AK Gençliğin Buluşma Noktası
Önden Giden Atlılar Önlerinde okyanus, Kızgın bir çöl arkada, Asıl içlerindedir, Zaptedilmez bir deniz, Önden giden atlılar...



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-26-2010, 19:07   #1
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Ruhumuzun Heykelini Dikerken
Hocamızın değerli kitabından her gün bir bölümü paylaşacağım.Konun sabitlenmesi yöneticilerden ricamdır.

 

El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 04-26-2010, 19:08   #2
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Aksiyon ve Düşünce
Aksiyon ve Düşünce


Yeryüzü mirasçıları olarak mücadele çizgimizi aksiyon ve düşünce sözcükleriyle hulâsa etmemiz mümkündür. Zaten, hakikî var olmanın yolu da aksiyon ve düşünceden geçer. Kendini ve başkalarını değiştirebilecek mahiyetteki bir aksiyon ve düşünceden. Aslında her varlık bir başka zaviyeden, hareket ve bazı disiplinlerin ürünü gibidir; bekası da yine hareket ve o disiplinlere bağlıdır.

Hayatımızın en önemli, en zarûrî hâdisesi aksiyondur. O uğurda pek çok şey kaybetme pahasına da olsa, sürekli aksiyon, sürekli düşünce ile bir kısım sorumluluklar altına girerek, bir kısım problemleri göğüsleyerek âdeta kendi kendimizi mahkûm edip hep hareket etme mecburiyetindeyiz.. evet, eğer kendimiz olarak hareket etmezsek, başkalarının hamle ve aksiyon dalgalarının, düşünce ve plân girdaplarının tesirine girerek onların hareket fasıllarını temsil etme zorunda kalırız.

Hep hareketsiz kalma, çevremizde olup biten şeylere müdahale etmeme, etrafımızdaki oluşumlara karışmama, suyun içine düşmüş bir buz parçası gibi, kendimize rağmen kendi kendimizi erimeye salmak demektir. Özümüzün moleküllerini koruyamayacağımız böyle bir erime ise, kendimize ters ve özümüze de zıt herhangi bir tekevvün ve oluşuma teslim olmak sayılır. Kendi olarak kalmayı plânlayanlar, bütün arzularıyla, istekleriyle, kalpleriyle, vicdanlarıyla, hareket ve düşünceleriyle onu istemelidirler; zira var olmak için bütünüyle insan özünün gerilimde olması şarttır.. evet, önce var olmak, sonra da varlığın devamı insandan kol ister, kanat ister, kalb ister, kafa ister. Bizler, yarınki varlığımız için şimdiden kalb ve kafalarımızı fedâ etmezsek, başkaları, hem de bize hiçbir yararı olmadığı bir zemin ve zamanda gözümüzün içine baka baka onları bizden isteyebilir.

Kendimiz olmak, kendi isteklerimizi âlemin arzu ve istekleri hâline getirmek; sonra da umum varlık içinde kendimize bir hareket mecrâsı bulmak ve kâinâttaki umûmî cereyanlar içinde kendi mecrâmızda kendimiz olarak akmak; yani bir taraftan bütün varlıkla bütünleşirken, diğer yandan da kendi öz çizgimizi korumak; işte İslâmî aksiyon ve düşüncenin en belirgin yanlarından biri!. Kendi âlemi itibarıyla umûmi varlıkla irtibatlanamayan, kâinâtla olan alâkalarını duymayan; ferdî ve cüz'î isteklerine bağlanıp âlemşümul gerçeklere karşı kapalı kalan kimse, kendini bütün varlıktan koparır, tecrit eder ve egoizmin öldürücü mahbesine atar. Bedene ait bütün iştihaların, cismâniyet etrafında gerçekleşen bütün kavgaların ve onlarda aranan içi boş, kuruntu buudlu bütün tesellilerin, insanın varlıktan kopup kendi kendine kalmasından kaynaklandığında şüphe yok. Hakikî aksiyon ve düşünce adamının dünyası ve o dünya içindeki mutluluğu âlemşümul televvünlü ve ebediyet çerçevesine hakledilmiştir. Bu itibarla da onun başlangıcı ve sonu yok gibidir; olsa da, tasavvurlarımızı aşar. Bu açıdan da biz, 'mesut insan' derken, hep böylelerini hatırlarız. Zaten sonu ve başlangıcı olan saadete de saadet demek mümkün değildir.

Daha enfes bir yaklaşımla aksiyon; insanın, en samimi ve içten kararlarla bütün varlığı kucaklaması, onu tahlile alması ve onun içindeki koridorlardan sonsuza yürümesi, sonra da Nâmütenâhi'den aldığı bir sır ve kuvvetle zekâ ve iradesinin bütün gücünü kullanarak, kendi âlemini, hilkatle hedeflenen gerçek yörüngesine yerleştirmesidir.

Düşünceye gelince o da bir iç aksiyondur. Sistemli ve hedefli düşünce, varoluş vetiresinde (süreç) karşımıza çıkan bütün muammaları yine kâinâttan sorarak, her şeyin cevabını ondan almaktır. Diğer bir ifadeyle, topyekün varlıkla kendi arasında bir akrabalık tesis ederek, her yanda her şeyin diliyle hakikati arayan şuurun faaliyette olması demektir.

Düşünce sayesinde insan ruhu, âlemle sarmaş-dolaş olur ki, sürekli kendi içinde derinleşir.. akl-ı meâşın dar kalıplarını yırtarak dışarıya taşar ve ruhun derinliklerine sinmiş vehimlerden kurtulur; kurtulur ve yanıltmayan doğrulara uyanır. Tâbir-i diğerle düşünce, insanın kendi derinliklerinde metafizik tecrübelere yer hazırlamak için yine kendi içinde boşalmasıdır. Bu, düşüncenin ilk basamağı ise, o merdivenin son basamağı da hareketli düşünmektir.

Bizim aksiyon ve düşünce hayatımızın temel dinamiği rûhî hayatımızdır; rûhî hayatımızı da dinî düşüncelerimizden ayırmamız mümkün değildir. Bu milletin her varoluş kavgası, İslâmî ruh ve mânâya sığınılarak gerçekleştirilmiştir. Tohumun, toprağın bağrına düşünce başağa yükselmesi, tomurcuğun ışığa yönelince açılması gibi, milletimiz de İslâm'a yöneldiğinde özündeki derinlikleriyle ortaya çıkmıştır. Böyle bir yöneliş ve öze eriş, onun mâhiyetindeki istidatları inkişaf ettirdiği gibi, varlık ve bekasının da teminâtı olmuştur. Evet, onun kendi iç âleminde, kalb ve ruhun hayat seviyesini paylaşması, ibadet, zikir ve fikirle gerçekleştiği gibi, bütün bir varlığı kucaklaması, kendi nabızlarının atışında O'nu duyması ve beyninin her fakültesinde O'nu hissetmesi de, yine ibadet şuuruna, ziklr ve fikir cehdine bağlıdır. Zaten, hakikî mü'minin her davranışı bir ibadet, her düşüncesi bir murâkabe, her konuşması bir münâcât ve mârifet destanı, varlığı her müşâhedesi bir tecessüs ve tetkik, vatandaşlarıyla münâsebeti de rahmânî bir şefkattir. Bu ölçüde rûhâniliğe ermek, sezilerden mantık ve muhâkemeye, mantık ve muhâkemeden de ilham ve ilâhî vâridâta açık olmaya bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, tecrübe aklın süzgecinden geçirilmeden, akıl fetânet-i a'zama teslim olmadan, mantık aynı sevgi hâline gelmeden, sevgi de ilâhî aşka inkılâb etmeden insanın bu zirveyi yakalaması zordur. Gerçekleştirilebildiği takdirde, böyle bir bakış zaviyesi sayesinde, ilim dinin bir buudu hâline gelir ve onun hizmetçisi olur.. akıl ilhâmın elinde her yere ulaşabilen bir ışık tayfı kesilir.. tecrübî müktesebât da varlığın ruhunu aksettiren bir prizma mâhiyetini alır.. ve her şey mârifet, muhabbet ve zevk-i rûhânî neşîdeleriyle gürler.

