![]() |
#181 |
![]() ALLAH´ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu
Recâ, salihlerin makamlarının, talihlerin hallerinin kısımlarmdandır. Vasfa ancak sabit olup ikame edilirse makam ismi verilir. Gelip geçici olana ise hâl ismi verilir. Nitekim sarılığın, altında olduğu gibi kalıcı, korkuda olduğu gibi geçici ve hastalıktaki gibi bu iki kısmın arasında olan kısımlara ayrıldığı gibi, kalbin sıfatları da böyle kısımlara taksim olunur. Kalpte kalıcı olmayana hâl denir. Çünkü devamlı kalmaz. Bu, kalbin bütün sıfatlarında geçerlidir. Bizim şu anda gayemiz recânın hakîkatidir. Recâ da, hâl, ilim ve amelden oluşur. İlim hali meyve veren sebeptir. Hâl ameli gerektirir. Recâ bunların üçüne birden verilen isimdir. İzahı şöyledir: Başından geçen güzel ve çirkin şeyler hal-i hazırda ve geçmişte mevcut ve gelecekte beklenen kısma ayrılır. Bu bakımdan geçmişte mevcut olan kalbine geldiğinde buna zikir ve tezekkür adı verilir. Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilir. Vecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelir. Eğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe ça-larsa buna da intizar ve tevekku adı verilir. Beklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir. Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilir. Öyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer. Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir. ALLAH Teâlâ erbabına dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra ALLAH´tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir. Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir. Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir. Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denir. Bu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadır. O da ALLAH´ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidir. Bu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip ALLAH´tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel so-nucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ´dır. Güzel olan da budur. Bu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için imanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik eder. Eğer iman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur´dur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştır. ALLAH´tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir. Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır.(Meryem/59) Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, ´Biz nasıl olsa bağışlanacağız´ diyorlar.(A´raf/169) ALLAH Teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyametin kopmayacağını ve eğer ALLAH´a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir. Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, ALLAH´tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir. Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin ka-bulü için ALLAH´tan ümit beklemeye lâyıktır. Çünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır. Onlar ki inandılar, hicret ettiler, ALLAH yolunda savaştılar, işte onlar ALLAH´ın rahmetini umarlar.(Bakara/218) Yani onlar ALLAH´ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştir. Çünkü onlardan başkası da ALLAH´ın mağfiretini umarlar. ALLAH Teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, ALLAH´ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdür. İbadetsiz ALLAH´a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektir. Günahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir. Amelsiz mükafat beklemektir. İfrata rağmen ALLAH´tan temennide bulunmaktır. Şair şöyle demiştir: ´Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsun. Muhakkak ki gemi karada yürümez´. Recâ´nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsın. Bu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğurur. Çünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olur. Ümidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlar. Hasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmez. Çünkü recâ´nın zıddı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyar. Bu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz. Ümit övülen bir şeydir. Çünkü teşvik edicidir. Ümitsizlik ise yerilmiştir. Ümidin tam zıddıdır. Çünkü çalışmaktan alıkoyar. Korku ise ümidin zıddı değildir. Aksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdır. Zira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidir. Ümidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi. Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirir. Daima ALLAH´a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir. Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidir. O halde ALLAH´ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâ-line dair delil getirilsin. Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ´nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur. Recâ´nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl´in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle dedi: ´Senden ALLAH´ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim´. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Sen nasıl sabahladın?´ Zeyd ´Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladım. Hayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: İşte bu, ALLAH´ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidir. Eğer ALLAH sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedir. Bu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur. |
|
![]() |
#182 |
![]() İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.
Recâ ile amel, korku ile amelden daha yücedir; zira ALLAH katında kulların en sevimlisi ALLAH´ı en fazla sevendir. Sevgi ise, recâ ile galebe çalar. Bu, biri cezasından korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilir. Bu sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuştur. Özellikle de ölüm vaktinde. Sakın ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olmayın! (Zümer/53) Bu bakımdan ALLAH Teâlâ, ümitsizliği haram kılmıştır. Hz. Yakub´un haberlerinde vârid olmuştur ki ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek "Biliyor musun seninle Yusuf´un arasını niçin ayırdım? Çünkü sen ´Siz gafil olduğunuz bir durumdayken kurdun onu yemesinden korkuyorum´ dedin. Neden kurttan korktun da benden ümidini kestin. Neden Yusuf´un kardeşlerinin gafletini düşündün de benim Yusuf´u koruyacağımı düşünmedin" dedi. Sizden bir kimse ALLAH hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın.1 ALLAH Teâlâ (c.c) (bir hadîs-i kudsî´de) şöyle buyurmaktadır: Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum istediği şeyi zannedebilir.2 Hz. Peygamber (s.a) ölüm sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu: -Kendini nasıl hissediyorsun? -Günahlarımdan korktuğumu, RABBİMin rahmetini umduğumu hissediyorum! - Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir araya gelirse ALLAH o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar.3 Hz. Ali ´Günahlarının çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: ´Ey kişi, senin ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir´. Süfyan es Sevrî şöyle demiştir: Kim bir günah işlerse ve ALLAH´ın o günahı affa kâdir olduğunu bilir ve ALLAH´ın affını dilerse, ALLAH Teâlâ o günahını bağışlar. Çünkü ALLAH Teâlâ bir kavmi kınayarak şöyle buyurmuştur: İşte rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz.(Fussilet/23) Bu (zan) gönüllerinizde süslendirildi, kötü zanda bulundunuz ve helâki hak eden bir kavim oldunuz.(Feth/12) ALLAH Teâlâ kıyamet gününde kuluna der ki: ´Münkeri gördüğün halde onu reddetmekten seni meneden ne idi?´ Eğer ALLAH o kuluna delilim telkin ederse, o kul der ki: ´Yarab, senin affını ümit ettim, halktan korktum (onun için) vazifemi yapmadım´. ALLAH Teâlâ ´Seni affettim´ der.4 Bir kişi halka borç verirdi, zengin borçlulara karşı müsamaha gösterir, fakirin borcundan vazgeçip affederdi. Bu kişi hayatında hiçbir güzel amel işlemediği halde ALLAH´ın huzuruna vardı. ALLAH Teâlâ ona ´Senin yaptığın benden daha fazla kime yakışır?´ dedi ve onu, ALLAH hakkındaki güzel zannından ötürü affetti. Oysa o ibadet yönünden iflas etmişti. ALLAH´ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikar sarfederler Asla ziyan etmeyecek bir ticaret (sevap) umarlar.(Fâtır/29) Hz. Peygamber ´Eğer sizler benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak az güler çok ağlardınız. Tepelere çıkıp göğüslerinizi yumruklar ve rabbinize yalvarırdınız´ deyince Cebrail indi ve şöyle dedi: "Rabbin sana ´Neden kullarımı ümitsizliğe düşürüyorsun?´ diyor". Bunun üzerine Hz, Peygamber halkın huzuruna çıkıp onları ALLAH´ın rahmetine ümitlendirdi ve teşvik etti. ALLAH Hz. Dâvud´a ´Beni sev, beni seveni sev ve beni halkına sevdir´ diye vahiy gönderdiğinde Hz. Dâvud ´Yarab halkıma nasıl sevdireyim?´ diye sordu. ALLAH Teâlâ da şöyle buyurdu: Beni güzellikle zikret, benim nimetlerimi ve ihsanımı zikret, onlara bunu söyle; zira onlar benden ancak güzeli bilirler. Eban b. Ebi Ayyaş rüya âleminde birisine göründü. O ölmeden önce ümit kapılarını açar, çokça zikrederdi. O kişiye dedi ki: ´ALLAH beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ´Ümit kapılarını çokça zikretmeye seni teşvik eden ne idi?´ Dedim ki: ´Seni kullarına sevdirmek istedim´. ALLAH da ´Seni affettim´ dedi. Ölümünden sonra Yahya b, Eksam rüya âleminde göründü. Ona denildi ki: ´ALLAH sana ne gibi bir muamele yaptı?´ Dedi ki: ´ALLAH beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ´Ey fena ihtiyar, sen ne yaptın?´ Beni bir korku tuttu. Sonra dedim ki: ´Yârab, ben seni bu şekilde halkına tanıtmadım´. ALLAH Teâlâ ´Benden nasıl bahsettin?´ dedi. Dedim ki: "Abdürrezzak bana Muhammed´den, o da Zührî´den, o da Enes´den, o da senin peygamberinden, o da Cebrail´den rivayet etti ki sen şöyle demişsin: Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kul istediği şeyi benim hakkımda zannetsin. Ben de senin hakkında bana azap etmeyeceğini zannediyordum". Bunun akabinde ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: Cebrail doğru söylemiş, peygamberim doğru söylemiş, Zührî doğru söylemiş, Muhammed doğru söylemiş, Abdürrezzak doğru söylemiş ve sen de doğru söylüyorsun. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ tarafından bana cennet hulleleri giydirildi. Cennet vildanları önümde ta cennete kadar yürüdüler. Ben dedim ki: ´(Ey kavim!) Bu ne büyük bir sevinç, ne büyük mutluluktur´. İsrailoğulları´ndan biri halkı ümitsiz eder, onlara fazlasıyla şiddet gösterirdi. ALLAH Teâlâ kıyamet gününde ona şöyle dedi: ´Bugün seni, dünyada kullarımı rahmetimden ümitsiz bıraktığın gibi rahmetimden ümitsiz kılacağım´.5 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir kişi cehenneme girer, orada bin sene durup ya Hannân, ya Mennân diye bağırır.ALLAH Teâlâ Cebrail´e der ki: ´Git bana kulumu getir´. Kul getirilir, ALLAH´ın huzurunda durdurulur. ALLAH Teâlâ kula, ´Yerini nasıl buldun?´ diye sorar. Kul da ´Çok kötü bir yer olarak buldum´ der. ALLAH Teâlâ ´Bu kulu geriye götürün´ emrini verir. Kul hem yürür, hem de dönüp arkasına bakar. ALLAH Teâlâ ´Sen niye dönüp bakıyorsun?´ deyince, kul ´Beni oradan çıkardıktan sonra bir daha oraya geri göndermeyeceğini ümit etmiştim´ der. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: ´Onu cennete götürün´.6 Bu hadîs o kulun ümidinin, onun kurtuluşunun sebebi olduğuna delâlet eder. ALLAH Teâlâ´dan lütfü ve keremi ile hüsn-ü tevfîkini dileriz! 1) Müslim 2) İbn Hibbaıı 3) Tirmizî 4) Müslim 5) Beyhâkî 6) Eeyhâkî |
|
![]() |
#183 |
![]() İdrâkin Sebeplerinin Yaratılmasındaki İlâhî Nimetler
