05-11-2008, 12:33 | #1 |
Dünden bugüne : BAŞÖRTÜSÜ
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ 20. yüzyıl İslamın yitirildiği ve yeniden kazanıldığı bir yüzyıl olarak Müslümanlar için ve bütün insanlık için önemli bir dönüm noktası sayılıyor. 19. yüzyıldan beri birçok filozof ve sosyal bilimci batı uygarlığını sorgulamaya başlamıştı. 20. yüzyıl ise bir yandan batı uygarlığının sorgulanışına sahne olurken, diğer tarftanda da umulanın aksine dünya çapında dinsel bir uyanış yaşanmıştır. Böyle bir uyanış 2. dünya savaşından sonra İslam dünyasında ve ülkemizde bütün emareleriyle hissedilmeye başlanmış, yüzyılın son çeyreğinde ise hızlanarak iyice kendini göstermiştir... Yasağın Tarihi Gelişimi 1950’lerde daha net bir ifade kazandığı görülen islami söylemin ülkemizde gözle görünen en önemli sonucu 1960’larla birlikte kadınlardaki örtünme eğiliminin giderek artış göstermesidir. 1960 yılından itibaren üniversitelerde görülmeye başlanan başörtülü öğrencilerin sayılarının giderek artması buna paralel bir gelişmedir. Bu sayısal artışın diğer bir nedeni ise özellikle 1950’den sonra uygulanan ekonomik politikalara bağlı olarak kırsal kesimdeki insanların yoğun olarak kentlere göç etmeleri ve okuma yazma bilen kadın oranının hızla artmasıdır- bu artan oran içinde başörtülü kadınların da hesaba katılması gerektiği açıktır. Başörtülü öğrencilerin yükseköğretim kurumlarında görülmeye başlandığı bu yıllardan itibaren başörtüsü yasakları da gündeme gelmeye başlamıştır. 12 Mart muhtırasının ardından başörtüsü yasağıyla ilgili somut örnekler artmakla birlikte özellikle 12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbeyi takip eden yıllar boyunca ülke gündeminden başörtüsü ve başörtülü öğrenci tartışmaları eksik olmadı. 12 Eylül darbesinden sonraki yıllarda batı kültürünün bütün veçhelerinde yaşanan bir dönüm noktasının işaretleri bu ülkede genç kızların ve kadınların başörtülerinde dile geldi(1). Başörtüsü probleminin tekrar yoğun olarak gündemimize girmesi darbeler tarihinin son halkası olan 28 Şubat 1997 askeri müdahalesiyle birlikte olmuştur. 28 Şubat rejimin militer renginin koyulaştığı ve bu koyuluğun süreklilik ve meşruiyet kazanmaya çalıştığı genelde islami kesimin özelde ise başörtülü öğrencilerin artan baskılara maruz kaldığı bir süreçtir(2). Bu süreçle birlikte yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağı hızla uygulanmaya başlanmış ve 2002 yılı itibariyle yasağın uygulanmadığı hiçbir üniversite kalmamıştır. (1) Cihan Aktaş, Tesettür ve Toplum. (2) Ali Bayramoğlu, 28 Şubat Bir Müdahelenin Güncesi.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
05-11-2008, 12:34 | #2 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
12 Eylül Öncesi Yasaklar İnönü dönemi, dini alana yönelik sınırlamalarla ve dindarlara yöneltilen akıl almaz baskılarla hafızalara kazınmıştır. Milli Şef’in döneminde idarenin ve hükümetin faaliyetlerine karşı en ufak bir tenkit yapılamıyordu. Göstermelik seçimleri, basın ve yayın organları üzerindeki sıkı denetimi, din, dil ve eğitim gibi alanlarda halka rağmenci ve dayatmacı icraatlarıyla bu yönetim, 1950’ye doğru halkta giderek somutlaşan bir muhalefeti kaçınılmaz kılmıştı. Türk toplumu da geleneksel düzenin köklü ve kapalı bağlılığından, serbest hareket eden ve devlet idaresine katılan modern topluluma geçiş dönemine girmiştir. Şehirleşmenin artması, ulaşım kolaylıkları, okur-yazar oranındaki artış bu geçişi hızlandıran unsurlar olmuştur. İç politikanın değişen şartları ve dengesi, halkın gösterdiği belirgin tepki 1945 yılına doğru CHP’nin dini konulardaki tutumunu yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmıştır. Bunların sonucunda 1945 yılında iktidar partisi içinde ilk kez dini problemler etrafında bir tartışma yaşanmıştır. Sonuç olarak Halk Partisi Divanı, dini taleplerin yerine getirilmesinin Cumhuriyetin “vicdan hürriyeti ve laiklik prensiplerinin” zedelenmemesi şartıyla mümkün olabileceğine karar vermiştir. Bunu takiben, 1947 Temmuzu’nda “Özel Din Öğrenimi Ana Hatları” kabul edilmiş ve bir bildiriyle halka duyurulmuştur. Böylece Demokrat Parti iktidarına giden yolda tek parti yönetimi göreli de olsa halkın dini duyarlılığına karşı yumuşama sinyalleri vermiştir. Bu yumuşamada ülkede yükselen dini canlanmaya karşı siyasal bir oportünizmin etkisi vardır. 1950’ye doğru kadınlar ülkenin sosyal ve kültürel hayatında önemli roller üstlenmiş gözükmüyorlardı. Kadınlar içinden sivrilenler ise çoğunlukla seçkin çevredendiler. Toplumun çoğunluğunu oluşturan kesimlerde ise değerler kargaşası giderek daha çok kendisini hissettirmekteydi. Çünkü oluşturulmaya çalışılan “ulusal kadın modeli” kadınlar arasında daha somutluk kazanabilmiş değildi(1) . 