Bugün, bazı kesimleri itibarıyla insanımız, aynı duygu, aynı düşünceyi taşıdığı, aynı ruh hâletini paylaştığı veya paylaşma durumunda olduğu halde; evet onca fasl-ı müştereke rağmen, beklendiği ölçüde müspet davranamıyor, hatta yer yer çarpıklıklara, menfîliklere giriyorsa, bunlar onun gerçek mânâda mü'min olamayışında aranmalıdır. Hakikî mü'min, hangi kalıp içinde olursa olsun, ne şekilde tersliklere çekilirse çekilsin davranışları hep îman televvünlü, hareketleri de düşünce yörüngeli olmalıdır..

Bu itibarladır ki, geleceğin dünyasını kurmayı plânlayan yeryüzü mirasçıları nasıl bir dünya inşa etmek istediklerinin ve bu dünyanın îmârında ne türlü cevherlerin kullanılması lazım geldiğinin şuurunda olmalıdırlar ki, kendi elleriyle yaptıkları şeyleri daha sonra yine elleriyle yıkma mecburiyetinde kalmasınlar. Bizim, bin küsur senelik hayatımızın mânâ kökleri ve temel esasları bellidir. Geleceğin ışık mimarları, hareket dinamizmlerinin yanında, düşünce güçlerini de kullanarak, dinî ve millî hayatımızı, üzerine binâ edecekleri târihî dinamiklerin, esneklik, enginlik ve evrenselliğinden tam yararlanarak, kitap, sünnet ve selef-i sâlihînin sâfiyâne içtihatları mahfuz, çağın idrak, üslup ve anlayışına göre, bir kere daha İslâm'ın sesini almaya, bakış zaviyesini yakalamaya, nabzını tutup, kalbini dinlemeye çalışmalıdırlar ki, 'ba'sü ba'de'l-meut' yolunda, berzah hayatı yaşamasınlar. Bu da her şeyden evvel, nefsâniliğin bütün baskı ve dürtülerinden uzaklaşarak rûhânîliğe açılmaya ve dünyayı ötelerin intizar salonu görüp bilmeye bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, ibadetlerimizdeki kemmiyeti keyfiyetle derinleştirmeye.. evrâd u ezkârdaki riyâzîlikten doğan eksikliği niyet ve hulûsla nâmütenâhîleştirmeye.. duâ, münâcât ve yakarışlarımızda, bize bizden daha yakın bir varlığa yalvarıyor olma marifet, saygı ve temkiniyle gerçekleşebilecektir. Bunu da ancak, namazı, mi'râca yürüyor gibi duyanlar, orucu, ilâhî bir gizlilik içinde halvete koşuyor gibi hissedenler, zekâtı, bir emanetçi ve tevzî memuru gibi yerine getirip 'oh!' diyenler, haccı, İslâm dünyasının problemlerini görüşmek üzere evrensel bir konferansa, hem de ruh ve kalbin, ötelerin nûrâniyet ve mehâbetini rasat edebileceği bir zeminde evrensel bir konferansa iştirak ediyor gibi yaşayanlar anlayabilir.

Bütün bunların duyulup hissedilmesi, hissedilip hayata geçirilmesi, iç ve dış sefâletlerimizi teşhis ve tedavi edebilecek maneviyat hekimlerine ve ötelerle her zaman irtibatlı aldatmayan rehberlere vâbestedir. Düşünce dünyaları maddeden mânâya, fizikten metafiziğe, felsefeden tasavvufa uzayan rehberlere. Dünden bugüne bütün umran devirlerinin arkasında bunlar olduğu gibi, bundan sonraki îmar ve ihyâ hareketlerini de bunlar temsil edeceklerdir. Bu temsil, yeni hâdiseler ve gelecekteki vakalarla alâkalı, kitap ve sünnet kaynaklı yeni hukuk doktrinleri ortaya koyarak.. düşüncelerini yeni dünya görüşleriyle bezeyerek.. milliyet, ruh ve şuurunu İslâmî perspektifle netleştirerek, bileyerek.. tecrit duygusuna bağlı, İslâm'ın evrenselliğine uygun yepyeni sanat telâkkileri geliştirerek.. din ve dünya ihtivâlı birkaç bin seneden beri devam ede gelen kendi kültürümüzü yoğurarak gerçekleştireceklerdir. Bu ölçüde bir temsil, ilim, felsefe, sanat ve dinî hayatımızı, önümüzdeki yıllarda dünya milletlerinin önüne geçirecek ve hayatın bütün ünitelerine istikamet kazandırarak, okumuş-okumamış sokaklarımızda âvâre dolaşan çocuklarımızı, yarının fikir, hüner, marifet ve zanaat sahipleri hâline getirecektir. Bu sayede bütün sokaklar, mektep koridorları gibi irfanla tütecek.. hapishaneler birer ilim yuvası hâline gelecek.. yuvalar da birer cennet köşesi gibi tüllenecektir. Her yerde din ile ilim el ele yürüyecek.. îman ile akıl sarmaş-dolaş her yere meyvelerini saçacak.. istikbâl, ümit, emel ve azmin bağrında, ütopyalarda olduğundan daha rengin ve daha zengin göğerip gelişecek.. televizyonlar, radyolar, gazeteler, mecmualar çevreye feyiz, bereket ve ışık yağdıracak.. ve tarihten kalma müstehâselerin dışında her gönül bu cennetâsâ baharda kevser yudumlayıp dolaşacaktır...

Bu yeni tekevvün, bizim kendi târihî değerlerimizden, kendi medeniyet, kendi kültürümüzden ve kendi romantizmimizden doğacaktır. Evet, bu hareket, bir tarafta asırlardan beri devam ede gelen mağdûriyet, mahkûmiyet ve mazlûmiyet ruh hâletinden; diğer yandan da îmanla doymuş, her zaman gerilimde ve hamleye hazır kalbimizin heyecanlarından meydana gelecektir.

Bu hayâtî misyonun yerine getirilmesi evvelâ bu paslı zeminde, paslanmış ruhları kımıldatacak bir gücün mevcûdiyetine vâbestedir. Elli-altmış seneden beri, bu ameliyeyi gerçekleştirmek için kalkıp-inen manivelalar, ilk kıpırdatmayı sağladılar gibi görünüyor. Muzdarip şairimizin iniltileriyle mırıldanacak olursak: 'Vur kazmayı Ferhat, çoğu gitti azı kaldı' diyebiliriz. İlk hareket, ruhun hareketidir ve o, bugün bir sekîne yumuşaklığı ve sımsıcak bir bahar bulutu edâsıyla başlarımızın üzerinde gökkuşağından bir 'tak' gibi uğradığımız her yerde bizi selâmlıyor. Onun, bütün bir mazlumlar, mağdurlar ve mahkumlar ülkesini sarmasına, sanıp rahmetle boşalmasına az kalmıştır.

Bugün artık, büyük ölçüde kuvvet eriye eriye hakkın kalıbına girmiş ve ona teslim olmuş gibidir. Evet, kuvvetin de bir hikmet-i vücudu vardır.. o olmadan pek çok meseleyi halletmek mümkün değildir. Haktan ayrılıp hakka rağmen bir yol tutup giden kuvvet zararlı olsa da, hak ile birleşen kuvveti her zaman aynı hak kabul edebiliriz. Hak ile birleşen kuvvetten doğan cesaret, zalim değil; o mazlumun hâmisi, hakkın da lisân-ı nâtıkıdır. Bundan sonra önemli olan, düşünce ve aksiyon erlerinin onu temsil etmeleridir.

Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1994, Cilt 4, Sayı 25
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2010, 19:26   #3
Kullanıcı Adı
Leyl-i efruz
Standart
Güzel bir arşiv olur.. Allah razı olsun
Leyl-i efruz isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-26-2010, 19:37   #4
Kullanıcı Adı
_кιяιктєѕтι_
Standart
Alıntı:
Leyl-i efruz Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
Güzel bir arşiv olur.. Allah razı olsun

......
_кιяιктєѕтι_ isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-06-2010, 19:40   #5
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart
Bir Yere Kadar Muayyeniyet


Yarınki nesillerin kıvam ve mutluluğu, bugünkü fedakâr ruh ve solukların ürünü olacaktır. Bugün kendini rahata ve rehâvete salmış bezgin ve derbeder yığınlardan mükemmel ve muntazam yarınlar beklemek sırf bir kuruntu ve avunmadır. Yarınlar, bugünün döl yatağında tomurcuklaşıp gelişecek ve bugünün memelerinden beslene beslene kıvama erecektir. Bugünkü varlığımız iyi ve kötü yanlarıyla dünün izlerini taşıdığı gibi, yarınlar da bugünün, gelişmiş, genişlemiş ve ferdîlikten çıkarak içtimaîleşmiş bir kopyası olacaktır. Evet, kendine has renk ve keyfiyetiyle millî hayatımız, geçmişin dağ-dere, ova ve obasından sızıp-gelen ve kendi televvünleriyle geleceğe akan bir ırmak gibidir; bu ırmak istikbâle doğru akarken geçtiği yerlerin hususiyetlerini de beraber alıp götürmektedir. Dikkatle bakabilsek, bizim de beraber akıp gittiğimiz bu çağlayan içinde cedlerimizin ayak izlerini, ruh halecânlarını, beyin ve pazularının ürünlerini, mefkûre ve hafakanlarını görebiliriz. Bu itibarla da, onları bizim hayat kaynağımız; tarihî dinamiklerimizle bizi de gelecek nesillerin varlık usâresi sayabiliriz.

Böyle bir tevarüsteki espri kavrandığı takdirde, dünya her yanıyla ihtiyarlasa, zaman bütün bütün değişse, asırlar başkalaşsa, gelenler gitse, gidenleri de arkadan gelenler takip etse millet ruhu hep genç kalacak ve 'ebed-müddet' var olacaktır. Zira, bu çizgideki bir değişim ve dönüşümde Ebu Bekir, Ömer bin Abdülaziz'e inkılâb edecek; Ömer, Fatih'e dönüşecek; Ali, Battal Gazi'nin ruhu olacak; Bedr'in Aslanları, Malazgirt'te, Kosova'da, Çanakkale'de muhteva ve mânâ derinlikleriyle bir kere daha temessül edeceklerse, her şey sonsuza endeksli demektir. Bence yenileşmenin ve her zaman genç kalmanın sihirli formülü de bu olsa gerek.. evet, ferden-ferdâ zeval bulup gitmemizi, milletçe varlık ve bekamızın esası, usâresi haline getirerek en korkunç ölümleri gülerek karşılamalıyız ki, dünyevî ve uhrevî buudlanyla ebediyeti garantilemiş olalım. Kendimizi ilk idrak ettiğimiz tül-pembe dünyalardan gençliğin şahlanmaya açık rengârenk âlemlerine, olgunluğun, güç, kuvvet ve irade ile serfirâz olduğu dönemlerden yaşlılığın temkinli ve istikrarlı çağlarına kadar her faslı çok iyi değerlendiren, her adımını dikkatlice atan, hayatını dolu dolu yaşayan ve ömrünün her dönemecinde ölmesini bilen, ölürken de iradesiyle, yüzü ötelere dönük ve aşk içinde ölenler, ütopyalarda anlatılanları da aşkın, yarınlarımızı hazırlayacak kahramanlar işte bunlardır. Evet, bu isimsiz kahramanlar ve kendi ayaklarıyla yürüyen bu âbide ruhlardır ki, hep önde koşar, arkada görünür; nesiller boyu 'yâd-ı cemil' olacak şekilde yaşar; ama ölümle buluşmayı da hep 'bir garip ölmüş diyeler' mülâhazası içinde gerçekleştirmeyi düşünürler.

İçinde bulunduğumuz zaman itibarıyla, bu ölçüdeki kahramanları yetiştiremez, onlara yukarıdaki dinamikleri temsil etme fırsatını vermez ve ömrün değişik fasıllarını bu ruh ve mânâ dinamikleri üzerinde örgüleyemezsek dünyanın geleceği adına bir şey vaadetmemiz ve yarınlarda varlığımızı sürdürmemiz mümkün değildir. Evet, içinde bulunduğumuz dönemi, ilerideki zamanın altın dilimine bir esas kabul edecek olursak, bu esas mutlaka basiret, şuur, idrak ve sabırla çok iyi değerlendirilmeli, onu geleceğe açık hale getirmek için ruh ve özün mahfuziyeti yanında, yoruma açık yanları da istikbali kucaklayacak bir zenginliğe ulaştırılmalıdır ki, yarınlar bugünden kopuk olarak gelişmesin.. yukarıdaki hususlar ihmal edildiği takdirde böyle bir netice kaçınılmaz olacaktır; zira sebeplerin ihmal edildiği bir yerde -tabiî esbap plânında- o sebeplerle irtibatlı sonuçların meydana geleceğini düşünmek, dinin ruhu ve 'şeriat-ı fıtriye'nin prensipleri açısından kat'iyen doğru değildir. Varlığın sînesinde her zaman müşâhede ettiğimiz bir muayyeniyet (determinizma) belli ölçüde ve şartlı olarak tarihî hâdiselerde de söz konusudur. Bugün, gidip tarih olan geçmişteki insan ve hadiseler, âdeta zamanın döl yatağına tevdî edilmiş spermler, ukde-i hayatiyeler veya kuluçka altındaki yumurtalar gibidirler.. ve şimdileri şekillendirecek esasların da kaynağı sayılırlar. Günümüzde, tarihin yamaçlarına tohumlar gibi saçılan sebepler de -yine esbap açısından yarınlara ait hikmet buudlu, adalet televvünlü, istikrar edalı ve istikamet formüllü neticeleri belirleyecek âmillerdir.

Zaten şimdiye kadar da hep öyle olmadı mı? Bir dönemde yaşanan kapkara günler, bir önceki dönemin levsiyatı değil miydi? Tufan, Hazreti Nuh'a baş kaldıran sergerdanların çiğneyip durdukları topraklardan fışkırmadı mı?. Ahkaf'ta kopan fırtınalar, 'Âd'ın kirlettiği yerleri temizleme adına bir alt-üst etme ameliyesi değil miydi?. Sodom ve Gomore'nin kurban edilişleri arzın semaya fidyesinden başka ne idi?. Yakın tarihimiz itibarıyla Hindistan'ı yıllarca İngiliz çizmeleri altında çiğneten, onların kendi içlerinden bazı kimseleri parya olarak kabul etmeleri değil de ya neydi?. Eski dönemlerde birbirinin kurdu olmuş Asya kavimlerini, Cengiz ve Hülâgülerle; modern çağ itibarıyla da komünizm, sosyalizm ve kapitalizmin eliyle perişan edip kıvrandıran, onların dünyayı yanlış yorumlamaları, iftirakları, cehaletleri değil miydi?. Uzaklarda dolaşmaya ne hacet, asrın başında, Afrika'dan Balkanlara ve oradan da bir kısım Asya ülkelerine kadar mübarek bir bölgede o bölgenin muvazene unsuru sayılan âlî bir devleti, şanlı bir milleti arkadan vuranların hemen hepsi yaptıklarının kat katına maruz kalmadılar mı?.. Kartaca'nın ümitsiz çığlıklarından ilk Hıristiyanların ürperten feryatlarına kadar, arşa yükselen mazlum âhı değil miydi o koskoca Roma İmparatorluğu'nu yerle bir eden?. Heykelleriyle beraber, duyguları, düşünceleri de, bir kist, bir modül gibi insanlık bünyesinden sökülüp atılan Lenin, Stalin, Hitler ve Mussolinilerin, tarihin en mel'ûn cebbarlarına rahmet okutturan zulüm ve itisaflarında aramak gerekmez mi, şimdilerde lanetle yâd edilmelerini?..