İki sınıf insan, ümit ile tedaviye muhtaçtır. Bunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete dalan kişidir. Bunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride kaymışlardır. Bunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları vardır. Mağrur olan, ibâdetten yüz çevirmesine rağmen ALLAH´tan birçok şey temenni eden ve günahlara dalan âsi için ümidin ilâçları helâk edici zehir olur. O ilâçlar soğukluğun kendisine geldiği bir kimse için şifa olan balın yerine geçer. Oysa o bal hararete mağlup olan bir kimse için öldürücü zehirdir. Mağrur için sadece korkuyu gerektiren ilaçlar kullanılır. İşte bunun için halk vaizinin lütufkâr olması, illetlere bakması, illeti arttıran ilâçla zıddını tedavi etmesi gerekir; zira maksat sıfatlar ve ahlâkların tamamında adalet ve itidâldir. İşlerin hayırlısı itidâlli olandır. Ne zaman itidâlden kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekir. İtidâlden daha fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidir. Bu zaman öyle bir zamandır ki o zamanda halka ümit vermek uygun değildir. Korkutmakta mübalağa etmek de onları hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir. Fakat ümit vermek onları tamamen helâk eder. Fakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol bol ümit vermeye meylettiler. Öyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta alabildiğine tuğyana dalanlar arttı. Nitekim Hz. Ali ´Âlim ancak o kimsedir ki halkı ALLAH´ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi azabından da emin kılmaz´ demiştir. Biz Kitab´a ve Sünnete uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla kor-kuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için recâ ve ümit´in sebeplerini zikredeceğiz. Kitap ve Sünnet ümit ve korkuyu kapsamaktadır. Çünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini toplamıştır. Amaç, peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin ihtiyaca göre halkı bunlarla tedavi etmeleridir. Fakat reçeteyi verirken her ilacın her hastalığa şifa olduğunu sanan ahmaklar gibi değil, uzman doktor gibi olmalıdır. Recâ hali iki şeyle mûtedil olur: Onlardan biri ibret almak, ikincisi ise ayet, hadîs ve eserleri araştırmaktır. İbret almak, Şükür bölümünde nimet sınıfları hakkında zikrettiklerimizin tümünü düşünmek demektir. O zaman, ALLAH´ın kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinir. Dünyada insan varlığının devamında zarurî olan her şeyi; gıda aletleri, muhtaç olduğu parmak ve tırnaklar, zîneti için kaşların kavisli olması, göz renklerinin değişikliği, dudakların kırmızılığı ve yok olması ile bir gayenin değil, ancak güzellik meziyetinin ortadan kalkacağı başka şeyleri bilir. Dolayısıyla insan ilâhî inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini anlar. İlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştır. Hatta halkın çoğu kendisine ´Ölümden sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!´ denilse bile yine de ölümü hoş görmez. Bu bakımdan onların yokluğu hor görmeleri, nimetin sebeplerinin daha çok olmasından ileri gelir. Ölümü temenni eden pek azdır. Sonra o temenni eden de ancak zor durumda kaldığında ölümü temenni eder. Madem halkın çoğunun dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettir. Öyle ise ALLAH´ın sünnetinin değiştiğini görmezsin. Bu bakımdan ahiret işi de böyle olur. Çünkü dünya ve ahireti tedvir eden Bir´dir. O gafur, rahîm ve kulları için latîfdir. Onlara merhamet edicidir. Bu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile recâ´nın sebepleri kuvvet bulur. Şeriatın hikmetine, dünya maslahatları hakkındaki teşriine ve onunla kullara rahmet etmesinin yönüne bakmak da ibrettir. Hatta Âriflerden biri Bakara sûresindeki müdâyene (borçlanma) ayetini ümit sebeplerinin en kuvvetlisi olarak görürdü. Kendisine denildi ki: ´Bu ayette ümidin nesi var?´ Cevap olarak dedi ki: ´Dünyanın tamamı azdır, insanoğlunun dünyadaki rızkı azdır. Borç ise rızıktan daha az birşeydir. ALLAH Teâlâ´nın borç hakkında en uzun ayetini indirip bununla kulunu dininin korunmasındaki itiyad yoluna nasıl irşad ettiğine dikkat et!´ O. halde ALLAH Teâlâ (dünya ve ahiretinde) kulun hiçbir karşılığı kendisinden olmayan dinini nasıl korumaz. İkincisi, ayetleri ve hadîsleri tedkik etmektir. Bu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar sayılmayacak kadar çoktur. Ayetler De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. ALLAH´ın rahmetinden ümidi kesmeyin. ALLAH bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûr ve rahim´dir.(Zümer/53) Hz. Peygamber bu ayeti okuduğunda ´O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir´7 demiştir. Melekler rablerini hamd ile tesbih ederler; yeryüzünde bulunanlar için de mağfiret dilerler.(Şûrâ/5) ALLAH Teâlâ ateşi düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber vermiştir. O kâfirlerin üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var. İşte ALLAH kullarını bundan korkutuyor.(Zümer/16) Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının!(Âlu İmran/131) Ben sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak bedbaht kimse girer. O ki yalanladı ve döndü.(Leyl/14-15-16) Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra´d/6) Hz. Peygamber´in (s.a) ümmeti hakkında ALLAH´tan (rahmet) istediği ve ona ´Sen hâlâ razı olmuyor musun, senin üzerine şu ayet inmiştir´ dendiği söylenmiştir. Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra´d/6). Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5) Bu ayetin tefsiri sadedinde ´Ümmetinden bir tek kişi cehennemde oldukça Muhammed razı olmaz´ denilmiştir. Ebu Cafer Muhammed b. Ali derdi ki: Siz (Irak halkı) diyorsunuz ki ALLAH´ın kitabında en ümit verici ayet şu ayettir: De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü ALLAH bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır), rahimdir (çok merhametlidir). Oysa biz ehl-i beyt deriz ki Kur´an´da en ümit verici ayet, şu ayettir: Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5) Hadîsler Ebu Musa, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet etmektedir: Benim ümmetime rahmet edilmiştir. Ahirette ümmetime azap yoktur, ALLAH Teâlâ ümmetimin azabını dünyâda zelzelelerle ve fitnelerle vermiştir. Kıyamet günü olduğu zaman ümmetimin her birine kitab ehlinden biri teslim edilir ve denir ki ´Bu kişi senin ateşten azat edilmen için sana fedadır´.8 Bu ümmetin her biri bir yahudi veya hristiyanı cehenneme götürür ve der ki: ´Bu benim ateşten azat edilmemin karşılığıdır´. O getirilen hristiyan veya yahudi ateşe atılır.9 Sıtma, cehennemin nefesindendir. Bu bakımdan sıtma mü´minin ateşten olan nasibidir.10 ALLAH´ın peygamberleri ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde..(Tahrim/8) Bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Senin ümmetinin hesabını sana havale ederim´. Peygamber ´Hayır yarabbi, bana havale etme. (Çünkü) sen benden onlara daha şefkatli ve merhametlisin´ dedi. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurdu: ´Madem durum budur, seni onlar hususunda utandırmayacağız´.11 Enes´ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, ümmetinin günahları hakkında ALLAH Teâlâ´dan af dileğinde şöyle demiştir: Ey RABBİM! Onların hesaplarını bana tevdî et ki benden başkası onların kusurlarına muttali olmasın! Bunun üzerine ALLAH Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: Onlar senin ümmetindir, (Fakat) benim kullarımdır. Onlar için senden daha merhametliyim. Onların hesabını başkasına vermem ki ne sen, ne de başkası onların günahlarına muttali olmayasınız.12 Benim hayatım sizin için hayırlıdır. Ölümüm (de) sizin için hayırlıdır. Hayatıma gelince, ben sizlere ilâhî emir ve prensipleri getirip tebliğ ediyorum. Ölümüme gelince, sizin amelleriniz bana arzolunacaktır. Onların içinde bir iyilik görürsem ondan dolayı ALLAH´a hamdederim.. O ameller içerisinde bir kötülük görürsem, sizler için ALLAH´tan af talep ederim.13 Hz. Peygamber ´Ya Kerîm´ul-Afiv (ey kerem sahibi affedici!)´ diye ALLAH´ı çağırınca, Cebrail ´Sen Kerîm´ul-Afiv´in tefsirini biliyor musun? Eğer O rahmetiyle günahları affederse, keremiyle onların yerine sevapları yerleştirir´dedi.14 Hz. Peygamber bir kişinin şöyle dediğini duydu: ´Ey ALLAHım! Ben senden nimetinin tamamını isterim´. Hz. Peygamber ona ´Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?´ dedi. O Hayır!´ dedi. Hz. Peygamber ´O, cennete girmek demektir´ buyurdu.15 Âlimler dediler ki: ALLAH Teâlâ, bize islâm dinin seçmek sûretiyle nimetini tamamlamış bulunuyor; zira ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm´ı seçtim.(Maide/3) Kul bir günah işleyip ALLAH´tan af talep ettiğinde, ALLAH Teâlâ meleklerine şöyle der: ´Kuluma bakınız! Bir günah işledi ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu hatırladı. Ben sizi şahid tutarım ki onu affettim.16 Eğer kul, günahları göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o günahlarını affederim.17 Eğer kulum yeryüzü dolusu günah ile benim huzuruma gelse, ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım.18 Kul günah işlediği zaman melek altı saat yazmaz. Eğer kul tevbe edip af talebinde bulunursa, o günahı onun defterine hiç yazmaz. Eğer tevbe etmezse tek bir günah olarak defterine yazar.19 Melek, günahı kulun defterine yazdığı zaman, kul bir amel işlerse, sağ taraftaki melek sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona der ki: ´Onun işlemiş olduğu bu günahı at ki ben de onun hasenelerinin on katından birini atayım ve dokuz hasenesini de onun için yazayım´. Böylece o günah kulun defterinden atılmış olur. Enes´in rivayet ettiği bir hadiste ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kul bir günah işlediği zaman defterine yazılır. Bunun üzerine bir bedevî şöyle sordu: - O günahtan tevbe ederse yine de mi yazılır? - O zaman defterinden o günah silinir! - Eğer tekrar o günahı işlerse... - Defterine yazılır! - Eğer tevbe ederse... - Defterinden silinir! - Bu ne zamana kadar böyle devam eder? -Kul, af talep edip ALLAH´a tevbe edinceye kadar devam eder. Çünkü kul affı talep etmekten usanmadıkça ALLAH affetmekten usanmaz. Kul bir sevabı işlemek isterse, sağ taraftaki melek, o daha sevap işlemeden önce onun niyetini sevap olarak kaydeder. Eğer sevabı işlerse, on sevap olarak kaydolunur. ALLAH Teâlâ onu yediyüz kata kadar çıkarır. Kul bir gü- nah işlemeyi kasdettiği zaman defterine yazılmaz. Onu işlediği zaman bir tek günah olarak yazılır. Fakat o günahın arkasında ALLAH Teâlâ´nın güzel affı vardır.20 Bir kişi Hz. Peygamber´in huzuruna gelerek şöyle dedi: Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben sadece ramazan orucunu tutuyorum. Ondan fazlasını tutmam. Beş vakit namazdan fazla namaz kılmam. Malımda ALLAH´ın sadaka ve haccı yoktur. Öldüğüm zaman ben nerede olurum? Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurmuştur: Evet! Benimle beraber olursun, eğer kalbini hile ve hasedden; dilini gıybet ve yalandan; gözünü ALLAH´ın haram kıldığına bakmak ve o gözlerle bir müslümanı hafife almaktan korursan, benim beraberimde cennete girersin.21 Enes´in rivayet ettiği uzun bir hadiste vârid olduğuna göre, bir bedevî şöyle dedi: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! Mahlukâtın hesabını kim görecek? - ALLAH Teâlâ görecektir! - Bizzat ALLAH mı görecektir? - Evet! Bunun üzerine bedevî tebessüm etti. Hz. Peygamber bedeviye şöyle sordu: - Ey bedevî! Neden güldün! - Kerîm, kudreti yettiği zaman affeder.Hesaba başladığı zaman müsamaha gösteri kolaylaştırır. Bu söze binaen, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bedevî doğru söyledi! İyi bilin ki ALLAH´tan daha kerîm olan biri yoktur. ALLAH Teâlâ kerîmlerin en kerîmidir. Bunu söyledikten sonra ´Bedevî bunu anladı´ dedi.22 ALLAH Teâlâ, Kâbe´yi şereflendirdi ve yüceltti. Eğer bir kul onu taş taş yıksa, sonra yaksa, o kimsenin günahı ALLAH´ın velî kullarından biriyle istihfaf edenin günahına yetişmez. Bedevî dedi ki: ´ALLAH´ın velî kulları da kimlerdir?´ Hz. Peygamber ´Mü´minlerin tümü ALLAH´ın velî kullarıdır. Ey bedevî! Sen ALLAH Teâlâ´nın şu ayetini işitmedin mi?´ dedi. ALLAH iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.(Bakara/257) Bazı hadîslerde şöyle vârid olmuştur: Mü´min kişi Kâbe´den daha üstündür.23 Mü´min temiz ve tahirdir.24 Mü´min ALLAH katında meleklerden daha kıymetlidir.25 ALLAH Teâlâ, cehennemi, rahmetinin faziletinden bir kamçı olarak yarattı. Onunla kullarını cennete sevkeder.26 ALLAH Teâlâ bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurmaktadır: insanları benden kâr etsinler diye yarattım. Onların sırtından kâr edeyim diye yaratmadım,27 Ebu Said el-Hudrî´nin rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH´ın yarattığı hiçbir şey yoktur ki ona galip gelecek birşey yaratmış olmasın. Rahmetini de öfkesine galip gelecek şekilde yaratmıştır.28 ALLAH Teâlâ, halkı yaratmadan önce ´rahmetim öfkemi geçmiştir´ diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır.29 Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik´ten şöyle rivayet ediliyor: Kim ´Lâ ilâhe illâllah´ derse cennete girer.30 Kimin konuşmasının sonu ´lâ ilâhe illâllah´ ise ateş onu yakmaz.31 Kim ALLAH´a hiçbir şeyi ortak koşmadığı halde ALLAH´ın hu-zuruna varırsa, ateş ona haram olur.32 Kalbinde zerre kadar imanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez.33 Eğer kâfir ALLAH´ın rahmetinin genişliğini bilseydi, ALLAH´ın cennetinden ümitsiz olmazdı.34 Çünkü saatin (kıyametin) sarsıntısı gerçekten korkunç bir şeydir.(Hacc/l) Hz. Peygamber bu ayeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur: Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu o gündür ki Adem´e ´Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek grubu gönder!´ denir. Adem ´Onlar ne kadardır?´ diye sorunca, Adem´e ´Her bin kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir´ denir. Bu söz üzerine, Hz. Peygamber´i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılar. Bütün gün meşgul olup amel etmez oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber yanlarına çıkıp ´Neden amel etmiyorsunuz?´ dedi. Dediler ki: ´Bunu bize söyledikten sonra kim amelle meşgul olur?´ Hz. Peygamber şöyle dedi:Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye´cüc ve Me´cüc nerededirler? Bunlar ALLAH´tan başka sayıları bilinmeyecek ümmetlerdir. Siz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibisiniz. Yürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz.35 Hz. Peygamberin halkı nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle ALLAH´a doğru sevkettiğine dikkat et! Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal hududların dışına çıkarıp ye´se düşürdüğü zaman, Hz. Peygamber onları ümit ilâcıyla tedavi etti. Onları itidale çevirdi. Bu sonuncusu, birincisine zıd değildir. Fakat Hz. Peygamber birincisinde ´Şifaya sebep olacağını´ gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindi. Onlar ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söyledi. Bu bakımdan vâizin yapması gereken vazife, vâizlerin efendisine uymaktır. Öyleyse vâiz, korku ve ümit hakkında vârid olan hadîsleri kullanırken kalp hastalıklarını tesbit ettikten sonra ihtiyaca göre hassas davranmalıdır. Eğer vâiz buna riayet etmezse, ifsad ettiği ıslah ettiğinden fazla olur! Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, ALLAH, affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı.30 Sizi götürüp, affetmek için yerinize başka bir halk getirirdi. Muhakkak ki ALLAH çokça affeden ve çokça merhamet edendir. Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, günahtan daha şerli bir şeyin başınıza gelmesinden korkardım! Denildi ki: ´O nedir?´ Şöyle cevap verdi: ´Ucub (nefsini beğenmek) tir´.37 Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun! Mü´min kulu hakkında ALLAH, şefkatli annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir.38 ALLAH (c.c) kıyamet gününde öyle bir af ilan eder ki o af, hiç kimsenin kalbine bir an bile gelmiş değildir. Hatta İblis bile, kendisine isabet eder ümidiyle o affa uzanır. 39 ALLAH´ın yüz rahmeti vardır. Onlardan doksan dokuzunu bekletmiştir. O yüz rahmetten bir tanesini, dünyada göstermiştir. Halk birbirine o rahmetle rahmeder. Bu nedenle ana evladına şefkat gösterir. Kıyamet günü geldiği zaman, bu rahmetini de o doksan dokuz rahmete ekler, sonra hepsini bütün halkın üzerine yayar. O rahmetin her biri, gökler ve yer dolusu kadardır. Râvi dedi ki: ´O halde, o günde, ALLAH´ın katında ancak helâk olmuş bir kimse helâk olur!´40 Sizden hiçbir kimse yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın. - Sen de mi? - Ben de! Ancak ALLAH´ın rahmeti beni örtmüştür.41 Amel edin! Müjde verin. Bilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz.42 Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenlere sakladım. Siz o şefaatin, muttaki ve itaatkar kimseler için olduğunu mu sanıyorsunuz? Aksine o şefaat, mülevves olmuş günahkâr kimseler içindir.43 Ben kolay, geniş ve bâtıldan hakka yönelmiş bir dinle gönderildim.44 İki kitabın (İncil ve Tevrat) ehlinin bizim dinimizde semahat (genişlik) olduğunu bilmelerini istiyorum.45 Bu hadîsin mânâsına, ALLAH Teâlâ´nın mü´min kullarının şu dileklerini kabul etmesi delâlet eder: RABBİMiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!(Bakara/286) Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.(A´raf/157) Muhammed b. Hanefiyye46 Hz. Ali´den (r.a) şöyle rivayet eder: ´Veya güzel muamelede bulun!´ (Hicr/85) ayeti nazil olduğu za-man, Hz. Peygamber, Cebrail´e şöyle sordu: - Ey Cebrail! Ayette bahsi geçen safh-ı cemil (güzel muamele) ne demektir? - Sana zulmedeni affettiğin zaman onu kınama! - Ey Cebrail! ALLAH Teâlâ affettiği kulunu kınamaktan yücedir. Bunun üzerine Cebrail de, Hz. Peygamber da ağladılar. ALLAH onların ikisine Mîkâil´i gönderdi. Mikâil dedi ki: Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: ´Affettiğim kimseyi nasıl kınarım? Bu benim keremime yakışmayan birşeydir´.47 Recâ´nın sebepleri hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur. 7) Tirmizî 8) Ebu Dâvud 9) Müslim, (Ebu Musa´dan) 10) İmam Ahmed . 11) İbn Ebî Dünya 12) Irâkî hadisin aslına rastlamadığını söylemiştir. 13) Bezzar 14) Irâkî bu konuşmanın Hz. Peygamber ile değil, Hz. İbrahim ile Cebrail arasında geçtiğinin rivayet edildiğini gördüğünü söylemiştir. 15) Daha önce geçmişti. 16) Müslim, Buhârî 17) Tirmizî 18) Müslim 19) Beyhâkî, Şuab 20) Beyhâkî 21) Daha önce geçmişti. 22) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 23) İbn Mâce 24) Müslim, Buhârî 25) İbn Mâce 26) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir. 27) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 28)İbnHibban 29) Müslim, Buhârî 30) Taberânî 31) Ebu Dâvud, Hâkim 32) İmam Ahmed 33) İmam Ahmed 34) Müslim, Buhârî 35) Tirmizî, (İmran b. Hüseyin´den) 36) Müslim 37) Bezzar, İbn Hibban 38) Müslim, Buhârî 39) İbn Ebî Dünya 40) İbn Ebî Dünya 41) Müslim, Buhârî 42) Müslim, Buhârî 43) Daha önce geçmişti. 44) İmam Ahmed 45) Ebu Ubeyde, İmam Ahmed |
|
![]() |
#184 |
![]() ALLAH Teâlâ´nın İnsanda Yarattığı Hareket Vasıtaları ve Kudret Nimeti
Korku, dinen övülmüş bir sıfattır. Çoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir! Oysa bu zan yanlıştır. Korku ALLAH´ın kamçısıdır. Onunla kul-larını, ilim ve amele devam etmeye sevkeder ki ilim ve amelle ALLAH´a yakınlık rütbesine varsınlar. Hayvan için en uygunu kamçıdan boşalmamasıdır. Çocuk için de böyledir. Fakat bu fazla dövmenin, dinen övülen bir haslet olduğuna delalet etmez. Korkunun da azı, çoğu ve normali vardır. Dinen övülen korku, normal olan korkudur. Korkunun az olanı, kadınların inceliğinin yerine geçen korkudur. Kadın bir ayeti dinlemekle rikkate gelir. Bu ise ağlamayı gerektirir. Şiddetli bir şeyi görme durumunda da durum böyledir. O sebep gözden uzaklaşınca kalp, eski gafletine döner! İşte bu, hayvana küçük bir çubukla vurmak gibidir. Bu vurma gereği gibi acıtmadığı için hayvanı hedefe doğru sürmez ve terbiyesine yeterli olmaz. Bütün insanların korkusu da böyledir. Ancak ârif ve âlimler hariçtir. Âlimlerden gayem âlimlerin kisvesine bürünmüş, haksız olarak onların ismini almış kimseler değildir. Çünkü böyle kimseler, herkesten daha fazla ALLAH´ın korkusundan uzaktırlar! Âlimlerden maksadım; ALLAH´ı, ALLAH´ın alâmetlerini ve fiillerini bilen âlimlerdir. Böyle bir âlimin ise, şu zamanda varlığı pek nadirdir. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: "Sana ´ALLAH´tan korkar mısın?´ denildiği zaman sus! Çünkü eğer ´Hayır! Korkmam´ dersen kâfir olursun. ´Evet! Korkuyorum´ dersen, yalan söylemiş olursun!". Kendisi bu sözüyle azalan günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştir. Azalarda müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydir. Ona korku demeye değmez. Müfrit korku şiddetlenir, normalin hududunu geçer. Hatta ümitsizliğe kadar varır. Bu şekildeki korku da kötüdür. Çünkü bu durum, insanı amelden meneder. Korku da bazen insanı hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürür. Bu bakımdan korkudan gaye; kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdır. O da amele zorlamaktır. Eğer bu olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdı. Çünkü korku, hadd-i zâtında eksikliktir; zira onun kaynağı cehalet ve acizliktir. Cehâlet ise, kişinin durumunun sonucunu bilmemesidir. Eğer bilseydi korkmazdı. Çünkü insanı korkutan, hakkında tereddüd edilen şeydir. Acizliğe gelince, o kişinin defetmesine kadir olmadığı mah-zurlu bir şeye maruz kalmasıdır. Öyleyse korku, ademoğlunun ek-sikliğine nisbeten, dînen övülen bir sıfattır. Haddizâtında övülen şey, ilim ve kudrettir. ALLAH´ın vasıflandırılmasının caiz olduğu herşey, dinen övülen şeydir. ALLAH´ın kendisiyle vasıflandırılması caiz olmayan şey ise esasında kemal değildir. Ancak ondan daha büyük olan bir eksikliğe nisbeten o dinen övülür. Nitekim ilacın elemine tahammül etmenin, ölüm ve hastalık eleminden daha kolay olduğu gibi... Bu bakımdan insanı ümitsizliğe sürükleyen herşey kötüdür. Korku da bazen hastalığa ve beden zâfiyetine götürür. Bazen de aklî muvazeneyi bozmaya, dehşete kapılmaya sürükler! Bazen de ölüme götürür! Bütün bu çeşitleri kötüdür. Bu tür korku, çocuğun ölümüne sebebiyet veren vurmak, hayvanı helâk eden hasta düşüren veya âzalarından birini kıran kamçılama gibidir! Hz. Peygamber (s.a) recânın sebeplerini ifrat derecesindeki ümitsizliğe veya bu söylediğimiz tehlikelerden birine götüren korku sadmesini tedavi etmek için çokça beyan etmiştir. Bir iş için kastolunan herşeyin ancak meşru hedefe götüren kadarı dinen övülür. Hedefe götürmeyen veya hedefin ötesine taşan ise mezmumdur. Korkunun faydası kıskanmak, takva, mücahede, ibâdet, düşünce, zikir ve ALLAH´a vardıran diğer sebeplerdir. Bütün bu sebepler aklın selâmeti ve bedenin sıhhatiyle beraber hayatın devamını sağlar. Bu bakımdan bu sebepleri bozan her şey dinen çirkindir. Soru: Kim (ALLAH´tan) korkup korkusundan dolayı da ölürse, o şehid gibi faziletlidir. Madem durum böyledir, onun hali dinen nasıl çirkin olabilir? Cevap: Onun şehidin faziletinde olmasının mânâsı korkudan öldüğünden ötürü bir mertebesinin olmasıdır. Eğer korku değil de başka bir sebeple ölmüş olsaydı o mertebeye varamazdı. O mertebeye nisbeten bu şekil ölüm, onun için fazilet olur. ALLAH´a ibâdet ve yolundaki ömrünün uzunluğu açısından bakıldığı zaman, bu şekilde ölüm fazilet değildir. Çünkü düşünce, mücahede ve her an mârifetin derecelerinde terakki etmek yoluyla ALLAH´a giden sâlik için bir veya birkaç şehidin mertebesi vardır! Eğer bu olmasaydı öldürülen çocuğun veya yırtıcı hayvan tarafından parçalanan delinin mertebesi, bir peygamberin veya normal eceliyle ölen bir velînin mertebesinden daha üstün olurdu. Oysa bu muhaldir. Bu bakımdan böyle sanmak uygun değildir. Saadetlerin en üstünü, ALLAH´a itaat ederek uzun yaşamaktır. Bu bakımdan ömrünü veya aklını veya ömrün tâtilini gerektiren, sıhhatini iptal eden herşey, insan için zarar ve eksikliktir. Tabiî ki bu da birtakım şeylere nisbeten böyledir. Her ne kadar bu kısımlardan bazısı başka şeylere nisbeten fazilet ise de... Nitekim şehâdet mertebesi, altındaki mertebeye nisbeten bir fazilettir. Fakat muttakîler ve sıddîkların derecesine izafeten değildir. Madem durum budur öyle ise korku, eğer insanın amelinde müsbet bir tesir meydana getirmezse, onun varlığı ile yokluğu birdir. Hayvanın hareket etmesini sağlamayan kamçı gibidir. Eğer tesir ederse, eserinin belirmesi nisbetinde birçok dereceleri vardır. Eğer insanı iffetten başka bir şeye zorlamazsa ki o şehvetlerin is-teklerinden menolunmaktır onun bir derecesi vardır. Eğer tak-vayı meyve olarak verirse, o yüce bir derece olur. (Fakat) onun en yüce derecesi sıddîkların derecelerini elde ettirmesidir. Bu da zâhiri ve bâtını (iç âlemi) ALLAH´tan başka her şeyden selbetmektir; yani ALLAH´tan başka şeylere kalbinde yer bırakmamaktır. İşte bu derece, korkunun en fazla övülen derecesidir. Bu sıhhat ve aklın bekasıyla beraber övülen derecedir. Eğer bu aklın ve sıhhatin gitmesine sirayet ederse hastalık olur. Eğer gücü yetiyorsa, bu hastalığı tedavi etmek şahsın üzerine farz olur. Eğer dinen övülen bir kısım olsaydı, ümit ve başka şeyin sebepleriyle ortadan kalksın diye tedavi edilmesi gerekmezdi. Sehl et-Tüsterî birkaç gün açlığa tahammül eden müridlere derdi ki: ´Aklınızı (gıdalanmak sûretiyle) koruyun; zira ALLAH´ın eksik akıllı bir velîsi yoktur!´ |
|
![]() |
#185 |
![]() Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında
Havf korku kalbin yanmasından ibarettir. Bu yanma gelecekte beklenilen istenilmeyen bir hâdisenin vukûu sebebiyle meydana gelir. Bu durum, recânın hakikati izah edilirken anlaşılmıştır! Kim ALLAH´a yakın olursa, hak onun kalbini kapsar, zamanının efendisi olur ve daimî bir şekilde Hakk´ın cemâlini müşâhede eder, onun istikbâle iltifatı kalmaz. Öyleyse onun ne korkusu, ne de ümidi vardır. Onun hali korku ve ümitten daha yücedir. Çünkü korku ve recâ, nefsi saldırganlığından meneden iki gemdirler. Vâsıtî51 buna işaret ederek şöyle demiştir: ´Korku, ALLAH ile kul arasında bir perdedir!´ Yine şöyle demiştir: ´Hakîkat sırlarda belirdiğinde, orada korku ve reca´nın bir fazileti kalmaz´. Muhib (aşık) kalbini ayrılına korkusu ve mahbûbun müşâhedesiyle meşgul ettiği zaman, onun bu hareketi, şuhûdunda bir eksiklik olur. Ancak şuhûdun devamı makamâtın gayesidir. Fakat biz şu anda makamların başlangıçlarından konuşuyoruz. Korkunun hali de ilim, hâl ve amerden tanzim edilir. İlim, mekruha götüren sebebi bilmek demektir. Bu da meselâ bir padişaha karşı suç işlemiş, sonra o padişahın eline düşmüş ve öldürülmekten korkan bir kimse gibidir. Bu kimse aynı zamanda affedilmeyi ve kurtulmayı da mümkün görür. Fakat öldürülmesini gerektiren sebepleri kuvvetli gördüğünden dolayı kalbi korkudan müteellim olur, O da padişaha karşı işlemiş olduğu suçun çirkinliği, padişahın da kindar, öfkeli ve intikam alıcı olmasıdır. Padişahı intikam almaya teşvik eden sebeplerin çok olması ve lehinde şefâat talep edenden mahrum bulunmasıdır. Bu insan, hervesileden yoksun, padişahın katında suçunu affettirecek her iyilikten mahrumdur. Bu sebeplerin birinin diğerini takviye ettiğini bilmek, çok korkmasının ve kalbinin şiddetle müteellim olmasının sebebidir. Bu sebeplerin azlığı nisbetinde korkusu azalır. Bazen de insanın daha önce işlemiş olduğu bir suç yokken korku hâsıl olur. Bu korku, insanın sıfatından neşet eder. Tıpkı yırtıcı hayvanın pençesine düşen kimse gibi... Bu kimse, yırtıcı hayvanın sıfatından dolayı o hayvandan korkar. Onu korkutan sıfat, yırtıcı hayvanın çoğu kez elde ettiğini paramparça etmek hırsıdır. Her ne kadar bu parçalama yırtıcı hayvanın ihtiyar ve isteğine bağlı ise de... Korku bazen de kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Selin akıntısına kapılan veya yangının yakınında bulunan bir kimsenin korkusu gibi... Sudan korkulur. Çünkü apar topar götürmek ve boğmak suyun tabiatıdır. Ateşin tabiatında ise yakmak vardır, Bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, ALLAH´tan korkmanın ta kendisidir, Bu korku bazen ALLAH´ı, sıfatlarını, bütün âlemi helâk etse perva etmez ve kendisini alıkoyan hiçbir mâni de bulunmaz, hakikatini bilmekten, bazen günahları işlemek sûretiyle kulun çokça işlemiş olduğu suçtan ve bazen bu iki sebebin birleşmesinden olur. Nefsinin ayıplarını bilmesi ve ALLAH´ın celâlini, zenginliğini, yaptığından sorumlu olmadığını, insanların ise sorumlu olması hasebiyle korkusu bazen şiddetli olur. Bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Ben sizin içinizde ALLAH´tan en fazla korkanınızım. 52 ALLAH´tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkarlar.(Fâtır/28) Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılır. Bedendeki etkileri zayıflama, sararma, baygınlıklar geçirme, garip sesler çıkarma ve ağlama şeklinde açığa çıkar. BAzen bundan ötürü insanın safra kesesi parçalanır ve ölümüne sebep olur veya bu yangın dimağına yükselip aklını bozar veya onu ümitsizliğe düşürür. Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir´. Hakîm Ebu Kasım53 ´Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçar. ALLAH´tan korkan da ALLAH´a kaçıp sığınır´ demiştir. Zünnûn-i Mısrî´ye şöyle denildi: - Kul ne zaman ALLAH´tan korkmuş olur? - Kendini, hastalığın uzamasından korkarak koruyan hastanın yerine koyduğu zaman ALLAH´tan korkmuş olur. Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi... Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamaz. Onun murakabe, muhasebe, mücahede, nefeslerini fuzulî sarfetmekten çekinmeye, nefsini kötü düşünceler, adımlar ve kelimelerden ötürü muâheze etmeye başlar. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi. Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, ALLAH´ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir. Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâla takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler. Bu durura da takvada doğruluktur. Buna, hizmete hazırlanmak da eklendiği zaman, içinde oturmayacağı evi inşa etmez ve yemiyeceğini toplamaz. Kendisinden ayrılacağını bildiği dünyaya iltifat etmez. ALLAH´tan başka şeylere tek bir nefes dahi sarfetmez bir hale gelir. Bu ise doğruluğun ta kendisidir. Bunun sahibine sıddîk demek uygundur. Takva doğruluğa; verâ da takvaya, iffet de verâya dahil olur. Çünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden kaçınmaktan ibarettir. Madem durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak sûretiyle azalara tesir eder. Men olmak sebebiyle ona iffet ismi verilir. İffet şehvetin isteğinden geri durmak demektir. Bundan daha yücesi verâ dır. Çünkü o daha geneldir; zira verâ, her mahzurlu şeylerden uzak durmak demektir. Takva ise verâ´dan daha üstündür. Çünkü o hem mahzurludan, hem de şüpheliden uzak durmaya verilen isimdir. Onun peşinden sıddîk ve mukarreb ismi gelir. Son rütbenin, kendisinden önceki rütbeye nisbeti, özelin genele olan nisbeti gibidir. Bu bakımdan özeli zikrettiğin zaman, tümünü zikretmiş olursun. Nitekim şöyle dersin: İnsan ya Arap veya Acem aslından gelir! Arap aslından gelen ya Kureyş veya başka soydandır. Kureyş soyundan gelen de ya Hâşim kabilesinden veya başka kabiledendir. Hâşim kabilesinden gelen de ya Alevî (Hz. Ali´nin soyundan) veya başka soydan gelir. Alevî ise, ya Hasenî veya Hüseynîdir. Meselâ onun Hasenî olduğunu zikrettiğin zaman, onu bütün bu sıfatlarla nitelendirmiş olursun. Onu Alevîlikle vasıflandırdığında Hasenîliğin üstünde olan ve Hasenîlikten daha genel olan bir sıfatla onu sıfatlandırmış olursun. Böylece sıddîk dediğin zaman şunu demiş oluyorsun: ´O, müttakî, veri´ ve afiftir!´ Bu isimlerin çokluğundan birinin diğerine zıd birçok mânâya delâlet ettiğini düşünmek uygun değildir. Mânâları lâfızlarda arayıp lâfızları mânâlara tâbi kılmayan bir kimse için durum nasıl karışık olursa, senin için de karışık olur. Bu bakımdan bu, korkunun mânâlarını derleyici noktalara, korkuyu gerektiren mârifet gibi yüce taraftan ihtiva edene, durmak ve ilerlemek yönünden korkudan sâdır olan ameller gibi korkuyu süflî tarafından ihtiva edene işarettir. 51) Sonraları Mısır´a gelen bu zat, H. 310´da orada öldü. 52) Buhârî 53) Adı Ebu Kasım İshak b. Muhammed b. İbrahim Semerkandî´dir. Bir müddet Semerkand kadılığında bulunmuştur. |
|
![]() |
#186 |
![]() Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nimet
Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk eder. İkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmez. Nitekim günahlardan ahirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir. Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi... Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekir. Kalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın!Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olur. Bu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, ALLAH´ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, ALLAH´ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, ALLAH´ın gayrısıyla meşgul olup ALLAH´dan gafil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin ALLAH tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gafil olduğu halde ALLAH´ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir! İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdır. Her birinin özel bir faydası vardır. O da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektir. Bu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam eder. Gaflet halindeyken ALLAH´ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olur. Diğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudur. Çünkü son nefeste durum tehlikelidir. Bu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudur. Çünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olur. Bir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidir. Bu bakımdan sonuç, Ümm´ül-Kitab´daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelir. O halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidir. O fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardır. Padişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır. Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunur. Diğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur. ´Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi´ düşüncesiyle bağlı bulunur. Bu sebebe iltifat eder. Bu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedir. Kalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedir. Hz. Peygamber (s.a) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir: Şu ALLAH´ın kitabıdır. ALLAH bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir. Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur: Bu ALLAH´ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir, ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta ´Şekavet ehlinin ta kendileridir´ denilir. Sonra ALLAH Teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce ALLAH Teâlâ bir devenin iki sağımı arası ka-dar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki ALLAH´ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, ALLAH´ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!54 Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü ALLAH´ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidir. İşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidir. Bu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam eder. Diğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadır. Bu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, ALLAH´tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklarm korkusudur. Bu korku, ALLAH´ın marifetinin meyvesidir. Kim ALLAH´ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla ALLAH´ı tanımış olsaydı günahından değil, ALLAH´tan korkardı. Eğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı ´Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi´ diye düşünmelidir. Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya ALLAH´a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsın. Bu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştir. İtaat eden için de böyledir. Öyle ise Hz. Peygamber´i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a´lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendi-sinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebu Cehil´i esfel-i sâfilîn´e düşüren ALLAH´ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerek. Çünkü ALLAH´a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştir. Kesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur. İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuv-vetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş... Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olur. Madem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdir. Bu mânânın ar-kasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardır. Onun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsin. Eğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi. ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ´Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!´55 İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektir. Bu ise ancak ehline keşfolunur. Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsın. Aksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetin-den ötürü korkarsın. O, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye kor-karsın. Seni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmaz. Sen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmez. Onun kudret ve satvetini haleldar etmez. En yüce mesel ALLAH içindir. Fakat ALLAH´ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki ALLAH Teâlâ ´Bunlar cennete gidecektir. Şunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem´ sözünde sâdıktır. ALLAH´ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir. Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkutur. O da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyametin dehşeti, ALLAH´ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya ALLAH´tan mahcub olmaktan korkmasıdır. Bütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdir. Şüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişir. Rütbe bakımından en yücesi, ALLAH´tan mahcub olma ve ayrılma korkusudur. Bu korku âriflerin korkusudur. Ondan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur. 55) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivayetin müellif tarafından İsrailliyat´tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir. Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymaz. Uzaklık ve ayrılığın elemini hissetmez. Kendisine ´Ârif ateşten değil, ancak ALLAH´tan mahcub olmaktan korkar´ denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşer. Eğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, ALLAH´ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdi. Bu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledir. Aksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedir. Çünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmez. Renklere ve güzel yüzlere bakmayı bilir. Kısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanır. Ariflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmez. Bu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdır. Ehli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmaz. İşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır. ALLAH Teâlâ´dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz! 54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir´den) |
|
![]() |
#187 |
![]() Yemeklerin Islahı
Korku´nun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de ayet ve hadîslerle bilinir. İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı ahirette ALLAH ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Çünkü saadetten başka hedef yoktur. Kulun saadeti de ancak mevlâsıyla mülâki olup ona yaklaşmadadır. Bu bakımdan o mülâkata yardım eden herşeyin fazileti vardır. Fazileti de orada oynadığı role göredir. Anlaşıldı ki ahirette ALLAH ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O´nunla yakınlık kurmakla mümkündür. Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkün-dür. Şehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir. Bu ise, daha önce geçtiği gibi, korku derecelerinin değişikliğine göre değişir. Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir. Bunlar ise, ALLAH´a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir. Ayet ve hadîslerden öğrenmek yoluyla korkmaya gelince, korku´nun fazileti hakkında vârid olan hükümler sayılmayacak kadar çoktur. ALLAH Teâlâ´nın korkan kullarına hidayet, rahmet, ilim ve rızasını derlediği, korkunun faziletine delâlet etmek bakımından, sana kâfi gelse gerektir. Bunlar cennet ehlinin ma-kamlarını bir araya getiren noktaların ta kendisidir. Ayetler Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.(A´raf/154) Kulları içinden ancak âlimler ALLAH´tan (hakkıyle) korkar.(Fâtır/28) ALLAH Teâlâ, bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır. ALLAH onlardan razı olmuş,onlar da O´ndan razı olmuşlardır.İşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur.(Beyyine/8) İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir. Bu sırra binaen Hz. Musa´nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ´Korkanlar için en yüce arkadaş vardır, bu hususta kimse onlara ortak değildir´. Hz. Musa´nın nasıl en yüce arkadaşın arkadaşlığına sadece korkanları lâyık gördüğüne dikkat et! Bunun hikmeti. şudur: Çünkü onlar âlimdirler. Âlimlerin, peygamberlerle arkadaşlık rütbesi vardır. Çünkü peygamberlerin varisleridirler. En yüce arkadaşın arkadaşlığı ise, peygamberlerin ve onlara iltihak eden âlimlerin derecesidir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber, ölüm hastalığında iken, dünyada bâki kalmak ile ALLAH´ın huzuruna varmak arasında muhayyer kılındığında şöyle buyurmuştur:Senden en yüce arkadaşı diliyorum!56 Madem durum budur, eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin ALLAH´a, salâtın Rasûlullah´a mahsus olduğu gibi... Öyle ki ´Hamd âlemlerin rabbi olan ALLAH´a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hz. Muhammed´e ve onun bütün âline mahsustur´ denir. ALLAH Teâlâ, takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur: Onların ne etleri, ne kanları ALLAH´a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O´na ulaşır.(Hacc/37) Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir. ALLAH katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır.(Hucurât/13) Sizden önce kitab verilenlere de size de ´ALLAH´tan korkun!´ diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi ALLAH´ındır.(Nisâ/131) Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!(Âlu İmran/175) Görüldüğü gibi, ALLAH korkmayı emrediyor, iman için şart koşuyor. Bu nedenle bir mü´minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü´minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir. Hadîsler Hz. Peygamber takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: ´Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim), siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin): Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid olur´. Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben ´ALLAH katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır´ dedim. Siz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: ´Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!´ Bugün sizin seçtiğim nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede!? Muttakîler için bir sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek ALLAH tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler.57 Hikmetin başı ALLAH korkusudur!58 Hz. Peygamber, İbn Mes´ud´a hitaben şöyle demiştir: Eğer benimle mülâki olmak istiyorsan benden sonra ALLAH´tan çokça kork!59 Fudayl b. Iyaz der ki: ´ALLAH´tan korkan bir insanı, ALLAH kor-kusu herşeye muttali kılar! Şiblî de şöyle der: ´ALLAH´tan korktuğum bir günde daha önce görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı bana görünür!´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Hiçbir mü´min yoktur ki bir günah işlesin de o günaha iki sevap iltihak etmemiş olsun. O sevaplar cezanın korkusu ve affın ümididir; tıpkı iki aslan arasındaki tilki gibi... Musa´nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ´Muttakîlerden hiçbiri yoktur ki onunla münakaşa etmeyeyim ve onun elindekini teftiş etmemiş olayım. Ancak verâ sahipleri bu hükmün dışındadır. Çünkü onlardan utanır, onları hesap için durdurmayı hoş görmem´. Verâ ve takva, şartları korku olan mânâlardan iştikak eden isimlerdir. Korku olmadığı zaman, o mânâlar bu isimlerle isimlenmezler. Zikr´in faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. ALLAH Teâlâ zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur: ALLAH´a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır). (Alâ/10) Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır.(Rahmân/46) ALLAH Teâlâ (bir hadîs-i kudsî´de) şöyle buyurmaktadır: İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa kıyamet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyamet gününde onu emin kılarım.60 ALLAH´tan korkan bir kimseden herşey korkar.61 Aklı en fazla olanınız, ALLAH´tan en fazla korkanınızdır. İbret bakımından en ileride olanınız ALLAH´ın emrettiğini yerine getirmek ve yasakladığını terketmek hususunda en iyi hareket edeninizdir.62 Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Âdemoğlu miskindir. Eğer fakirlikten korktuğu gibi ateşten korkmuş olsaydı cennete girerdi!´ Zünnûn-i Misrî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan korkan bir insanın kalbi erir. ALLAH´a olan sevgisi kuvvet bulur, aklı gelişir´. Yine Zünnûn şöyle demiştir: ´Korkunun ümitten daha fazla olması uygundur. Çünkü ümit daha fazla olduğu zaman kalp karmakarışık olur´. Ebu Hüseyin ed-Derîr şöyle derdi: ´Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktır. Çünkü korku, ALLAH ile kul arasında gemdir. Kulun gemi koptuğunda helâk olanlarla beraber helâk olur´. Yahya b. Muaz´a şöyle soruldu: - Yarın kıyamette insanların en emini kimdir? - Bugün en fazla korkandır. Sehl şöyle demiştir: ´Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!´Hasan´a şöyle denildi: - Ey Ebu Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecedekorkutan kavimlerle beraber oturuyoruz. - ALLAH´a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır. Ebu Süleyman ed-Dârânî dedi ki: ´Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur´. Hz. Âişe, Hz. Peygamber´e şöyle sorar: - Ey ALLAH´ın Rasûlü! ´Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler´(Mü´minûn/60) ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir? - Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir.63 ALLAH´ın azabından emîn olanları tehdit eden haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar korkuyu övmektir; zira birşeyi kötülemek, o şeyi yok eden zıddını övmek demektir. Korkunun zıddı ise emîn olmaktır. Nitekim recâ´nın zıddının havf olması gibi... Emîn olmanın kötülenmesi, zıddı olan korkunun faziletine delâlet eder. Recâ´nın fazileti hakkında vârid olan hükümlerin hepsi korkunun faziletine delildir. Çünkü ümit ile korku ayrılmaz iki haslettir; zira bir sevgiliyi arzulayan bir kimse, elbette onun elden kaçmasından korkar, eğer elden kaçmasından korkmazsa, onu sevmiyor demektir. Bu bakımdan onu beklemekle ümit sahibi olamaz. Korku ile recâ ayrılmaz iki haslettir. Evet! Birinin diğerine bir arada oldukları halde galebe çalması mümkündür. Kalbin hâl-i hâzırda biriyle meşgul olup gafletinden ötürü diğerine iltifat etmemesi de mümkündür. Bunun böyle olması şu noktadan ileri gelir: Ümit ve korkunun şüpheli olan şeyle ile ilgili bulunmasmdandır; zira malûm olan birşey ne umulur, ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ve buna zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler. Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiyâ/90) Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rab-lerine dua ederler.(Secde/16) Bu sırra binaen Araplar, korkuyu recâ ile ifade etmiştirler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Size ne oluyor ki ALLAH için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz? (Nuh/13) Çoğu kez Kur´an´da recâ terimi korkmak mânâsında kullanılmıştır. Bu da recâ ile korku´nun ayrılmaz iki vasıf olmasından ileri gelir; zirâ Arab´ın âdeti birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse ALLAH korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir. Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.(Tevbe/82) Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar vc Kur´an onların derin saygısını artırır.(İsrâ/109) Şimdi siz bu Kur´an´a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz?(Necm/59-61) Mü´min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi ALLAH korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki ALLAH onu ateşe haram kılar.64 Mü´minin kalbi ALLAH´ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür.65 ALLAH korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez. 66 Ukbe b. Amir huzuru saadete varıp Hz. Peygamber´e şöyle sordu: - Kurtuluş yolu nedir? - Diline hâkim ol! Evin seni istiâb etsin ve hatana karşıağla!67 Hz. Aişe Hz, Peygamber´e şöyle sordu: - Ümmetinden hesap görmeden cennete girecek bir kimse varmı? - Günahını hatırlayıp ağlayan bir kimse hesap görmeden cennete girer.68 ALLAH´ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya ALLAH yolunda akıtılan bir damla kandan ALLAH katında daha sevimli bir şey yoktur.69 Ey ALLAHım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz dam-laları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler.70 Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde ALLAH Teâlâ onları gölgelendirir. Hz. Peygamber bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir: O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde ALLAH´ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir. 56) Müslim, Buhârî 57) Taberânî 58) Beyhakî 59) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 60) İbn Hibban, Beyhakî 61) İbn Hibban 62) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 63) Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim 64) Taberânî, Beyhakî 65) Taberânî, Beyhakî 66) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce 67) Daha önce geçmişti. 68) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir. 69) Tirmizî, (Ebu Ummâme´den) 70) Müslim, Buhârî |
|
![]() |
#188 |
![]() Islah Edicilerin Islahı
Ebubekir Sıddîk (r.a) der ki: ´Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın´. Muhammed b. el-Münkedir, ALLAH korkusundan ağladığı zaman göz yaşlarıyla yanaklarını ve sakalını sıvazlardı ve derdi ki: Kulağıma gelen bir hadîs-i şerifte şu hüküm vardır: ALLAH korkusundan gelen damlaların değdiği yeri ateş yakmaz! Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! ALLAH korkusundan ağlayın. Eğer ağlamanız gelmiyorsa ağlamaya kendinizi zorlayın. Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz hakikati bilmiş olsaydı sesi kesilinceye kadar sesli bir şekilde ağlar ve beli kırılıncaya kadar namaz kılardı´. Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH korkusundan yaşlarla dolan bir gözün sahibinin yüzü kıyamet gününde zillet görmez. Eğer o kimsenin göz yaşları akarsa, ALLAH Teâlâ o akan yaşların ilk damlasıyla ateşten teşekkül eden denizleri söndürür. Eğer bir ümmetin içinde bir tek kişi ağlasa, onun yüzü suyu hürmetine o ümmet mü´min ise fazla azap çekmez´. Ebu Süleyman der ki: ´Ağlamak, ALLAH korkusundan, ümit ile cezbeye tutulmak ise ALLAH Teâlâ´nın cemâlinin şevkinden doğar´. Ka´b´ul-Ahbar der ki: ´Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin olsun, ALLAH korkusundan ağlayıp göz yaşlarının yanakları Üzerine akması, bence bir dağ kadar altını sadaka vermekten daha sevimlidir´. Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: ´ALLAH korkusundan bir damla göz yaşı akıtmam, bin dinar sadaka vermemden bana daha hoş gelir! Hanzele şöyle anlatıyor: Birgün Hz. Peygamberin huzurunda bulunuyordum. Hz. Peygamber bize öyle bir nasihatta bulundu ki kalpler rikkate geldi. Gözlerden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı ve biz nefislerimizi tanımış olduk. Sonra ben eve gittim. Hanım bana yaklaştı. Hanımla birtakım şeyler konuştuk. Hz. Peygamber´in katındaki o hâlim unutuldu ve dünyaya daldık. Sonra Hz. Peygamberin katındaki o durumu hatırladım ve kendi kendime dedim ki: ´VALLAHi münafıklığa girmiş oldun. Çünkü Hz. Peygamberin yanındaki korku ve rikkatin kalmadı´. Bunun üzerine evimden çıktım ve gayri ihtiyari olarak Medine´nin sokaklarından ´Hanzele münafık oldu´ diye bağıra bağıra mecsidi nebevî´ye doğru yürüdüm. Bu esnada Ebubekir Sıddîk (r.a) ile karşılaştım. Bana ´Hayır! Hanzele münafık olmadı´ dedi. Böylece Hz. Peygamberin yanına vardım. ´Hanzele münafık, oldu´ diyordum. Bu sözlerimi duyan Hz. Peygamber ´Hayır! Hanzele asla münafık olmaz´ dedi. Bunun üzerine dedim ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz biraz önce senin yanında oturuyorduk. Sen kalplerimizi ürperten, gözlerimizden yaşlar akıtan ve nefsimizi bize tanıtan bir nasihatta bulundun. Bu sohbetimizden sonra evime vardım. Karımla beraber dünya işlerine daldık! Senin yanında elde etmiş olduğumuz mânevî havayı unuttum´. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Ey Hanzele! Eğer daima o manevî hava içeresinde kalmış olsanız, yollarda yürürken ve yataklarınızın üzerinde uzanırken meleklerle musafaha edersiniz. Fakat ey Hanzele! Bu hâl bazen gelir, bazen kaybolur.71 Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve ALLAH´ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler ALLAH korkusunun faziletine de delâlet ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun se-bebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir. 71) Müslim, (Daha kısa bir ibareyle) |
|
![]() |
#189 |
![]() Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet
Korku ve ümid´in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin ´Korku mu daha üstündür, recâ mı?´ suali yanlış bir sualdir. Tıpkı ´Ekmek mi üstündür yoksa su mu?´ diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı ´Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa,duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler´ demektir. Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirir. Korku ile ümit iki ilaçtırlar. Onlarla kalpler tedavi edilir. Bu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedir. Eğer kalbe galip olan durum ALLAH´ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidir. Eğer galip olan durum ALLAH´ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir. Fakat ´Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilir. Oysa açlık hastalığı daha galip ve daha çoktur. Bu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Öyleyse ekmek daha üstündür´ te´viline binaen böyle denilebilir. Bu itibarla korku daha faziletlidir. Çünkü halk arasında ALLAH´ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir. Eğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülür. Çünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır. Kim ALLAH´ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur. Muhabbetin ötesinde bir makam yoktur. Korkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardır. Bu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmaz. Kısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olur. Halkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidir. Çünkü günahlar onlara daha galiptir. Günahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktır. Bu nedenle şöyle denilmiştir; ´Eğer mü´minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar´. Rivayet ediliyor ki Hz. Ali çocuklarından birine ´Ey oğul! ALLAH´tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O´nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve ALLAH´tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O´nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün´ demiştir. Bu sırra binaen Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!´ Hz. Ömer´in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanır. Ancak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledir. Hz. Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur. Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olur. Eğer ´Hz. Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekir. Aksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdır. Tohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hz. Ömer´in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur´ dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olur. Böyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamaz. Bu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur. Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalır. Biz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemez. Çünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdir. Zira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır. Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidir. Üstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedir. Böyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez. Bizim meselemizde tohum imandır. Onun sıhhatinin şartları incedir. Yer ise, insanoğlunun kalbidir. O kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdır. Kalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordur. Âfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridir. Kalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidir. Her ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de... Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira insanoğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkar. Çakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendir. Ekinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyametten dönüp cennete varmak anında tahakkuk eder. Bu ise denenmemiştir. Bu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar. Nitekim ashab-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektir. Eğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olur. Ümidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz. Hz. Ömer (r.a) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe´den ´Acaba bende münafıklık var mı?´ diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber, Huzeyfe´ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice ALLAH´a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâ-hare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır? Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, ALLAH´a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, ALLAH´ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).72 Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, ALLAH´tan korkması ile ALLAH´ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için ALLAH Teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem´ederek şöyle buyurmuştur: Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16) Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiya/90) Hz. Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve ALLAH´ın rahme-tinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur. Böyle bir durum, korku değil, ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Kim sadece korkudan ALLAH´a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolur. Kim sadece ümit ile ALLAH´a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalır. Kim ümit ve korku arasında bulunduğu halde ALLAH´a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür´. Mekhûl şöyle demiştir: ´Sadece korkudan ötürü ALLAH´a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensuptur. Sadece ümitle ALLAH´a kulluk yapan, Mürcie´dir. Sadece muhabbetten ötürü ALLAH´a kulluk yapan zmdık´tır. Korku, ümit ve muhabetten ötürü ALLAH´a ibadet eden ise muvahhiddir.73 Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve ALLAH hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Bu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder! Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir. ALLAH´ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan ALLAH´ını sevmelidir. Çünkü ALLAH ile mülâki olmayı sevenle ALLAH da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan ALLAH´ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, ALLAH´ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; ALLAH´ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O´na döner. Ölümle insan O´nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük dur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır. Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin ALLAH´tan, O´nun zikri, mârifeti ve O´nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da ALLAH Teâlâ´nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir. Bu bakımdan biz ALLAH Teâlâ´dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak ALLAH´ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve ALLAH sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, ALLAH´tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber´in ALLAH´ı çağırdığı dua ile dua etmektir: Ey ALLAHım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan et. Sevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir.74 Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının insanoğlu için daha elverişli olmasıdır. Çünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur. Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır. Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün.75 ALLAH Teâlâ da bir hadîs-i kudsî´de şöyle demiştir: Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76 Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna ´Ey oğul! Bana ALLAH´ın şeriatındaki ruhsatları söyle. Bana ümidi zikret ki ben RABBİMe hüsn-i zan ile mülâki olayım!´ dedi. Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttı. Âlimler onun etrafında toplandılar. Ona ümit veriyorlardı. Ahmed b. Hanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret´ dedi. Bütün bunlardan gaye; ALLAH´ı, nefsine sevdirmektir. ALLAH Teâlâ Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur. - Beni kullarıma sevdir! - Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım? - Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir. Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın ALLAH´ı sevdiği halde ölme sidir. Sevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilir. Öyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur. Salihlerden biri rüya âleminde Ebu Süleyman ed-Dârânî´yi uçtuğu halde gördü. Kendisine bu durumunu sorunca, Ebu Süleyman ed-Dârânî ´Şimdi kurtuldum!´ diye cevap verdi. Rüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî´nin durumunu sordu. Ona ´Dün gece vefat etti´ denildi. 72) Bezzar ve Taberânî 73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220) 74) Tirmizî, (Ebu Derdâ´dan) 75) Müslim 76) İbn Ebî Dünya, Hâkim, İbn Hibban, İbn Adîy, Taberânî, Beyhakî |
|
![]() |
#190 |
![]() İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler
Sabrın devası hakkında zikrettiklerimiz, Sabır ve Şükür kitabında şerhettiğimiz deliller, bu gaye için de kâfidir; zira sabır, ancak korku ve ümidi elde ettikten sonra mümkün olur. Çünkü dinî makamların evveli yakîndir. O yakîn ki ALLAH´a, son güne, cennet ve cehenneme, kesin bir şekilde inanmaktan ibarettir. Böyle bir yakîn, zarurî olarak, ateşten korkmayı ve cenneti ummayı gerektirir. Ümit ile korku insana sabretme gücü verir. Zira cennet, istenilmeyen ve yapılması nefse zor gelen şeylerle çevrilmiştir. Bu bakımdan insan ümidinin kuvvetiyle bu istenilmeyen şeylere ta-hammül edebilir. Ateş de şehvetlerle çevrilidir. Öyleyse ancak kor-kunun kuvvetiyle o şehvetleri sökmeye sabredebilir. Hz. Ali şöyle demiştir: ´Cennete müştak olan bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlar-dan uzak durmalıdır´. Sonra kişi, korku ile ümitten istifade edilen sabır makamını mücahede makamına çıkarır. ALLAH´ın zikrine koyulmak, ALLAH´ın nimetlerini düşünmek makamına götürür. Daima ALLAH´ı anmak insanı ALLAH ile yakınlaşmaya, daima düşünmek ise, mârifetin kemâline vardırır. Mârifetin kemâli ve ALLAH ile yakınlaşmak da insanı muhabbete kavuşturur. Muhabbetin arkasından rıza, tevvekül ve diğer makamlar gelir. İşte dinî konakları seyredenin sülûkünde bu tertip gözetilir. Yakînden sonra, korku ve recâdan başka bir makam yoktur. Onlardan sonra da sabırdan başka bir makam yoktur. Sabrın sayesinde, zâhir ve bâtında insan ALLAH için tecerrüd eder ve mücâhedede bulunur. Mücâhededen sonra kendisine yol açılan bir kimse için hidayet ve marifetten başka bir makam yoktur. Mârifetten sonra ancak muhabbet ve ünsiyet makamı vardır. Muhabbetin za-rurî gereği olarak insan, mahbûbunun fiiline razı olmalıdır, O´nun ilgisine güvenmelidir. İşte bu da tevekküldür. Madem du-rum budur, o halde sabrın ilacı hakkında zikrettiklerimiz (delil bakımından burada da) kifayet eder. Fakat biz korkuyu, icmalî bir konuşma ile münferiden zikredelim. Korku, iki yoldan elde edilir. O yolların biri diğerinden daha üstündür. Korkunun misâli; çocuk evde olduğunda, eve yırtıcı bir hayvan veya yılan girerse, çoğu zaman çocuk korkmaz ve çoğu zaman elini alıp oynamak için yılana uzatır. Fakat çocuğun beraberinde babası bulunduğu za-man, babası yılandan korkar ve kaçar. Bu bakımdan çocuğun babası tirtir titrerken ve yılandan nasıl kurtulacağını hesaplarken çocuk babasına bakarsa onunla beraber ayağa kalkar ve korku çocuğun üzerine de çöker. Kaçmakta babasına uyar. Öyleyse babanın korkusu basiret ve yılanın sıfatını, zehirini, özelliğini, yırtıcı hayvanın satvetini, perva etmeksizin tuttuğunu paramparça ettiğini bilmesinden ileri gelir. Çocuğun korkusu ise, mücerred taklid olan bir inançtan ileri gelir. Çünkü çocuk babası hakkında güzel düşünür ve babasının ancak korkutucu bir sebepten ötürü korkup kaçtığını bilir. Böylece yırtıcı hayvanın korkutucu olduğunu anlamış olur. Fakat bunun yönünü keşfedemez. Bu misâli bildiğin zaman, ALLAH´tan korkmanın da iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri ALLAH´ın azabından, ikincisi O´nun zatından korkmaktır. ALLAH´ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki ALLAH Teâlâ´nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O´nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler: ALLAH sizi kendinden sakındırır. (Âlu İmran/28) Ey mü´minler! ALLAH´tan O´na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!(Âlu İmran/102) Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak ALLAH´ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir. Eğer o insanların hallerini müşahede etmek elden kaçarsa yine de müsbet bir tesir bırakmaktan hali değildir. Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın ALLAH´ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, ALLAH´tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O´na yakın olmayı umar. Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: ´Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!´Bu korku, âlimlerin korkusudur. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kullarından ancak âlimler, ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28) Âlimler gibi, bütün mü´minler için de bu korkudan bir nasip vardır. Fakat âlimlerin dışında kalanların nasibi, sadece taklidden ibarettir. Çocuğun babasını taklid ederek yılandan korkmasına benzer. Bu korku basirete dayanmaz. Şüphe yoktur ki zayıflar ve yakın bir zamanda silinip ortadan kalkar. Hatta çocuk çoğu zaman afsunlu bir kimsenin yılan tuttuğunu görünce ona bakar, aldanır, babasını taklid ederek yılanı tutmaktan sakındığı gibi, onu taklid etmek sûretiyle de yılanı tutmaya cüret eder. Taklidden gelen inançlar çoğu zaman zayıftır. Ancak daima kendisini tekid eden sebepleri müşahade etmekle kuvvet bulduğunda ve o sebeplerin gereği olarak ibâdetlere çokça dalıp peşipeşine uzun bir müddet günahlardan sakınan kimse, zarurî olarak ALLAH´tan korkar. Böyle bir kimse korkuyu celbetmek için herhangi bir ilaca muhtaç değildir. Nitekim yırtıcı hayvanı tanıyan, kendi nefsini de onun pençesinde gören insanın, ondan korkmak için herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığı gibi... Aksine ister istemez ve zaruri olarak ondan korkar, ALLAH (c.c) Hz. Dâvud´a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden (kahrımdan) kork´. Yırtıcı hayvandan korkmayı öğrenmenin çaresi, yırtıcı hayvanı tanımak ve onun pençesine düşmenin neticesini bilmektir. Bundan başka bir şeye ihtiyaç duymaz. O halde ALLAH´ı tanıyan, ALLAH´ın dilediğini perva etmeksizin yaptığını, irade ettiğiyle korkmaksızın hükmettiğini, daha önce geçmiş bir vesile olmadığı halde, melekleri kapısına yaklaştırdığını, daha önce bir suç yokken İblis´i uzaklaştırdığını bilmiş olur. ALLAH Teâlâ´nın sıfatı, şu sözünün (hadîs-i kudsî) tercümesidir: ´Bunlar cennettedir, perva etmem. Şunlar da cehennemdedir, pervâ etmem´. Eğer kalbine ´ALLAH ancak günahtan dolayı ceza verir, ancak ibadetten ötürü sevap ihsan eder´ düşüncesi gelirse, ALLAH Teâlâ´nın taatin sebepleriyle itaat eden bir kimseye yardım etmediğini ve o kimsenin ister dilesin, ister dilemesin itaatta bulunduğunu düşün. Asî bir kimseye de mâsiyetin istekleriyle imdad etmemiştir ki o ister dilesin ister dilemesin, isyân edebilsin; zira ALLAH Teâlâ gafleti, şehveti ve şehvetin yerine getirilmesine güç yetirmeyi yarattığı zaman, bunlarla zarurî olarak fiil vâki olur. Eğer İblis isyan etti diye onu uzaklaştırdıysa, o halde neden onu isyana zorladı? Onu isyana zorlaması geçmiş bir mâsiyetinden mi kaynaklanıyordu ki o da başkasından ve böylece sonsuza doğru zincirleme gitsin veya kul tarafından illeti olmayan bir öncesi üzerinde mecburî olarak dursun. Aksine ezelde ona böyle hükmetti. Hz. Peygamber bu mânâyı ifade ederek şöyle buyurmuştur: Adem ile Musa rablerinin katında tartıştılar. Sonunda Adem Musa´yı mağlûp etti. Musa dedi ki: ´Sen o Ademsin ki ALLAH seni kudret eliyle yarattı. Sana ruhundan üfürdü. Meleklerine sana tâzim secdesi ettirdi. Seni cennetine yerleştirdi. Sonra sen günahınla insanları yere indirdin´. Bunun üzerine Adem, Musa´ya şöyle dedi: - Sen o Musasın ki ALLAH seni risalet ve kelâmıyla seçti. Sana levhaları verdi. O levhalarda her şeyin beyanı vardır. Seni kurtulmuş olduğun halde kapısına yaklaştırdı. Ben yaratılmadan kaç sene önce ALLAH´ın Tevrat´ı yazdığını gördün? - Kırk sene önce! - Acaba o Tevratta ´Adem rabbine isyan etti! Bu bakımdan hududu aştı´ hükmünü gördün mü? - Evet! - Acaba ben daha işlemeden ve beni yaratmadan kırk sene önce ALLAH´ın benim üzerime yazmış olduğu bir ameli işlemiş olmamdan dolayı mı beni kınıyorsun? Hz. Peygamber ´Adem böylece Musa´yı, delil bakımından mağlûb etti´ buyurdu.77 Kim bu hususta hidayetin nûrundan sâdır olan bir mârifetle sebebi tanımış olursa, bu kimse kaderin sırrına muttali olan, âriflerin özelliği bulunan bir bilgiye sahip olmuş olur. Kim bunu dinleyip inanır ve sadece tasdik ederse o, mü´minlerin avam tabakasındandır. Bu iki grup için de korku vardır; zira her kul, kudretin kabzasına düşer. Tıpkı zayıf çocuğun yırtıcı hayvanın pençesine düşmesi gibi... Yırtıcı hayvan bazen pençesinde bulunan çocuğu bırakır. Bazen de ona hücum edip paramparça eder! Bu durum rastgeledir. Bu tevafuk için tertipli birçok sebepler vardır. Fakat bilmeyen bir kimseye izafe edildiği zaman, buna ittifak adı verilir. Eğer ALLAH´ın ilmine izafe edilirse, bu takdirde ittifak adını vermek caiz olmaz. Yırtıcı hayvanın pençesine düşen bir kimsenin mârifeti eğer kemâl derecesine varmışsa, bu kimse o yırtıcı hayvandan korkmaz. Çünkü o yırtıcı hayvan, ALLAH´ın kuvvet ve kudretine boyun eğmiştir. Eğer ALLAH ona açlığı musallat kılarsa onu parçalar yer. Eğer ALLAH o hayvana tuttuğu avdan gafil olmayı musallat kılarsa avı bırakıp gider. Bu bakımdan ancak yırtıcı hayvanın yaradanından ve o hayvanın yırtıcı sıfatlarını yaratandan korkulur. Ben ALLAH´tan korkmanın misâlinin yırtıcı hayvandan korkmak olduğunu söylemiyorum. Perde kalktığı zaman bilinir ki yırtıcı hayvandan korkmak, ALLAH´tan korkmanın aynısıdır. Zira yırtıcı hayvan vasıtasıyla helâk eden ALLAH´tır.78 Ahiretin yırtıcıları dünyanın yırtıcıları gibidir. ALLAH azabın ve sevabın sebeplerini yaratmıştır. Bunların her biri için de ehil olan kimseleri yaratmıştır. Ezelî ve kesin kaza´nın dalı olan kader, onun için yaratılmışsa onu sevkeder. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ cenneti yarattı. Cennet için ehil olanları yarattı, cehennemini yarattı. Cehennem için ehil olanları yarattı. Onlar da ister istemez cehennem sebeplerine müsahhar oldular. Bu bakımdan nefsini, kaderin dalgaları arasında kıvranarak görüp de korkmayan hiç kimse yoktur. Aksine zarurî olarak bu kimseye korku galebe çalar. İşte bunlar kaderin sırrını bilenlerin korkularıdır. Bu bakımdan kusurun kendisini basîret makamına yükselmekten alıkoyduğu bir kimsenin çıkar yolu, haberleri ve eserleri dinlemek sûretiyle nefsini tedavi etmektir. Bu bakımdan bu kimse, ârif ve korkan kimselerin hallerini ve sözlerini incelemelidir. Onların akıl ve mertebelerini, aldanmış ve ümit beslemiş kimselerin mertebelerine nisbet etmelidir. İşte o zaman âriflere uymanın daha iyi olduğundan şüpheye düşmez. Çünkü onlar peygamberler, velî ve âlim kullardır. ALLAH´ın azabından emin olanlar ise Firavunlar, cahiller ve ahmaklardır. Bizim peygamberimize (s.a) gelince, o geçmiş ve geleceklerin efendisidir.79 Aynı zamanda korku bakımından insanların en şiddetlisi idi.80 Hatta bir çocuğun cenaze namazını kıldığında duasında o çocuk için şöyle dediği duyuldu: Ey ALLAHım! Şu ölü çocuğu kabir ve ateş azabından koru.81 İkinci bir rivayette ´Ne mutlu sana! Sen cennetin kuşlarından bir kuşsun´ diyen bir kimsenin sözünü işitti ve öfkelenerek şöyle buyurdu: Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? ALLAH´a yemin ederim, ben ALLAH´ın Rasûlüyüm. Buna rağmen ALLAH´ın benim başıma ne getireceğini bilmiyorum. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ cenneti ve ona lâyık kimseleri yarattı. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan bir kimse eksilir.82 Hz. Peygamber´in bu sözü (süt kardeşi) Osman b. Maz´un´un cenazesinde söylediği rivayet edilmektedir. Bu zat ilk muhacirlerdendir. Ümmü Seleme bu zatın cenazesine hitaben ´Cennet sana mutlu olsun!´ dediği zaman Hz. Peygamber ona, yukarıda geçen hükmü bildirmiştir. Ümmü Seleme, bu hâdiseden sonra şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim. Ben, Osman´dan sonra artık kimseyi tezkiye etmem!´83 Muhammed b. Havle el-Hanefiyye84 ´ALLAH´a yemin ederim Hz. Peygamber´den başka babamı bile tezkiye etmiyeceğim! dediğindeşiiler bu zata saldırdılar. Bunun üzerine babası Hz. Ali´nin fazilet ve menkıbelerini zikretmeye başladı. ´Suffe´ ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için ´Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hz. Peygamber´e hicret ederek geldin. ALLAH yolunda öldürüldün´ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak şöyle buyurmuştur: Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi.85 Hz. Peygamber, hasta olan bir ashabının ziyaretine gitti. ´Cennet senin için mutlu olsun!´ dediğini duyunca Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: - Şu, ALLAH namına cennet dağıtan kadıncağız kimdir? - Ey ALLAH´ın Rasûlü! O benim annemdir. Hz. Peygamber (o kadıncağıza hitaben) dedi ki: Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Halbuki o kendisini ilgilendirmeyen konuda konuşur, kendisini zengin etmeyecek az bir şeyi cimrilik ederek vermez.86 Müslümanlar nasıl korkmasınlar?! ALLAH´ın peygamberi şöyle buyurmaktadır: Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar.87 Âlimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir: İyi bilin Hûd´un kavmi Ad, (ALLAH´ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!(Hûd/60) İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler!(Hûd/68) İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur. (Hûd/95) Buna rağmen, Hz. Peygamber biliyordu ki ALLAH dileseydi insanların hiçbiri O´na ortak koşmazdı; zira ALLAH dileseydi herkese hidayet verirdi. Olacak vâkı olduğu (kıyamet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir. ![]() Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir. Tekvir sûresinde kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır. Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.(Tekvîr/12-14) O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: ´Ah! Keşke ben toprak olaydım!´(Nebe/40) Rahman´ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.(Nebe/38) Kur´ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur´an´da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi: Ve ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82) Zira ALLAH Teâlâ burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir: Ama kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o kurtuluşa erenlerden olabilir.(Kasas/67) (Böyle yaptık) ki (ALLAH), o doğrulara doğruluklarından sorsun!(Ahzab/8) Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz)!(Rahmân/31) ALLAH´ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, ALLAH´ın tuzağından emin olmaz!(Araf/99) İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O´nun yakalaması çok acı ve çok çetindir.(Hûd/102) Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân´a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)...(Meryem/85-86) İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür,(Meryem/71) Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.(Fussilet/40) Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.(Şûrâ/20) Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8) Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.(Furkan/23) Asr´a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!(Asr Suresi) İşte bunlar zarardan kurtulmanın dört şartıdır. Peygamberlerin üzerine feyezan eden nimetlere rağmen korkuları şundandır: Çünkü onlar ALLAH´ın mekrinden (azabından) emin değildirler; zira ancak ziyan eden bir kavim ALLAH´ın azabından emin olabilir. Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ile Cebrail ALLAH korkusundan ağladılar. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ vahiy göndererek şöyle sordu: - Sizi emin kıldığım halde naden ağlıyorsunuz? - Senin azabından kim emin olabilir! Sanki bu iki zat, ALLAH´ın gaybın âlimi (allâm´ul-guyûb) olduğunu ve işlerinin neticesine vâkıf olmadıklarını bildikleri için ALLAH´ın ´Ben ikinizi de emin kılmışım´ sözünün imtihan ve mekr olduğundan emin olamadılar. Hatta korkuları durduğu takdirde ALLAH´ın azabından emin oldukları sanılır ve sözlerini yerine getirmemiş olurlar gibi düşündüler. Nitekim Hz. İbrahim mancınık´a konulduğu zaman ´ALLAH bana kâfidir´ dedi. Hz. İbrahim´in bu sözü büyük dualardandır. Bunun üzerine Hz. İbrahim imtihan edildi. Ateşe atılırken Cebrail önüne çıktı ´Senin bana ihtiyacın var mıdır?´ dedi. Hz. İbrahim ´Sana ihtiyacım yoktur!´ dedi. İbrahim´in böyle söylemesi ´ALLAH bana kâfidir´ sözünü yerine getirmesi demektir. ALLAH Teâlâ, Hz. İbrahim´den haber vererek şöyle buyurmuştur: Ve çok vefalı İbrahim´in...(Necm/37) Yani ´ALLAH bana kâfidir´ sözünün gereğini yerine getiren İbrahim´in... ALLAH Teâlâ bunun benzerini Hz. Musa´dan da haber vermiştir: Dediler ki: ´RABBİMiz onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz´. ´Korkmayın´ dedi; ´ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm´.(Tâhâ/45-46) Sihirbazlar sihirlerini ortaya koydukları zaman, bu ilahî teminata rağmen Musa korkuya kapıldı. Zira Musa ALLAH´ın azabından emin değildi. Musa için iş karıştı. Hatta ALLAH yeniden emniyet verdi ve şöyle buyurdu: Korkma dedik, üstün gelecek sensin sen! Bedir gününde müslümanların gücü zayıfladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dua etti: Ey ALLAHım! Eğer bu topluluk helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz! Bunun üzerine Ebubekir, Hz. Peygamber´e ´Kendini bu kadar harap etme! Çünkü ALLAH sana va´dettiğini yerine getirecektir´88 dedi. Hz. Ebubekir´in makamı, ALLAH´ın va´dine güvenme makamı idi. Hz. Peygamber´in makamı ise, ALLAH´ın azabından korkma makamıdır. Şüphe yok ki Hz. Peygamber´in makamı, Ebubekir´in makamından daha mükemmeldir. Zira korku, ALLAH´ın sırlarını, gizîli fiillerini ve mekr ile ifade edilen ve bazı neticeler doğuran sıfatlarının mânâlarını tanı olarak bilmek ve anlamaktan kaynaklanır. Peygamberler de dahil hiç kimse ALLAH´ın sıfatlarının künhüne ve hakikatine vâkıf olamaz. Kim mârifetin hakikatini, işlerin künhünü idrak etmekten âciz olduğunu bilirse, bu kimsenin kor-kusu oldukça büyür. Bu sırra binaen Hz. İsa´ya şöyle söylemiştir: ALLAH demişti ki: "Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara ´Beni ve annemi, ALLAH´tan başka iki ilah edinin´ dedin?" Buna karşılık Hz. İsa şöyle demiştir: Haşa! Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde oları herşeyi bilirsin. Fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen yalnız sensin sen!(Mâide/116) Sonra Hz. İsa şöyle demiştir: Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin!(Mâide/118) Hz. İsa, durumu ALLAH´ın meşiyyetine havale etti. Nefsini tamamen ortadan çıkardı. Çünkü elinde hiçbir şey olmadığını ve bü-tün işlerin ALLAH´ın isteğine bağlı olduğunu biliyordu. Bu bakımdan o işler hakkında ne kıyas, ne tahmin ve ne de zan ile bir hüküm vermek bile mümkün değildir. Kesin hüküm vermek nerede kalır? Ariflerin kalplerini paramparça eden bu durumdur; zira en büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır: Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden ´Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağını´ sözü çıkmıştır.(Secde/13) Rabbinin ´Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım´ sözü tam yerine gelmiştir.(Hûd/119) Ezelde tahakkuk eden bir bir hükümden nasıl korkulmaz! Böyle bir hükmü geri çevirmek hevesine nasıl kapılınır? Eğer hü-küm yeni tahakkuk etseydi onu çevirme çareleri aranabilirdi. Fakat burada ancak teslimiyet ve kalp ile azalar üzerinde beliren zâhirî sebeplerden ezelde geçen gizli sebepleri araştırmak vardır. Kimin için şerrin sebepleri kolaylaşmış, o kimse ile hayrın sebepleri arasında perde girmiş, dünya ile bağlantısı artmış ise, sanki o kimseye kesin olarak şekavetiyle sebkat eden kaderin sırrı keşfolunmuştur; zira herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olur. Eğer hayır müyesser olursa, kalp de tamamen dünyadan kesilmiş, zâhir ve bâtını ile ALLAH´a yönelmiş ise, bu durum korkunun azaltılmasını gerektirir. Eğer kişi bu durumun daimî olacağına güveniyorsa korkusunu azaltmalıdır. Fakat sonucun tehlikesi ve bu durumun daima durmasının çetinliği, korku ateşini daha da alevlendirir. O ateşi söndürmek kişinin gücü haricine çıkar. Bu durumda kişi halin bozulmasından nasıl emin olabilir? Mü´minin kalbi, Rahman olan ALLAH´ın kudret parmaklarından iki parmağının arasındadır. Oysa kalp, kaynayan kazandan daha şiddetli sarsılır ve değişir. Çünkü rablerinin azabına güven olmaz! (Meâric/28) Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki ´ALLAH´ın azabından emin olmaktan sakın!´ dendiği halde o, ALLAH´ın azabından emin olur. Eğer ALLAH ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, ALLAH´ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur. Ariflerden biri şöyle demiştir: ´Eğer benimle elli seneden beri Tevhid ehlidir´ diye tanıdığın bir kimsenin arasına bir direk girse ve o da ölürse, onun tevhid üzere öldüğüne kesinlikle hüküm veremem. Çünkü ben, o direği dolaşırken, kalbinin ne gibi bir değişikliğe uğradığını bilemem!´ Bir kişi şöyle demiştir: ´Eğer şehidlik evin kapısında ise, İslâm üzerine ölmek de ev içindeki odanın kapısında ise muhakkak ki odanın kapısında İslâm üzerine ölmeyi seçerim. Çünkü ben odanın kapısı ile evin kapısının arasında kalbimde ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini bilmiyorum!´ Ebu Derda ´Bir kimse ölüm anında imanının kendisinden alınmayacağından emin ise, mutlaka onun imanı kendisinden alınır´ diye yemin ederdi. Sehl derdi ki: ´Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar´. Sıddîklar o kimselerdir ki ALLAH onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60) Süfyân es-Sevrî, ölüm döşeğinde iken ağlayıp sızlandı. Kendisine denildi ki: ´Ey Ebu Abdullah! Recâ makamına yapış! Zira ALLAH´ın affı senin günahından daha büyüktür´. Karşılık olarak şunları söyledi: ´Ben günahlarım için mi ağlıyorum? Eğer tevhid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar kadar günahlarla ALLAH´a mülâki olmaktan korkmazdım´. Korkanların birinden hikâye ediliyor ki arkadaşlarının bazısına vasiyet ederek ´Ölüm çağma girdiğimde başımın ucunda otur! Eğer tevhid üzerinde öldüğümü görürsen benim bütün servetimi al! Onunla badem ile şeker satın al. Memleketin çocuklarına benim sevabıma dağıt! Bu, kurtulmuş adamın düğün bahşişidir. Eğer tevhid üzere ölmezsem, halka bu durumu bildir ki benim cenazemde hazır bulunmakla mağrur olmasınlar. Beni seven cenazemde hazır bulunsun ki ölümden sonra riya yakama yapışmasın!´ Arkadaşı dedi ki: ´Senin tevhid üzerine ölüp ölmediğini nasıl bileceğim?´ ALLAH´tan korkan zat ona bir alâmet söyledi. Böylece o, ölüm anında o tevhid alâmetini gördü, dolayısıyle emrettiği gibi şeker ile bademi satın aldı ve çocuklara dağıttı. Sehl et-Tüsterî derdi ki: ´Mürid, günahlarla mübtelâ olmaktan korkar. Arif ise, küfürle mübtelâ olmaktan korkar´. Ebu Yezîd der ki: ´Mescide yöneldiğimde belime bir zünnar bağlı olduğunu düşünüyorum ve o zünnarın beni kiliseye veya ateşgedeye götürmesinden korkuyorum. Bu korku camiye girinceye kadar devam ediyor. Camiye girer girmez, belimde bağlı hissettiğim zünnar çözülüyor. İşte günde beş defa bu durumla karşı karşıya gelirim´. Hz. İsa ´Ey havariler! Siz günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler ise, küfürden korkuyoruz´ demiştir. Peygamberlerin haberlerinden rivayet ediliyor ki o zevât-ı kiramdan biri, ALLAH Teâlâ´ya, açlık, bit ve çıplaklıktan uzun seneler şikayet etti. Elbisesi yündendi. Bunun üzerine, ALLAH Teâlâ, o peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Kulum! Senin kalbini beni inkâr etmekten koruduğuma razı değil misin ki benden dün-yayı istiyorsun?´ Bu ilâhî hitap üzerine, o peygamberi zîşân, yerden toprak alıp başına saçıyor ve diyordu: ´Evet yarab! Razı oldum. Beni küfürden koru!´ Arifler ayaklarının yerleşmesine ve imanlarının kuvvetine rağmen kötü sonuçtan bu kadar korkarlarsa acaba zayıf kimseler nasıl korkmazlar? Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok se-bepleri vardır: Bid´at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi... Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan Basrî der ki: ´Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur´. Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan ni-faktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık, hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Dört haslet vardır. O hasletler kimde bulunursa, o kimse katıksız bir münafıktır; isterse o kimse namaz kılsın, oruç tutsun ve ´ben müslümanım´ desin. Eğer kişide o hasletlerden bili bulunursa, o kişide nifaktan bir şûbe var demektir ki o hasleti bırakıncaya kadar bu durum devam eder. O hasletler şunlardır: Kim konuştuğu zaman yalan söylerse, söz verdiğinde sözünde durmazsa, emin sayıldığı zaman hainlik yaparsa ve başkasıyla iddialaştığı zaman, yalan söylerse işte münafık odur.89 Hadîsin başka bir lâfzında ´Söz verdiği zaman hile yaparsa´ diye varid olmuştur. Ashab ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan Basrî ´Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır´ demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir? Hatta Hasan Basrî´nin nifaktan saydığı durumlar bugün insanlar arasında normal ve âdet haline gelmiştir ve bu durumun münker olduğu unutulmuştur. Hatta bu durum, peygamberlik zamanına yakın olan bir zamanda bile cereyan etmiştir. Madem o zamanda cereyan etmiştir, o halde bizim zamanımızda neler olduğunu düşün! Hatta ashab-ı kirâmdan Huzeyfe (r.a) ´Hz. Peygamberin za-manında kişinin konuşup dolayısıyla münafık olduğu kelimeyi sizlerden bugün günde yirme defa işitmekteyim´ demiştir. Hz. Peygamberin ashabı şöyle derlerdi: ´Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık´. Seleften biri şöyle demiştir: ´Nifakın alâmeti, yapmış olduğun bir şeyi halk yaparsa, çirkin görmendir. Zulümden birşeyi sevmen, hakka buğzetmendir´. Şöyle denilmiştir: ´Kişi kendisinde bulunmayan bir sıfattan do-layı övüldüğünde, bu hoşuna giderse bu yaptığı münafıklıktandır´. Bir kişi İbn Ömer´e dedi ki: - Biz şu emirlerin huzurlarına giriyoruz! Onların dediklerini tasdik ediyoruz. Onların yanından çıktığımızda aleyhlerinde konuşuyoruz. - Biz bu durumu Hz. Peygamber döneminde münafıklıktan sayıyorduk! Daha şiddetlisi şu rivayettir: Birkaç kişi Huzeyfe b. Yeman´ın (r.a) kapısında oturup onun çıkışını bekliyorlardı. Bunlar Huzeyfe´nin hakkında bir şeyler konuşuyorlardı. Huzeyfe onların yanına çıktığında ondan utanarak sustular. Bu manzara karşısında kalan Huzeyfe ´Konuştuğunuz konuyu devam ettirin!´ dedi. Fakat onlar sustular. Bunun üzerine Huzeyfe ´Biz sizin bu davranışınızı, Hz. Peygamber´in zamanında nifak kabul ediyorduk!´ dedi. İşte bunu söyleyen Huzeyfe münafıkları ve nifakın sebeplerini bilmekle meşhur olmuştur. Huzeyfe derdi ki: ´Kalbin üzerine, bir an gelir ki kalp imanla dolup taşar. Kalpte iğne ucu kadar nifaka yer kalmaz. Başka bir an ise kalp iman için bir iğne ucu kalmayacak kadar münafıklıkla dolup taşar´. İşte bununla anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid´at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü ´Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir´ denilmiştir. Ariflerden biri diğerine dedi ki: ´Ben nefsim için nifaktan korkuyorum´. O da cevap olarak ´Eğer sen münafık olsaydın nifaktan korkmazdın!´ dedi. Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Mü´min kul iki korku arasındadır: ALLAH´ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile ALLAH´ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur.90 Yardım edici ALLAH´tır. 78)Bazı nüshalarda ´aynısı´ yerine ´gayrisi´ geçmektedir. Fakat illet ile ma´lûl bu ikinci tabire göre uyuşmaz. Şârih der ki: ´Düşünüldüğünde bu mi-sâl, hiçbir yönden mümesselün bih´e mutabık değildir!´ En yüce misâl ALLAH içindir. ALLAH temsil ve teşbihden yüce ve münezzehtir, (ithaf us-Saade,IX/224). 79) "Ben Ademoğullarının efendisiyim dememde böbürlenmek yoktur". (İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce) 80) ´ALLAH´a yemin olsun, içinizde en fazla ALLAH´tan korkanınız benim!´ (Müslim) 81) Taberâni 82) Müslim, (Hz. Âişe´den) 83) Buhârî, (Ümm´ül-Ulâ el-Ensârîye´den) 84) Künyesi 85)Beyhakî ve Ebu Ya´lâ. 86)Daha önce geçmişti.77) İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre´den); İbn Humeyd, Ebu Ya´la 87) Tirmizî, Hâkim 88) İbn Şahin, Şerh´üs-Sünne 89) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr´dan) 90) Beyhakî, Şuab |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|