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasıyla Türkiye yeni bir döneme girmiştir. DP 1950 yılında tek partili dönemin icraatlarına yönelttiği popülist sorgulama sonucu geniş kapsamlı bir koalisyonun(2) desteğini kazanarak ezici bir çoğunlukla meclise girdi. Demokrat Parti 1950 seçimlerindeki başarısını büyük ölçüde dinsel duyarlılıkları örselenmiş kitlelerin nabzını iyi tutmuş olmaya borçluydu. Denilebilir ki, DP belli bir esneklikle yaklaştığı Müslüman kitleyi belli kalıplar halinde kendi oy tabanına yerleştirerek sisteme entegre etme işlemini üstlenmiştir. Nitekim dindar kesimin beklentilerini iyi bilen Adnan Menderes 16 Haziran 1950’de Meclis’ten dini meselelerle ilgili bir dizi yasayı çıkartmıştır. Artık ezan Arapça okunabilecek, radyoda haftada üç kez Kur’an-ı Kerim okunacaktır. Okullarda din eğitiminin verilmesine başlanmış, ayrıca İmam Hatip Okulları, Yüksek İslam Enstitüleri açılmaya başlanmıştır. Demokrat Parti iktidarının sağladığı demokratik ortamda müslümanlar kendilerini ifade etme bakımından az da olsa rahatlamışlardır. Özellikle küçük kentlerde ve kırsal kesimde tesettüre riayette görülen artış basın ve muhalefetin iktidarı sıkıştırması için önemli bir malzeme olmuştur. Ancak örtü karşıtlığının yalnızca CHP’liler tarafından ve muhalefette sürdürüldüğünü düşünmek hata olur. Çünkü Halk Partisi yanlısı basın organları dışında hükümeti destekleyen bir kısım basın organında da başörtüsü, çarşaf ve genel olarak tesettür düşmanlığının yapıldığı çeşitli haber ve yorumlar yer almıştır(3). Bir grup albay ve daha alt rütbeli subayların gerçekleştirdiği 27 Mayıs 1960 Darbesi Cumhuriyet tarihinde “1960 Demokrasisi” denilebilecek yeni bir dönem başlatmış; Türkiye’de siyasetin olağandışı gücü ordu ise bu darbeyle sahnede yerini alırken daha sonra da rejimin kilit noktalarını elinde tutmanın hep bir yolunu aramıştır(4) 1960 Askeri Darbesi gerçekleştikten sonra çeşitli basın-yayın organlarının Milli Birlik Komitesi’nin “irtica”ya yönelik dikkatlerini zinde tutmak için yayınlarını yoğunlaştırırken, Komite Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in bir gazeteye verdiği mülakatta sorulan sorulara aşağıdaki cevapları vermişti: “- Dini istismar edenlere verilen tavizler için ne diyorsunuz?” “- Buna artık asla meydan vermeyeceğiz. Anayasa projesini hazırlayan profesörlere vazife verirken mutlaka din istismarını önleyici hükümler koymalarını bilhassa rica ettim.” “- Ya çarşaf?” “- Çarşaf Türk kadını için bir yüz karasıdır. Türk kadının güzel yüzünü saklaması için bir alın karası bulunduğunu sanmıyorum. Dünya önüne temiz yüzü ile çıkmak onun hakkıdır... Çarşafın namus ile de alakası yoktur.” (5) Bu sırada çarşaf giyilmesini yasaklayan bir takım yerel önlemler de alınmıştır. Bu yasaklamalar küçük ve orta büyüklükteki kırsal yerleşim bölgelerinde protestolara yol açmıştır. Türkiye’de ki tesettür karşıtı somut olayların ortaya çıkmaya ve giderek artmaya başladığı yıllar (60’ların sonu ve 70’li yıllar) ülkedeki siyasal konjonktürün yanısıra dünyada da dine dönüş hareketinin başladığı yıllardır. Gerek dışarıdan “demokratikleşme” konusunda gelen baskıların, gerekse ülke içinde yükselen muhalefeti yumuşatma gibi kaygıların değiştirir gibi olduğu Türkiye atmosferinde İslami yayıncılık adına bir takım yayın faaliyetlerinin başladığı görülmektedir. Bunlar; Sebil-ür Reşat, Hür Adam, Fetih, İslam Selamet, İslam Dünyası, İslam’ın Nuru, Ehli Sünnet ve özellikle 1950’den sonra Büyük Doğu dergileridir. Bu dergiler baz alınarak bir değerlendirme yapıldığında bu dönemde batıcı basının ve gerekse bir takım yöneticinin ve derneğin tesettürle mücadeleyi sürdürmelerine karşılık İslami çıkışlı yayınlarda bu konunun yeterli bir ağırlık taşımamış olması ilginçtir. Tesettüre değinilen birkaç yazıda ise bu konu, İkinci Meşrutiyet islamcılarının tartışmalarının bile çok gerisinde kalarak işlenmiştir. Denilebilir ki, tesettür ve kadın gibi konular bu dönem yayıncılığında pratikte pek ilgilenilmeyen soyut bir üslupla ele alınmış ve bu yerleşerek, İslami yayınlarda ileriki yıllarda daha da belirginlik kazanacak bir yayıncılık anlayışına başlangıç teşkil etmiştir. Müslüman kadınların kılık-kıyafetleri etrafındaki tartışmalar, üniversitelerde başörtüsünün somut olarak görüldüğü ve artmaya başladığı 1968 yılında yeni bir boyut kazanmıştır. Bu yılın başlarında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne devam eden Hatice Babacan adlı öğrenci, başını örttüğünde, Fakülte idaresi ve bazı öğretim üyeleri Babacan’ın “tarikatlar tarafından yönlendirildiğini ve başka amaçlar için örtündüğünü” söyleyerek, başörtülü olarak derslere devamına karşı çıkmışlardır. 1969 Şubat’ında bir kasabada lise müdürü ve devletten yana tavır takınan bazı sol görüşlü öğretmenlerin okula tesettüre uygun giyinerek gelen kız öğrencilerin başörtülerini ve mantolarını parça parça edip onları okuldan kovuşları, kasaba ahalisinin büyük bir üzüntü içinde saldırgan müdürü ve öğretmenleri protesto etmelerine neden olmuştur. Bu tür olaylar kız öğrenci almaya başlayan İmam Hatip Liseleri’nde de görülüyordu. 26 Ocak 1971’de Isparta İmam Hatip Okulu’nda Matematik öğretmeninin okul bahçesinde gördüğü tesettürlü öğrencinin başörtüsünü çekip yırtması, bu olaylardan yalnızca biriydi. İşin en ilginç yanıysa bu olay üzerine bir konuşma yapan Isparta Müftüsü’nün “Bu asırda da başörtülü talebe mi olurmuş?” diye beyanat vermesiydi. Başörtüsüne karşı yürütülen kampanya sadece okullarda devam etmiyordu. Eğitim kurumları dışında günlük hayatta da başörtülü insanlar büyük sıkıntılara maruz kalıyorlardı. Konya’da, Mevlana ve Şems-i Tebrizi’yi ziyaret amacıyla Ankara Üniversitesi’nden gelen genç kızların ve Kur’an Kursu talebelerinin, kızların topuklarına kadar uzun başörtüleri gerekçe gösterilerek “ Kıyafet Kanunu”na aykırılık iddiasıyla polis tarafından tutuklanmışlar; ancak, savcılık tarafından serbest bırakılmışlardır. (1) Z.Korkutata, Türk Modernleşmesi ve Tesettür. (2) İlkay Sunar, Demokrat Parti ve Popülizm (3) DP yanlısı Zafer Dergisi. (4) H. Özdemir, Siyasal Tarih. (5) Z.Korkutata, Türk Modernleşmesi ve Tesettür. |
|
05-11-2008, 12:35 | #3 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
12 Eylül'lü Yıllar 1980 askeri müdahalesi ile Türk toplumu politikadan arınma sürecine sokuldu. Bu süreçte devlet toplumun hemen her alanını totaliter bir biçimde kontrol altına aldı. Üç yıl sonra, 1983 genel seçimleriyle Türkiye’de tüm ana politik akımlar, devletin toplumdaki yerinin ne olması gerektiğini yoğun bir şekilde tartışmaya başladılar. Bu tartışmaların ortak noktası, devletin topluma müdahalesiydi. Aslında daha geniş çerçevede tartışılan, neden doğu toplumlarında devletin toplumun üstünde baskıcı bir konuma sahip olduğu idi. Tartışmaların işaret ettiği sonuç şuydu: doğu toplumlarının temel sorunu, bireyi devlet gücü karşısında koruyacak mekanizmaların ve yapıların, yani sivil toplumun olmamasıydı. 12 Eylül yönetimi, 1982 yılında yeni Anayasayı kabul ettirip, aynı oylama ile darbenin lideri Kenan Evren’i Cumhurbaşkanı seçtirdikten sonra, artık ülkenin yeni seçimlere götürülmesine karar vermişti. 6 Kasım 1983 yılındaki genel seçimleri, Turgut Özal yüzde 45 oy ile 211 milletvekili çıkartarak kazandı. Türkiye bir müdahalenin ardından “Özal’lı yıllar” olarak anılacak yeni bir döneme girdi. Bu dönemde liberal politikalar uygulanmaya başlandı. Sivil toplum, serbest piyasa ekonomisi gibi kavramlar 1980’ler Türkiye’sinin siyasal düzeninde yeni bir sayfa açıyordu. . Türk modernleşme projesi boyunca, kamusal alan devletin yakın ve sıkı denetimi altındaydı. Bu denetim Cumhuriyet’in ilk yıllarında, özellikle 1923’ten 1946’ya kadar süren tek parti döneminde çok katı bir şekildeyken, çoğulcu demokrasiye geçiş dönemi olan 1950’lerden itibaren dereceli olarak yumuşamıştır. 1923 sonrası yeni dönemde kamusal alan devletten bağımsızlaşarak cumhuriyetçi kamusal alan projesinin milli, laik ve homojen doğasına başkaldıran sivil toplum hareketlerinin birbirleriyle yarıştıkları bir alan haline gelmiştir. Bu çerçevede Müslüman kız öğrencilerin üniversitedeki derslere başörtülü olarak katılma talepleri laik seçkinler tarafından kendilerine ait olan kamusal alanın ihlali olarak algılanmış, bir meydan okuma olarak kabul edilmiştir(1). . Bu gelişmelere karşı eleştirel olarak beliren kemalist-laik gruplar ve dinsel imgelere karşı daha hoşgörülü olanlar arasındaki tartışma ve çatışmaların 1990 Türkiye’sinde yeniden kutuplaşmış siyasal bölünmeleri temsil ettiklerine, Kadıoğlu dikkat çekmektedir. Kadıoğlu’na göre “laikçi batılılaşmacılar, giderek artan bir oranda M. Kemal Atatürk’ün imajını metalaştırırken, dinci gruplar çökmekte olan Batı kültürüne karşı çıkışlarını vurgulamaktadır.”(2) . (1) Nilüfer Göle, İslamın Yeni Kamusal Yüzleri. (2) A.Kadıoğlu, Cumhuriyet İradesi Demokrasi Mücadelesi. |
|
05-11-2008, 12:36 | #4 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
28 Şubat Ne yazık ki, 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında alınan kararlar, bu ara dönemi sona erdirdi ve bir çok konuda olduğu gibi başörtüsü konusunda da "topyekün savaş"ın başlamasına neden oldu. MGK'nın "Kıyafet Kanunu'na aykırı olarak ortaya çıkan uygulamalara kesinlikle mani olunmalı" şeklindeki "tavsiyesi"ni dönemin hükümetinden önce üzerine vazife edinen YÖK, ANASOL-D Hükümetinin kurulmasıyla birlikte de yasakçı tavrını genelgeler aracılığıyla tüm üniversite rektörlerine ileterek başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanacağını vurguladı. YÖK’ün kronikleşen baskıcı tutumu hiçbir dönemde bugünkü kadar ağırlaşmamıştır. Bunun temel nedeninin, 28 Şubat muhtırası ile yeniden içine girdiğimiz ara rejim süreci olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Ancak şimdiki başkanının, yaşanan acıları daha da şiddetlendirmek için özel bir çaba içinde olduğu, hatta kendisinden istenenin ötesinde bir şevkle "çalıştığı" da gerçeğin diğer bir boyutu... 24 Aralık 1995 seçimlerine milletvekili adayı olarak katılma kararı alan Sağlam, veda amacıyla ziyaret ettiği Demirel'e, rivayete göre, Prof. Dr. Kemal Gürüz'ün dışındaki herhangi bir rektörü (o tarihte Gürüz Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörü idi) YÖK başkanlığına atayabileceği yönünde tavsiyede bulunmuş, ancak Demirel Gürüz'de karar kılmıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin ve Gürüz'ün KTÜ'deki baskıcı uygulamalarının, Demirel’in bu seçiminde önemli bir kriter olmuş olabilir. Ancak bugün herkes kabul etmektedir ki, tartışmalı Anayasal kurumlar arasında yer alan YÖK'ün meşruiyeti, hiçbir dönem Gürüz dönemindeki kadar yoğun bir şekilde tartışılmamıştır.(1) 28 Şubat süreciyle birlikte YÖK'e yükseköğretim camiasında “politbüro” yetkisi kazandıran Kemal Gürüz, işe başörtüsü yasağıyla başladı. Şubat 98'de toplanan YÖK Genel Kurulu, "kılık kıyafet genelgesi"ne göre başörtülü öğrencilerin üniversitelere sokulmaması konusunda tüm rektörleri uyardı. YÖK'ün bu kararına en hızlı destek İstanbul Üniveritesi (İÜ) Rektörü Kemal Alemdaroğlu'ndan geldi. Önceleri başörtüsü, saç, sakal, küpe ve kot pantolonluları boğmaya çalışan Alemdaroğlu, Mart 98'de hedef tahtasına sadece başörtülüleri koydu. Üniversite dekanlarını toplayan Alemdaroğlu, "Türban yasağını uygulamak için gerekirse bilime ara verin" şeklindeki tarihi olmakla birlikte utanç verici talimatını verdi. Alemdaroğlu'nun bu "çıkışı"nın, 13 Mart 1998 tarihli Rektörler Komitesi toplantısından önce verilen "irtica birifingi"nin hemen akabine denk gelmesi hayli anlamlıdır. MGK'nın sivil giyimli üç uzmanından brifing alan rektörlerin, toplantı sonrasında yayınladıkları bildiride üniversitelere başörtülü olarak gelmenin suç olduğunu vurgulamaları, "irtica birifingi"ni hayli içselleştirdiklerinin işaretidir. Alemdaroğlu'nun talimatından sonra yaşanan olayları değerlendiren YÖK Başkanı Kemal Gürüz "kılık kıyafet konusunda biz söyleyeceğimiz her şeyi söyledik." dedikten sonra mütekebbir bir komutan edasıyla "Bu söylediklerimiz uygulanacak" demekten de geri durmadı. Bunun üzerine rektörler tarafından fakülte dekanlıklarına gönderilen bir yazı ile başörtülü ve sakallı öğrencilerin fişlenmesi ve ilgili yazıda öğrencilerin kılık-kıyafetlerini içeren bilgilerin en geç Mayıs ayı ortasına kadar rektörlüklere bildirilmesi istendi. |
|
05-11-2008, 12:57 | #5 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ -2- Yasakçı uygulamalardan yönetim kadrolarındaki öğretim görevlileri de paylarına düşeni aldılar. YÖK'ün başörtüsü yasağına "uygulama alanı" olarak seçtiği İÜ'de rektör Alemdaroğlu'nun, yasağın uygulanabilmesi için yetkilerini gasbettiği bir dekanla 3 bölüm başkanı görevlerinden istifa etmek zorunda kaldılar. Ayrıca, öğretim üyelerinden ve yöneticilerden, yasağın üniversite genelinde eksiksiz uygulanmasını isteyen Alemdaroğlu'nu eleştiren Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Biyofizik Bölümü Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şefik Dursun’un görevine derhal son verildi. Yasaklar karşısında artan tepkilere, dönem sonu olmasına rağmen YÖK'ün cevabı, okuldan ihraç tehdidi oldu. Öğrenci Disiplin Yönetmeliğinde bir değişiklik yaparak okuldan atılma hallerinin kapsamını genişleten YÖK, üniversite içinde veya dışında herhangi bir eyleme katılan öğrencinin tespiti durumunda, rektör ve yardımcısının başkanlığında oluşturulacak kurulun, öğrencinin ihracına karar verebileceği yönünde bir uygulama başlattı. Herhangi bir hak ihlali veya talebin dile getirilmesi noktasında, anayasal bir hak olan ve sivil itaatsizlik kapsamında değerlendirilen şiddet içermeyen gösterilerin, öğrenciler adına okuldan ihraç gerekçesi yapılması da hiçbir "resmi" tepkiye yol açmadı. Yeni kayıt döneminde tüm dünya, Alemdaroğlu'nun insanı hayrete düşüren bir operasyonuna daha tanık oldu; işkence odaları ya da savunucularının ifadesiyle "ikna" odaları. Birçok kimse İÜ yönetiminin bu uygulamasının Hitler faşizmini andırdığını belirttiyse de, başörtülü öğrencilerin psikolojik işkence odalarında "hesaba" çekilmelerine devam edildi. Bu odalara alınıp “ikna edilmeye çalışanlar”a karşı önyargılı olan basın mensupları ve akademisyenlerle, bazı çevrelerin tepkisinden korkan siyasiler, bu odalarda işlenen insanlık suçunu görmezden gelmeyi tercih ettiler. Alemdaroğlu, binlerce öğrenciyi "ikna" etmeyi başardı, ancak hiç kimse rektörü ve YÖK başkanını "zulümle abad olunamayacağı" konusunda ikna edemedi. Sonuçta, İÜ'yü yeni kazanan ya da devam eden başörtülü hiçbir öğrencinin kaydı yapılmadı. Diğer üniversitelerin İÜ kadar "gerçekçi" olamadığını gözlemleyen YÖK, kayıt döneminde okula kaydını yaptıran fakat başörtülü oldukları için kimlikleri verilmeyen öğrencilerin kayıtlarının silinmesi için yazı göndermekte gecikmedi. Aralık 98'de toplanan YÖK Yürütme Kurulu, 1998 Üniversite Giriş Sınavı başvurularında, başörtülü fotoğrafı kabul etmeme kararını genişleterek, ÖSYM'nin yükseköğretim kurumlarına öğrenci alımıyla ilgili olarak yaptığı bütün sınavların başvurularında "başörtüsüz fotoğraf" koşulunu aramaya başladı. Toplantıda ayrıca, Lisansüstü Eğitim Sınavı (LES), Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS), Yabancı Öğrenciler Sınavı’nda (YÖS) da başı açık fotoğraf koşulu getirildi. Bursa'da yapılan Rektörler Komitesi ve Üniversitelerarası Kurul toplantısında da, başörtüsü takan öğrencilerin bir an önce cezalandırılmaları istendi. Bu talebe bağlı olarak öğrencilere toplu disiplin cezalarının verilmesi gündeme gelirken, YÖK Başkanı Kemal Gürüz, rektörlerden 1999 yılında başörtülü öğrenci kalmamasını istedi. YÖK'ün 1998 yılı raporu açıklandığında, "öğrenim özgürlüğünü biçme operasyonu" resmi rakamlarla bir kez daha gözler önüne serildi. Rapora göre 1998 yılında kılık-kıyafet genelgesine (başörtüsü yasağı olarak okunmalı) uymadığı gerekçesiyle 101'i bir veya iki yarıyıl olmak üzere toplam 637 öğrenci okuldan uzaklaştırıldı. 1579 öğrenciye uyarı, 1017 öğrenciye de kınama cezası verildi. Halen 1006 öğrenci hakkında soruşturma devam ederken (bunlara 1999 yılı içerisinde çeşitli cezalar verildi), üniversitelerde disiplin yönetmeliğine aykırı davrandığı gerekçesiyle de 25 öğretim görevlisi ve idari personel, üniversite öğretim üyeliği mesleğinden veya kamu görevinden çıkarıldı. 91 üniversite görevlisine aylıktan kesme, 140'ına kınama, 216'sına uyarma, 9'una da kademe ilerleme cezası verildi. Disiplin yönetmeliğine aykırı davrandığı gerekçesiyle 57 üniversite personeli hakkında açılan soruşturma da 1999 yılına sarktı |
|
05-11-2008, 12:57 | #6 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
YÖK Genel Kurulu'nun 1999 Şubat’ındaki toplantısında konuşan YÖK Başkanı Kemal Gürüz, kılık kıyafet uygulamasından ödün verilmeyeceğini vurgulayarak “Bu konuda büyük başarı sağlandı. Türbanlı öğrenciler aydınlatıldı ve aydınlatılmaya devam edilecek. Kararlığımız devam edecektir. Bu bir defalık birey değildir.” diyerek "aydınlanma" nın yolunun yasaklamalardan geçtiğini, "bilimsel" olarak açıklamış oldu. Ancak emri altındakiler (en azından bir kısmı) konuya hiç de böyle yaklaşmıyorlardı. Yozgat Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Yunus Akçamur, başörtüsü mağduru bir öğrencisinin hakkında açtığı davanın duruşmasında, yasağın YÖK’ten kaynaklandığını, YÖK denetçilerinin defalarca kontroller yaptıklarını ve YÖK’ün konunun üzerinde hassasiyetle gitmesi sebebiyle kendisinin de YÖK’ün talimatlarını yerine getirmek zorunda kaldığını söylüyordu. YÖK’ün yasakları her geçen gün genişliyordu. Belli bir süre sonra YÖK'ün başörtüsü konusunda sürdürdüğü avdan, Açık Öğretim Fakültesi’nde (AÖF) okuyan öğrenciler de nasiplenmeye başladılar. AÖF Rektörlüğü tarafından öğrencilere gönderilen bir yazıda, 13-14 Mart 1999 tarihlerinde yapılan ara sınavlara başörtülü olarak katılan öğrencilerin tespit edildiği belirtilerek, “Bundan sonraki sınavlara veya akademik danışmanlık hizmetlerine başörtülü olarak girmemeniz gerekmektedir, aksi takdirde Disiplin Yönetmeliği uyarınca hakkınızda disiplin soruşturması açılacaktır.” ifadesine yer verildi. Haziran 1999'da yapılan AÖF sınavından başlayarak başörtülü öğrenciler sınavlara alınmamaya başlandı. YÖK "bilimsel adalet"inin sınırlarını her geçen gün artırmaya devam etti. Üniversiteye girişte alan sınırlaması uygulamasına gidilerek özelde İmam Hatip Liseleri, genelde tüm meslek lisesi mezunlarının sadece kendi branşlarını seçmek zorunda bırakıldılar. Bu okullarda okuyan öğrenciler, yeni sisteme göre kendi branşlarının dışında her hangi bir fakülteyi seçmeleri halinde, yaklaşık 24 puanı yok saymak durumunda kalacaklardı. Her 1 puan dilimi içinde binlerce kişinin olduğunu düşünürsek yapılan uygulamanın ne kadar haksız olduğu daha rahat görülebilir. İmam Hatip Lisesi mezunlarının önünü kesme uygulamaları bununla da sınırlı kalmadı. Özellikle Sosyal Bilimler alanında eğitim veren hukuk ve siyasal gibi "devlet kademesindeki işlevsel" fakülteleri tercih eden İHL'liler için bir sürpriz daha yapıldı: Hukuk, Siyasal Bilgiler, İletişim gibi Türkçe-Sosyal ve Sosyal puanlarıyla öğrenci alan fakültelere giriş, Matematik ve Türkçe puan ağırlığı olan Eşit Ağırlıklı puan türüne çevrildi. Bu iki uygulamayla hiçbir İHL'linin kendi branşı(?) dışında herhangi bir fakülteyi kazanma şansı kalmadı. YÖK'ün bu operasyonundan İlahiyat Fakülteleri de paylarına düşeni aldılar. Bazı İlahiyat Fakülteleri ile meslek yüksek okullarını kaldırma kararı alan YÖK, İlahiyat kontenjanlarına da sınırlama getirdi. YÖK'ün, Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği'nde Kasım 98'de yaptığı değişiklik, "tehlike"nin artık herkesin kapısını çalabileceğini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Çünkü câri hukuk sisteminde, her yöne çekilebilen ne kadar yasal düzenleme varsa, yeni düzenlemeyle hepsi, öğretim üyelerini üniversiteden daha kolay atabilmek için YÖK’e kazandırılmıştı. YÖK'ün 1402'likleri aratan bu düzenlemesine toplumun her kesiminden bir hayli tepki geldi, ancak YÖK, "yok öyle" dercesine zorbalığını sürdürdü. Bunun üzerine genelgenin iptali için harekete geçen öğretim görevlileri Danıştay’a beş ayda yaklaşık 900 dava açarak genelgenin akademik özgürlüğü ortadan kaldırdığını dile getirdiler. "Devletin ideolojisi"ni "korumak ve kollamak" gibi anakronik bir işlev üslenen YÖK ise, her geçen gün mağdur sayısını artırdı. Onbinlerce öğrenci bir yana, YÖK'ün son birkaç yıl içinde doğrudan ve dolaylı (YÖK'ten cesaret alan Alemdaroğlunun uygulamaları) olarak bir çok akademisyen mağdur edildi. 10.01.2001 tarihine geldiğimizde ise yasak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde de uygulanmaya başlanmıştı. Zekeriya Beyaz göreve gelir gelmez fakültenin akademik sorunlarını çözmek için kafa yoracağına, İlahiyat Fakültesi’nde okuyan başörtülü kızları nasıl kampuse sokmam diye düşünmeye başladı. Yaklaşık 1500 kız öğrenci bugüne kadar başörtülü olarak devam ettikleri okullarına bir sabah -10 Ocak sabahı- geldiklerinde kampüs girişinde bekleyen polis kuvvetlerince okullarına alınmadılar. 1100 erkek öğrenci ise arkadaşlarına yapılan bu uygulamanın hukuka aykırı ve insan hakları ihlali olduğunu belirterek ; bu uygulamaya son verilene kadar kız öğrencilere destek vermeye devam edeceklerini belirterek okula girmediler. 2000-2001 öğretim yılından itibaren başörtüsü yasağı İmam Hatip Liseleri’nde de uygulanmaya başlandı. Daha önce okul idaresi tarafından mecburi tutulan, renk ve şekildeki başörtüsü okul idaresinin belirlediği aksi bir uygulama ile yasaklandı. 2001 yılı içerisinde başta İstanbul'da olmak üzere Türkiye'nin hemen hemen her yerindeki İHL'lerde başörtüsü yasağı ile ilgili sorunlar yaşandı. Bazı okullarda öğrenciler uzun süre okul kapısından içeri alınmadılar. Başlarını açmak istemeyen öğrencilere ise ağır disiplin cezaları verildi. İstanbul'da Gaziosmanpaşa Kazım Karabekir, Güngören, Bakırköy, Üsküdar, Eyüp, Beykoz, Ümraniye ve Kartal İmam Hatip Liselerinde kız öğrencilerin başını açmaları için çeşitli baskılar yapıldı. Çok sayıda öğrenci, uyarma, kınama, okuldan uzaklaştırma ve okuldan tasdikname ile uzaklaştırma gibi cezalara çarptırıldı. Ödül ve Disiplin yönetmeliğine göre başörtüsü sebebiyle verilebilecek en ağır ceza "uyarma" cezası olduğu halde cezaların hemen hepsi yönetmelik hükümlerine aykırı bir biçimde, sırf cezalandırmak amacıyla verildi. (1) Ömer Ekşi, YÖK’ün Yokettikleri. |
|
05-11-2008, 12:58 | #7 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
YÖK: Darbenin Üniversitelere Mirası 12 Eylül darbesini gerçekleştirenler darbe öncesi şiddet olaylarında günah keçisi olarak gördükleri üniversiteleri “yüksek öğretim konusunda aksaklıkları gidermek amacıyla” YÖK’ün vesayeti altına verdi. Bilindiği gibi kanuna göre "milli eğitim sistemi içinde, ortaöğretime dayalı, en az dört yarı yılı kapsayan her kademedeki eğitim-öğretimin tümü" demek olan yükseköğretimden Yükseköğretim Kurulu (YÖK) sorumlu bulunmaktadır. 12 Eylül Askeri Konseyi'nin, Danışma Meclisi'ni de devre dışı bırakarak 6 Kasım 1981'de 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nu çıkarmasının ardından yine Askeri Konsey'in emriyle bir grup "akademisyen"e kurdurulan YÖK'ün yetkileri, 20 Nisan 1982 tarih ve 2653 sayılı yasayla, Yükseköğretim Kanunu'nda yapılan değişikliklerle iyice genişletilmiştir. Daha sonra bununla da yetinilmeyerek, 1982 Anayasası'nın 130, 131 ve 132. maddelerine YÖK'ün ilkeleri konulmak suretiyle YÖK'e "Anayasal kurum" olma vasfı kazandırılmıştır. İlk günden beri "12 Eylül askeri darbesinin üniversitelere mirası" olarak değerlendirilen Yükseköğretim Kurulu, bugün, 7'si Cumhurbaşkanı, 7'si Bakanlar Kurulu, 7'si Üniversitelerarası Kurul ve 1'i de Genelkurmay Başkanlığı kontenjanından olmak üzere toplam 22 üyeden oluşmaktadır. Kendi içinde, "Genel Kurul" ve "Yürütme Kurulu" diye adlandırılan iki ana organ aracılığıyla çalışmalarını yürüten YÖK, bunlara ek olarak, Mayıs 1998'de, 28 Şubat sürecinde üstlendiği misyonun gereği olarak, üniversite öğrencilerinin taleplerini boğmak, kışla genelgesi olarak tanımlanan ve başörtülü öğrencileri tasfiyeyi içeren “Kılık Kıyafet Yönetmeliği’ne uymayanları cezalandırmak amacıyla “Soruşturma Kurulları” oluşturulmasına karar vermiştir(1) 12 Eylül’den hemen sonra 20 Aralık 1980’de kurulan YÖK, daha kuruluşunun ilk yıllarında özgürlükleri kısıtlayan bir genelge yayınlamıştı. Bu genelgeye göre; erkek öğrenciler dudak kenarını aşmayan bıyık, kravat, temiz ve ütülü giysilerle okula gidebilecekler, kışın çok soğuk günlerde kazak, yazın sıcak günlerde ise gömlek giyecekler ve bu günlerde kravat takmayabileceklerdi. Genelgede kız öğrencilerin temiz, ütülü etek, aşırı renkte olmayan topuklu ayakkabılar ve gösterişsiz çizmelerle ve başları açık olarak okula gelmeleri belirtiliyordu. İlahiyat fakültesinde ise yasak uygulaması şöyleydi: Kız öğrenciler sadece Kur’an derslerinde başlarını örtebilirlerdi. Onun dışındaki derslerde başları açık olmalıydı. YÖK ilahiyat fakülteleri için başörtüsü yerine boynu ve kulakları açıkta bırakan bir türban modeli hazırlatmıştı.(2) YÖK Genelgesinin uygulanmasına 10 Ocak 1983 yılında geçildi ve sabah okula gelen öğrencilerin kılık-kıyafetleri polis ve okul müstahdemleri tarafından gözden geçirildikten sonra, genelgedeki hususlara uymayanlar kapıdan geri çevrildiler. YÖK 1984 Mayıs ayında öğrencilerin, çağdaş bir kıyafet saydığı “türban”ı kullanabilecekleri kararını açıkladı. Ancak başörtülü öğrenciler YÖK ün sunduğu bu sadece saçları kapatan ancak tesettürü tam olarak sağlamayan bu modele pek itibar etmedi. 13 Ocak 1985 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan Üniversite Disiplin Yönetmeliği’nin 7. maddesine bir de (h) fıkrası eklendi. Bu fıkrada “Yükseköğretim kurumlarının dershane ve labarotuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur.”deniliyordu. 1987 yılı başında YÖK başörtüsü gibi, kendi icadı olan türbanı da yasakladı. Evren’in Adana konuşmasından sonra başörtüsü yasakları daha sert tedbirlerle uygulanmaya başlanmıştı. YÖK’ün Adana’daki rektörler toplantısında başörtüsünün kesinlikle yasaklanacağı kararı çıktı. Bunun üzerine İstanbul Üniversitesi’nde bir grup öğrenci açlık grevine başladı. Pek çok kentte öğrenciler ve halk postane önlerinde uzun kuyruklar oluşturarak yasağı protesto etmek için çeşitli makamlara telgraflar çektiler. İstanbul Üniversitesi’nde başlatılan oturma eylemi ve diğer eylemler ülke çapına yayılınca YÖK 23 Mayıs 1987 tarihinde toplanan YÖK Rektörler Komitesi, aldığı bir kararla yasağın kademeli olarak kalkması gerektiği kararını aldı. İlahiyat fakültelerinde ise yasak kaldırılmıştı. Alınan bu karara rağmen yasak ve protestolar kimi üniversitelerde devam etmekteydi. Bütün bu gelişmeler olurken beklenmedik bir şekilde mecliste, üzerinde çoktandır çalışılan ve üniversitelerde öğrenci affına yönelik yasa tasarısı görüşülürken, ANAP’lı 60 milletvekilinin önergesi ile üniversitelerde kıyafet serbestisi de yasaya dahil ediliyordu. Böylece başörtülü öğrenciler, yeni yasa ile derslere girebileceklerdi. Ancak beklenildiği üzere bu yasa tasarısı Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından veto edilerek 30 Kasım 1988’de meclise tekrar gönderildi. Kuşkusuz, yasa tasarısının geri çevrilmesinde “yasa tekniği bakımından bazı çelişkiler” gibi gerekçeler ileri sürülmüş olsa da; vetonun asıl nedeni, açıkça anlaşıldığı gibi üniversitelerde başörtüsünün yasa güvencesinde serbest bırakılacağından duyulan rahatsızlıktı. Kılık-kıyafeti belirleyen özel bir yasa çıkmadığı halde, özellikle başörtüsü gibi bir giyime bir yasayla izin verilmesi kolaylıkla kabul edilemezdi. Bu hoşnutsuzluk yüzünden yasa tasarısına “İnkılap Kanunlarına aykırılık” gibi etkisinden emin olunan eleştiriler getirilmişti. Oysa her şeyden önce, niçin bu ülkede insanların kılık-kıyafet özgürlükleri için yasa güvencesine ihtiyaç duydukları şeklindeki sorunun cevabının verilmesi gerekirdi. |
|
05-11-2008, 12:58 | #8 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
Öğrenci affının veto edilmesinin yankıları sürerken, bu yasa tasarısıyla birlikte zor duruma düşen YÖK hemen devreye girmiş ve YÖK Genel Kurulu, disiplin yönetmeliğinde yapılan bir değişiklikle öğrencilerin “dini inanç sebebiyle boyun ve saçlarını başörtüsüyle kapatabilecekleri” kararının alındığı açıklanıyordu ve ekleniyordu: Bizce modern bir türban, çağdaştır. Ancak dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki, YÖK, üniversitelerde kılık-kıyafet konusunun yasayla çözülmesi konusundan rahatsız olmuştur. Sorunun yasayla değil de yönetmelikler düzleminde ele alınması, yönetmelikle bugün kaldırılacak bir yasağın uygun bir zamanda yeni bir yönetmelik değişikliği ile yeniden gündeme getirilmesine imkan tanınacaktı. Bir bakıma bu veto, YÖK’e, başörtüsü sorununu kendi denetimi altında tutma zeminini hazırlamıştı. Bu arada 10 Aralık 1988’de TBMM’den geçirilen Öğrenci Affı Yasası, 24 Aralık’ta Cumhurbaşkanı tarafından bu kez onaylanıyor ve 27 Aralık 1988 tarihli Resmi Gazete’ de yayımlanarak, başörtüsüne yasal bir dayanak oluyordu. Daha sonra 5 Ocak 1989 tarihinde Cumhurbaşkanı Evren, yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurduğunu açıkladı. Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989’da Müslüman kadının en doğal hakkı olan başörtüsü serbestisi için çıkartılan yasayı iptal etti. Bu iptal kararı üzerine, ülkenin her yanında protestolar başladı. Gösteriler polis zoruyla bastırılmaya çalışılıyordu. Aynı günlerde Anayasa Mahkemesi, başörtüsüne izin veren yasanın iptaline dayanarak, YÖK’e, “üniversitelerde türbanın hemen kaldırılması” yönünde telkinlerde bulunmaya başladı. Anayasa Mahkemesi Başkan vekili bu konuda “Dinsel değil, hukuksal gerekçeler daha önemlidir.”diyordu. Üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getiren kanunun iptaline ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin Gerekçeli Kararı, 5 Temmuz 1989’da Resmi Gazete’ de yayımlandı. Bunun üzerine Danıştay da türbana izin veren YÖK Yönetmeliği’nin iptali için 13 öğretim üyesinin yaptığı başvuruyu görüşmek üzere harekete geçti ve 11 Temmuz 1989’da bu hükmü iptal etti. Ülke çapında eylemler devam ederken 1989 yılının ekim ayında ANAP Lideri ve Başbakan Turgut Özal, Kenan Evren’in görev süresi dolması üzerine, Cumhurbaşkanı seçilmişti. |
|
05-11-2008, 13:01 | #9 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
Sonuç YÖK'ün baskılarına direnen birkaç özel üniversite ve Boğaziçi üniversinde de yasak uygulanmaya başlandı. YÖK, başörtüsü yasağı uygulamayan ya da uygulamakta yetersiz gördüğü üniversiteleri kapatmakla tehdit etti. Fatih Üniversitesi yüzlerce başörtülü öğrenciye disiplin soruşturması açmasına ve bazı öğrencilere ceza vermesine rağmen YÖK tarafından cezalandırıldı. Başörtüsü yasağının son aşaması olarak İlahiyat Fakültelerinde de başörtüsü yasağı uygulanmaya başladı. İslam Dini üzerine öğretim verilen, Kur’an-ı Kerim okutulan bu okullara da ne yazık ki başörtüsüyle girmek yasaklandı. Türkiye'de okuma imkanı elinden alınan öğrencilerden bir kısmı büyük masrafları ve zor koşulları göze alarak yurtdışına gitmek zorunda kaldılar. Bunlardan büyük bir kısmı Batı’da Amerika Birleşik Devletleri ve Avusturya, Doğu’da ise Kıbrıs, Suriye ve İran’ı zorunlu olarak mesken tuttular. Ancak 2001 yılında Türkiye'de okuma imkanları ellerinden alınan öğrencilere KKTC'de de öğrenim yasağı geldi. YÖK, Kıbrıs'taki üniversitelere de baskı yaparak başörtüsü yasağını bu ülkeye de yaydı. Üniversitede başörtüsü yasağına karşı yapılan gösterilere katıldığı tespit edilen kız öğrenciler okullarından atıldılar. Kampüs alanı içerisinde başörtülü olarak bulunanlara uzaklaştırma cezaları verildi. Kayıt yaptırırken peruklu olduğu gerekçesiyle bazı öğrencilerin kaydı yapılmadı.(1) 2001 yılında başörtüsü yasağının kapsamı genişletilerek Öğrenci Seçme Sınavı'na girecek üniversite adaylarına da yasak uygulanmaya başlandı. Başörtülü fotoğraf verenlerin başvurusu kabul edilmedi. Bu sebepten dolayı bir çok başörtülü kız ÖSS sınavına giremedi. 2003 yılı Kasım ayına geldiğimizde ise halkımız kendini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayan, ve bu zulmü çözme vaadiyle oy toplayan Ak Parti’yi tek başına iktidar yaptı. 1983 Anap’ın seçimleri tek başına kazanmasından yirmi yıl sonra ilk defa bir parti diğer partileri tasviye ederek tek başına iktidar oluyordu. Her ne kadar bir çok sosyolog, ve siyaset bilimci Ak Parti’nin başarısını 2002 ekonomik krizine ve yolsuzluklara bağlasa da, Ak Parti’nin zaferindeki en önemli etken halkın 28 Şubat müdahalesine ve dindar insanlara yapılan haksızlıklara verdiği tepkidir. Başbakan, Meclis Başkanı ve birçok milletvekilinin hanımlarının başörtülü olmalası sebebiyle halkın meclisinde- T.B.M.M.- yapılan resmi davetlere başta Meclis Başkanı’nın eşi olmak üzere diğer milletvekillerinin eşleri T.B.M.M. “kamusal alan” olduğu gerekçe gösterilerek alınmamışlardır. Yaklaşık olarak bir buçuk yıldır bu parti iktidarda olmasına rağmen yasakların kaldırılmasında veya gevşetilmesine dair dişe dokunur bir iyileşme yaşanmamıştır. Her ne kadar, hükümet acil eylem planları ilan edip, YÖK yasasında ve ÖSS başarı kat sayısı puanında Meslek Liseleri aleyhine yapılan uygulamalarda değişiklik yapmaya çalışsa da her defasında geri adım atmıştır. Ne yazık ki, 2004 yılı itibariyle ülkemizde eğitim kurumlarında ve diğer devlet dairelerinde başörtüsü takma özgürlüğü nâmına hâlâ ciddi bir gelişme yaşanmamıştır. (1) Mazlumder, Hukuki Yardım Başvuruları 2001 Yılı Değerlendirme Raporu. Kaynak: Basortum.net |
|
05-11-2008, 13:01 | #10 |
TÜRKİYE'DE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞININ TARİHÇESİ
TBMM Özgürlüğe 'EVET' DEDİ Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının kaldırılmasını öngören ve AK Parti ile MHP'nin birlikte verdiği Anayasa değişiklik teklifinin ikinci tur oylaması TBMM Genel Kurulu'nda tamamlandı. oturumu TBMM Başkanı Köksal Toptan yönetti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yükseköğretimde başörtüsünün serbest bırakılmasını öngören 5735 sayılı ''Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun''u onayladı. Çankaya Köşkü'nden yapılan açıklamada şöyle denildi. 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunla ilgili olarak yapılan incelemede, Anayasanın 10'uncu ve 42'nci maddelerine eklenmesi öngörülen hükümlerin, Anayasada zaten var olan hükümleri daha ayrıntılı bir şekilde tavzih ve teyit etmek suretiyle kanun önünde eşitlik ilkesini ve eğitim ve öğrenim hakkını güçlendirmeyi hedeflediği anlaşılmıştır. İncelenen Kanunla yapılan düzenlemeler hukukun genel ilkelerine, Cumhuriyetin temel niteliklerine ve Anayasa değişikliğine ilişkin şekil kurallarına aykırı bulunmamıştır. Diğer taraftan, anılan Kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde grubu bulunan dört siyasi partiden üçünün desteğine ve milletvekillerinin geniş bir mutabakatına dayalı olarak 411 oyla kabul edilmiştir. Bu, genel seçimlerdeki oyların yaklaşık olarak % 80?ine tekabül etmektedir. Çeşitli kamuoyu araştırmalarında da, sorunun çözümü konusunda genel bir eğilimin ortaya konduğu görülmektedir. Anılan Kanuna ilişkin tartışmalar ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kabul edilmesinden sonra Cumhurbaşkanlığına iletilen görüşler sebebiyle, Sayın Cumhurbaşkanımız konunun uzmanlarıyla görüşmüş ve konunun her yönüyle değerlendirilmesi için ayrıntılı incelemeler yaptırmıştır. Ayrıca, sorunun çözümüne yönelik olarak bazı sivil toplum kuruluşlarınca getirilen alternatif öneriler değerlendirilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımız, meselenin Anayasa değişikliğine gerek kalmadan partiler arasında sağlanacak bir mutabakatla çözümü için sivil toplum örgütlerinin başlattıkları iyiniyetli girişimlere fırsat vermek amacıyla bir süre beklemeyi uygun bulmuşlar ve bu girişimlerin sonuçlanmasını beklemişlerdir. Ancak, kanunların yayımlanması için Anayasanın 89'uncu maddesinde öngörülen süre içinde söz konusu girişimlerden bir sonuç alınamayacağı anlaşılmıştır. Bu sebeplerle, anılan Kanun Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından Anayasanın 89'uncu ve 104'üncü maddeleri uyarınca yayımlanmak üzere Başbakanlığa gönderilmiştir. Bununla birlikte, bazı vatandaşlarımızın endişelerinin de anlayışla karşılanmasında ve bu endişeleri giderecek düzenlemelerin hayata geçirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız bu kaygıların giderilmesi konusunda azami hassasiyet ve özenin gösterilmesi gereğine inanmaktadır. Ayrıca, diğer temel hak ve hürriyetleri güçlendirecek düzenlemelere hız kazandırılması ve Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin gerektirdiği reformlara öncelik verilmesi de Sayın Cumhurbaşkanımızca gerekli görülmektedir. BU ZULMÜN GERÇEKTEN (!) EN KISA ZAMANDA SONA ERMESİ DİLEĞİYLE... |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|