İlk Müslümanlar, mazlumiyet ve mağduriyetleriyle, düşmanlarını kendi husumetleri içinde boğdu ve adaletleriyle de dört bir yanda livâlarını dalgalandırdılar. Bedir ve Mekke fethi, hakkaniyet ve adaletin hakimiyeti, Uhud da mazlumiyet ve mağduriyetin zaferiydi. Kılıç kalbin elinde olduğu sürece de bu zaferler birbirini takip etti ve bu mübarek dönemde zahiren mağlubiyet zeminleri bile birer kazanç kuşağına dönüşerek istikbale yürüyen yollarda zafer tâkları haline geldi.. aksine, kılıcın, kuvvetin eline geçtiği ve kalbin diline kilit vurulduğu günden itibaren de, başan kılığındaki her maddî hakimiyet, ruhlarda hezimet hasıl ederek kazanç kuşaklarını hicran ve hasretlerin kol gezdiği arenalara çevirmedi mi?

Evet hangi nam ve hangi ünvanla olursa olsun, şer, yine şer doğurur; zulüm, zulümler fasit dairesine inkılâb eder. Dünden bugüne fitne ekenler hep şer biçmiş, hayır fideleri dikenler de hayır ve bereket dermişlerdir. Zaman zaman iyi-kötü teşebbüslerin neticeleri muvakkaten imhâle uğramış ise de, mevsimi gelince mutlaka zuhur etmiş ve zalimleri hasretle inletmiş, mazlumlar için de kurtuluş ve mutluluk vesilesi olmuştur. Sebeple netice arasında bazen yıllar, hatta asırlar geçebilir; ama bir de 'vakt-i merhûn'u gelince kendini öyle bir hissettirir ki, netice mâsum için aynı cennet, âsî ve zalimler için de aynı cehennem olur.

Bütün bunları, bir mânâda tarihin ruhundaki muayyeniyetiyle (sebep-sonuç münasebeti), daha doğrusu 'şeriat-ı fıtriye'deki adalet ruhuyla yorumlamak mümkün olduğu gibi, 'tarihî tekerrürler devr-i dâimi'nin önemli bir sebebi de kabul edebiliriz. Gerçi, tarihî hâdiselerin arkasında pek çok sebep söz konusudur ama; yine de Kudreti Sonsuz, sebepleri icraatına bir perde yapmıştır ve bizim dünyamızı da onlarla kuşatmıştır. Bu, O'nun, insana bahşettiği tıpkı irade sıfatı gibi sırlı bir lütfu; bizim de, mükellefiyetlerimizi yerine getirmemiz adına malzememiz ve lüzumlu aksesuarımızdır.

Bu açıdan denebilir ki, bazen çok küçük bir hareket bile yıllar ve yıllar sonra çok önemli bir oluşumun başlangıcı olabileceği gibi, yanlış bir kanaat, hatalı bir davranış da çağları sarsacak pek çok olumsuzluğu netice verebilir.

Bu itibarla da, şimdilerde bir kısım bahtiyar nesillerin, hayır düşünceleri üzerine örgütledikleri mini mini nakışlardan, mutlu yarınların rengârenk ve bütün insanlığın alâka duyacağı mübarek dokuların meydana geleceğini bekleyebiliriz.

Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1996, Cilt 5, Sayı 34
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-06-2010, 19:46   #6
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart
Konuyu sabitliyen moderatörümüzden ALLAH razı olsun diyorum.
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-07-2010, 11:36   #7
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Bizim Dünyamıza Doğru
Bizim Dünyamıza Doğru


Tarihî büyük hâdiseler düşünüldüğünde, düşünce ile aksiyonun iç içe yaşadığı görülür. Bir taraftan aksiyonun fikirle beslenmesi, plânlanması, diğer yandan da hamle ve hareketin yeni düşünce ve projelere zemin teşkil etmesi mânâsına bir içiçelik. Bu mânâda, düşünce, aksiyon için bir semâ ve yağmur, bir atmosfer ve hava; aksiyon da düşünce için bir zemin ve saksı, bir toprak ve topraktaki kuvve-i inbâtiye gibi farz edilebilir. Evet, böyle bir mütekabiliyeti kabul etmek yanlış olmasa gerek. Zira her hamle, bir düşünce ve plânın tahakkuku, her düşünce de, o istikametteki hareketlerle gerçek çerçevesini bulabilmesi ve hedefine ulaşabilmesi için bir başlangıç ve bir vetiredir. İradenin ilk merhalesi, bir iç temâyül, nihâî sınırı da azim, karar ve teşebbüstür. Düşünce bu vetirede, mebde'den müntehâya tıpkı atkı ipleri mesâbesinde, şuurlu faaliyetler de bu atkılar üzerine işlenen dantelâlar gibidir. Düşüncesiz, plânsız davranışlar çok defa falso ve karmaşaya sebebiyet verir; hareketsiz fikirler de, düşüncenin nihâî buudu sayılan model oluşturmayı engeller ve iradenin ruhunu zedeler.

Günümüze doğru gelirken, düşünce şuâlarının, toplumun her yanını sarması engellendiği gibi irade de bütün bütün felç edildi.. temsil devre dışı bırakıldı ve aksiyon da anarşiye katlettirildi. Çağın talihsiz cereyanları çok defa, yığınları, bir bunalımdan bir bunalıma itti ve bir dağınıklıktan başka bir dağınıklığa sürükledi. Kitleler, bencil ve haris ruhların elinde, tutarsız, mefluç ve şaşkın bir oraya çekildi, bir buraya ve hep istismar edildi. Bütün bu olumsuz hususlar karşısında ister-istemez, günümüz insanının henüz kalbî ve zihnî gücünü harekete geçirebilecek ölçüde olgunlaşmadığını görüyor 've hele biraz daha!' diyoruz.. ferdî seciyelerimizdeki zaafları gidermek, iradelerimize güç kazandırmak, inançlarımızı besleyip kıvama getirmek ve yeisin her çeşidini ruhumuzdan söküp atabilmek için 'hele biraz daha' diyoruz. Tabiî her şeyden evvel batı şokundan sıyrılmak için de...

Evet, batıda gerçekleştirilen sanayi inkılâbından bugünkü teknolojik gelişmelere kadar, hemen her şey, şok şok üstüne üzerimizde felç edici tesirleri olduğu gibi, ilimciliğin yanlış telâkkisi ve modernizm havâiliği de bir hayli başımızı döndürdü, bakışlarımızı bulandırdı. İhtimal ki, bu zafiyet ve bu sarsıntı daha bir süre devam edecek.. bu uyur-gezerlik ve bu sayıklamalar sürüp-gidecek ve dolayısıyla da kim bilir daha kaç yıl dişimizi sıkıp sabredeceğiz?. Sabredeceğiz, zira, fevkalâde sarsık bu umûmî bünyenin, derlenip kendine gelebilmesi ve toparlanıp çağıyla hesaplaşabilmesi için daha nice yıllar, mercan derinliğindeki canlı bekleyişe ve kuluçka durgunluğundaki aktif ve disiplinli harekete ihtiyacımız olduğu şuurundayız.

Bu bekleyiş ve aksiyon sayesinde, bir gün mutlaka bizim de dirileceğimize ve dünyanın çehresini değiştireceğimize inancım tamdır. Ne var ki, böyle bir vetirenin yaşanabilmesi için de, Şâh-ı Geylânî derinliğinde, İmam Gazâlî enginliğinde, Müceddid-i Elf-i Sânî Rabbânîliğinde, Mevlânâ aşk u heyecanında, Bedîüzzaman câmüyyet ve temkininde, günümüzün insanına yepyeni bir ruh vererek ona taptaze bir hayat zemini hazırlayacak büyük ve güçlü iradelerin yetişmesi, yetişip asırlardan beri insanımızın duygu, düşünce ve firâsetini ezen buhran dalgalarını kırarak onun ruhunda 'Cûdî' meltemleri estirebilmesi için zamana, ortama ve imkâna ihtiyaç olduğu da bir gerçek.. ve tabiî kendi kendimizi fethetmeye, ruh mekanizmamızı yeniden şekillendirmeye, kalb, his ve düşünce dünyamızı onarmaya da... Aksine, bizi Hızır çeşmesine ulaştıracak ışık süvarilerini yetiştiremediğimiz, kendimize, kendi değerlerimize kapalı kaldığımız ve rûhî sistemlerimiz itibarıyla dağınık yaşadığımız sürece, mesafe almamız kâbil olmayacaktır; bugüne kadar olmadığı gibi. Bu konuda kendimize dışta düşman aramaya da gerek yok; zira bizim düşmanımız içten ve ayağını ayağının üstüne atmış, villasının penceresinden derbederliğimizi seyrediyor ve kıs kıs gülüyor.

Bu itibarla da, eğer mutlaka bir cihad stratejisi üreteceksek, bu strateji gönlümüze taht kurmuş oturan, bu amansız ve îmansız düşmanları söküp atmaya ma'tûf olmalıdır. Aslında bizim dünyamız, asırlar var ki, başka değil, işte bu düşmanların ablukası altında bulunuyor. Yıllar ve yıllar boyu milletimiz bu öldürücü ablukadan kurtulup, bir türlü kendine dönemedi.. kendi olamadı.. hep ayrı ayn toplumların, örflerin, âdetlerin garip bir nokta-i mihrâkiyesi gibi, çok kavimleri, çok kabileleri, çok anlayışları, pek çok puta birden tapan, pek çok mevhûm ilâh karşısında aynı anda diz çöken ve her gün nice sahte mâbutlar önünde ahd ü peyman yenileyen bir düşüncezede gibi hep dağınıklık örneği oldu ve bir türlü toparlanamadı. Böyle oldu; zira o, bu talihsiz dönemde hiçbir düşüncenin tam ve doğru olduğuna inanamadı, dolayısıyla da, pek çok fikrî cereyana birden endeksli yaşadığı halde, tam olarak hiçbir akımın içinde bulunamadı.

Kim bilir bu sisli-dumanlı dünyada ne büyük fikirler, hep berzahta kalıp hayata geçirilemedi ve ne ciddi projeler, bu miyop bakışların bulanık düşüncelerine çarparak kırıldı! Evet, bunlara göre eşya ve hâdiselerin ihtiva ettiği mânâ, ilim ve insan kâinat münasebetleri, önemsiz, anlamsız şeylerdir; üzerinde durmaya değmez. Bunlara kalırsa, varlık adına bildiğimizi bilir; bilmediklerimizi de, 'Nası1 olsa yarın bileceğiz' mülâhazasıyla devreden çıkarır ve her şeyi kendi 'sâbite'lerimize göre keser biçer-şekillendirir; icabında dünya kadar doğruları yanlış, yanlışları da doğru göstererek, ilmi de, araştırmayı da kendi inanç ve kendi dogmalarımızın vesâyetinde pek âlâ sürdürebiliriz. Hem de, tâ başlangıçtan beri varlığa da varlığını geçirdiği safhalara da şâhitmişçesine, kesin bir üslupla atıp tutarak ve bir kısım faraziyelerle her şeyi oldu-bittiye getirerek.

Eğer kâinatta inanılacak hiçbir hakikat yoksa, hiçbir düşünce inanılıp kabul edilecek değerde değilse, varlığın bir kaostan farkı ne? Böyle bir anlayışın hâkim olduğu bir dünyada, hiç olmayacak meselelerde bile toplumu izâfiyecilikten korumak nasıl mümkün olacaktır? Kendini izâfîliğe salmış yığınlar, en doğruları dahi, aksinin doğruluğu kadar, en eğrileri de yine aksinin eğriliği kadar kabul etmeyecek midir? Tabiî temelde böyle bir anlayışın yaygınlaşması halinde ise, iyilik-kötülük düşüncesinden ahlâkîlik-lâahlâkîlik telâkkilerine kadar her şey rölâtivizmden nasibini alacak demektir. Bugün, her şeyden ziyade milletçe muhtaç olduğumuz karakter, şuur, idrak ve sorumluluğun harekete geçireceği, davranış ve faaliyetlerin de, en az bugün ve bugüne ait zaruretler kadar, plân ve projelerinde yarınları düşünen samimi, müteheyyiç fakat dengeli insan karakteridir. Gönlüyle varlığa açık, dimağı bilgi şuunuyla ma'mûr, her an kendini bir kere daha yenilemesini bilen, her zaman nizamın peşinde ve her lâhza ayrı bir tahribi tâmir eden düşünce ve ruh mîmârı karakter..

O hep zaferden zafere koşacak ama; ülkeleri hârap edip, harâbelerde pâyitahtlar kurmak için değil; insânî duygu ve melekeleri harekete geçirmek ve bizleri, herkesi ve her şeyi kucaklayacak şekilde sevgi, alâka ve mürüvvetle güçlendirmek, yıkılmış yöreleri onarmak, ölü kesimlere hayat üflemek, varlığın damarlarında can olup-kan olup akmak ve hepimize var oluşun engin zevklerini duyurmak için.. zaten o, her şeyiyle bir Allah adamıdır.. ve O'nun halifesi olarak her zaman varlıkla münasebet içindedir. Her hareket ve her faaliyeti kontrollüdür ve yaptığı her şeyi de O'nun teftişine sunacak gibi yapar. O'nun duyuşlarıyla duyar.. O'nun bakışlarıyla görür.. üslûbunu O'nun beyanından süzer çıkarır.. ve O'nun iradesi karşısında 'gassâlin elindeki meyyit' gibidir.. O'na karşı acz u fakrının şuurunda olması en büyük bir güç ve servet kaynağıdır. O, bu tükenmez hazineyi en iyi şekilde değerlendirmede asla kusur etmemeye çalışır.

O, aynı zamanda engin bir muhasebe ve murâkabe insanı, dır; iyi-kötü, güzel-çirkin, onun mir'ât-ı ruhunda, gece-gündüz ziyâ-zulmet farklılığı içinde birbirinden ayrı ve her şey yerli yerincedir.. iradesi, kalbi, şuuru ve hissiyle, o, vicdan mekanizması ve onu meydana getiren latîfelere terettüp edecek en büyük gayeleri avlama peşinde.. ve 'Hâlık'ın atiyyeferini ancak matiyyeleri taşır' mülâhazasıyla, irade ile, sorumluluk arasındaki münasebeti; kalb ile, aşk mâbeynindeki alâkayı; şuur ile, varlık ve varlığın perde arkası sırlarıyla teması ve ıttılâı; hissiyle, 'bî kem u keyf' mutlak hakikati; mârifeti ile birkaç kadem meleklerin önünde yakınlık soluklamaktadır.

O, şahsî hayatı itibarıyla, gözü hep örnek insan olma ufkunda.. İlâhî emir ve yasaklan temsilde evliyâ ve asfiyâ ile at başı ve 'kılı kırk yararcasına' sözüyle ifade edilemeyecek kadar dakik ve ince. Hakiki Müslümanlığı yaşamadaki kahramanlığı, Hakk'ın sevmediği şeylere karşı ortaya koyduğu tavn, inançlarını hayata geçirme yolunda başına gelecek şeylere karşı fütursuzluğu ve mukavemeti tasavvurlar üstüdür. Hele mahşeriliğindeki enginliği, Hakk eri ve halk insanı olmadaki derinliği, Allah'a ve O'ndan ötürü varlığa karşı duyduğu aşkı, şevki, alâka ve endişeleri ifadelere sığmayacak ölçüdedir.

Zaten o, her şeyden evvel ve sonra ledünnî bir mârifet ve vazife insanıdır. Ledünnî vazife insanı ile ne anlıyoruz, ayrıca üzerinde durulmaya değer...

Yeni Ümit, Ocak-Mart 1995, Cilt 4, Sayı 27
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-08-2010, 17:25   #8
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Çizgimizi Bulma Yolunda
Çizgimizi Bulma Yolunda

Yeryüzü mirasından mahrum edildiğimiz günden bu yana İslâm, müntesiplerinin zaafı, hasımlarının da tecâvüz ve insafsızlığı berzahında yürekler acısı bir muâmeleye tabi tutuldu. Zulüm ve gadr karşı tarafın şiârı olabilir; Müslüman'ın zaafını kabul etmek mümkün değildir. İhtimal, Allah Resûlü de, 'Allah'ım fâcirin celâdetinden, müttakînin de aczinden sana sığınırım' derken bu hususa işaret buyuruyordu.

Şurası bir gerçek ki, Müslüman düşüncesi ve Müslüman mantığının sarsıntı geçirmesi, duraklaması, durgunlaşması, hatta bulanıp kokuşması Müslümanları Kur'ân hedefli, peygamber yörüngeli doğru yoldan uzaklaştırmış.. İslâm'ın evrenselliğine gölge düşürmüş ve bu âlemşümul dinin fonksiyonunu edâ etmesine mâni olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki son birkaç asrın Müslümanlarında hususiyle de Müslüman rehberlerde bu denli müzminleşen, kronikleşen bu inhiraf vak'asının giderilmesi de, birkaç mektep açmakla, birkaç konferans, birkaç panelle mümkün olamayacağı gibi, birkaç zavallıca mev'ize ve birkaç nasihatla da aşılamayacaktır.

Kökleri asırlar öncesine dayanan, günümüzde de bilim ve teknolojiyle desteklenen bu kartlaşmış inhirâfın giderilmesi, yeniden kendimizi keşfetmemize, kendimizi bulmamıza, İslâmî şuur, İslâmî mantık ve İslâmî muhâkeme usulüyle bir kere daha tanışmamıza.. uzun gayret, köklü himmet, gerekli zaman, bitmeyen sabır, dipdiri ümit, sarsılmayan irâde ve teennî üstüne teenniye muhtaçtır. Aksine, kendi üslûbumuzu bulamaz, içine düştüğümüz çukurdan, düşüş noktasının dışında çıkış yolları aramaya devam edersek hem kendi kendimizi aldatmış hem de gelecek nesilleri bir kere daha inkisâra uğratmış oluruz. Bu itibarla, varlık ve hâdiselere İslâmî perspektifle yaklaşmak ve her şeyi İslâmî mantıkla değerlendirmek için İslâmî düşünce ve İslâmî tasavvurun yeniden gerçekleştirilmesi şarttır. Bunun için de, evvelâ; kâinat, insan ve hayat hakkındaki bilgilerimizin sağlam, nefsü'-emre uygun, mebde' ve gâyesiyle aynı yörüngede, birbiriyle el ele, omuz omuza, bütün ve parçaları birbirine açık ve âdeta aynı temayı ifâde etmek üzere farklı ses, tek usûl ile örgülenmiş bir beste hüviyetiyle.. veya merkezî bir nakışın çevresindeki diğer nakışlarla, mutlaka bir kısım mânevî münâsebetleri bulunması keyfiyetiyle sezilip bilinmesi.. ikinci olarak da; akıl ve muhâkemenin, dünya kadar mânâ, muhtevâ ve hikmetlerle dopdolu, hatta binbir hikmet manzûmesiyle mâlemâl ve âdeta bütün varlık ve hâdiselere açık bir kitap.. veya ilâhî şuûnun milyonlar televvününü aksettiren çok yönlü, çok derinlikleri bulunan göz kamaştırıcı bir sanat eseri olarak mütalâamıza sunulan, umum eşya ve umum vak'aları, onlardaki cüz'î ve münferit hâdiselere takılmadan, cüz'iyatta külliyâtın perde arkasını seyrederek, külliyatta da, cüz'iyât ve teferruatın en ücra kolonilerine kadar uzanarak bütünü birden anlamaya ve parçaların, hatta daha küçük parçaların birbirleriyle olan münasebetlerini kavramaya yönlendirilmesi lâzımdır ki, çalışmalarımızın bir bölümü diğer bölümünü, tespitlerimizin bazıları bazılarını ve zamanımızın da bir kısmı, diğer kısmını nakzetmesin, çürütmesin ve aleyhinde olmasın.

Bu mütalâa ile, ihtisaslaşma ve branşlaşmanın aleyhinde olduğumuz zannedilmemelidir. Elbette ki herkes belli bir sahada uzmanlaşacak ve ihtisas yaptığı branşın arş-ı kemâlâtına ulaşarak o sahaya ait gaye-i hayâli yakalamaya çalışacaktır. Ancak, bu yapılırken, bütünün mânâ, muhtevâ ve konumu, hatta hedef ve gayesi de gözardı edilmemelidir. Bu, kolektif bir şuurla mı, bilgi ve şuurun yönlendirilmesiyle mi, mükemmel bir koordinasyonla mı, yoksa dehâ ile mi, her ne ile gerçekleşecekse gerçekleşmeli, zira böyle küllî ve şümullü bir nazara, böyle umumî ve objektif bir değerlendirmeye ihtiyacımız olduğunda şüphe yok...

Evet, bugün her şeyden daha çok, dünü-bugünü bir arada görebilecek.. kâinat, insan ve hayatı birden perspektife alabilecek.. mukâyeseci.. varlığın sebepler ve illetler buuduna açık.. milletlerin ve cemaatlerin varoluş ve yıkılış senaryolarına vâkıf.. sosyoloji ve psikososyolojinin hata ve sevaplarında hakem.. medeniyet devr-i daimlerinin doğum, ölüm ve göçüşlerine nigehbân.. vesile ve gayeyi birbirinden temyiz edecek yetenek, vicdan selâmeti ve düşünce istikametine sahip.. gayeye saygılı.. şeriattaki hikmet-i teşri ve Sahib-i Şeriat'ın maksatlarına âşina.. dinî hükümlere menat sayılan esaslar mevzuunda vukuflu.. ilâhî varidâta açık objektif dimağlara şiddetle ihtiyaç var.

Tıkanmış düşünce sistemimizin önünü açacak.. bayatlamış ve semâvilikten uzaklaşmış muhâkeme tarzımıza Kur'ânî yörüngede işlerlik kazandıracak.. bunları yaparken de kâinat, insan ve hayat arasındaki sırlı münasebeti göz ardı etmeyecek.. dinî emirlerin titizlikle yaşanıp hayata geçirilmesinin yanında, devam ve temâdînin önemli bir esâsı olan, yürüdüğü yolları, Sahib-i Şeriat'ın teysîr, mülâyemet ve müsamaha ufkuna göre stabilize ederek tebşir ağırlıklı ve tenfire kapalı temsilini sağlamak.. ilim ve tefekkür gücünü İslâm'ın ve İslâm'ı yorumlamanın emrine vererek birkaç asırlık kısırlığı sona erdirmek.. mektepten mâbede, sokaktan yuvaya her yeri, varlık, insan ve hayatın arkasındaki gerçeğin rasat edildiği rasathaneler haline getirmek.. tıkanıklığı asırlar ve asırlar ötesine gidip dayanan sonsuzluğu temâşâ menfezlerine yeniden işlerlik kazandırmak.. İslâm'ı, hayatın hemen her ünitesinde sürekli üzerinde durulan gündemin birinci maddesi konumuna yükseltmek.. tenâsüb-i illiyet prensibine göre sebep-sonuç mevzuunda hassas, riyâzî ve rasyonel davranmak.. gibi fonksiyonlar edâ edecek bu idrak kadrosu, kendimizi yenilememize yardımcı olacak ve bize ebed-müddet var olmanın erkânını öğretecektir.

Sebeplere bunca önem verip onları küstahlaştırmayı yadırgayanlar olabilir; bir ölçüde, ben de buna iştirak ederim: İnsan kendine düşen vazîfeyi yapmalı, şe'n-i rubûbiyetin gereğine karışmamalıdır. Vazife bize ait bir sorumluluk, sebeplere tevessül de neticenin istihsâli için, duâ hükmünde Hakk kapısına sunulmuş bir müracaattır. Bu hususun böyle kabul edilmesi, bizim, birer yaratık, O'nun da yaratan olmasının ve uluhiyet sıfatlarının gereğidir. Ne var ki, madalyonun bir de öbür yanı var: Allah, bize ait emr-i itibârî gibi bir şeyi, irâde ve meşîetine dâvetçi gibi kabul buyurmuş, ona önem vermiş, en büyük projeleri o plân üzerinde gerçekleştirmeyi vadetmiş ve gerçekleştirmiş.. ve bu itibârî nesneyi günaha, sevaba bir vesile olarak yaratmış, onu cezâ ve mükâfata esas kılmış, hayır ve şerrin isnâd edilmesine fâil kabul etmiş.. ve zâtında hiçbir değer ifade etmeyen bu nisbî emre, ona terettüp eden neticeler itibarıyla, değerler üstü değer atfetmiş -ki eğer böyle olmasaydı, bütünüyle hayat durur, insan camitler derekesine düşer, teklif bâtıl olur ve her şey gider abese incirâr ederdi- elbette ona, onun istek ve dileklerine fevkalâde önem verecek.. onu dünya ve ukbânın îmarına bir şart-ı âdi, hatırı sayılır bir vesîle ve dünyaları aydınlatacak bir elektrik mekanizmasının sihirli düğmesi haline getirerek, damlada deryâ, zerrede güneş, hiç ender hiç olan bir şeyde cihanları var etmek suretiyle kudretinin sırlı bir buudunu daha gösterecektir.

Evet, ne sebepler, ne de başka hiçbir şey Allah'a hükmedemez. O'nun ilâhî irâde ve meşîetini bağlayamaz. Her şey Allah'ın mahkûmu, Allah'ta biricik ve mutlak hakimdir. Ancak, esbâba riayet edilmesi ve illetlerin birer mini vesîle olarak değerlendirilmesi de yine Allah'ın emridir. Bu itibarla da insanın, 'sünnetullah' dediğimiz şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine uymadığı zaman, büyük ölçüde dünyada, belli nispette de âhirette cezalandırılacağına inanıyoruz.

Halifeler halifesi Hz. Ömer'in, salgın vebanın bulunduğu bir yerden uzaklaşırken, onun bu davranışını kazâya rıza ve kadere teslim düşüncesiyle te'lif edemeyenlere karşı, 'Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum' şeklindeki yaklaşımı ne mânidardır!

İş; amel ve aksiyonda netice programlı olma, onu gâye-i hayâl haline getirme ve onun külfeti altına girme, hem bir ızdırap hem de -hâşâ- Allah'la pazarlık yapma gibi bir saygısızlık, iradeyi devre dışı bırakarak. neticenin harika bir yol ile harikalar kuşağında meydana geleceğini beklemek de bir kuruntu ve miskinlik kılıfıdır: Zaten Kur'ân-ı Mübin de hem de kim bilir kaç yerde 'yaptıkları şeyden ötürü', 'kazandıklarından ötürü' diyerek insanların başına gelecek iyi ve kötü şeylerin yine onların kendi amel, kendi aksiyon ve kendi davranışlarından dolayı meydana geldiğini ve geleceğini ihtar etmiyor mu? Ve kalb, akıl vicdan muvazenesinin en büyük mümessili insanlığın iftihar tablosu Ruh-u Seyyidi'l-Enam da: Kıyâmet günü kulun, henüz bir adım atma fırsatı bulamadan, ömrünü nerede tükettiğinden, bilgisini nasıl değerlendirdiğinden, malını hangi yollarla kazanıp nerelerde sarfettiğinden ve bedenini nerelerde yıprattığından sorgulanacağını hatırlatarak, sebep-sonuç, illet-mâlûl, gayret ve semere arasındaki sıkı ve sırlı münâsebeti iş'âr etmiyor mu? İslâm; kitap ve sünnetle, mü'minin dünya ve ukbâ hayatını, itikadî ve amelî durumunu, ibâdet ve ahlâk keyfiyetini tanzim ederken, aynı zamanda satır aralarında, insanın ruh, akıl, kalb, vicdan ve his dünyasına da öteler buudlu bir dünyadan değişik şeyler fısıldar, onun benliğinin derinliklerinde uhrevî esintiler, lâhut televvünlü duygular meydana getirerek her an onu değişik bir buudda bir kere daha ihya eder. Eder de, insan kendini Allah'a halife olma mevkünde, eşyaya müdahale konumunda ve sünnetullah sırlarını kavrama, değerlendirme makamında bulur. Sonra da irade ve meşîet kaynaklı kâinat kitabıyla, O'nun kelâmından akıp gelen beyanını bir vâhidin iki yüzü gibi görür, hisseder.. tasavvur ve düşüncelerini, yaşayış ve davranışlarını, dünya ve ahiret mülâhazalannı arz ve semadaki muvazeneye göre dengeler.

Evet, İslâm, örgülenmesinde önemli birer unsur olan atkılarını, akıl, vicdan, ruh ve ceset üzerine atarak, o rengîn, derin dünya ve ukbâ buudlu dantelasını işleyip meydana getirmiştir. Sir seviyede bunlardan bazıları, yer yer diğerlerinin önüne geçse de, hiçbiri tek başına ne onu tam mânâsıyla aksettirmeye, ne temsile, ne de ifadeye gücü yetmez.

Hâlik'ın en büyük ve herkes için en umûmi atiyyesi olan İslâm'ı, yine O'nun bir diğer ve ilk ihsânı sayılan, akıl, vicdan, ruh, ceset ve letâiften meydana gelen bütün varlığın fihrist-i mânevîsi, bir organizasyona taşıyabilir.

İleride bu mevzûu daha da açmak istiyoruz.

Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1993, Cilt 3, Sayı 20
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-08-2010, 22:04   #9
Kullanıcı Adı
rizzelli
Standart
Zulüm ve gadr karşı tarafın şiârı olabilir; Müslüman'ın zaafını kabul etmek mümkün değildir. İhtimal, Allah Resûlü de, 'Allah'ım fâcirin celâdetinden, müttakînin de aczinden sana sığınırım' derken bu hususa işaret buyuruyordu.

Müslüman düşüncesi ve Müslüman mantığının sarsıntı geçirmesi, duraklaması, durgunlaşması, hatta bulanıp kokuşması Müslümanları Kur'ân hedefli, peygamber yörüngeli doğru yoldan uzaklaştırmış.. İslâm'ın evrenselliğine gölge düşürmüş ve bu âlemşümul dinin fonksiyonunu edâ etmesine mâni olmuştur

varlık ve hâdiselere İslâmî perspektifle yaklaşmak ve her şeyi İslâmî mantıkla değerlendirmek için İslâmî düşünce ve İslâmî tasavvurun yeniden gerçekleştirilmesi şarttır.

İslâm'ı, hayatın hemen her ünitesinde sürekli üzerinde durulan gündemin birinci maddesi konumuna yükseltmek.. tenâsüb-i illiyet prensibine göre sebep-sonuç mevzuunda hassas, riyâzî ve rasyonel davranmak.. gibi fonksiyonlar edâ edecek bu idrak kadrosu, kendimizi yenilememize yardımcı olacak ve bize ebed-müddet var olmanın erkânını öğretecektir.

İş; amel ve aksiyonda netice programlı olma, onu gâye-i hayâl haline getirme ve onun külfeti altına girme, hem bir ızdırap hem de -hâşâ- Allah'la pazarlık yapma gibi bir saygısızlık, iradeyi devre dışı bırakarak. neticenin harika bir yol ile harikalar kuşağında meydana geleceğini beklemek de bir kuruntu ve miskinlik kılıfıdır

Zaten Kur'ân-ı Mübin de hem de kim bilir kaç yerde 'yaptıkları şeyden ötürü', 'kazandıklarından ötürü' diyerek insanların başına gelecek iyi ve kötü şeylerin yine onların kendi amel, kendi aksiyon ve kendi davranışlarından dolayı meydana geldiğini ve geleceğini ihtar etmiyor mu?

Evet, İslâm, örgülenmesinde önemli birer unsur olan atkılarını, akıl, vicdan, ruh ve ceset üzerine atarak, o rengîn, derin dünya ve ukbâ buudlu dantelasını işleyip meydana getirmiştir. Sir seviyede bunlardan bazıları, yer yer diğerlerinin önüne geçse de, hiçbiri tek başına ne onu tam mânâsıyla aksettirmeye, ne temsile, ne de ifadeye gücü yetmez.

rizzelli isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-09-2010, 12:28   #10
Kullanıcı Adı
El Emin
Standart Döl Yatağındaki Dünya
Döl Yatağındaki Dünya

Yakın geçmişi itibarıyla bütün İslâm dünyası, inancı, ahlâkı, düşünce sistemi, maarif ve sanayii, âdet ve ananeleri, siyasî ve içtimâî durumu itibarıyla en bunalımlı dönemlerinden birini yaşamıştır.

Bir zamanlar bütün milletler arasında dindarlardan daha dindar, ahlâken oldukça mazbût, örf, âdet ve ananeleriyle bir hayli sağlam, siyasî ve içtimâî ufuklarıyla dünyayı idare etmeye namzet ve düşünce sistemleri ile de hemen herkesten ileri görülen Müslümanlar; dinlerini arızasız yaşamaları, ahlâkî mükemmeliyetleri, ilim düşünceleri, hemen her zaman yaşadıkları çağın önünde bulunmaları, ilham, akıl ve tecrübe sacayağını iyi değerlendirmeleri sayesinde Pireneler'den Hint Okyanusu'na, Kazan'dan Somali'ye, Puvatya'dan Çin Seddi'ne kadar çok geniş bir dairede akıllara durgunluk verecek şekilde mükemmellerden mükemmel bir idareye muvaffak olmuş. ve cihanın en karanlık çağları yaşadığı bir dönemde idare hudutları içinde ve vesâyetleri altında bulunan milletlere, âdetâ ütopyalarda resmedilen sistemleri yaşatmış ve dünyayı cennetin bir buudu haline getirmişlerdi.

Ne acıdır ki aynı dünya, asırlar ve asırlar boyu kendini dimdik ayakta tutan tarihî dinamiklerden, İslâmî değerlerden uzaklaşıp, cehaletin, ahlâksızlığın, hurafelerin, bedenî ve cismanî zaafların esiri haline gelince de hemen zulmet ve hüsran uçurumlarına yuvarlanmış, inkırazdan inkıraza sürüklenmiş.. bağı kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağınık; şirâzesi çözülmüş bir kitabın parçaları gibi ayaklar altında.. kısır mücadelelerle fevkalâde sarsık, binbir tefrika ile iki büklüm.. esaretlerin en utandırıcısıyla inim inim inlerken hürriyet türküleri söyleyecek kadar şaşkın.. kimliksiz fakat bencil; tabu deyip Allah'a, Peygambere baş kaldırmış ama bir sürü tabunun pençesinde, perişanlardan daha perişan hale gelmiştir.

Ne var ki, dıştaki kırk haramilerin ve içteki bir kısım haramzâdelerin onca gayretlerine rağmen, bu son kasvet dönemi de fazla uzun ömürlü olmamıştır. Bugün insanlığın beşte birini teşkil eden Müslümanlar, hemen her yerde yepyeni bir dirilişin mücadelesini vermekte ve bu kahrolası esaret çağından kurtulmaya çalışmaktadır. Bilhassa son yıllarda, her sabah bir musîbetle, her akşam birkaç felâketle yüz yüze gelmeleri, onlarda metafizik gerilime vesîle olmuş, Allah'a yönelişlerini hızlandırmış ve onların mücadele azimlerini kamçılamıştır.

Zaten İslâm ruhunun insan tabiatına uygunluğu, onun maddî-manevî terâkkîsini desteklemesi ve yüce dinimizin dünya ve ukbâ muvazenesinde erişilmezliği sayesinde biz en karanlık dönemlerde bile 'el-hakku ya'lû velâ yu'lâ aleyh' ile nefes alıp verdik, 've'âkibetü li'l-müttâkîn'le gözlerimizi açıp kapadık; ama hiç mi hiç ye's ü inkisara düşmedik. Kaldı ki daha şimdiden hemen her kesimde çok süratli bir tempo ile İslâm'a yönelişler müşahede edildiği gibi, Amerika'dan Asya steplerine, İskandinav ülkelerinden Avustralya'ya kadar çok geniş bir dairede de İslâm'ın ön plâna çıktığı gözlenmektedir.

Çeşitli Hıristiyan mezheplerinin ve bu mezheplerin değişik misyoner teşkilatlarının akıllara durgunluk veren onca faaliyetlerine rağmen, kilisenin uyandırdığı alâka, Müslümanlığa karşı duyulan sıcaklığın onda birine bile ulaşamamıştır. Bugün yeryüzünün değişik kıtalarında, hemen her sene, hem de açlık ve sefalete mahkûm edileceklerini bile bile yüz binlerce insan Müslümanlığı seçmekte ve Kur'ân nuruna sığınmaktadır.

Öyle ümit ediyoruz ki -tabiî Allah'la vefa münasebetimizi bozmazsak- çok yakın bir gelecekte, Nasr suresinin muhtevası bütün ihtişamıyla bir kere daha yaşanacak.. ve Amerika'dan Avustralya'ya, Balkanlar'dan Çin Seddi'ne ve Avrupa'dan Afrika'nın derinliklerine kadar her yerde, İslâm şemsiyesi altında îman, ümit, emniyet, dolayısıyla da huzur ve itminân son bir kere daha dalgalanacak.. ve beş milyar insanlık, hayal edilebilenin çok üstünde yepyeni bir cihan düzeniyle tanışacak ve hemen herkes, fıtrat ve düşünce dünyasının müsaade ettiği ölçüde bu yeni esintiden mutlaka istifade edecektir.

Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1992, Cilt 3, Sayı 18
El Emin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 8 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 8 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi