sonunda Salebe cumayı terketmeye mecbur kaldı. Cuma günleri Medine´den gelen kervanların önüne gidiyor, Hz. Peygamber´in Medine´deki haberlerini onlardan soruyordu. Hz. Peygamber (s.a) ´Hatib´in oğlu Salebe ne oldu?" diye sordu. ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Koyun edindi. Medine kendisine dar geldi!´ dediler.

Salebe´nin bütün hikayesi Hz. Peygamber´e anlatıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Vay Salebe´nin haline, vay Salebe´nin haline, vay Salebe´nin haline!´ O zaman ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi:

Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için bir rahatlık ve huzurdur.(Tevbe/103)

ALLAH Teâlâ, zekâtı farz kılınca, Hz. Peygamber, Cüheyne kabi-lesinden bir, Benî Selim kabilesinden de bir kişiyi zekât toplamaya memur kıldı. Onlara zekât toplamak hususunda bir emirname yazdı ve onlara yola çıkıp müslümanların zekatlarını toplamak için emir verdi ve şöyle dedi: ´Hatib´in oğlu Sa´lebe´ye ve -Benî Selim´den olan bir kişiyi kastederek- falana uğrayın! Onların zekâtlarını alın!´ Bunun üzerine çıktılar, Sa´lebe´ye vardılar. Sa´lebe´den zekât istediler. Kendisine Hz. Peygamber´in isteğini söylediler. Salebe ´Bu ancak haraçtır. Bu ancak haraçtır! Bu ancak haracın kardeşidir. Gidiniz! İşinizi gördükten sonra bana dönünüz!´ dedi. İki zekât memuru, Benî Selim kabilesinden olan kişiye doğru gittiler. Onların geleceğini işiten o zat, develerinin en iyisini zekât için ayırdı ve sonra o develerle onları karşıladı. Onlar bunu görünce dediler ki: ´En güzel develeri zekât vermek sana farz değildir. Biz bunları almak istemiyoruz´. O ´Hayır! Bunları ala-caksınız! Zira zekât olarak nefsim bunları vermeyi istiyor!´ dedi.
Onlar zekâtı topladıktan sonra Sa´lebe´ye uğradılar. Ondan zekât istediler. Sa´lebe onlara ´Emirnâmenizi bana gösteriniz!´ dedi.

Emirnâme´ye baktığı zaman şöyle dedi: ´Bu, haracın kardeşidir! Gidiniz ki ben kararımı vereyim!´ Onlar Sa´lebe´den ayrıldılar. Hz. Peygamber´e geldiler. Hz. Peygamber onları görünce, kendileriyle konuşmadan önce ´Vay Sa´lebe´nin haline!´ dedi ve Benî Selim´den olan kişiye bereketle dua etti. Bundan sonra onlar Sa´lebe´nin de, öbürünün de yaptıklarını Hz. Peygamber´e naklettiler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Sa´lebe hakkında şu ayet-leri indirdi:
Onlardan kimi de ´Eğer ALLAH bize lûtuf ve kereminden ihsan ederse muhakkak sadaka vereceğiz ve salihlerden olacağız!´ diye ALLAH´a kesin söz verdiler. Ne zaman ALLAH, kereminden, istediklerini verdi, cimrilik edip, yüzçevirip döndüler. ALLAH´a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için ALLAH da kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerine ikiyüzlülük soktu.

Hz. Peygamber´in yanında o anda Salebe´nin yakınlarından biri bulunuyordu. O kişi Salebe hakkında inen ayeti dinledi. Çıkıp Salebe´ye geldi ve ona dedi ki: ´Annen seni kaybetsin! ALLAH Teâlâ senin hakkında şöyle ayet nâzil etti!´ Bunun üzerine Salebe çıkıp Hz. Peygamber´e geldi. Zekâtının kabul edilmesini istedi. Hz. Peygamber dedi ki:

ALLAH Teâlâ, zekâtını kabul etmeyi bana yasakladı!

Salebe yerden toprak alarak başına dökmeye başladı. Bu manzara karşısında Hz. Peygamber şöyle buyurdu: İşte bu senin işendir. Sana emrettim, bana itaat etmedin´.

Hz. Peygamber (s.a) vefat edince, Salebe, zekâtını Ebubekir Sıddîk´a getirdi. Ebubekir Sıddîk da onun zekâtını kabul etmedi. Hz. Ebubekir Sıddîk´tan sonra Hz. Ömer´e getirdi. Hz. Ömer de onun zekâtını kabul etmekten kaçındı. Hz. Osman´ın hilâfeti döneminde Salebe vefat etti.148

İşte malın tuğyanı ve uğursuzluğu! Sen de bu hadîs-i şerîften bu uğursuzluğu anlamış oldun. Fakirliğin bereketi ve zenginliğin uğursuzluğundan ötürü Hz. Peygamber gerek nefsine, gerekse aile efradına fakirliği tercih etmiştir. Hatta İmran b. Hüseyin şöyle anlatır: ´Benim Hz. Peygamber´in nezdinde kıymetim vardı ve Hz. Peygamber bana şöyle demişti:
Ey İmran! Senin katımızda kıymetin vardır! Kızım Fâtıma hastadır. Onun ziyaretine gelir misin?

Ben ´Evet! Annem ve babam sana fedâ olsun, ey ALLAH´ın Rasûlü gelirim´ dedim ve Hz. Peygamber ile beraber Fâtıma´nın kapısına kadar gittik. Hz. Peygamber kapıyı çaldı ve şöyle dedi:

-Selâm üzerine olsun! Gireyim mi?

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Gir!

-Yanımdakiyle beraber girebilir miyim?

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kim var yanında?

-Hüseyin´in oğlu İmran!

-Seni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim,benim sırtımda bir abadan başka birşey yok!Hz. Peygamber eliyle işaret ederek şöyle dedi: Abayı şöyle yap!

-Peki! Bedenimi aba ile örttüm. Başımı ne yapacağım!
Bunun üzerine Hz. Peygamber yanındaki küçük bir başörtüsünü Fâtıma´ya uzattı ve şöyle dedi: "Bununla da başını ört!´ Sonra Fâtıma izin verdi ve Hz. Peygamber içeri girip şöyle dedi:
-Ey kızım! Selâm sana! Nasıl sabahladın?

-Yemin olsun, ızdırablı olduğum halde sabahladım! Yemek yemediğim için ızdırabım daha da artırıyor. Açlık mecâlimi kesmiştir.
Bunun üzerine Hz. Peygamber ağlayarak şöyle dedi:

Ey kızım! Üzülme! Yemin olsun, üç günden beri ben de hiç-bir şey yemiş değilim. Oysa ben ALLAH nezdinde senden daha azizim. Eğer RABBİMden isteseydim bana yedirirdi. Fakat ben âhireti dünyaya tercih ettim.149

Sonra elini Fâtıma´nın omuzuna vurarak şöyle dedi:

-Sana müjde olsun! ALLAH´a yemin ederim, gerçekten sen cennet kadınlarının başı ve hâtunusun!
-Firavun´un karısı Asiye, İmran´ın kızı Meryem neredeler?
-Asiye, kendi zamanındaki kadınların hâtunu; Meryem, kendi
zamanındaki kadınların hâtunu; (Annen) Hatice kendi zamanındaki kadınların hâtunudur. Sen de kendi zamanındaki
kadınların hâtunusun. Gerçekte sizler kamıştan yapılmış evler
içerisinde bulunacaksınız! O evlerde ne eziyyet var, ne de gürültü!

Amcamın oğluna kanaat et! Yemin olsun seni hem dünyada efendi, hem de ahirette efendi olan bir kimse ile evlendirdim!

Şimdi Fâtıma´nın haline bak! O, Hz. Peygamber´in bir parçasıdır! Gör ki o, fakirliği nasıl tercih etmiş ve malı nasıl terketmiştir? Kim peygamberlerin ve velî kulların hallerini gözetir, sözlerini can kulağıyla dinlerse, onların haber ve eserlerinde vârid olanı tedkik ederse, malın yokluğunun, varlığından daha üstün olduğundan zerre kadar şüphe etmez. Hatta bu mal hayır yolunda sarfedilse bile durum böyledir. Zira hayır ve hasenata sarfetmek, şüphelilerden korunmak ve haklarını edâ etse bile, o malın en az zararı, onun korunmasına gayret sarfettirir ve ALLAH´ın zikrinden insanı alıkoyar! Zira ALLAH´ı anmak ancak kalbin ferahıyla mümkündür. Mal ile uğraşırken kalbin boşalması sözkonusu değildir.

Cerir´den, o da Leys´ten şöyle rivayet etti: ´Biri Meryem´in oğlu İsa (a.s) ile arkadaşlık yapmak istedi ve ´Seninle beraber olup ar-kadaşlık yapmak istiyorum!´- dedi. Bunun üzerine seyahata çıktılar. Bir nehrin kıyısına varınca oturdular. Kahvaltı yaptılar. Beraberlerinde üç ekmek vardı. Ekmeğin ikisini yediler. Üçüncü ekmek kaldı. Hz. İsa (a.s) nehire gitti. Su içti, dönünce kalan ekmeği bulamadı ve o kişiye ´Ekmeği kim götürdü´ dedi. Kişi ´Bilmiyorum!´ dedi.

Hz. İsa (a.s) arkadaşı ile beraber yola devam etti. Beraberinde iki yavrusu bulunan bir geyik gördü. İsa (a.s) geyik yavrularından birini çağırdı. Yavru, Hz. İsa´ya geldi. Hz. İsa onu kesti, hem kendisi, hem de arkadaşı yediler. Sonra geyik yavrusuna ´ALLAH´ın izniyle kalk´ dedi. Geyik yavrusu kalktı ve yürüdü. İsa (a.s) arkadaşına dönüp şöyle dedi: ´Sana bu mu´cizeyi gösteren ALLAH adına yemin veriyorum: ´O ekmeği kim aldı?´ Kişi ´Bilmiyorum?´ dedi. Sonra bir dereye geldliler. İsa (a.s) onun elinden tutup su üze-rinde yürüdüler. Öbür tarafa geçince ´Şu mucizeyi sana gösteren ALLAH´ın hakkı için, o ekmeği kim aldı?´ dedi. Kişi ´Bilmiyorum!´ dedi. Böylece bir çöle varıp oturdular. İsa (a.s) toprak ve kum top-ladı. Sonra ´ALLAH´ın izniyle altın ol!´ dedi. Toprak altın oluverdi. O altınları üçe böldü. Sonra dedi ki: ´Üçte biri benim, üçte biri senin ve üçte biri de ekmeği alanındır!´ Bunun üzerine kişi ´Ekmeği ben aldım!´ dedi. Hz. İsa da ´O halde hepsi senin olsun!´ dedi ve ondan ayrıldı.

İsa (a.s) ayrıldıktan sonra onun yanına iki kişi geldi. Bu çölde onun yanında malı görünce malı ondan alıp onu öldürmek istediler. O yalvararak ´Bunu üçe taksim edelim´ dedi. Biri ´Birimiz köye gidelim ki bize bir yemek satın alsın, yiyelim!´ dedi. Birisini köye gönderdiler! Köye giden kişi kendi kendine dedi ki: ´Ben bu kadar malı neden bunlarla bölüşeyim. Bu getireceğim yemeğe zehir koyacağım. Onların ikisini de öldüreceğim ve tek başıma mala sahip olacağım!´ Dediklerini yaptı. Malın yanında kalan iki kişi ise dedi ki: ´Biz bu üçüncü kişiye neden mal verelim. O köyden dönünce onu öldürelim, malı aramızda taksim edelim!´ O kişi onlara dönünce onu öldürdüler. Zehirli yemeği yeyince öldüler. Mal çölde sahipsiz kaldı ve üç kişi de onun yanında öldü. Hz. İsa onlar bu halde iken yanlarından geçti ve arkadaşlarına şöyle dedi: ´İşte dünya budur! Dünyadan sakının!´
Hikâye ediliyor ki, Zülkarneyn bir millete rastladı. Onların elinde halkın lezzetlendiği hiçbir şey yoktu. Onlar çukur eşerler, sabahladıkları zaman o çukurlara bakarlar, süpürürler. O çukurların yanında ibâdet ederler ve dört ayaklı hayvanların yedikleri gibi bitkileri yerlerdi ve onlar için yer bitkilerinden bir geçimlik çıkıvermişti. Zülkarneyn onların kralına haber göndererek yanına dâvet etti! O dedi ki: ´Benim Zülkarneyn ile görülecek bir ihtiyacım olsaydı muhakkak sana gelirdim´.
Zülkarneyn kendisine şöyle sordu:

- Neden sizi hiç kimsenin bulunmadığı bir durumda görüyo-rum.

-Nedir o şey?

-Ne dünyanız, ne de herhangi birşeyiniz var! Neden altın ve
gümüş edinip onlardan faydalanmadınız?

-Biz şu illetten dolayı altın ve gümüşten nefret ettik: Çünkü bir
kimseye onlardan birşey verildiği zaman o kimsenin nefsi iştahlı
olur ve onu daha fazla üzer!

-Siz neden bu çukurları kazdınız? Sabahlayınca neden bu çukurlara gidip onları süpürüyor ve yanlarında ibâdet ediyorsunuz?

-Bizim gayemiz, bu mezarlara baktığımızda, dünyayı ümit ettiğimiz zaman bu mezarlar bizi bu ümitten alıkoysunlar!

-Görüyorum ki yemeğiniz yer bitkileridir. Neden hayvan
edinmediniz? Oysa onları sağar, onlara biner ve lezzet alırdınız!

-Karınlarımızı hayvanlar için mezar yapmayı çirkin gördük.Yer bitkilerinin bunların yerini tuttuğunu gördük. Ademoğluna uygun olan en az şeyle yetinmektir. Ne olursa olsun, boğazı geçen yemeğin tadını alamayız!
Sonra o memleketin kralı elini Zülkarneyn´in arkasına uzatarak bir kafatasını eline aldı ve şöyle dedi:
-Ey Zülkarneyn! Bunun kim olduğunu biliyor musun?

- Hayır! O kimdir?

-Bu yeryüzünün padişahlarından biridir. ALLAH Teâlâ ona saltanat sürmeyi nasip etti. O ise hileye, zulme ve kibre kaçtı. ALLAH Teâlâ onun bu hareketlerini görünce onu helâk etti. O yere atılan taş gibi oldu. ALLAH Teâlâ onun yaptıklarını, teker teker, ahirette
ona ceza vermek için defterine yazdı.Bunu söyledikten sonra başka bir çürümüş kafatasını eline aldı ve şöyle dedi:

-Ey Zülkarneyn! Bunun kim olduğunu biliyor musun?

-Hayır, bilmiyorum!

-O bir padişah idi. O zâlim padişahtan sonra ALLAH buna saltanat verdi. Kendisinden önce geçen padişahın hile, zulüm ve gururunu görmüştü. Bu bakımdan tevazu gösterdi, ALLAH´tan korktu.Memleketinde adalet icra etti. İşte o da gördüğün gibi oldu. ALLAH onun da amelini tesbit etti ki âhirette ona da mükâfat versin!

Bunları gösterdikten sonra Zülkarneyn´in kafatasına işaret etti ve şöyle dedi:

-Bu da bunların ikisi gibi bir kafatasıdır. Ey Zülkarneyn!Dikkat et! Ne yaptığını bil!

-Sen bana arkadaşlık yapmıyorsun ki seni vezir ve kardeş edineyim, ALLAH´ın bana vermiş olduğu bu servetlere ortak yapayım!

-Ben ve sen bir yerde durmaya da, beraber olmaya da elverişli değiliz!

-Niçin?

-Çünkü insanlar senin düşmanın, benim ise dostlarımdır.

-Niçin?

-Sana elindeki mülk, servet ve dünyadan dolayı düşmanlık yapıyorlar. Ben ise bunları terkettiğimden ötürü hiç kimsenin bana düşmanlık güttüğünü görmüyorum! Bir de benim yanımda
az ihtiyaç ve az şeyin olmasından dolayı kimse bana düşmanlık yapmıyor!

Zülkarneyn hayretler içerisinde kalıp, nasihat almış olarak onun yanından ayrıldı.
İşte bu hikâyeler, daha önce zikrettiğimiz delillerle beraber, zenginliğin âfetlerine seni muttali kılmaktadırlar. Tevfik ALLAH´tandır. Kitabu Zemm´il-Buhl ve Zemmi Hubb´il-Mal (Mal Sevgisinin ve Cimriliğin Kötülenmesi) bölümü, ALLAH´ın yardımıyla burada sona ermiş bulunuyor. ALLAH´ın izniyle, bu bö-lümün ardından Kitabu Zemm´il-Câh ve´r-Riya bölümü gelecektir
__________________

134)Bu zat, zâhir ile bâtının arasını cemeden kimselerdendir. H. 343´de vefat etmiştir.
135)Müslim, Buhârî
136)İmam Ahmed
137)İmam Ahmed
138)Bezzar, (Enes´ten zayıf bir senedle)
139)Daha önce geçmişti.
140)Irâkî hadîs olarak görmediğini kaydetmektedir.
141)Müslim, Buhârî
142)Müslim, Buhârî
143)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
144)İbn Mâce, Tirmizî
145)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
146)Bezzar, Hâkim
147)Adı Salebe b. Hâtib b. Amr b. Ubeyd b. Ümeyye b. Zeyd b. Mâlik b. Avf b. Arar b. Avf b. Mâlik b. Evs el-Ensârî´dir. Musa b. Ukbe onu Bedir´e iştirâk edenler arasında zikretmiştir. Aynı ismi taşıyan başka bir sahabî daha vardır. O da Ensar´dandır. İbn İshak Mescid-i Dırar´ı yapanlar arasında bu ikinciyi zikretmektedir.
148)Taberânî, (zayıf bir senedle)
149)Irâkî İmran´ın hadisine rastlamadığını, İmam Ahmed ve Taberânî´nin, Ma´kal b. Yesar´dan sahih bir senedle rivayet ettiklerini söylemektedir.



 
Alt 02-10-2009, 01:25   #103
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Cah ve Riya´nın Kötülü Konusuna Giriş
Gaybı bilen, kalplerin gizliliklerine muttali olan, büyük günahlardan vazgeçen, kalpler tarafından işlenen gizli ayıplara âgâh olan, niyetlerin gizliliklerini gören ve insanoğlunun içindeki gizli şeyleri müşahede eden ALLAH´a hamd olsun! O ALLAH ki, kâmil ve tam mânâsıyla yapılan amelleri, riya ve şirkten uzak olanı kabul eder. Çünkü O, tek başına melekûtun hâkimidir. Bu bakımdan O, her türlü ortaktan münezzehtir. Salât ve selâm, Hz. Muhammed´in, hiyânet ve iftiradan berî olan âlinin ve ashâbının üzerine olsun! Yarab! Onlara bolca selâm et!

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Gerçekten ümmetim için en fazla korktuğum, riya ve gizli şirktir. O şirk öyle bir şeydir ki siyah karıncanın karanlık gecede siyah taşın üzerindeki izinden daha gizlidir.1
Bu sırra binaendir ki âbid ve muttakîler şöyle dursun, âlimlerin dâhileri bile, bu şirkin tehlikelerine vâkıf olup onu sezmekten aciz kalmışlardır. Bu tehlike, nefsin son tehlikelerinden ve hilelerin gizli kısımlarındandır. Bu riya felaketine, âlimler, âbidler ve âhiret yolu için kollarını sıvayanlar mübtelâ olurlar. Çünkü bunlar, ne zaman nefislerini kahredip, onunla mücâhede ederlerse, onu şehvetlerden kesip, şüphelerden korunurlarsa ve cebren onu ibâdet çeşitlerine zorlarlarsa, nefisleri âzaların yaptığı zâhirî günahlara tamahkârlık etmek hususunda âciz olur. Bundan dolayı da hayır ve hasenatı belirtmek, ilim ve ameli izhar etmek suretiyle istirahata çekilmeyi ister. Böylece mücâhedenin zorluğundan halkın hoşuna giden, tâzim ve hürmet etmelerini sağlayan bir yol bulur. Derhal ibâdet ve taatlerini anlatarak halkı ibâdetine muttali kılar. Hâlık´ın bilmesiyle kanaat etmez. Yalnız ALLAH´ın hamdine kanaat etmeyip insanların övmesiyle sevinir.

İnsanlar, şehvetleri terkettiğini, şüphelerden korunduğunu, ibâdetlerin zorluklarına katlandığını bildikleri takdirde kendisini överler. Mübalağalı bir şekilde takrizde bulunurlar. Ona tâzim ve ihtiram gösterirler. Onu görüp, konuşup duasını almak isterler. Görüşüne tâbi olmak hususunda harîs olurlar. Hizmet etmek ve selâm vermekle ona yaklaşmak isterler. Mahfellerde son derece ikramda bulunurlar. Alışveriş ve muamelelerde müsamaha ederler. Meclislerde öne geçirirler, yemek ve elbiselerde kendi nefislerine tercih ederler. Tevazu göstererek kendisine hürmet ederler. Hedeflerine hürmet ettikleri halde kendisine itaat ederler.

Bu bakımdan nefis, bu hususta her lezzetten daha büyük bir lezzete sahip olur. Böylelikle şehvetlerin hepsinden daha büyük bir şehvet elde eder. Dolayısıyla bunun yolunda günahları ve hataları terketmeyi pek kolay birşey sanır. Bâtında lezzetlerin lezzetini ve şehvetlerin şehvetini idrâk ettiğinden dolayı, ibâdetlere devamlılıktan meydana gelen sertlik onun için yumuşar. Bu bakımdan insanoğlu zanneder ki hayatı ALLAH iledir ve ALLAH´ın ibâdetiyle nefsi razı olmuştur. Oysa hayatı ancak bu gizli şehvetle kaimdir. Öyle bir şehvet ki onun idrâkinden nâfiz ve kuvvetli akıllar bile körleşir. İnsanoğlu kendisini ALLAH´ın ibâdetinde muhlis ve haramlarından korunmuş olarak görür. Oysa nefis, kullara süslü görünmek, halk için yapmacık hareketlerde bulunmak, halkın yanında elde ettiği makam ve îtibara sevinmek hususunda bu şehveti içinde gizlemiştir. Bunun vasıtasıyla ibadetlerin sevabını yakmış, amellerin en iyisini bile kül haline getirmiştir. Kişinin ismini münafıkların listesine yazdırmıştır. Buna rağmen kişi ALLAH´ın nezdinde makbul kullardan olduğunu zanneder.
İşte bu, nefsin bir hilesidir. Bu hileden ancak sıddîk olanlar kurtulurlar. Bir düşüş yeridir ki ondan ALLAH´ın dergâhına yakın olanlar ancak çıkarlar. Nitekim şöyle denilmiştir: ´Sıddîkların zihninden en son çıkacak şey riyaset (reislik, baş olmak) sevgisidir´. Madem ki riya, gizli ve şeytanların en büyük ağı olan bir hastalıktır. Öyle ise riyanın sebebini, hakikatini, derecelerini, kısımlarını, tedavi yollarını ve kendisinden sakınma yolunu izah etmek farz olmaktadır. Bu bölümü iki kısım üzere tertip etmekteki gaye, böylelikle vuzuha kavuşmuş olmaktadır.
 
Alt 02-10-2009, 01:26   #104
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Şöhret ve Nâm Salmanın Kötülenmesi

ALLAH Teâlâ seni ıslah eylesin. Bil ki rütbenin esası nâm ve şöhretin yayılmasıdır. Bu ise kötüdür. Aksine övülen nâm ve nişansızlıktır. Ancak dininin neşri için ALLAH Teâlâ tarafından şöhrete ulaştırılan ve şöhrete ulaşmak için hiçbir zorluk ve çaba harcamayan bir kimse bu hükmün dışındadır.

Enes, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

insanlar tarafından dini ve dünyası hakkında parmakla gösterilmek, şer yönünden kişiye yeter de artar! Bundan ancak ALLAH Teâlâ´nın koruduğu bir insan müstesnadır.2

Câbir Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

ALLAH´ın koruduğu hariç, şer yönünden kişiye dini veya dünyası hususunda parmakla gösterilmek yeter de artar bile! ALLAH sizin şöhretlerinize bakmaz. Ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.3

Hasan Basrî (r.a), bu hadîs için bir te´vil belirtmiştir ki zararsız bir te´vildir; zira o bu hadîsi rivayet ederken kendisine denildi ki: ´Ey Ebu Said! Gerçekten insanlar seni gördükleri zaman parmakla sana işaret ediyorlar!´ Cevap olarak şöyle demiştir: ´Hadîs bunu kasdetmiyor. Hz. Peygamber (s.a) bu hadîsle, ancak dini hususunda bid´atçı, dünyası hususunda fâsık olan bir kimseyi kasdetmiştir´.

Hz. Ali şöyle demiştir: ´Haşmeti bırak, fakat şöhret peşinde koşma! Anılmak için şahsını yüceltme. İşini gizle, sükût et ki selâmette kalasın. Böylece iyi insanları memnun edip fâsık ve fâcirleri kızdırmış olursun!´

İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: ´Şöhreti seven bir kimse ALLAH´ı tasdîk etmemiştir´.
Basralı Eyyûb es-Sahtiyanî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin olsun! Mevkiinin bilinmemesi kendisini sevindirmeyen bir kul, ALLAH Teâlâ´yı tasdîk etmiş sayılmaz´.

Hâlid b. Ma´dan4 halkası çoğaldığı zaman şöhret korkusundan meclisi terkederdi.
Ebu Aliye5 yanında üç kişiden fazla oturan olduğu zaman kalkardı!

Hz. Talha (r.a), beraberinde on kadar kimsenin yürüdüğünü gördüğünde ´Tamahkârlık sinekleri ve ateşe atılan çekirgelerdir bunlar!´ demiştir.

Selim b. Hanzele şöyle anlatıyor: Bir ara Ubeyy b. Ka´b´ın arkasından yürüyorduk. Hz.Ömer gördü ve derhal onu kamçıladı. O itiraz ederek ´Ey mü´minlerin emîri! Ne yaptığına dikkat et! (Beni niçin dövüyorsun?)´ dedi. Hz. Ömer şöyle cevap verdi: ´Bu durum, tâbi olan için zillet, tâbi olunan için de fitnedir´.

Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: İbn Mes´ud birgün evinden çıktı. Halk arkasındaydı. Dönüp halka baktı ve şöyle dedi: ´Neden bana tâbi oluyorsunuz? ALLAH´a yemin ederim, eğer benim üzerine kapımı kilitlediğim günahlarımı bilmiş olsaydınız, sizden iki kişi dahi bana tâbi olmazdı´. Muhakkak etrafındaki ayakkabı seslerinden ahmakların kalpleri az zaman sâbit kalır!

Hasan Basrî birgün dışarı çıktı. Bir grup arkasına takıldı. Onlara ´Sizin bir ihtiyacınız mı var? Eğer ihtiyacınız yoksa gelmeyin. Çünkü böyle bir durum, mü´minin kalbini alt-üst eder´ dedi.

Rivayet ediliyor ki, bir kişi seferde İbn Muhayriz6 ile arkadaşlık yaptı. İbn Muhayriz´den ayrılırken ´Bana nasihat et!´ dedi. Bunun üzerine İbn Muhayriz ´Eğer tanınıp, tanınmamaya, başkasına gidip, başkasının da sana gelmemesine, isteyip, senden istenmemesine gücün yetiyorsa bunu yap!´ dedi.

Eyyûb es-Sahtiyanî sefere çıktı. Birçok kimse onu uğurladı. Dedi ki: ´Eğer kalbimin sizin bu uğurlamanızdan tiksindiğini bil-meseydim, mutlaka bu yaptığınızdan dolayı ALLAH´ın kahrından korkardım!´

Muammer b. Râşid şöyle der: Eyyûb es-Sahtiyanî´yi entarisinin uzunluğundan dolayı kınadım. Cevap olarak dedi ki: ´Geçmiş zamanda bunun uzunluğunda şöhret vardı. Bugün ise şöhret bunun kısalığındadır´.

Biri şöyle anlatıyor: Ebu Kulâbe ile beraber bulunuyordum. Onun huzuruna, sırtında kısa denilen elbise bulunan biri içeri girdi. Bunu görünce ´Şu çok konuşan eşekten sakının!´ dedi. Bununla şöhretin talep edilmesine işaret ediyordu.
Süfyan es-Sevrî dedi ki: ´Selef-i Sâlihîn yeni ve eskimiş elbiselerden gelen şöhreti kerih görürlerdi; zira gözler, bu iki çeşit elbiseye dikilir´.
Bir kişi, Bişr b. Hâris´e ´Bana tavsiyede bulun!´ diye ricada bulundu. Bişr ona ´Nâmını gizle! Yemeğini helâlinden ye!´ dedi.

Havşeb ağlar ve şöyle derdi: ´Benim ismim cuma kılınan mes-cide kadar vardı´.
Bişr şöyle demiştir: ´Bir kişi tanınmayı sevsin de dini gidip rezil olmasın!´
Yine şöyle demiştir: ´Halk tarafından bilinmesini isteyen bir kimse âhiretin halâvetini tatmamıştır.´ ALLAH´ın rahmeti onların üzerine olsun!

______________________

2) Beyhakî {zayıf bir senedle)
3)Taberânî, Evsat; Beyhakî, Şuab´ul-İman, (zayıf bir senedle)
4)Humusludur. Güvenilir bir âbiddir. H. 103´de vefat etmiştir.
5)Adı Rafi b. Mehran´dır. Güvenilir bir zattır.
6)Adı Abdullah b. Muhayriz b. Cumade b. Vehb Cemehî´dir ve Mekkelidir. Kudüs´te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99´da vefat etmiştir.
 
Alt 02-10-2009, 01:27   #105
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Övgüden Hoşlanmanın, Yerilmekten İse Hoşlanmamanın Tedavisi
İnsanların çoğu, halkın tenkidinden korktukları, övülmeyi sevdiklerinden dolayı helâk olmuşlardır. Bu bakımdan onların bütün hareketleri, halkın rızasına uygun olana bağlanmıştır ve bunu da halkın tenkidinden korkarak, övülmeyi umarak yaparlar Bu, helâk edici hareketlerdendir. Bunu tedavi etmenin yolu, hangi sebeplerden dolayı halkın övgüsünü istediğini, tenkidinden hoşlanmadığını iyi düşünmektir.

Birinci Sebep

Medhedenin sözünün sebebiyle kemâli hissetmektir. Burada senin çıkar yolun aklına müracaat edip nefsine şöyle demendir: ´Adamın övdüğü sıfat sende var mı yok mu? Eğer sende varsa, ya ilim ve takva gibi bir sıfattır ki onda övgüye müstehak olursun veya servet, rütbe ve dünyevî arazlar gibi, sebebiyle övülmeye müstehak olmadığın bir sıfattır. Eğer bu sıfat dünyanın ârazlarından ise bundan dolayı sevinmek, yakında çerçöp olup esen rüzgârlarla berhava edilecek yer bitkileriyle sevinmek gibidir! Böyle sevgi aklın azlığından ileri gelir´. Akıl sahibi, şair Mütenebbi´nin dediği gibi demelidir:
Benim nezdimde üzüntünün en şiddetlisi o sevinçtedir. Onun sahibi kesinlikle değişmesini bilir!
Bu bakımdan insan için dünyanın ârazlarıyla sevinmek uygun değildir. Eğer sevinirse, o ârazlardan dolayı kendisini övenin sözüyle sevinmesi uygun değildir. Varlığıyla sevinmelidir. Övmek ise onun varlığının sebebi değildir.
Eğer o sıfat, ilim ve takva gibi kendisiyle sevinmeyi gerektiren sıfat ise, onunla da sevinmemesi uygundur. Çünkü sonuç malûm değildir. Bu sıfat insanı ALLAH´a yaklaştırdığı için sevmesi gerekir.

Oysa neticenin tehlikesi sözkonusudur. Bu bakımdan kötü neticeden korkmakta, dünyanın bütün nimetlerinden ötürü sevinmekten insanı alıkoyacak bir özellik vardır. Dünya, sevinmek ve ferahlamak evi değildir. Aksine gam ve üzüntüler evidir. Sonra, eğer güzel neticenin ümidiyle bu sıfatla seviniyorsa, bu takdirde övenin övmesiyle değil, ALLAH Teâlâ´nın ilim ve takva ile sana ihsan etmiş olduğu fazl u keremiyle sevinmen uygundur. Çünkü kemâli sezmekte lezzet vardır. Kemâl de övgüden değil, ALLAH Teâlâ´nın fazlından kaynaklanır, övgü de buna tâbidir. Bu bakımdan övgüyü sevmek, övgü seni fazilet bakımından yüceltmediği için, uygun düşmez.

Eğer kendisiyle övündüğün sıfat sende yoksa, bu övgü ile sevinmen deliliğin katmerlisidir. Senin misâlin (bu takdirde) o kimsenin misâline benziyor ki sıradan bir kimse onunla istihza edip der ki: ´SübhanALLAH! Bu adamın içindeki güzel koku ne çoktur! Bu adam def-i hacet ettiği zaman kendisinden gelen kokular ne güzeldir!´ Oysa pisliğini ve kötü kokularını bildiğin halde adamın sözlerine seviniyorsun! İşte böylece seni salihlik ve takva ile övdükleri zaman, sen de bununla -ALLAH Teâlâ, senin içindeki pisliklere, kal-bindeki vesvese ve tehlikelere, kirli sıfatlarına muttali olduğu halde- sevinirsen, senin bu sevgin cehaletin ta kendisidir; zira öven kimse, eğer doğru söylüyorsa, bu takdirde bu övgü ALLAH´ın bir fazileti olarak sana verilen sıfattan dolayıdır. Eğer yalan söylüyorsa, bu yalanın seni üzmesi ve bununla sevinmemen gerekir.

İkinci Sebep

İkinci sebep, övmenin öven kişinin kalbinin müsahhar olmasına ve bu kalbin, başka bir kimsenin kalbinin de müsahhar olmasına sebep olacağına delâlet eder. Bu durum, kalplerde yer edinmek, rütbe ve şöhret sevgisine dönüşür. Daha önce onun tedâvi usulünden söz edilmişti. Bu tedavi halktan ümidi kesmek, ALLAH katında kıymet sahibi olmayı talep etmektir. Bir de halkın kalplerinde mevla aramanın, onunla sevinmenin ALLAH katında dereceni düşürdüğünü bilmelisin. O halde nasıl bununla sevinebilirsin?

Üçüncü Sebep

Öven kişiyi övmeye mecbur eden haşmet ve azametten ibaret olan üçüncü sebep de geçici olan, sevinmeye müstehak olmayan,ârızî bir kuvvet ve kudrete dönüşür. Seleften nakledildiği gibi bu-rada, övenin övmesi seni üzmeli, bu medhten ikrah etmeli ve bun-dan dolayı kızmalısın. Çünkü övmenin övülen üzerindeki âfeti büyüktür. Nitekim biz bunu Dilin Âfetleri bölümünde zikretmiştik.

Seleften bir zat şöyle demiştir; ´Kim övüldüğü için sevinirse, şeytana içine girme imkânı vermiş olur!´

Yine seleften bir zat şöyle demiştir: "Sana ´ne güzel insansın sen!´ denildiğinde bu söz ´ne çirkin insansın´ demekten daha sevimli geldiği zaman, ALLAH´a yemin olsun, sen çirkin insan olursun".

Eğer sahih ise bellerimizi kıran bir haberde şöyle vârid olmuştur: ´Bir kişi. Hz. Peygamber´in yanında, başka bir kişiyi, övdü. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

Eğer arkadaşın hazır olsaydı ve dediğine rıza gösterseydi ve bunun üzerine ölseydi ateşe girecekti.

Rahmet olasıca! O adamın belini kırdın. Eğer senin dedikle-rini dinlemiş olsaydı kıyamet gününe kadar felâh bulamazdı.22

Birbirinizi övmeyin. Övenleri gördüğünüz zaman onların yüzüne toprak serpin!23
İşte bu sırra binaen ashab, övgüden fazlasıyla korkar ve onun fitnesinden sakınırlardı. Medhten dolayı kalbe giren sevgiyi tehlikeli görürlerdi. Hatta hulefâ-i râşidinden biri bir kişiye birşey sordu. O kişi de ona şöyle cevap verdi:
- Sen ey mü´minlerin emîri! Benden daha hayırlı ve daha bilginsin!

- Beni tezkiye etmeni sana emretmedim ki!

Ashab-ı kirâmdan birine şöyle denildi: ´ALLAH seni yeryüzünde bıraktıkça halk hayırlı olacaktır´. Bunun üzerine o zat kızarak şöyle demiştir: ´Ben senin Iraklı olduğunu sanıyorum´

Seleften biri de medhedildiği zaman şöyle dedi: ´Yarab! Senin kulun seni kızdırmak suretiyle bana yaklaştı. Bu bakımdan ben seni ona olan kızgınlığıma şahid tutuyorum´.
Ashab-ı kirâm, övmeyi, halkın övmesiyle Hâlık´ın nezdinde sevilmedikleri halde sevinmelerinden korkarak kerih gördüler. Dolayısıyla kalplerinin ALLAH katındaki halleriyle meşgul olması, onlara halkın övgüsünü çirkin gösterirdi. Çünkü ALLAH´a yakın olan ancak övülmüş kimsedir. Hakikatte kötü olan bir kimse ise, ALLAH´tan uzak, şerirlerle berabenden ise ALLAH´ın faziletinden başka birşeyle sevinmesi uygun değildir. Zira onun durumu halkın elinde değildir. Ne zaman rızık ve ecellerin ALLAH´ın elinde olduğunu bilirse, halkın övmesine veya kötülemesine iltifat etmez. Onun kalbinden övmenin sevgisi düşer. Kendisini ilgilendiren dininin emriyle meşgul olur. Rahmetiyle insanı doğruya muvaffak kılan ALLAH´tır.

____________

21)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
22)Daha önce geçmişti.
23)Daha önce geçmişti.
 
Alt 02-10-2009, 01:28   #106
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Yerilmekten Hoşlanmamanın Çaresi

Daha önce geçtiği gibi zemmi kerih görmekteki illet, medhi sevmekteki illetin zıddıdır. Bu bakımdan bunun tedavisi de ondan anlaşılır. Burada sözün özü şudur: Seni zemmeden bir kişi üç durumdan hali değildir: Ya dediğinde doğrudur ve söylediğiyle nasihat etmiştir veya dediğinde doğrudur, fakat gayesi sana eziyet vermek ve sana karşı taannüd etmektir veya yalancıdır.

Eğer doğru söylüyor ve gayesi de nasihat ise, onu zemmetmen, ona kızman ve seni tenkid etti diye ondan nefret etmen uygun değildir. Aksine onun minnetini kabul etmen gerekir; zira sana ayıplarını hediye eden bir kimse tehlikeden sakınasın diye seni uyarmıştır. Bu bakımdan onunla sevinmen gerekir. Eğer kudretin varsa, o kötü sıfatı nefsinden söküp atmakla meşgul olmalısın.

Onun sebebiyle üzülmen, o kişiyi hor görmen ve onu zemmetmen ise katmerli cehalettir.
Eğer gayesi taannüd ise, sen onun sözüyle fayda görürsün; zira o seni ayıbından -eğer bilmiyorsan- haberdar etmiş olur veya ayıbından gâfil isen ayıbını hatırlatmış olur veya sana o ayıbını çirkin göstermiş olur ki ayıbı -eğer güzel görüyorsan- söküp atmaya gayretin kabarsın.

Bütün bunlar senin saadetinin sebepleridir. Böylece kendisinden istifade etmiş olursun. Öyleyse saadetinin talebiyle meşgul ol. Duyduğun tenkidden dolayı saadetinin sebepleri de sana göründü. O halde bir padişahın huzuruna, elbisen insan pisliğiyle pislenmiş olduğu ve sen de bilmediğin halde girmek istediğin zaman -eğer bu şekilde girersen meclisini pislikle kirlettiğinden dolayı kellenin gitmesi sözkonusu olur- biri sana ´Ey insan pisliğiyle mülevves olan! Üzerini temizle´ dese, bunun sözüyle sevinmen gerekir. Çünkü onun sözüyle uyanman bir ganimettir. Kötü ahlâkların tümü ahirette helâk edicidir, insan da onları ancak düşmanın sözünden tanıyabilir. Bu bakımdan düşmanın sözünü ganimet sayman gerekir.

Düşmanın taannüd göstermesine gelince, bu onun kendi dinine karşı yapmış olduğu bir cinayettir. Senin için ondan gelen bir nimettir. Bu bakımdan senin yararlandığın, onun da zarar gördüğü bir söze neden kızıyorsun?

Üçüncü durum, ALLAH katında beri olduğun birşey ile sana iftira etmesidir. Bu bakımdan bunu da hor görmen ve onu bundan dolayı zemmetmen uygun değildir. Burada üç şeyi düşünmen gerekir.

Birincisi

Eğer o ayıp sende yoksa, onun benzerleri sende vardır. ALLAH Teâlâ´nın (lûtfuyla) gizlediği ayıpların (açıkta olan ayıplarından) daha fazladır. O halde, o adamı senin ayıplarına muttali kılmadığından ve sende olmayan bir ayıbı sana isnad etmek suretiyle defettiğinden ötürü ALLAH´a şükret!

İkincisi

Böyle yapmak, senin diğer günahlarının ve kötülüklerinin kefareti olur. Sanki o adam sende olmayan bir ayıbı sana isnad ederek kirlenmiş olduğun günahlardan seni temizlemiştir. Kim senin gıybetinde bulunursa, o kimse iyiliklerini sana hediye etmiştir. Seni öven ise, senin belini kırmıştır. Bu bakımdan neden senin belini kıranın yaptığıyla sevinip, seni ALLAH´a yaklaştıran, hayır ve hasenâtını sana hediye edenin yaptığıyla üzülüyorsun? Oysa ALLAH´a yaklaşmak istediğini iddia ediyorsun.

Üçüncüsü

O miskin adam, ALLAH´ın gözünden düşecek derecede dinine karşı suç işledi. İftira etmek suretiyle nefsini helâk etti. ALLAH´ın elem verici azabına müstehak oldu. Bu bakımdan ALLAH ona kızarken senin de kızıp onu şeytana maskara yapman iyi bir hareket olamaz. Sen ´Ey ALLAHım! Onu helâk et! diyorsun. Halbuki ´Ey ALLAHım! Onu ıslah et´, ´Ey ALLAHım! Onun tevbesini kabul et´, ´Ey ALLAHım! Ona rahmet et!´ demen gerekirdi. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey ALLAHım! Kavmimi affet! Ey ALLAHım! Kavmime hidayet et! Çünkü onlar bilmiyorlar.24
Hz. Peygamber, ön dişlerini kırdıkları, yüzünü kan içerisinde bıraktıkları ve amcası Hz. Hamza´yı Uhud gününde öldürdükleri zaman bu duayı yapmıştı.

İbrahim b. Edhem başını kıran adama af talebinde bulundu. Kendisine ´Bu nasıl olur?´ diye sorulunca dedi ki: ´Ondan dolayı mükâfata layık olduğumu anladım. Ondan ancak bana hayır isabet etti. Bu bakımdan onun benden dolayı cezalandırılmasına gönlüm razı olmaz!´
Kötülenmeye aldırmamanı kolaylaştıran yollardan biri de ta-mahkârlığı kesmektir; zira kendisinden müstağni bulunduğun bir kimse seni zemmettiği zaman, o zemmin eseri kalbinde pek büyümez. Dinin esası kanaattir. Kanaat sayesinde mal ve mertebeden insanın tamahı kesilir. Tamahkârlık oldukça, mertebenin ve medhetmenin sevgisi teveccühünü ümit ettiğin kimsenin kalbinde durur. Onun kalbinde mertebe edinmek için ihtimam gösterirsin. Bu ise, ancak dinin yıkımıyla elde edilir! Bu bakımdan kötülenmekten nefret eden, medhi sevip, mal ve mertebeyi talep eden bir kimsenin dininin sağlam kalması kolay değildir. Çünkü tamah oldukça dinin selâmette kalması gerçekten uzak bir ihtimaldir.

24) Daha önce geçmişti.
 
Alt 02-10-2009, 01:29   #107
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Övmek ve Yermek Karşısında İnsanların Farklı Tavırları

Övgü ve yergiye nisbeten halkın dört hali vardır:
Birinci Hâl: Övgüyle sevinmek, medhedene teşekkür etmek, yergiden nefret etmek, zemmedenden nefret etmek, ona karşılık vermek veya karşılık vermeyi sevmektir. Halkın çoğunun durumu budur. Bu durumda günah derecelerinin en sonuncusu budur.

İkinci Hâl: Kötüleyen kişiye içinden kırılmaktır. Fakat ona karşılık vermekten âzalarını ve dilini tutar, içi medhedene karşı sevinçle dolar. Fakat onu izhar etmekten, dilini ve âzalarını korur. Böyle yapmak da her ne kadar bir önceki duruma göre kemâl ise de esasında eksikliktir.

Üçüncü Hâl: Bu hâl, kemâl derecelerinin ilk basamağıdır. Bu hâl, kişinin yanında öven ile yerenin eşit olmasıdır. Bu bakımdan ne yermek onu üzer, ne de övgü onu sevindirir. Âbidlerden bazıları nefsinin böyle olduğunu sanır, fakat bunun alâmetleriyle nefsini denemediği takdirde aldanır. Böyle olmanın alâmetleri, kendisini kötüleyen bir kimse ile uzun bir zaman oturduğunda nefsinde onu övenden daha çekilmez bulmamalı, medhedenin ihtiyacını yerine getirmek zemmedeninkini yerine getirmekten daha kolay olmamalı, kendisini mübalâğa ile medhedenin ölümü, kendisini zemmedenin ölümünden daha fazla kalbinde menfî bir tesir bırakmamalıdır. Medhedenin düşmanları tarafından kendisine dokunan felâket, zemmedenin musibetinden gelen üzüntüden daha fazla olmamalıdır. Medhedenin hatası, onun kalbinde ve gözünde, zemmedenin hatasından daha hafif olmamalıdır. Bu bakımdan ne zaman zemmeden kimse onun kalbinde medheden kimse gibi olursa, her yönden ikisi eşit olurlarsa, kişi bu mertebeye nâil olmuştur. Fakat bu durum, kalplerde pek uzak ve tatbiki pek zor bir durumdur.

Kulların çoğunda halkın medhetmesiyle kalplerinde hissetmedikleri gizli bir sevinç bulunur. Onlar bu alâmetlerle nefislerini imtihan etmediklerinden farkına varmazlar. Bazen de abid kişi, kalbinin kendisini medhedene meylettiğini, zemmedene meyletmediğini hisseder. Fakat şeytan, bu durumu kendisine güzel gös-tererek der ki: ´Zemmeden seni zemmetmek suretiyle ALLAH´a isyan etmiştir. Medheden de medhinden dolayı ALLAH´a itaat etmiştir. Bu bakımdan ikisini nasıl eşit tutabilirsin? Zemmedeni hakir görmen katıksız dindarlıktan gelir!´

Oysa şeytanın bu sözleri katıksız bir kandırmadır; zira âbid kişi düşündüğü takdirde anlar ki insanlar içerisinde kendisini zem-metmekten dolayı günah irtikâb edenin günahından pek fazla günah irtikâb eden vardır. Oysa onlar ne kendisine ağır gelirler, ne de onlardan nefret eder! Şunu da anlamış olur ki kendisini medheden kişi, başkasını zemmetmekten uzak değildir. Oysa nefsini zemmettiğinden dolayı hissettiği nefreti başkasını zemmettiğinden dolayı hissetmemektedir. Zemmetmek, günah olmak hasebiyle, ister zemmedilen kendisi olsun, ister başkası değişmemektedir. Durum bu iken, aldanan âbid, nefsi için öfkelenir, hevası için kızar. Sonra şeytan kendisine bu kızmasının dinden geldiğini hayâl ettirir ki heva-i nefsiyle ALLAH katında kendisini haklı çıkarmaya kalkışsın ve böylece ALLAH´tan daha fazla uzaklaşsın! Şeytanın hilelerine ve nefislerin âfetlerine muttali olmayan bir kimsenin ibâdetlerinin çoğu boşa giden bir yorgunluktur. Dünya elinden gider, âhirette de zarar eder! Böyle kimseler hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

De ki: ´Size (yaptıkları) iş bakımından en çok ziyana uğrayanları haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa gitmiştir. Oysa güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlar´.(Kehf/103-104)

Dördüncü Hâl: İbâdette doğruluktur. Övgüyü kerih görmek, övülmekten nefret etmektir; zira bilir ki övgü, kendisi için bir fitnedir, belini kırıcı ve dinine zarar vericidir, zemmedeni sevmektir; zira bilir ki zemmeden, kendisine ayıplarını gösterdiği, kendisini mühim vazifesine irşad ettiği gibi, hayır ve hasenâtını kendisine hediye ediyor. Bu bakımdan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Tevâzuun başı, hayır ve takva ile anılmayı kerih görmendir.25
Bazı haberlerde -eğer sahih ise- bizim gibilerin belini kırıcı şeyler rivayet edilmektedir:

´Oruç tutanın, namaz kılanın ve yün elbise giyenin vay haline! Ancak o kimse ki...´ Denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasulü! Ancak o kimse dediğin kimdir?´

Cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Ancak nefsi dünyadan temizlenen, övgüden nefret eden, kötülenmeyi seven kimsedir´.26

İşte bu, gerçekten şiddetli bir durumdur. Bizim gibilerin ümitlerinin en sonuncusu ikinci haldir. İkinci hâl de zem ve övgüde bulunan için sevgi ve nefreti gizlemek, söz ve fiil ile bunu belirtmektir.

Üçüncü durum, övgü ve yergiyi eşit tutmaktır. Biz böyle bir durumu ümit etmemekteyiz. Sonra, eğer nefislerimizde ikinci durumun alâmetini istesek, nefislerimiz onu hakkıyle yerine getiremez. Bu takdirde, övenin ikramına koşmak, onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, kötüleyenin ikramında yavaş davranmak, onu övmeyi ağırdan almak ve ihtiyaçlarını yerine getirmekte ağır davranmak gerekir. Biz, kalbin gizliliklerine muktedir olmadığımız gibi, zâhir fiilde de bu iki durumu eşit tutmaya muktedir değiliz. Fiilin zâhirinde medhedenle zemmedenin arasını eşit tutmaya muktedir olan bir kimse, bu zamanda -eğer varsa- örnek kabul edilmesi gerekir. Çünkü böyle bir kimse ´kibrit-i ahmer´ (pek nadir bulunan bir madde) gibidir. Halk ondan bahseder, fakat görünmez. Durum bu iken bundan sonraki iki mertebe nasıl tasavvur edilebilir?

Bu mertebelerin her birinde de dereceler vardır. Övgüdeki derecelere gelince, onlar şunlardır: Halktan bir kısım vardır ki övülmesini ve şöhretinin yayılmasını temenni eder. Dolayısıyla mümkün olan yoldan buna ulaşmaya tevessül eder. Hatta ibâdetleriyle riyâkârlık yapar. Halkın kalbini elde etmek için mahzurluları yapmaktan çekinmez. Halkın dilini, kendisi hakkında övgüyle konuşturmak için böyle yapmakta tereddüt etmez. Böyle bir kimse helâk olanlardandır.

Diğer bir kimse vardır ki bunu ibâdetlerle değil mübahlarla elde etmeye çalışır. Bunu elde etmek için mahzurlu şeyler yapmaz. Bu kimse de yıkılmaya mahkûm bir derenin kıyısındadır; zira kalpleri elde eden söz ve amellerin hududlarının kontrol altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan başkasının övgüsünü kazanmak için helâl olmayan bölgelere girmesi yakın bir ihtimaldir. Öyle ise bu da helâk olanlara pek yakındır.

Başka bir grup vardır ki övülmeyi istemez. Onu elde etmek için çaba harcamaz. Fakat övüldüğü zaman kalbi sevinç duyar. Eğer bu kimse bu övgüye mücahede ile karşılık verip bundan tiksinmek için bir gayret göstermezse, sevinmenin ifratı böyle kimseyi bun-dan önceki duruma düşürebilir. Eğer bu hususta nefsiyle mücâhede edip, kalbine bundan tiksinmeyi telkin ederse, medhin âfetlerini düşünmek suretiyle sevinmenin kötülüğünü kalbinde yerleştirirse bu kimse, mücâhedenin tehlikesinde bulunur. Durum bazen lehinde olur, bazen de aleyhinde olur.

Diğer bir grup vardır, övülmesini işittiği zaman, onunla ne sevinir, ne de üzülür, ne de kendisine herhangi bir tesir yapar. Bu kimse ´hayır´ üzerindedir. Her ne kadar bunda ihlâstan bir kısım kalmış ise de...

Başka bir kimse vardır ki duyduğu zaman övgüden nefret eder. Fakat bu nefret kendisini, övenden nefret edecek veya yaptığını inkâr edecek dereceye vardırmaz. Oysa bunun en yüksek derecesi, medhedenden nefret etmek, kızmak ve bu hususta doğru olduğu halde, kızgınlığını göstermek değildir. Çünkü böyle yapmak münafıklığın ta kendisidir. Çünkü böyle yapan, müflis olduğu halde ister ki nefsinden ihlâs ve doğruluğu izhar etmiş olsun! Bunun zıddı da böyledir. (Zemmedildiğinde içinden buğzettiği halde sevgisini izhar etmek de böyledir). Bundan ötürü, zemmedeninn hakkında haller değişik olur. Onun derecelerinin ilki, öfkeyi izhar etmektir. En sonuncusu sevgiyi izhar etmektir. Sevgi ve onun belirtilmesi, nefsi temerrüd ettiğinden, ayıpları ve yalan va´dleri çok olduğundan ve çirkin karıştırmaları pek fazla olduğundan dolayı ancak kalbinde nefsine karşı kin tutan bir kimseden sâdır olabilir.

Bu kimse, düşmandan nefret ettiği gibi, nefsinden nefret eder. İnsanoğlu düşmanını zemmeden bir kimseyi sever. Bu ise düşmanı, nefsi olan bir şahıstır. Bu bakımdan nefsinin zemmedildiğini duyduğu zaman sevinir. Bundan dolayı zemmedene teşekkür eder. Zemmedenin zeki olduğuna inanır. Çünkü zemmeden, nefsinin ayıplarına muttali olmuştur. O halde bu zemmediş, nefisten intikam almak hususunda onun için bir ganimet gibi olur; zira nefis zemmedilmekle halkın gözünde en düşük bir duruma gelir. Böylece halkın fitnesiyle müptelâ olmaz, ona haseneler sevk olunduğu zaman ona sahip çıkmaz! Bu bakımdan bu durumun, gidermekten aciz olduğu ayıpları için daha hayırlı olması umulur. Eğer mürid, hayatı boyunca nefsiyle, zemmeden ile medh edenin yanında eşit olması hususunda mücâhede ederse, bu tip mücâhede müride başkasıyla ilgi kurmayacak derecede bir meşguliyet olur. Mürid ile saadet arasında birçok gedikler ve engeller vardır. Onlardan biri budur. Onların hiçbirini, uzun hayatında, amansız mücâdeleler vermeden geçemez.

25)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
26)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir
 
Alt 02-10-2009, 01:29   #108
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Şöhret Sahibi Olmamanın Fazileti

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Nice saç ve sakalı karışık, toz toprak içerisinde bulunan, yırtık pırtık elbiseye bürünmüş olan ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer ALLAH´tan istese ve ´şöyle yap´ dileğinde bulunsa muhakkak ALLAH Teâlâ, onu isteğinde mahrum etmez ve dâvetine icâbet eder. Onlardan biri de Berrâ b. Mâlik´tir.7

İbn Mes´ud, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kişi vardır ki, eğer ALLAH´tan istese, muhakkak ALLAH onun isteğini verir. Eğer ´Ey ALLAHım! Ben senden cenneti istiyo-rum!´ dese, ALLAH ona cenneti verir. Oysa ALLAH Teâlâ dünyadan ona hiçbir şey
vermemiştir.8

-Sizi cennet ehline muttali kılayım mı?

-Evet.

-Her zayıf ve halk tarafından zayıf telâkki edilen kimsedir.Eğer o, ALLAH Teâlâ´dan isterse, muhakkak ALLAH Teâlâ ona

istediğini verir. Cehennem ehli de her mütekebbir ve kibre özenen, yürüyüşünde azamet taslayan kimsedir.9

Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder:

Muhakkak ki cennet ehli, saçı sakalı karışık, tozlu topraklı, yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen kimselerdir. O kimseler ki, emirlerin huzuruna girmek için izin istedikleri zaman kendilerine izin verilmez. Evlenmek istediklerinde onlara kız verilmez. Söyledikleri zaman sözlerini dinlemek için kulak verilmez. Onların herhangi birinin ihtiyaçları, umursanmaz. Eğer kıyamet gününde onun nûru insanlara taksim olunsa onlara yeter.10

Benim ümmetimden öyle kimseler vardır ki, eğer herhangi birine gelip bir dinar istese kendisine vermez. Eğer bir dirhem istese yine vermez. Eğer bir fils (kuruş) istese onu da vermez. Eğer ALLAH´tan cenneti istese, kesinlikle ALLAH ona cenneti verir. Eğer ALLAH´tan dünyayı istese ALLAH Teâlâ ona dünyayı vermez. ALLAH Teâlâ dünyayı ondan, ancak dün-yanın ALLAH katında kıymetsiz olduğundan dolayı menetmiştir. Nice yırtık elbiseye bürünmüş ve kendisine iltifat edilmeyen iyi kimse vardır ki, eğer ALLAH Teâlâ´dan istese, muhakkak ALLAH onun isteğini vermek suretiyle ona icabet eder.11

Rivayet ediliyor ki, Hz. Ömer (r.a) mescide girdi. Baktı ki Muaz b. Cebel (r.a), Hz. Peygamberin kabrinin yanında ağlamaktadır. Ömer ´Seni ağlatan nedir?´ diye sordu. Muaz Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini nakletti:

Gerçekten riyanın azı şirktir. Muhakkak ALLAH ancak gizli olan muttaki kullarını sever. O muttakîler ki gizlenseler aranmazlar. Hâzır olurlarsa bilinmezler ve tanınmazlar.

Kalpleri hidayet çıralarıdır. Onlar karanlık ve bulanık olan herşeyden kurtulurlar.12

Muhammed b. Süveyd13 şöyle anlatıyor: Medineliler bir sene kıtlığa yakalandılar. Medine´de kendisine iltifat edilmeyen ve Hz. Peygamber´in mescidinden ayrılmayan salih bir kişi vardı. Onlar yağmur duasını yaparken onların yanına sırtında iki yırtık elbise bulunan bir kişi geldi. İki rek´at namaz kıldı. Onlarda (rek´atlarda) kısa sûreler okudu. Sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti: ´Yarab! Ancak şu saatte yağmur yağdırmanı senden diliyorum!´ O daha elini indirip, duasını bitirmeden önce gök bulutlarla kaplandı. Medineliler boğulmak korkusundan çığlık ve figanlar koparacak derecede yağmur yağdı. Bunun üzerine şöyle dedi: ´Yarab! Eğer onlara kifayet edecek kadar yağdırdığını biliyorsan artık onlardan yağmuru kes!´

Böylece yağmur dindi. Kişi, bu duayı yapan arkadaşını takip etti. Evini öğreninceye kadar arkasından gitti. Sonra ertesi gün sabahleyin onun kapısını çaldı. O dışarı çıktı. Kapıyı çalan dedi ki:

-Bir ihtiyaç için sana geldim!

-Nedir o ihtiyacın?

-Bana hususî bir dua et!

-SübhânALLAH! Sen sensin! Oysa gelmiş sana hususi bir dua etmemi talep ediyorsun!

-Gördüğüm mertebeye seni ulaştıran nedir?

-Bana emir ve yasak ettiği hususlarda ALLAH´a itaat ettim.

ALLAH´tan diledim, bana verdi.

İbn Mes´ud şöyle demiştir: İlmin pınarları, hidayetin çıraları, evlerin süsü, gecenin lâmbaları, kalplerin yenileyicileri, elbiselerin yırtıkları olunuz! Bu takdirde gök ehli arasında tanınacak, yer ehli arasında gizleneceksiniz!

Ebu Umâme, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Benim velîlerimin hayırlı ve kârlısı, yükü hafif, namazdan nasibi olan, rabbinin ibâdetini güzelce yapan, parmakla gösterilmeyen, sonra buna karşı sabreden bir kuldur.14
Hz. Peygamber eliyle yeri eşerek şöyle buyurmuştur: ´Onun ölümü hemen geldi. Bırakmış olduğu miras az, arkasından ağlayanları azdır".

Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´ALLAH katında, kullarının en sevimlisi gariplerdir´. Denildi ki: ´Bu garipler kimlerdir?´ Cevaben şöyle dedi: ´Dinlerini fitneden kaçıranlardır. Kıyamet gününde bunlar Hz. İsa´nın yanında toplanırlar!´

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Rivayet olunduğuna göre, ALLAH Teâlâ kuluna verdiği bazı nimetler hakkında şöyle buyurmuştur: ´Ben sana nimet vermedim mi? Ben senin kabahatlerini örtmedim mi? Ben senin zikrini gizlemedim mi?´

Halil b. Ahmed şöyle dua ederdi: ´Yarab! Beni katında mahlu-kâtının en yücesi, nefsimin katında en mütevazisi kıl, halkın yanında ise normal kıl!´
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Kalbimi gördüm ki Mekke ve Medine´de (zarurî) gıda ve meşakkat sahibi bulunan gariblerle beraber olduğunda daha düzgün oluyor´.
İbrahim b. Edhem şöyle der: ´Dünyada hiçbir gün, bir defası hariç gözüm kuru kalmamıştır. Bir gece Şam köylerinin bir mescidinde geceledim. Karnımda gaz olduğu için müezzin ayağımdan tutarak camiden çıkarmcaya kadar beni sürükledi´.

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Eğer sen bilinmemeye muktedir isen, yap! Senin tanınmaman sana hiçbir zarar vermez. Halk tarafından övülmesen ne zararın olur? ALLAH katında övülmüş bir insan olduktan sonra halk nezdinde kötü olsan bundan ne zararın var?´

İşte bu rivayetler, şöhretin nasıl kötü olduğunu ve tanınmamanın faziletini sana bildirmektedirler. Şöhret, nâm ve nişanın yayılmasından gaye, insanların kalbinde mertebe kazanmak, taht kurmaktır. Rütbe sevgisi her fesadın kaynağıdır.

Soru: Acaba peygamberlerin, hulefâ-i râşidînin, imamların şöhretinden daha fazla bir şöhret var mıdır? Acaba şöhretsizliğin fazileti nasıl bunlara isabet etmemiştir?

Cevap: Kötü olan, şöhreti talep etmektir. Kulun dahli olmadan ALLAH tarafından şöhret verilmesi ise kötü değildir. Evet! Böyle bir şöhretten kuvvetliler değil, zayıflar için fitne ve korku vardır. Onlar boğulmak üzere olan zayıf bir kimse gibidir. Zayıf bir kişinin yanında boğulmak üzere olan bir grup varsa, bu kişi için en iyisi kendisini o boğulmak üzere olanlardan uzak tutmaktır; zira onlar ona yapışırlar. Onları sudan çıkaramadığı gibi kendisi de onlarla beraber helâk olur.

Kuvvetli bir kimseye gelince, onun için en iyisi, boğulmak üzere olanları kurtarıp sevaba nail olmaktır.
_______________

7)Müslim
8)İbn Ebî Dünya
9)Müslim, Buhârî
10)Taberânî
11)Taberânî
12)Taberânî, Hâkim
13)Adı Muhammed b. Süveyd b. Gülsüm el-Fahrî´dir. H. 100´den sonra vefat
etmiştir.
14)Tirmizî, İbn Mâce, {zayıf senedlerle)
 
Alt 02-10-2009, 01:30   #109
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Rütbe Sevgisinin Kötülenmesi
İşte âhiret yurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen kimselere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır (Kasas/83)

Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, bozgunculuk yapma ile gururlanmayı bir arada zikretmiş ve bu iki kötü sıfattan arınan kimselere cennetin verileceğini beyan buyurmuştur.

Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada hiç- bir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştu.(Hud/15-16)

Bu ayet-i celîle de umumiyeti bakımından rütbe sevgisini kapsamaktadır. Çünkü o, dünya hayatının en büyük lezzeti ve en muhteşemidir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:

Mal ve rütbe sevgisi, suyun sebzeleri bitirdiği gibi kalpte nifakı bitirirler.15
Bir koyun sürüsüne saldıran iki yırtıcı kurdun tahribatı, fesad bakımından rütbe ve mal sevgisinin müslüman kişinin dininde yapmış olduğu tahribattan daha süratli değildirler.16
Başka bir hadîste, Hz. Aliye hitaben şöyle buyurmuştur:

İnsanların helâk olması ancak heva-i nefse tâbi olma-larından ve övülmeyi sevmelerinden ileri gelir.17

________________
15)Daha önce geçmişti.
16)Daha önce geçmişti.
17)İlim bölümünde geçmişti; (başka bir lâfızla
 
Alt 02-10-2009, 01:31   #110
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Rütbe Düşkünlüğünün Hakikati

Hikaye
Mal ve rütbe, dünyanın iki rüknüdürler. Mal, kendilerinden faydalanılan şeyler demektir. Rütbe, kalpleri elde etmek, yani onların tâzim ve itaat etmesini sağlamak demektir. Nasıl ki zengin bir insan, dirhem ve dinarları elde edendir (maksatlarına para vasıtasıyla varmak için mal edinir) şehvetlerini ve nefsin diğer isteklerini yerine getirmek de böyledir. Böylece rütbe sahibi de insanların kalplerini elde eden kimsedir. Yani o kalplerde tasarruf etmeye muktedir olur. Öyle ki rütbe vasıtasıyla insanları gaye ve hedeflerinde çalıştırabilir. Nasıl ki malları çeşitli sanatlarla elde ediyorsa, halkın kalplerini de çeşitli muamelelerle elde eder. Kalpler ancak mârifet ve inançla müsahhar olurlar. Bu bakımdan kalp kimin kemâl sıfatlarından birine sahip olduğuna inanıyorsa, ona
itaat eder, o inancın kalpteki kuvveti nisbetinde ve kalp sâhibinin nezdindeki o kemâl derecesinin oranında ona tâbi olur. O sıfatın Haddi zatında kemâl derecesine varması şart değildir. Aksine kişinin yanında kemâl derecesinde olması kâfidir. Bazen kişi kemâl olmayan bir sıfatı kemâl olarak telâkki eder. O sıfatla sıfatlanmış kimseye inancının gereği zarurî olarak itaat eder. Çünkü kalbin itaati bir haldir. Kalplerin halleri ise kalplerin iançlarına, ilim ve hayallerine tâbidir. Nasıl ki mal aşığı olan bir kimse, köleler edinmek isterse, rütbe aşığı bir kimse de hür kimseleri köleleştirmek ister. Kalplerini elde etmek suretiyle onların omuzlarına biner. Hatta rütbe sahibinin köle edinmek istediği kimseler, malla alınan kölelerden daha büyük bir kölelik içindedirler; zira mülk sahibi köleyi, bizzat kölenin kendisi için istemediği halde elde eder. Çünkü köle tabiatça kölelikten kaçar. Eğer onu rahat bırakırsa efendisine itaat etmekten kaçınır. Fakat rütbe sahibi, isteyerek kendisine itaat edilmesini ister. Hür insanların, kendisine isteyerek köle olmalarına sevinir. Bu bakımdan rütbe sahibinin isteği, esas köleyi isteyenin isteğinden pek fazladır. O halde, rütbenin mânâsı, insanların kalplerinde taht kurmaktır. Yani kalpleri, kemâl sıfatlarından birinin kendisinde olduğuna inandırmaktır. Bu bakımdan kendisine uyanların, varlığına inandıkları kemâl nisbetinde kalpleri ona itaat eder. Kalplerin itaati nisbetinde kalplere musallat olur! Kalplere musallat olması nisbetinde rütbe sevgisi kabarır.

İşte câh´ın (mertebenin) mânâ ve hakikati budur. Mübalâğalı bir şekilde övmek gibi meyilleri vardır. Çünkü kişinin kemâline inanan bir kimse, inandığını söylemeden edemez. Bu bakımdan ister istemez kâmil bulduğu bir insanı över.

Bu telâkkinin, bir de yardım etmek ve hizmete koşmak gibi meyveleri vardır; zira kişinin kâmil olduğuna inanan bir kimse, inancı nisbetinde onun itaatine nefsini âmâde etmekten çekinmez. Bu bakımdan kul, efendisinin hedeflerinde kullanıldığı gibi, o da isteyerek kâmil bildiğinin hedeflerine koşar. Bir de rütbenin îsar, mücadeleyi terketmek, büyümek, önce selâm vermek suretiyle tâzîm etmek, meclislerde baş köşeyi kendisine vermek ve bütün maksatlarda kendisini öne almak gibi meyveleri vardır. Bu bakımdan bu eserler, kişinin kalbinde, rütbenin yerleşmesinden meydana gelir. Kalpte rütbenin yerleşmesinin mânâsı, kalbin, şahısta bulunan kemâl sıfatlarına inanması demektir. Bu kemâl sıfatları ya ilimle olur veya ibâdet veya güzel ahlâk veya soy sop veya sosyal mevki veya zâhirî güzellik veya bedendeki bir kuvvet veya halk tarafından kâmil sıfat olarak inanılan sıfatlardan biri ile olur. Bu sıfatların kalplerdeki yerleri pek büyüktür. Bu bakımdan bunlar karşıdaki insanın kalbinde rütbenin yerleşmesine vesiledirler, ALLAH en doğrusunu bilir!
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi