AK Gençliğin Buluşma Noktası

Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-04-2009, 18:20   #261
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Murâbete´nin Dördüncü Makamı Olan Kusurlarından Ötürü Nefsi Kınamak


Kişi nefsini hesaba çektiğinde günah işlemekten ve ALLAH hakkında kusur yapmaktan nefsi sağlam değilse, onu ihmal edip başıboş bırakması uygun değildir; zira eğer kişi nefsini ihmal ederse, günahları işlemek nefis için kolaylaşır. Nefis, günahlara alışır. Artık bir daha onu günahtan menetmek zorlaşır. Bu da nefsin helâkine sebep olur. Nefsi kınaması ve cezalandırması uygundur. Bu bakımdan şüpheli bir lokma yediğinde, karnı aç bırakmak suretiyle onu cezalandırmalıdır. Mahrem olmayana baktığında gözünü bakıştan menetmek suretiyle cezalandırmalı ve böylece bedeninin her azasını şehvetten menetmek suretiyle cezalandırmalıdır. Ahiret yolunun yolcuları bu âdete sahip idiler.

Nitekim Mansur b. İbrahim´den şöyle rivayet edilmiştir: Âbidlerden biri bir kadınla konuştu. Elini kadının baldırınadeğdirecek kadar işi ilerletti. Sonra pişman oldu. Ceza olarak elini kuruyuncaya kadar ateşin üzerinde bıraktı.

Rivayet ediliyor ki İsrailoğulları´nın içinde havrasında ibadet eden biri vardı. Böylece uzun bir zaman ibadet etti, Birgün dışarıya çıkınca gözüne bir kadın ilişti. Kadına vuruldu ve kadının yanına inmek istedi. O esnada, ALLAH daha önce geçmiş ilâhî bir inayetiyle onun yardımına yetişti ve dolayısıyla kendi kendisine şöyle sordu: ´Yapmak istediğin bu hareket nedir?´ Böylece kendine geldi. ALLAH Teâlâ onu korudu, dolayısıyla pişman oldu. Ayağını havraya çekmek istediğinde kendi kendisine şöyle dedi: ´Bu ne uzak, ne uzak! Bir ayak ki ALLAH´a isyan etmeyi istediği halde dışarı çıkmıştır, o benimle beraber havraya mı dönecektir? ALLAH´a yemin ederim, bu katiyyen olmaz´. Böylece ayağını havranın kapısına asılı olduğu halde dışarıda bıraktı. Ayak çürüyüp düşünceye kadar yağmurlar, rüzgârlar, kar ve güneş altında kaldı. Bundan ötürü ALLAH Teâlâ´ya şükretti ve ALLAH Teâlâ semavî kitabların birinde bu kişiden bahsetti.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: İbn Kurtenî´den dinledim, şöyle diyordu: "Bir gece cenabet oldum. Gusletmek ihtiyacını duydum. Gece de oldukça soğuktu. Nefsimde guslü geciktirmek isteğini hissettim. Böylece nefsim sabah oluncaya kadar gecik-memi, suyu ısıtmamı veya hamama gitmemi bana telkin etti. Ben de nefsimi bir türlü yenemiyordum. Bu durumdayken şöyle bağırdım: ´Yazıklar olsun! Ben hayatım boyunca ALLAH´a ibadet etmiş olayım, benim üzerime bir hak farzolsun ve o hakkı edâ etmek azmini kendimde göremeyeyim. Nefsimde duraklama ve gecikme bulayım!´ Böylece sırtımdaki gömleğimin içinde yıkanacağıma ve gömleğimi sıkmayıp güneşte kurutmayacağıma dair yemin ettim".

Hikâye olunuyor ki Gazvan30 ile Ebu Musa el-Eş´ari (r.a) bir yolculukta bulunuyorlardı. Bu esnada bir cariyenin nâmahrem bedeni gözüktü, Gazvan ona baktı. Bundan ötürü gözü çanağından fırlayacak gibi oldu. O da gözünü elleriyle kapadı ve şöyle dedi: ´(Ey göz) sen sana zarar verene çokça bakıcısın!´

Seleften biri bir kadına, bir kere baktı. Bu hatadan dolayı hayatı boyunca soğuk su içmemeyi nefsine ceza olarak verdi. Nefsini sıkıntıya sokmak için sıcak su içip duruyordu.
Hikâye ediliyor ki; Hasan b. Ebî Sinan bir köşkün yanından geçerek şöyle demiştir: ´Acaba şu köşk ne zaman inşa edilmiştir?´ Bu sözünden sonra başladı nefsini kınamaya... Nefsine hitaben dedi ki: ´Seni ilgilendirmeyen konuları soruyorsun! ALLAH´a yemin ederim, sana ceza olarak tam bir sene oruç tutmayı tatbik edeceğim!´ Böylece bir sene oruç tuttu.
Mâlik b. Deygam şöyle demiştir: ´Ribah Kays31 ikindi namazından sonra gelip babamdan sual sormak istedi, uyuyor dedik. Bu sözüme karşılık olarak ´Bu saatten sonra uyku ha! Bu uyku zamanı mı?´ dedi. Sonra dönüp gitti. Biz arkasından bir adam göndererek ´Onu senin için uyandıralım mı?´ dedik. Gönderdiğimiz adam geldi ve bize şöyle dedi: "O benden herhangi birşey dinlemeyecek kadar meşgul bulunuyor. Mezarlığa girerken ona yetiştim. Nefsini kınayıp şunları söylüyordu: "Sen ´şu saat uykunun vakti midir?´ dedin? Acaba böyle demek senin vâzifen mi? Kişi istediği zaman uyur. Sen onun uyku zamanı olmadığını nereden bileceksin? Bilmediklerini ne diye konuşuyorsun? ALLAH´ın benim üzerimde bir va´di vardır. Onu hiçbir zaman bozmayacağım. Uyku için bir sene yere yatmayacağım. Ancak bitab düşürücü bir hastalık veya akılsızlık hâli bundan müstesna! Bunu da sana kötülük etmek için yapıyorum. Ey nefis! Utanmıyor musun? Ne zamana kadar kınanacaksın? Hâlâ da dalâletinden uyanmayacak mısın?"

Sonra benim yanında olduğumu sezmeksizin ağlamaya başladı. Onun bu durumunu görünce kendisini haliyle başbaşa bıraktım!"

Temîm ed-Dârî bir gece uyuya kalıp teheccüd namazını kılmadı. O gece yattığının cezası olarak bir sene boyunca bütün geceleri uykusuz geçirerek ibadet etti.

Hz. Talha´dan şöyle (r.a) rivayet ediliyor: Günün birinde bir kişi gitti. Elbisesini çıkardı. Kızgın kumlara yattı ve nefsine şöyle dedi: ´Tat! Cehennem ateşi, hararet bakımından, daha şiddetlidir. Gece leş gibi, gündüz de tembel mi duruyorsun?´ O bu haldeyken Hz.Peygamber ansızın bir ağacın gölgesinde göründü. Bunun üzerine Hz. Peygamber´e gelip (halini şöyle) ifade etti: ´Nefsim bana galebe çaldı da ondan böyle yaptım!´ Bu cevap üzerine, Hz. Peygamber ona şöyle dedi:
Seni yapmış olduğun hareketten kurtaracak bir çare yok mu? Senin için göklerin kapıları açıldı. ALLAH seninle meleklerine karşı iftihar etti.
Sonra ashâb-ı kirâm´a hitaben şöyle buyurmuştur: ´Kardeşinizden azıklanın!´ Bu söz üzerine, ashabdan bir kişi Talha´ya ´Ey falan! Benim için dua et!´ dedi. Bu manzara karşısında, Hz. Peygamber, ona hitaben ´Onların hepsini duanın kapsamına al!´ dedi. Bu emir üzerine Talha (r.a) şöyle dua etti: ´Yârab! Takvâyı onlar için azık yap! Onların işini hidayet üzerinde topla!´ Bunun üzerine, Hz. Peygamber de (s.a) şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Onu dosdoğru kıl!´ Bu manzara karşısında kişi de ´Ey ALLAHım! cenneti onların dönüş yeri yap!´ dedi.32

Huzeyfe b. Katade el-Meraşî şöyle anlatıyor: Bir kişiye ´Şehvetlerinde nefsine ne gibi bir muamele yapıyorsun?´ diye soruldu. Cevap olarak dedi ki: ´Yeryüzünde, benim nezdimde, ondan daha fazla nefret ettiğim bir nefis yoktur. Bu bakımdan ben nasıl onun isteklerini ona veririm?´

İbn Semmâk, Dâvud-u Tâi evinde can çekişirken, Dâvud´un huzuruna varıp ´Ey Dâvud! Hapsolunmazdan önce nefsini hapsettin. Azap olunmadan önce nefsine azap çektirdin. İşte bugün, çalıştığın zatın sevabını görürsün´ dedi.

Vehb b. Münebbih´ten şöyle rivayet ediliyor: Adamın biri bir zaman âbidlik yaptı. Sonra ALLAH´a bir ihtiyacı başgösterdi. Dolayısıyla yetmiş cumartesi kalktı, (ibadet etti), her cumartesi onbir hurma yiyor. Sonra ALLAH Teâlâ´dan ihtiyacını istiyordu. ALLAH ona ihtiyacını vermedi. Böylece nefsine dönerek şöyle dedi: ´Sendengeldim! Eğer sende hayır olsaydı muhakkak ihtiyacın sana verilirdi!´ Bunun üzerine yanına bir melek indi ve ona ´Ey Adem´in oğlu! Senin şu saatin geçmiş ibadetinden daha hayırlıdır. ALLAH Teâlâ senin ihtiyacını yerine getirdi´ dedi.

Abdullah b. Kays şöyle anlatıyor: "Biz bir savaşta bulunuyorduk. Düşmanla karşı karşıya geldiğimizde, gaibden gelen bir ses ´Düşmana karşı saf tutmaya kalkın´ dedi. Fırtınalı bir günde düşmanla karşı karşıya geldik. O anda önümde bulunan bir kişi, nefsine hitap ederek şöyle diyordu: ´Ey nefsim! Ben falan ve filan savaşta bulunmadım mı? Sen orada bana helâk olur, aile efradın kimsesiz kalırlar deyip de kendine itaat ettirerek o savaştan kaçmadın mı? Ben falan falan savaşta orada da aynı vesveseyi verdin, ben de sana uyarak geri döndüm. ALLAH´a yemin ederim, bugün seni ALLAH Teâlâ´ya arzedeceğim. Ya seni alır veya salıverir!´

Ben kendi kendime ´Bu kişiyi bugün gözetleyeceğim´ diye karar verdim. Dolayısıyla onu gözetledim. Bir ara İslâm orduları düşmana saldırdılar. O kişi de ön saflarda bulunuyordu. Sonra düşman tarafından hücuma geçildi. Müslümanlar geri çekildiği halde o yerinden kıpırdamadı. Bu durum birkaç defa tekrarlandığı halde o yerinde durup savaşıyordu. ALLAH´a yemin ederim, o düşüp şehid oluncaya kadar bu minval üzere devam etti. Bedeninde ve bineğindeki yaraları saydım. Altmış veya daha fazla mızrak darbesi bulunuyordu".

Biz Ebu Talha (r.a) el-Ensârî´nin namaz içinde kalbi bahçesindeki öten kuşla meşgul olup kaç rek´at kıldığını bilmediğinden, bunun kefareti olarak bahçesini sadaka verdiğini ve yine Hz. Ömer´in her gece kamçısıyla ayaklarını döverek ´bugün ne yaptın?´ diye sorduğunu daha önce zikretmiştik.

Mecma´dan33 şöyle rivayet ediliyor: Hazret bir gün başını kaldırıp baktı. Bu arada gözü bir kadına ilişti. Bundan dolayı nef-sine, dünyada kaldıkça, başını kaldırmamayı adadı.
Ahnef b. Kays, geceleyin çıradan ayrılmıyordu. Parmağını çıra ateşine tutup nefsine ´Filan gün filan işi yapmaya seni zorlayan neydi?´ diye sorardı.

Vuheyb34 b. Verd gördüğü birşeyi nefsinde hor telâkki edince göğsünün üzerinde bulunan kılların bir kaçını yoldu. Dolayısıyla canı acıdı. Sonra nefsine şöyle hitap etti: ´Rahmet olasıca! Ben ancak senin için hayrı irade ettim´.

Muhammed b. Bişr35 Dâvud-u Tâî´yi iftar zamanında tuzsuz ekmek yerken gördü. ´Tuz da yeseydin olmaz mıydı?´ diye sordu.
Dâvud ´Nefsim beni bir seneden beri tuz yemeye davet ediyor. Dâvud dünyada kaldıkça nefsine tuzun zevkini tattırmayacaktır´ dedi.

İşte isabetli fikir sahiplerinin nefislerini cezalandırmaları böyleydi. Hayret edilecek nokta şudur: Sen köleni, cariyeni, aile ve çocuğunu, onlardan sâdır olan kötü ahlâktan ve kusurlarından ötürü cezalandırıyorsun. Eğer onları affedersen durumlarının senin kontrolünden çıkmasından ve sana karşı gelmelerinden korkuyorsun! Oysa en büyük düşmanın olan nefsini ihmal ediyor, sana en şiddetli saldırganlığı yapan ve ailenin saldırganlığından daha büyük zarar veren nefsi ihmal ediyorsun. Çünkü aile efradının gayeleri, sana dünya maişetini bulandırmaktır. Eğer düşünürsen anlarsın ki maişet, ahiret maişetidir ve ahirette sonsuz ve daimî nimet vardır. Ahiret maişetini ise senin için bulandıran sadece nefsindir. Bu bakımdan nefsin başkasından daha fazla cezaya müstehaktır.

30) Ashâb-ı Kirâm´dan Gazvan isimli birisi bilinmemektedir; ancak Tabiînden Gazvan b. Utbe b. Gazvan el-Mazinî vardır ve babası meşhur bir sahabî´dir. Muhtemelen burada o kasdedilmektedir. (İthaf´us-Saade)
31) Adı Ebu Mehasır Riyali b. Amr´dır.
32) İbn Ebî Dünya, (hadîs-i munkatı veya hadîs-i mürsel)
33) Adı Mecma b. Samganî et-Teymî´dir. Muttakî bir zattır."
34) Abdulvehhab Ebu Umeyye el-Mekkî. Vuheyb künyesiyle şöhret bulmuştur.
35) Kûfelidir, güvenilir ve hafız bir zat idi. H. 203´de vefat etmiştir.
 
Alt 04-04-2009, 18:22   #262
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Murâbete´nin Beşinci Makamı Olan Mücâhede


Mücâhede, kişi nefsini hesaba çektiğinde, onun günah işlediğini gördüğünde, bahsi geçen cezalarla onu cezalandırmasıdır. Eğer nefsini faziletlerin herhangi bir şeyinde veya virdlerin herhangi birinde tembellik ve gevşeklik yaptığını görürsen, uygun olanı virdleri ağırlaştırmak ve onlardan ayrılmamak suretiyle ve elden kaçan fırsatları telafi etmek için çeşitli faziletleri ona yüklemek suretiyle onu eğitmektir.

İşte ALLAH için çalışanlar böyle yaparlardı. Nitekim Hz. Ömer, cemaatle ikindi namazını kaçırdığında, kıymeti ikiyüzbin (200.000) dirhem olan bir arazisini, sadaka vermek suretiyle nefsini cezalandırmıştır.

İbn Ömer, cemaatle namazı kaçırdığında, o gecenin tamamını sabaha kadar ibadetle ihyâ ederdi. Akşam namazını iki yıldız çıkıncaya kadar geciktirdiğinde iki köleyi azad etti.
İbn Ebî Rebia, sabah namazının iki rek´atını kaçırdığından bir köle azad etmiştir.
Seleften bir zât bir senelik orucu veya haccetmeyi veya bütün malını sadaka vermeyi nefsine gerekli kılıyordu. Bütün bu hareketler, nefsi murâbete ve kurtuluşuna vesile olan şey ile muâheze etmektir.

Soru: Nefsim mücâhede ve virdlere devam etmek hususunda bana uymazsa, onu tedavi etmenin yolu nedir?

Cevap: Bu hususta senin yolun, müctehidlerin (fazla ibadet edenlerin) fazileti hakkında, haberlerde vârid olan şeyleri nefsine duyurmandır.

Tedavi sebeplerinin en faydalısı, ibadette var kuvvetiyle çalışan kullardan birinin sohbetini dinleyip, onun sözlerini mülahaza edip ona uymaktır.

Seleften bir zât şöyle demştir: ´Bana ibadet hususunda gevşeklik geldiğinde Muhammed b. Vâsi´in durumuna bakar, onun hummalı çalışmasını gözden geçirirdim ve bunun üzerine birkaç hafta ibadet ederdim´.

Ancak bu tür tedavi bazen çok zorlaşır. Çünkü şu zamanda geçmişlerin çalışması gibi, ibadette çalışan bir kimse yoktur. Bu bakımdan görmek yerine dinlemek daha uygundur. O halde, selefin hallerini işitmekten, haberlerini mütala etmekten ve içinde bulundukları hummalı çalışmalarını dinlemekten daha faydalı birşey yoktur. O zatların yorgunlukları sona erdi. Sevapları ebedî kaldı. Nimetleri kesilmeksizin daimî oldu. Öyleyse onların mülkü ne büyüktür! Onlara uymayan bir kimsenin üzüntüsü ne şiddetlidir! Böyle bir kimse nefsin istekleriyle kendini avutur. Sonra ona ölüm gelir. Böylece ölüm, onunla her isteği arasına ebedî bir şekilde girer. Böyle bir durumdan ALLAH´a sığınırız.

Biz var kuvvetiyle çalışanların vasıflarından ve faziletlerinden, onlara uyması için müridin çalışmadaki rağbetini harekete geçiren şeyleri burada zikredelim;

zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH o kavimlerden razı olsun ki halk onları hasta zanneder. Oysa onlar hasta değildir.36

Hasan Basrî şöyle demiştir: Onları ibadet yormuştur: Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü´minûn/60)

Hasan Basrî sonra bu ayet hakkında şöyle demiştir: ´Onlar amellerden yaptıklarını yaparlar. Buna rağmen bu amelin kendilerini ALLAH´ın azabından kurtaramayacağından korkarlar´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ömrü uzamış, ameli güzelleşmiş kimseye cennet vardır.
Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ, meleklerine hitaben şöyle buyurmuştur:
- Fazlasıyla çalışan kullarımın durumu nedir?
- Ey RABBİMiz! Onları bir şeyle korkuttun. Onlar korktular. Onları bir şeye teşvik ettin. Onlar da ona müştâk oldular!
- Eğer kullarım beni görseydiler, çalışma bakımından daha şiddetli olurlardı! Bu nasıl olur?

Hasan Bâsrî şöyle demiştir:
Ben bazı kimselere yetiştim. Onların bazı gruplarıyla arkadaşlık yaptım. Onlar dünyanın yönelip gelen hiçbir şeyiyle sevinmez. Dünyanın kaçan hiçbir şeyiyle üzülmezlerdi. Yemin ederim, dünya onların gözünde, şu ayaklarınızla çiğnediğiniz topraktan daha düşük idi. Onlardan birinin bütün hayatı boyunca bir elbisesi katlanmamıştır ve hiçbir za-man, aile efradına bir yemek yapmalarını emretmemiştir.

Bedeni ile toprak arasına hiçbir şey bırakmamıştır. Onları rablerinin kitabı ve peygamberlerinin sünnetiyle âmil oldukları bir durumda buldum. Gece karanlığı onları kap-ladığında azalar üzerinde durup yüzlerini yere yayarlardı. Gözyaşları yanakları üzerine akardı. Boyunlarının azad edilmesi hususunda rablerine münâcât ederlerdi. İyi bir şey yaptıklarında işlediklerinde onunla sevinirler, onun şükrüne devam ederlerdi. ALLAH Teâlâ´dan o iyiyi kabul etmesini dilerlerdi. Kötü birşey yaptıklarında bu durum onları üzer, ALLAH Teâlâ´dan o kötüyü affetmesini dilerlerdi. ALLAH´a yemin ederim, onlar böyle idiler ve bunun üzerinde idiler. ALLAH´a yemin ederim, onlar (buna rağmen) günahlardan uzak kalamadılar. Ancak mağfiret ile kurtuldular.

Hikâye olunur ki bir grup, hastalığında ziyaret etmek maksadıyla Ömer b. Abdülazîz´in huzuruna girdiler. O girenlerin içinde bedenen zayıf bir genç şöyle bulunuyordu. Ömer o gence sordu:
- Gördüğüm duruma seni getiren nedir?
- Ey mü´minlerin emiri! Beni hastalık bu duruma getirdi.
- ALLAH için bana doğru söyle!
- Ey mü´minlerin emiri! Dünyanın tadını tattım. Onu acı gördüm. Dünyanın parlaklığı, zevki, benim nezdimde, küçüldü, dünyanın altını ile taşı, benim nezdimde, eşit oldu. Sanki ben RABBİMin arşına bakıyorum ve görüyorum ki insanlar cennet ve cehenneme sürülüyorlar. Bunun için gündüzümü susuz bıraktım, gecemi uykusuz... İçinde bulunduğum herşey, ALLAH´ın sevabına nisbeten,o nun cezasına nazaran hiç ve hakîrdir.

Ebu Nuaym şöyle anlatıyor: Dâvud-u Tâî, ekmek yemez, fetit (parçalanmış ekmek) veya (kavut çorbası) içerdi. Ondan ´Neden böyle yaptığı´ sorulduğunda dedi ki: ´Ekmeği çiğneyip yemek ile fetiti içmek arasında elli ayeti okuyacak kadar bir zaman vardır´.

Birgün adamın biri Dâvud´un huzuruna girerek: ´Senin tavanında kırılmış bir kalas vardır´ dedi. Bunun üzerine Dâvud, gence şöyle dedi: ´Yeğenim! Yirmi seneden beri bu evde bulunuyorum. Bir defa tavana bakmadım!´

Selef fazla konuşmaktan hoşlanmadıkları gibi fazla bakmak-tan da hoşlanmazdı.
Muhammed b. Abdülazîz37 şöyle anlatıyor: Ahmed b. Vezi´nin yanında kuşluktan ikindi namazına kadar oturduk. Ne sağına, ne soluna baktı. Bu husus kendisine sorulunca şu cevabı verdi: ´ALLAH Teâlâ azametine bakması için gözleri yarattı. Bu bakımdan ibretsiz bakan herkese, o bakıştan dolayı bir günah yazılır´.

Mesruk´un hanımı şöyle demiştir: ´Mesruk daima uzun na-maz kılmaktan ötürü iki bacağı şişmiş bir vaziyette olurdu´.

Yine bu hanım şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim! Ona olan merhametimden ötürü arkasından oturup ağlıyorum´.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Eğer üç şey olmasaydı bir gün dahi yaşamayı istemezdim: Hararetli öğle vakitlerinde ALLAH için susamak, gecenin yarısında ALLAH için secdeye kapanmak, meyvenin iyileri seçildiği gibi konuşmanın iyilerini seçen insanlarla oturmak!´
Esved b. Yezid alabildiğine ibadete dalardı. Hararet zamanında oruç tutardı. Öyle ki bedeni sapsarı olurdu. Alkame b. Kays ona ´Neden nefsine işkence ediyorsun?´ dedi. O da cevap olarak ´Onun şerefini düşünüyorum´ dedi.
Yine o bedeni sararıncaya kadar oruç tutar, düşüp bayılıncaya kadar namaz kılardı. Enes b. Mâlik ve Hasan Basrî huzuruna varıp kendisine ´ALLAH Teâlâ bütün bunları sana emretmedi!´ dediler. O dedi ki: ´Ben ancak mevlâma karşı memlûk bir kulum. Her çeşit zilleti kendime yakıştırırım´.

Fazlasıyla ibadete dalanlardan biri ayakları topal olup ayaktan mahrum oluncaya kadar hergün bin rek´at namaz kıldı. Ayakta kılamaz olunca oturarak bin rek´at namaz kıldı. İkindi namazını kıldığında İhtiba (dizleri dikip makatı üstünde oturmak ve elleri dizlerin altında bağlamak) yaptı. Sonra şöyle dedi: ´Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasını irade etti? Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senden başkasına ünsiyet verdi? Mahlûklara hayret ediyorum ki kalpleri nasıl senden başkasının zikriyle nûrlandı?´
- Bu gözyaşlarını neden döküyorsun?
- ALLAH´ın haklarından geri kalışım için gözyaşı döktüm. O
gözyaş-larının samimi olmayışından korkarak da kan ağladım.
Feth el-Mevsilî´yi öldükten sonra rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum:
- ALLAH sana ne gibi bir muamele yaptı?
- Beni affetti!
- Gözyaşlarından ötürü ne gibi bir muameleye tâbi tutuldun?
- RABBİM beni huzuruna yaklaştırarak bana şöyle buyurdu: ´Ey Feth! Gözyaşların niçin döküldü?´ Cevap olarak ´Ey RABBİM! Senin vâcib olan hakkından geri kalışım için böyle yaptım´ dedim.
- Neden dolayı kan akıttın?
- Gözyaşlarımın samimi olmayışından korktuğumdan dolayıkan akıttım.
- Ey Feth! Bütün bunlardan neyi kasdettin? İzzet ve celâlim hakkı için kırk seneden beri seni koruyan meleklerim senin sahifeni (amel defterini) huzuruma getirirler. Onda bir hata bulunmadı!

Şöyle anlatılıyor: Bir grup sefere çıktılar. Yolda şaşırarak halktan ayrı yaşayan bir rahibe vardılar. Rahibi çağırdılar. Rahib, manastırından dışarı çıkıp onlara baktı. Dediler ki; ´Ey rahib! Biz yolu şaşırdık. Acaba yol neresidir?´ Bunun üzerine rahib, başıyla gök-lere işaret etti. Onlar onun bu işaretinden ne kasdettiğini anladılar ve dediler ki: ´Biz senden yol soruyoruz. Bize yol gösterir misin?´ Bunun üzerine rahib onlara ´Sorun, fakat ileri gitmeyin; zira gün geri gelmez, ömür döndürülmez. Tâlib ise var kuvvetiyle çalışmalıdır´ dedi. Bu sözler, dinleyenleri hayrete düşürdü ve şöyle sordular:
- Ey rahib! Yarın sultanların nezdinde halk neyin üzerinde olacaktır?´
- Niyetleri üzerinde olacaklardır.
- Bize nasihatta bulun!
Seferinizin uzunluğu nisbetinde azık edinin! Zira azığın en hayırlısı insanı hedefine vardırandır. Sonra rahib onlara yolu gösterdi ve manastırına geri döndü.

Abdülvahid b. Zeyd şöyle anlatıyor: Çin rahiblerinden birinin manastırının yanından geçtim. ´Ey rahib!´ diye onu çağırdığım halde cevap vermedi. İkinci bir defa çağırdım yine cevap vermedi. Üçüncü defa çağırınca, çıktı ve bana bakarak ve şöyle dedi: ´Ey kişi! Ben rahib değilim. Rahib, ALLAH´tan korkan, ALLAH´ı tâzim eden, be-lasına sabreden, kaza ve kaderine razı olan, nimetlerinden dolayı ALLAH´a hamdeden, azametine karşı tevâzu, izzetine karşı zillet gösteren, O´nun kudretine teslim olan, heybetine baş eğen, hesap ve ikabını düşünen kimsedir! Rahibin günü oruçlu, gecesi ibadetli olmalıdır. Rahibi ateşin uğursuzluğu, cebbâr olan ALLAH´ın suali uykusuz bırakmalıdır. İşte rahib bu kimsedir. Ben ise azmış bir köpeğim. Nefsimi şu manastırda halkı ısırmasın diye hapsettim´. Bunun üzerine dedim ki: ´Ey rahib! Acaba ALLAH´ı tanıdıktan sonra halkı ALLAH´tan alıkoyan nedir?´ Dedi ki: ´Ey kardeşim! Dünyanın sevgisi ve ziyneti halkı ALLAH´tan alıkoymuştur. Çünkü dünya, günahların merkezidir. Akıllı o kimsedir ki dünyayı kalbinden atmış, günahından rabbine sığınmış, kendisini rabbine yaklaştırıcı amele yönelmiştir´.

Dâvud-u Tâî´ye: ´Sakalını tarasaydın´ denildi. Cevap olarak dedi ki: ´O halde, ben boş bir kimse olurum´.

Üveys (Veysel) Karânî ´Şu gece rükû gecesidir´ der ve bütün geceyi bir rek´at ile ihyâ ederdi. İkinci gece olduğunda derdi ki: ´Şu gece secde gecesidir´ derdi ve bütün geceyi bir secdeyle ihyâ ederdi.

Utbet´ul-Gulâm tevbe ettiğinde ne yemek, ne de içmek peşine gitmezdi. Bunun üzerine annesi kendisine ´Eğer nefsine şefkat gösterirsen (daha iyi olur)!´ dedi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Zaten şefkati arıyorum! Benim yakamı bırak! Az bir zaman zahmet çekeyim de uzun bir zaman nimetleneyim´.

Mesruk hacca gitti. Secde hali hariç hiçbir zaman uyumadı.
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Sabah zamanında kavim, gece yürüyüşünü, ölüm zamanında ise takvâyı överler!´ (Darb-ı meseldir).

Abdullah b. Dâvud42 dedi ki: ´Seleften biri kırk yaşına vardığında yatağını kaldırdı ve artık hiçbir gece uyumadı´.

Kehmes b. Hasan43 her gün bin rek´at namaz kılar, sonra nefsine derdi ki: ´Ey her şerrin yuvası! Kalk!´ Zayıf düştüğünde beşyüz rek´ata indirdikten sonra ağlar ve şöyle derdi: ´Amelinin yarısı gitti!´

Rebî b. Hüsaym´ın kızı babasına ´Ey babacığım! Neden, halkın uyuduğunu, senin ise uyumadığını görüyorum?´ dedi. O da cevap olarak kızına ´Ey kızcağızım! Senin baban düşmanın gece baskınından korkuyor!´ dedi.
Rebî´nin annesi, oğlunun ağlamaktan ve uykusuzluktan çektiği sıkıntıyı görünce ona şöyle haykırdı:
- Ey oğul! Sanki birini öldürmüşsün (de onun için böyle yapıyorsun).
- Evet anneciğim! (Birini öldürdüm).
- O kimdir ki gidip onun aile efradından rica edelim de seni affetsinler. ALLAH´a yemin ederim, eğer onlar senin çektiğini bilseler, sana merhamet ederler ve seni kısastan affederler!
- Ey anneciğim! O öldürülen nefsimdir!

Bişr el-Haris´in yeğeni Ömer´den şöyle rivayet ediliyor: "Dayım Bişr b. Haris anneme derdi ki: ´Ey kızkardeşim! Benim karnım ve yan taraflarım ağrıyor´. Bunun üzerine annem kendisine ´Ağabeyciğim! Bana izin ver ki senin için bir avuç un ile biraz bulamaç yapayım ve onu ye ki açlığın gitsin!´ dedi. Bunun üzerine, dayım anneme ´Rahmet olasıca! ALLAH bu unu nereden aldın derse, ben ne cevap vereceğim!´ dedi. Bunun üzerine annem ağladı. Dayım ve ben de birlikte ağlamaya başladık".

Ömer der ki: "Annem, ağabeyi Bişr´deki şiddetli açlığı ve zayıf bir şekilde derinden nefes aldığını görünce, kendisine şöyle dedi: ´Ağabeyciğim! Keşke annem beni doğurmasaydı! ALLAH´a yemin ederim, bu gördüğüm halinden ötürü ciğerim paramparça oldu!´

Bunun üzerine, dayım anneme hitaben ´Ben de senin gibi derim keşke annem beni doğurmasaydı! Beni doğurduğunda keşke bana karşı memelerinden süt akmasaydı!´ dedi".
Ömer diyor ki: Annem gece gündüz dayım için ağlıyordu!

Rebî şöyle anlatıyor: ´"Veysel Karanî´ye geldim. Sabah namazını kıldı ve oturdu. Ben de yanına oturdum. Tesbih çekmekten onu alıkoymak istemedim. Böylece, öğle namazını kılıncaya kadar yerinde durdu. Sonra kalkıp ikindiye kadar namaz kılmaya devam etti. İkindi namazından sonra, akşam namazını kılıncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Akşamdan sonra, yatsıyı kılıncaya kadar mekanından ayrılmadı. Sonra sabah namazını kılıncaya kadar yerinden ayrılmadı. Sabah namazını kıldıktan sonra oturdu, gözlerinde uyku alâmeti ve şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Çokça uyuyan bir gözün şerrinden ve doymayan bir midenin kötülüğünden sana sığınıyorum!´ Bunları gördükten sonra dedim ki: ´Ondan bu ka-darcık bana kâfidir!´ Sonra döndüm".

Bir kişi Veysel Karanî´ye baktı ve şöyle dedi: ´Ey Ebu Abdullah! Neden seni hasta gibi görüyorum?´ Dedi ki: ´Üveys neden hasta olmasın? Hastaya yedirilir, oysa Üveys yiyici değildir. Hasta uyur, oysa Üveys uyuyucu değildir!´

Ahmed b. Harb şöyle dedi: ´Üstünde cennet süslendiği, altında cehennem kızıştırıldığı halde yatıp uyuyan adamın haline hayret ediyorum´.

Âbidlerden bir kişi şöyle anlatıyor: İbrahim b. Edhem´in yanına vardım. Yatsı namazını kıldığını gördük. Oturup onu bekledim. Bedenine bir aba sardı. Sonra kendisini yere attı. Fecir doğuncaya kadar bütün gece bir yandan öbür yana kendisini çevirmedi. Müezzin ezan okudu. O, namaza kalktı abdestini yenilemedi. Bu durum, benim kalbimde şüphe bıraktı. Bu bakımdan kendisine ´ALLAH sana rahmet etsin! Bütün gece uzanarak yattın, uyudun. Sonra abdesti yenilemiyorsun?´ dedim. Cevap olarak dedi ki: ´Ben bütün gece, bazen cennetin bahçelerinde, bazen de cehennemin derelerinde gezip durdum. Acaba bu durumda uyku olur mu?´

Sâbit el-Bennânî şöyle demiştir: ´Ben bazı şahıslara yetiştim. Onlardan biri öyle namaz kılardı ki ayaktan düşüp yatağına ancak sürünerek gelebilirdi´.

Denildi ki: Ebu Bekir b. Ayyaş, kırk sene yanını döşek üzerine koymadı! Gözlerinin birine su geldi. Yirmi sene bu durumda durduğu halde aile efradı bundan haberdar olmadı!
Semnun´un virdinin hergün beşyüz rek´at namaz olduğu söylenmiştir.

Ebu Bekir Mutavvî´den44 şöyle rivayet ediliyor: ´Gençliğimde, her gün ve her gece, benim virdim otuzbirbin defa (veya kırkbin (40.000) defa) ´KulhuvALLAHu ehad´i okumaktı´. (Adeddeki şüphe râvînindir).

Mansur b. Mu´temer´i45 gördüğümde derdim ki: ´Bu felaketzede bir kimsedir. Gözü kırık, sesi boğuk, gözleri yaşlı!´ Onu hareketlendirirsen, gözlerinden iki çift damla akardı. Annesi kendisine ´Bu nefsinin başına getirdiğin nedir?´ Bütün gece ağlıyor, hiç sus-muyorsun! Ey oğlum! Yoksa birini mi öldürdün!´ dedi. Bu sual karşısında annesine şöyle dedi: ´Ey anneciğim! Ben nefsime ne yaptığımı daha iyi bilirim!´

Amir b. Abdullah´a46 ´Gecenin uykusuzluğuna, hararetli günlerin susuzluğuna nasıl sabrediyorsun?´ denildi. Dedi ki: ´Gündüzün yemeğini geceye, gecenin uykusunu da gündüze naklettim. Bunun dışında birşey yapmadım. Bunda tehlikeli bir durum yok!´
O derdi ki: ´Cennet gibisini görmedim ki onu isteyen uyusun. Cehennem gibisini görmedim ki ondan kaçan uyusun!´

Gece geldiğinde derdi ki: ´Ateşin harareti uykuyu silip götürdü!´ Böylece sabaha kadar uyumazdı. Gündüz olduğunda derdi ki: ´Ateşin harareti uykuyu götürdü!´ Böylece akşama kadar uyumazdı. Gece geldiğinde derdi ki: ´Korkan bir kimse bütün gece yürür! Sabah olunca halk, onun gece yürüyüşünü över!´ (Meşhur bir darb-ı meseldir).

Bir kişi şöyle diyor: ´Amr b. Abdilkays ile dört ay arkadaşlık yaptım. Ne gündüz, ne gece uyuduğunu görmedim!´
Hz. Ali´nin arkadaşlarının birinden şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali´nin arkasında sabah namazını kıldım. Selâm verdiğinde sağına döndü. Üzerinde bir üzüntü vardı. Böylece güneş doğuncaya kadar durdu. Sonra elini çevirip şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim! Ben Muhammed´in (s.a) ashabını gördüm. Bugün onlara benzer kimse görmüyorum. Onlar pejmürde, tozlu topraklı ve benizleri sapsarı olarak sabahlardı. Çünkü bütün gece ALLAH için secde edip kıyamda bulunmuş, ALLAH´ın kitabını okurlardı. Dizleri ile alınları arasında uyuklarlardı. ALLAH´ı zikrettikleri za-man rüzgârlı bir günde ağacın sallanması gibi sallanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar, gözlerinden şakır şakır yaşlar akardı. Sanki bunlar gafil olarak sabahlamışlar!´
Hz. Ali bu son cümle ile etrafındaki insanları kasdetmiştir.

Ebu Müslîm el-Havlânî47 evindeki mescide bir kamçı asmış, nefsini onunla korkutarak şöyle derdi: ´İbadete kalk! ALLAH´a yemin ederim, seni öyle bir yürütürüm ki benden değil, senden yorgunluk gelsin!´

Nefsi gevşekliğe daldığında Ebu Müslîm, kamçısını alıp onunla baldırını döver ve şöyle derdi: ´Ey baldır! Sen devemden, dövülmeye daha lâyıksın!´ O şöyle diyordu: ´Hz. Muhammed´in ashabı, sadece kendilerinin mi onu nefislerine tercih ettiğini zannediyorlar? Hayır! ALLAH´a yemin ederim! Bu hususta onlarla amansız bir yarışmaya girişeceğiz ki onlar arkalarında erkekler bırakmış olduklarını bilsinler´.

Saffan b. Selim´in48 gece ibadetinden ötürü baldırları şişmişti. Çalışmaktan öyle bir duruma gelmişti ki eğer kendisine ´Yarın kıyamet kopacaktır´ denilseydi bile bu çalışmadan fazlasını yapa-mazdı. Kış geldiğinde soğuğun kendisini uyutmaması için evinin damında yatardı. Yaz geldiğinde evin içinde uzanıyordu ki sıcaklığı hissedip uyumasın! Secde halinde iken vefat etti. Şöyle derdi: ´Ey ALLAHım! Seninle buluşmayı istiyorum. O halde sen de benimle buluşmayı iste!´

Kasım b. Muhammed şöyle anlatır: "Birgün sabahleyin evden çıktım. Âdetimdi, sabahleyin çıkınca halam Âişe´ye uğrar, selâm verirdim. Yine bir gün, sabahleyin onun odasına gittim. Baktım ki kuşluk namazını kılıyor ve şu ayeti okuyordu:
ALLAH bize lütfetti de bizi delikçiklere işleyen azaptan korudu.(Tûr/27)

Hz. Âişe ağlıyor, dua ediyor ve ayeti tekrar tekrar okuyordu. Ben, usanıncaya kadar oturdum. Sonra kalkıp çıktım o hâlâ aynı hâl üzere devam ediyordu. Onun bu durumunu görünce pazara gidip ihtiyacımı göreyim de sonra döneyim!´ diye düşündüm. İhtiyacımı gördüm, sonra döndüm. O hâlâ olduğu gibiydi. Ayeti tekrar ediyor, ağlıyor ve dua ediyordu".
Muhammed b. İshak şöyle anlatıyor: ´Abdurrahman b. Esved en-Nehâî hacı olarak bize geldiğinde ayaklarından biri yaralandı. Tek ayak üzerinde durup namaz kılıyordu. Yatsı abdesti ile sabah namazını kılıncaya kadar böyle devam etti´.

Bir kişi şöyle demiştir: ´Ben ölümden korkmuyorum. Ancak benimle gece ibadetimin arasına girer diye korkuyorum´.

Ali b. Ebî Talib şöyle demiştir: ´Salih kimselerin siması; uykusuzluktan benizlerinin sararması, ağlamaktan gözlerinin zayıf görmesi, oruçtan dudaklarının pas bağlamasıdır. Onların üze-rinde korkanların gubârı vardır´.

Hasan Basrî´ye ´Teheccüd namazına kalkanlar neden herkesten daha güzel yüzlüdürler?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Çünkü onlar Rahman ile başbaşa kaldılar. O da onlara kendi nû-rundan bir nûr giydirdi´.

Amr b. Abdilkays derdi ki: "Ey RABBİM! Beni yarattın. Fakat benden sormadın. Beni öldürüp haber vermedin. Benimle beraber bir düşman yarattın. O düşmanı kanın gireceği yerlere girecek şekilde bana musallat kıldın. Onun beni göreceği, benim ise onu göremeyeceğim bir şekilde halkettin. Sonra bana ´Ondan korun!´ dedin. Ey RABBİM! Eğer sen beni korumazsan ben kendimi ondan nasıl korurum! Ey RABBİM. Dünyada üzüntüler var. Ahirette ise ceza ve hesap! O halde, istirahat ile sevinmek nerede!"

Câfer b. Muhammed şöyle diyor: Utbet´ul-Gulâm geceyi üç sayha ile bitiriyordu. Yatsı namazını kıldığında başını iki dizinin arasına eğip düşünüyordu. Gecenin üçte biri geçtiğinde bir çığlık koparıyor, sonra başını tekrar iki dizinin arasına koyup düşünüyordu. Gecenin ikinci üçte biri geçtiğinde yine bir çığlık koparıyor ve tekrar başını dizlerinin arasına koyup düşünüyordu. Seher zamanı gelince yine bir çığlık atıyordu. Ben onu Basralı bi-rine sordum. Bana dedi ki: ´Sen onun çığlık koparmasına bakma! İkinci çığlığı atıncaya kadar olan iki çığlık arasındaki haline bak!´

Kasım b. Reşid Şeybanî´den rivayet ediliyor. Zem´a49 Muhasseb. denilen (Mekke yanında bir yerin ismi) yerde bizim yanımızda konakladı. Onun ailesi ve kızları vardı. O kalkıp bütün gece namaz kılardı. Seher olduğunda sesinin en yükseğiyle ´Ey uyuyan kervan! Bütün gece uyuyacak mısınız? Kalkmaz mısınız ki göç etmiş olasınız?´ diye bağırırdı. Böylece onlar yataklarından fırlarladı. Şurada bir ağlayan, orada bir dua eden, orada bir okuyan, şurada bir abdest alan görülüyordu. Fecir doğduğunda gür sesiyle ´Sabah olunca kavim gece yürüyüşünü överler´ diye bağırdı.

Hukemadan bir zât şöyle demiştir: ´ALLAH´ın bir kısım kulları vardır ki O onlara nimet etmiş, onlar da ALLAH´ı tanımışlardır. ALLAH onların göğüslerini açmış, onlar da ALLAH´a itaat ve tevekkül etmişlerdir. Böylece halk ve emri ALLAH´a teslim etmişlerdir. Dolayısıyla kalpleri yakînin kaynakları, hikmetin evleri, azametin tabutları, kudretin hazineleri olmuştur. Bu bakımdan onlar bedenleriyle halk arasında dolaşırlar. Fakat kalpleri melekût âleminde gezer, gaybın perdesine sığınır, sonra beraberinde ince faydalar olduğu halde döner. Beraberinde vasfa gelmesi mümkün olmayan-larla döner. Onlar işlerinin bâtınında, güzellik bakımından, ipekli gibidirler. Zâhirde ise, tevazu bakımından isteyenlere verilen men-dil gibidirler. İşte bu bir yoldur. Buna ancak zahmet çekmekle varılır. Bu ALLAH´ın fazlıdır, fazlını dilediği kuluna verir´.

Sâlihlerden biri şöyle anlatıyor: "Kudüs-i şerifin bir dağında seyahat ederken bir dereye vardım. Yükselen bir ses duydum. Baktım ki dağlar, o sese cevap veriyor. Fakat onların aksi karşıma

çıktı. Onun üzerine iç içe girmiş ağaçlar gördüm. Baktım ki bir kişi, orada namaza durmuş şu ayeti tekrar ediyordu:
O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O kötülükle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. ALLAH Teâlâ sizi kendinden sakındırıyor.(Âlu îmran/30)

O kişinin arkasında oturup konuşmasını dinledim. O bu ayeti tekrarlıyordu. Ansızın bir çığlık atarak düşüp bayıldı. Bunun üzerine dedim ki: ´Yazıklar olsun! O benim şekavetimden böyle oldu!´ Sonra onun ayılmasını bekledim. Bir saat sonra ayıldı.

Şöyle diyordu: ´Yalancıların makamından, tembellerin amellerinden sana sığınıyorum. Gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınıyorum!´ Sonra şöyle dedi: ´Korkanların kalpleri senden korktu! Kusurluların amelleri sana sığındı. Ariflerin kalpleri senin büyüklüğüne karşı zillet gösterdi´. Sonra elini silkerek şöyle dedi:: ´Benim dünya ile dünyanın da benimle ne alıp vereceği vardır? Ey dünya! Ebna-i cinsinin yakasına yapış! Nimetine ülfiyet veren dostlarının yanına git! Onları kandır!´ Sonra dedi ki: ´Geçmiş nesiller nerede! Geçmiş zamanların ehli nerede? Toprakta çürümekte! Zaman üzerinde yok olurlar´. Bu manzara karşısında ona ´Ey ALLAH´ın kulu! Ben bütün gün arkanda bulunuyorum. Senin boşalmanı bekliyorum´ dedim. Buna karşılık bana ´Vakitler ile yarışan bir kimse nasıl boşalır? Vakitlerin ölümle yetişmesinden korkan nasıl boşalır? Günleri geçmiş, günahları kalmış bir kimse nasıl boşalır?´ dedi. Sonra şöyle dedi: ´Sen hem O´nun için, hem de gelişini beklediğin her müşkilât içinsin´. Sonra o benden bir saat kadar habersiz oldu ve şu ayeti okudu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)

Sonra birincisinden daha şiddetli bir çığlık attı. Bayılarak yere serildi. Ben kendi kendime ´Ruhu çıktı´ dedim. Ona yaklaşınca yerde tepindiğini gördüm. Sonra ayıldı ve şöyle dedi: ´Ben kimim? Benim hatırım nedir? Benim kötülüğümü, fazlından bana hibe et! Perdenle beni ört! Vechinin keremiyle huzurunda durduğum zaman günahlarımdan vazgeç!´

Bunun üzerine kendisine ´O ALLAH ki O´na nefsin için yalvarıyor ve güveniyorsun? O´nun hatırı için benimle konuş!´ dedim. Bu ısrarım üzerine şöyle dedi: ´Konuşması sana fayda verenin konuşmasına yapış! Günahlarının ürküttüğü kimseyle konuşmaktan vazgeç! Ben ALLAH Teâlâ´nın dilediği zamandan beri bu yerdeyim. İblisle mücâhede ediyorum. İblis beni içinde bulunduğum durumdan çıkaracak senden başka bir yardımcıyı bana musallat kılmadı. Ey aldanmış kimse! Benden uzaklaş! Çünkü benim dilimi muattal kıldın. Kalbimin bir tarafını konuşmana meylettirdin. Ben senin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum. Sonra ümit ediyorum ki ALLAH beni öfkesinden korusun. Rahmetiyle bana fazilette bulunsun!´
Kendi kendime şöyle dedim: ´Bu ALLAH´ın velî bir kuludur! Onu meşgul edersem ALLAH´ın cezasına çarpılmaktan korkarım!´ Bunun üzerine onu bırakıp gittim".
Salihlerden biri şöyle demiştir: Bir yolculuk sırasında altında istirahat etmek için bir ağaca yöneldim. Bir ihtiyar yanıma gelerek bana şöyle dedi: ´Ey kişi! Kalk! Çünkü ölüm ölmemiştir!´ Bu sözü söyledikten sonra başını alıp gitti. Arkasını takip ettim. Şöyle dediğini duydum:

Her can ölümü tadacaktır. (Âlu İmran/185) - Ey ALLAHım! Ölümü benim için bereketli kıl!
Bunun üzerine dedim ki: ´Ölümden sonraki hali de!´ Bu konuşmam üzerine şöyle dedi: ´Ölümden sonraki âleme kesinlikle inanan bir kimse sakınmanın eteğini toparlar. Onun için dünyada kalacak bir yer yoktur´.

Bu konuşmadan sonra şöyle devam etti: ´Ey yüzü suyu hürmetine bütün yüzlerin zahmet çektiği (ALLAH)! Sana bakarak yüzümü ak eyle! Kalbimi sana olan muhabbetle doldur. Yarın senin katında kınanmanın zilletinden beni koru! Muhakkak ki sana karşı olan utanmam bana iyice yaklaştı. Senden yüz çevirmekten dönüş zamanım gelip çattı! Eğer senin hilmin olmasaydı ecelim beni kapsamazdı. Eğer affın olmasaydı senin katındaki nimet için emelim yayılmazdı´. Sonra gidip beni bıraktı. Bu mânâda şu şiirleri söylemişlerdi: "Zayıf cisimli, mahzun kalplidir. Onu ya dağın bir deresinde veya bir vâdinin içinde görürsün! Ağır günahlardan ötürü matem tutup ağlar. O günahların ağırlığı uykunun keyfini kaçırır. Eğer onun korkuları kabarıp fazlalaşırsa onun duası ´Ey güvendiğim! Beni kurtar! Sen çektiklerimi biliyorsun! Kullarının kayışlarını çokça affedicisin!´ olur".

Yine aynı durumla ilgili şu şiir söylenmiştir:
Güzel hüllelere bürünerek geldiklerinde, güzel kadınlarla lezzetlenmekten daha lezzetlidir. O tevbe edici ki aile efradından ve maldan kaçmıştır. Bir yerden bir yere seyahat eder ki şan ve şöhreti gizlensin! Fert olarak yaşasın! İbadette temennilerini elde etsin! Nereye giderse okumak ona lezzet verir! Kalp ve dil ile yapılan zikir ona zevkli gelir. Ölüm çağında ona bir müjdeci gelir. Ona zilletten kurtuluş müjdesini verir.

Dolayısıyla o, kasdettiğine ve cennet köşklerinde temenni ettiği saadete varır!
Kurrez b. Vebr50 hergün üç defa Kur´an´ı hatmederdi. İbadetlerde, nefsiyle son derece mücâhede ederdi. Kendisine ´Nefsini yordun!´ dendi. Bu suali sorana şöyle sordu: ´Dünyanın ömrü ne kadardır?´ Bunun üzerine ´Yedibin (7.000) senedir!´ denildi. O yine ´Kıyamet gününün miktarı nedir?´ diye sordu. ´Ellibin (50.000) senedir!´ denildi. Bunun üzerine Kurrez şöyle dedi: ´Sizden bir kimse, o uzun günden emin olmak için yedi gün amel etmekten nasıl aciz olur?´

Kurrez şunu kastediyor: Eğer sen dünyanın sonuna kadar yaşasan, yedibin sene var kuvvetinle ibadet etsen ve miktarı ellibin sene olan bir günden kurtulsan senin kârın çok olur ve yine de böyle bir zahmetle bugünün kurtuluşunu talep etmeye değer. Ömrün kısa olduğu ve ahiretin de sonsuz olduğu bir durumda nasıl değmez?

İşte selef-i sâlihinin sîreti, nefsin murâbete ve murâkabesi böyle idi. Bu bakımdan ne zaman ki nefis sana karşı inatçılık eder, ibadete devam etmekten imtina ederse, sen bu kimselerin hallerine mütalaa et! Çünkü şu zamanda onlar gibisinin varlığı pek nadirdir.

Eğer onlara uyan bir kimseyi görürsen bu, kalp için daha tesirli olur ve onlara uymaya daha teşvik edici olur; zira haber, hiçbir zaman gözle görmek gibi değildir. Sen böyle bir kimseyi görmekten aciz olduğunda bari bu kimselerin hallerini dinlemekten gafil olma! (Darb-ı meselde şöyle denmiştir): ´Eğer deve olmasa keçi (olsun)´.

Akıllılar, hâkimler, din hususunda basiret sahipleri onlar olduğu için nefsini, onlara uymak, onların zümresinden ve cemaatinden olmak ile zamanının gafil ve cahillerine uymak arasında muhayyer bırak! Sakın hiçbir zaman ahmakların ipine takılmaya razı olma! Ahmaklara benzemeye kanaat etme! Akıllılara muhalefet etmesine izin verme! Eğer nefsin sana ´Bahsi geçen kimseler güçlüdür. Senin onlara uyma imkânın ve gücün yoktur´ derse, bu takdirde cihad eden kadınların hallerini mütalaa et ve nefsine de ki: ´Ey nefis! Sakın bir kadından daha geride olmaya razı olma! Din ve dünyası hususunda bir kadından daha eksik olan erkek ne kötü erkektir!´ Öyleyse biz var kuvvetiyle cihad etmiş kadınların hallerinden bir nebzecik bahsedelim.

Habibe el-Adeviyye´den51 şöyle rivayet ediliyor: Bu kadın yatsı namazını kıldığında evinin terasına çıkar, eşarbını sağlamca bağladıktan sonra şöyle derdi: ´Yarab! Yıldızlar daldıkça daldılar. Gözler uyudu! Sultanlar kapılarını kilitledi. Her dost dostuyla başbaşa kaldı. Bu ise, senin huzurundaki makamımdır´.

Bunları söyledikten sonra namaza yönelirdi. Fecir doğduğunda şöyle dedi: ´Ey RABBİM! İşte gece geçip gitti! İşte gündüz ağardı. Keşke bu gecemi benden kabul ettiğini bilseydim de rahat edebilseydim! Yüzüme çarptığını bilsem de nefsime ´geçmiş olsun´ ziyaretine gitsem. Senin izzetine yemin ederim, beni yeryüzünde bıraktığın müddetçe bu benimle senin âdetin olacaktır. Senin izzetine yemin ederim, cömertlik ve kereminden ötürü beni kapından kovsan yine gitmem!´

Ücre (Basra´lıdır) hatun fecir zamanı geldiğinde mahzun bir ses ile şöyle dua ederdi: ´(Ey RABBİM!) Âbidler gecenin karanlığını, sana doğru yönelmekle katettiler. Senin rahmetine doğru yarıştılar. Mağfiretinin faziletine koştular. Ey mâbudum! Senin (yardımın)la istiyorum, başkasıyla istemiyorum. Beni sebkat edenlerin zümresinin birinci safında kıl! Nezdinde mukarreblerin derecesine, illiyyin´e beni yükselt! Salih kulların arasına beni ilhak eyle! Ey kerîm! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdisin´.

Bunları söyledikten sonra secdeye kapanır, ondan bir feryat işitilirdi. Sonra durmadan dua eder, fecir vaktine kadar ağlardı.

Yahya b. Büstam der ki: "Ben Şa´vane52 hatunun meclisine giderdim. Onun matem ve ağlamasını görürdüm. Bir arkadaşıma ´Eğer Şa´vane hatun tek başına kaldığında ona gelip nefsine biraz şefkat göstermesini söylesek!´ dedim. Arkadaşım ´Sen bilirsin!´ dedi. Onun huzuruna gelip dedim ki: ´Nefsine şefkat göstersen, bu durum senin kasdettiğin hedef hususunda sana daha fazla yardımcı olur´. Bunun üzerine o, ağlayıp şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim! İsterim ki gözyaşlarım bitinceye kadar gözyaşlarımı dökeyim. Sonra azalarımın hiç birinde bir damla kan kalmayıncaya kadar kan ağlamış olayım! (Öyle ise) ben ağlıyor sayılmam, ben ağlıyor sayılmam!´ Böylece bu cümleyi, bayılıp düşünceye kadar durmadan tekrar etti".

Muhammed b. Muaz53şöyle anlatıyor: Âbide hanımlardan biri bana şöyle dedi: Rüyamda cennete konulduğumu gördüm. Baktım ki cennet ehli, cennetin kapılarında bekleşiyorlar.
- Cennet ehlinin durumu nedir, niçin böyle bekleşiyorlar?
- Çıkıp gelmesi için cennetlerin süslendiği şu hanımı bekliyorlar.
- O hanım kimdir?
- Übelle54 halkından siyah bir cariyedir. Ona Şa´vane denilir.
- ALLAH´a yemin ederim, o ahiret bacımdır!
Ben o durumda iken baktım ki Şa´vane, kendisini havada uçu-ran bir deveye binmiş geliyor. Onu gördüğümde ´Ey kızkardeşim!Sen kendi yerine nisbeten benim yerimin nasıl olduğunu görmez misin? Benim için Mevlândan dile de beni de sana ilhak etsin olmaz mı?´ dedim. Bunun üzerine, yüzüme tebessüm ederek şöyle dedi: ´Senin geleceğin daha yaklaşmadı. Fakat benden iki şeyi hıfzet:
a) Üzüntüyü kalbinden ayırma!
b) ALLAH´ın muhabbetini hevâ-i nefsine tercih ederek takdim kıl! (Bunu yaptığında) ne zaman ölürsen artık sana zarar vermez´.

Abdullah b. Hasan55 (r.a) dedi ki: Rum asıllı bir cariyem vardı. Onu çok seviyordum. Bir gece yanımda uyuyordu. Uyandım, onu aradım, fakat bulamadım. Kalkıp onu takip ettim. Baktım secdeye kapanmış şöyle diyordu: Beni sevmenin hakkı için günahlarımı affeyle!´ Bunun üzerine ona ´Beni sevmenin hakkı için´ deme ´Seni sevmemin hakkı için!´ de, dedim. Bu ısrar üzerine bana dedi ki: ´Hayır efendim! O beni sevmesiyle putperestlikten çıkarıp İslâm´a getirdi. Beni sevmesinden dolayı gözümü uykudan açıverdi. Oysa O´nun kullarından birçok kimse şimdi uyku halindedirler´.

Ebu Haşim Kureşî şöyle anlatıyor: Yemen ehlinden Seriye adlı bir kadın Mekke´ye geldi. Bir mahallemizde konakladı. Ben geceleyin onun inlemesini ve çığlık koparmasını işitiyordum. Bir gün hizmetkârıma dedim ki: ´Şu kadıncağızın durumuna git bak, ne yapıyor?´
Hizmetkâr bu sözüm üzerine kadının durumuna bakmak üzere gitti. Onun herhangi birşey yaptığını görmedi. Ancak o, kıbleye doğru oturduğu halde gözünü gökten çevirmiyor ve şöyle diyordu: ´Seriye´yi sen yarattın. Sonra onu bir halden diğer bir hale geçmek için nimetinle gıdalandırdın. Oysa senin bütün hallerin güzeldir. Seriye´nin nezdinde senin belanın tamamı hoştur. Seriye bununla beraber, zaman zaman, senin masiyetine atılmak sure-tiyle öfkene maruz kalıyor. Onun, kötü fiilini görmediğin zannına kapıldığını görmüyor musun?´ Sen alîm ve habîrsin? Her şeye kâdirsin!´

Zünnûn-i Mısrî şöyle diyor: "Bir gece Ken´an vadisinden çıktım. Vadinin tepesine vardığımda bana doğru gelen bir karaltı gördüm. O karaltı şöyle deyip ağlıyordu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, ALLAH´tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
Karaltı bana yaklaştığında, baktım ki sırtında yünden bir cübbe olan bir kadın... Elinde bir kova... Benden ürkmeksizin rahatlıkla ´Sen kimsin?´ diye sordu. ´Garip bir kişiyim´ dedim. Bunun üzerine dedi ki: ´Ey kişi! ALLAH ile beraber gariplik var mı?´ Onun sözünden ötürü hüngür hüngür ağladım. Bunun üzerine bana dedi ki: ´Seni ağlatan nedir?´ Dedim ki: İlâç, parçalanan bir yaranın üzerine düştü. Onun çok çabuk iyileşmesini sağladı´. Dedi ki: ´Eğer doğru bir kimse isen neden ağladın?´ Dedim ki: ´ALLAH sana rahmet etsin! Doğru kimse ağlamaz mı?´ Dedi ki: ´Hayır! ´Neden?´ dedim. ´Çünkü ağlamak kalbin rahatıdır da işte ondan!´ dedi. şöyle Böylece onun sözünden hayrete kapılarak sustum".

Ahmed b. Ali şöyle diyor: Gufeyre (Basralıdır) hatun´un huzuruna girmek için izin istedim. O bizi içeri girmekten menetti. Böylece kapıda bekledik. Kapıda beklediğimizi anlayınca kalkıp bize kapıyı açmak istedi. Dinledim şöyle diyordu: ´Yârab! Gelip de beni zikrinden meşgul edenin şerrinden sana sığınıyorum!´ Sonra kapıyı açtı. Onun huzuruna vardık ve kendisine dedik ki: ´Ey ALLAH´ın kulu! Bize dua et!´ Dedi ki: ´ALLAH sizin ziyafetinizi mağfiret evinde kılsın!´ Sonra bize dedi ki: ´Atâ Sülemî kırk sene durup göğe bakmadı. Birgün ondan bir bakış, göğe doğru kaydı. O düşüp bayıldı, karnında bir çatlak meydana geldi. Keşke Gufeyre de (kendisini kastediyor) başını kaldırdığında günah işlemeseydi. Keşke ALLAH´a isyan ettiğinde geri dönmeseydi!´

Sâlihlerden biri şöyle diyor: "Birgün beraberimde Habeşli bir cariye olduğu halde pazara vardım. Cariyeyi pazarın kenarlarında bir yerde durdurdum. Birtakım ihtiyaçlarımı almak üzere pazara daldım ve dedim ki: ´Yanına dönüp gelinceye kadar buradan sakın kıpırdama!´ Geri dönünce onu orada bulamadım. Fazlasıyla öfkelendiğim halde eve vardım. Beni görünce yüzümden öfkeli olduğumu hemen anladı ve dedi ki: ´Bana ceza vermekte acele etme! Beni öyle bir yere oturttun ki orada ALLAH´ı zikreden kimseyi göremedim. O yerle birlikte yere batmaktan korktum´. Cariyenin bu sözüne taaccüb ettim ve ona dedim ki: ´Sen azad edilmiş bir hanımsın!´ Bunun üzerine bana ´Kötü bir iş yaptın! Sana hizmet ediyordum. İki ecrim vardı. Şimdi ise o ecirlerden biri elimden kaçtı´ dedi".

İbn A´lâ es-Sa´dî şöyle diyor: "Benim bir amcam kızı vardı. Adı Bureyde idi. İbadete dalar, Kur´an´ı çokça okurdu. Ne zaman ateşten bahseden bir ayet okusa ağlardı. İki gözü kör oluncaya kadar ağladı. Bunun üzerine amcazadeleri dediler ki: ´Gelin şu kadıncağıza varalım! Çok ağladığı için onu kınayalım!´ Böylece kadının yanına vardık ve dedik ki: ´Ey Bureyde! Nasıl sabahladın?´ Cevap olarak dedi ki: ´Biz garip bir yerde çadır kuran misafirler olarak sabahladık. Ne zaman çağrılacağız da icabet edeceğiz diye bekliyoruz´. Bu sözler üzerine ona dedik ki: ´Bu ağlama ne zamana kadar devam edecektir? İki gözün neredeyse ağlamaktan kör oldu!´ Bunun üzerine dedi ki: ´Eğer gözlerim için ALLAH katında hayır varsa, dünyada onlardan giden onlara zarar vermez. Eğer ALLAH katında onlar için şer varsa, ağlamak gelecekte bundan daha uzu-nunu onların şerrine ekleyecektir´. Sonra yüzünü bizden çevirdi. Bu manzara karşısında gelenler ´Haydi gidelim! ALLAH´a yemin olsun, bu kadıncağız bizim içinde bulunduğumuz hâle benzemeyen bir hâl içerisinde bulunuyor!´ dediler".

Muaze Adevîye56 hatun, gündüz olduğunda ´Bu öleceğim gündür!´ derdi. Böylece akşama kadar yemezdi. Gece geldiğinde ´Bu öleceğim gecedir!´ der sabaha kadar namaz kılardı.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle diyor: "Bir gece Rabia Hatun´un yanındaydım. O, şahsına mahsus olan bir mihraba girdi. Ben de evin bir köşesindeydim. O seher zamanına kadar durmadan ibadet etti. Seher geldiğinde ´Bize bu geceyi ihyâ etmek kudretini verenin mükâfatı nedir?´ Cevap olarak O´nun mükâfatı yarın onun için oruç tutmaktır!´ dedi".
Şa´vane Hatun duasında şöyle derdi: Ey RABBİM! Senin mülakatına çok fazla bir iştiyakım var? Senin mükâfatına pek büyük ümidim var! Sen öyle bir kerîmsin ki senin katında ümit edenlerin ümidi boşa çıkmaz. Senin katında şevk sahiplerinin şevki mânâsız kalmaz.
Ey RABBİM! Eğer ecelim yaklaşmış, amelim de beni sana yaklaştırmamış ise, ben günahımı itiraf etmemi hastalıklarımın vesileleri kılıyorum. Eğer sen affedersen, bunu senden daha iyi kim yapabilir? Eğer azap verirsen, orada senden daha âdil kim olabilir?

Ey RABBİM! Nefsime bakmak hususunda onu günaha soktum. Ancak onun için senin bakışının güzeliği kaldı. Eğer onu said kılmazsan, ona azap olsun!

Ey RABBİM! Sen hayatım boyunca bana iyilik yapansın. Ölümümden sonra da iyiliği benden kesme! Hayatım boyunca beni ihsaniyle sevk ve idare edenden rica ettim ki affıyla ölümüm anında ihtiyacımı gidersin!

Ey RABBİM! Ölümümden sonra senin bakışının güzelliğinden nasıl ümitsiz olayım? Sen, hayatımda güzellik-ten başkasını bana vermiş değilsin.

Ey RABBİM! Günahlarım beni korkutmuş ise de muhakkak senin bana olan sevgin beni muhafaza etmiştir. Öyleyse şânına yakışır bir şekilde benim işimi idare et. Fazlınla ce-haleti kendisini aldatan bu kuluna yönel!

Ey ilâhî! Eğer benim rezaletimi isteseydin, bana hidayet et-mezdin. Eğer benim zilletimi kasdetseydin hepi dünyada örtmezdin. Bu bakımdan bana hidayet ettiğin şey ile beni nimetlendir. Beni üzerinde öldürdüğün durumu benim için devam ettir.

Ey RABBİM! Hayatımı tükettiğim bir şeyden beni çevireceğini zannetmem!

Ey RABBİM! Eğer yapmış olduğum günahlar olmasaydı senin azabından korkmazdım. Eğer senin cömertliğini bilmeseydim senin sevabını ummazdım.

Havvâs (İbrahim b. Ahmed) şöyle diyor: "Biz âbide biri olan Rahle Hatun´un yanına gittik. Bu mübarek hatun simsiyah kesilinceye kadar oruç tutmuş, gözleri kör oluncaya kadar ağlamış, kö-türüm oluncaya kadar namaz kılmıştı. Hâlâ oturarak namaza devam ediyordu. Biz ona selâm verdik. Sonra ona, içinde bulunduğu durumu biraz kolaylaştırmak için, ALLAH´ın affından bir şeyi zikrettik. Bunun üzerine o bir çığlık kopararak şöyle dedi: ´Nefsimi bilmem kalbimi yaraladı, ciğerimi parçaladı. ALLAH´a yemin ederim ALLAH´ın beni yaratmamış olmasını isterdim. İsterdim ki anılan birşey olmayaydım!´ Bu sözleri söyledikten sonra namazına yöneldi´´.

Ey okuyucu! Eğer nefsini murâkabe ve murâbete eden (gözeten) kimselerden isen, var kuvvetiyle ibadet eden erkek ve kadınların hallerini mütalaa etmekten ayrılma ki şevkin kabarsın, ibadete karşı isteğin artsın! Sakın zamanının ehline bakma! Zira eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni ALLAH´ın yolundan saptırırlar.

Bütün kuvvetleriyle ibadete dalanların hikâyeleri sayılmayacak kadar çoktur. Bizim anlattıklarımız ibret almak isteyen bir kimse için kâfidir. Eğer daha fazlasını istiyorsan, Hilyet´ul-Evliyâ adlı kitabın mütalaasına devam et; zira o kitab, ashab-ı kirâm´ın, tâbiînin ve tâbiînden sonrakilerin hallerini anlatmaktadır. Ona vâkıf ol-makla senin ve zamanındaki insanların din ehlinden ne kadar uzak olduğunuz açığa çıkar. Eğer nefsin sana ´Zamanının ehline bak!´ diye vesvese verir ve sana ´O geçmiş zamanda hayrın kolayca yapılması, yardım edenlerin çok olmasından dolayı idi. Şimdi ise, bu zamanın ehli muhalefet ettiler. Eğer böyle yaparsan sana deli derler, seninle alay ederler. Bu bakımdan sen de onlara uy. Onların üzerine ne icra edilirse senin üzerine de o icra edilsin. Musibet umumî olduğunda güzelleşir!´ derse, sakın onun aldatma ipiyle kuyuya inme! Onun tezvirine aldanma! Ona şöyle de: ´Ey nefis! Bana söyler misin, şehir halkına silip süpüren bir sel gelse, onlar halin hakikatini bilmediklerinden yerlerinden kıpırdamayıp tedbir almasalar, sen onlardan ayrılıp boğulmaktan seni kurtara-cak bir gemiye binebilirsin, acaba bu durumda ´Musibet umumî olduğu zaman kolaylaşır´ diye birşey senin aklına gelir mi? Veya onlara uymayı terkedip onların yaptıklarından ötürü cahilliklerine hükmeder, gelecek musibetten kurtuluşa baş mı vurursun?´
Ey nefis! Madem ki boğulmak korkusuyla, onlara uymayı terkediyorsun oysa boğulmanın zahmeti ancak bir saat ruh çıkıncaya kadar uzayabilir acaba her an maruz bulunduğun ebedî azabdan nasıl kaçmazsın? Acaba musibet umumî olduğunda nasıl hoşlanırsın? Oysa ateş ehlini, umum ve hususa bakmaktan meşgul edecek bir durum vardır. Oysa kâfirler de ancak zaman-larının ehline uyduklarından helâk oldular.
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk! Biz de onların izlerine uyarız.(Zuhruf/23)

Madem ki durum budur, nefsini kınamakla meşgul olduğunda, onu bütün kuvvetinle ibadet yapmaya teşvik ettiğinde o isyan ederse, onun cezalandırmayı, kınamayı, tehdid etmeyi, nefsine kötü bakmayı ihmal etme! Böyle yaparsan umulur ki o,tuğyanından vazgeçer!

36) İmam Ahmed, Zühd, (mevkuf olarak)
37) Sîka bir zattır.

42) Künyesi Ebu Abdurrahman´dır. Basra´nın Harbiyye mahallesinde otu-
rurdu. Şâyan-ı itimad bir âbid idi. H. 213´de vefat etmiştir.
43) Basralı bir âbiddir, H. 149´da vefat etmiştir.
44) İsa Ebherî´nin oğludur.
45) Künyesi Ebu İtab´dır. Kûfeli´dir. İbn Mehdi´ye göre Kûfe´de ondan daha
hafızı yoktu. İbrahim Nehaî´nin ashabındandı. H. 132´de vefat etmiştir.
46) Bu zat, Basralı bir tâbiîndir. İbn Abdikays diye bilinirdi.
47) Adı Abdullah b. Sevban´dır. Tâbiînin zâhidlerindendir.
48) Ebu Abdullah Medine´lidir. İmam Ahmed onu güvenilir bir kimse
olduğunu söylemiştir. H. 132´de 72 yaşında vefat etmiştir.
49) Adı Zem´a b. Salih Cündî´dir. Yemenlidir. Mekke´de otururdu.
50) Aslen Kûfelidir. Cürcan´da otururdu. Etba-i Tâbiînden sayılırdı. İbadette şöhreti ve büyük mevkîi vardı.
51) Basralı bir âbide hanımdır.
52) Fudayl b. İyaz´ın çağdaşı âbide bir hatun idi.
53) Basralıdır ve güvenilir bir zattır. H. 323´de vefat etmiştir.
54) Übelle, Basra´ya dört fersahlık bir mesafede bulunan bir yerdir.
55) Hz. Hasem´in torunudur.Künyesi Ebu Muhammed´dir.Yetmiş beş yaşında H. 145´de vefat etmiştir.
56) Abdullah´ın kızı Muaze; Basralı Sile b. Eşyem´in hanımı idi, Güvenilir ve hüccet idi. Kocasının ölümünden sonra ölünceye kadar başını yastığa koymadığı söylenir.


 
Alt 04-04-2009, 18:23   #263
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Fikir Kitabına Giriş


Hamd o ALLAH´a mahsustur ki zâhir ve bâtın herşeyi mağlup etmiş, izzetine herhangi bir yön ve cihet kılmamış, vehim ayaklarının ve anlayış oklarının azametine varacak bir yol bırakmamıştır. Bununla beraber talihlerin kalplerini azametinin sahrasında şaşkın ve hayran bırakmıştır. Ne zaman ki bu kalpler, hedeflerini elde etmek için kıpırdanırlarsa, celâlinin ışınları onları cebren geriye püskürtür. Ne zaman ki bu kalpler, ümitsiz ola-rak dönmek isterlerse, cemâlinin çadırlarından ´Sabrediniz, sabrediniz´ diye çağrılırlar. Sonra o kalplere denilir ki: ´Kulluğun zilletinde tefekkürü gezdirin; zira eğer rubûbiyyetin celâli hakkında düşünürseniz onu takdir edemezsiniz.

Eğer tefekkürün ötesinde sıfatından birşey talep ederseniz, ALLAH´ın nimetlerine bakın! Nasıl arka arkaya üzerinize akmakta, biri diğerinin arkasından görülmektedir. O nimetlerin her biri için yeni bir zikir ve şükür yap! Mukadderatın denizleri hakkında düşün! Alemler üzerinde hayır, şer, fayda, zarar, zorluk, kolaylık, zafer, hüsran, cebr, kırmak, dürmek, yaymak, iman, küfür, irfan ve inkâr bakımından nasıl aktıklarını iyi düşün!

Eğer ilâhî fiillerdeki tefekkürü geçip zât (ALLAH) hakkında tefekküre dalarsan, muhakkak ki çetin bir işe girmiş olursun. Nefsini beşer takatinin üstünde olan bir şeye sevketmekle tehlikeye atmış olursun. Muhakkak ki akıllar onun nûrunun yanında hayrete düşmüş, zorunlu ve mecbur olarak gerisin geriye dönmüştür.

Salât, Âdemoğullarının efendisi olan Hz. Muhammed´in üzerine olsun ki Âdem evladının efendisi olmasını, böbürlenmeye vesile yapmamıştır. Onun üzerine öyle bir salât olsun ki bizler için o salât, kıyamet meydanında azık ve kurtuluş vesilesi olarak (amel defterimizde sabit kalsın)! Onun âl ve ashabının üzerine de olsun! O âl ve ashab ki onların her biri dinin semasında bir dolunay ve müslüman cemaatleri arasında önder olmuşlardır. Yârab! Onlara çokça selâm et!

Hadîste ´Bir saat tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır´ buyurulmuştur. ALLAH Teâlâ kitabında (Kur´an´da) tefekkür etmeye ye ibret almaya teşvik etmiştir. Tefekkürün nûrların anahtarı, basiretin başlangıcı, ilimlerin ağı, marifet ve anlayışların tuzağı olduğu açıktır. İnsanların çoğu tefekkürün fazilet ve derecesini anladılar. Fakat onun hakîkatini, meyvesini, kaynağını, varacağı noktayı, yolunu ve keyfiyetini ve nasıl tefekkür edileceğini anlayamadılar. Nerede ve niçin tefekkür edilir, tefekkürden ne kastediliyor? Acaba tefekkür zati için mi kastediliyor? Veya tefekkürden elde edilen bir meyve için mi kastediliyor? Eğer bir meyve için ise, acaba o meyve nedir? Acaba meyvesi ilim midir veya hâl midir? Veya her ikisinin birleşmesinden meydana gelen bir şey midir? Bütün bunların keşfi mühimdir. Eğer ALLAH dilerse biz önce tefekkürün faziletini, sonra hakîkat ve meyvesini zikredeceğiz. Sonra tefekkürün yollarını zikredeceğiz.
 
Alt 04-04-2009, 18:25   #264
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tefekkür´ün Fazileti

ALLAH Teâlâ, aziz kitabının birçok yerinde tefekkürü emretmiş ve tefekkür edenleri övmüştür.
Onlar ayakta iken otururken ve yatarken (daima) ALLAH´ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve şöyle derler: ´Ey RABBİMiz! Sen bunları boşuna yaratmadın!´(Âlu İmran/191)

İbn Abbas şöyle demiştir: Bir grup, ALLAH´ın zatı hakkında tefekkür´e daldılar.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
ALLAH´ın mahlukları hakkında düşünün. O´nun zatı hakkında düşünmeyiniz. Çünkü sizler ALLAH Teâlâ´yı gereği gibi takdir edemezsin.1

Hz. Peygamber bir gün tefekküre dalan bir grubun yanına vardı ve şöyle dedi:
- Neden konuşmuyorsunuz?
- Biz ALLAH´ın mahlukâtı hakkında düşünüyoruz!
- İşte böyle yapın! ALLAH´ın mahlûkları hakkında düşünün! O´nun zaı hakkında düşünmeyin; zira şu batı kısmında bir beyaz arazi vardır. Onun nûru beyazdır. Onun beyazı nûrludur. Onun nûrunun beyazlığı kırk günlük bir mesafe kadardır. Orada ALLAH´ın mahluklarından bir kısım vardır ki göz kırpacak kadar bir zaman bile ALLAH´a isyan etmemişlerdir.
- Şeytanın onlardan haberi yok mudur?
- Onlar Âdem´in yaratılıp yaratılmadığını bile bilmezler!
- Onlar Âdem´in evlatlarından mı?
- Onlar bilmezler ki Âdem yaratıldı mı veya yaratılmadı mı?

Atâ´dan şöyle rivayet ediliyor: "Birgün ben ve Ubeyd. b. Umeyr, Hz. Âişe´nin yanına gittik. Aramızda gerilmiş perde olduğu halde bizimle konuşarak şöyle dedi: ´Ey Ubeyd! Neden bizim ziyaretimize geliniyorsun?´ Ubeyd ´Ziyaretinizden (sık sık) beni meneden, Hz.
Peygamberi´n şu hadîs-i şerîfi´dir:Aralıklı ziyaret yap ki sevgin artsın!
Bu esnada İbn Umeyr ´Ey Âişe! Hz. Peygamber´den görmüş olduğun en garip şeyi bize haber verir misin?)´ dedi.
Hz. Âişe bu suâl karşısında ağladı ve şöyle dedi: ´Hz. Peygamber´in herşeyi garipti. Bir gece bana teni tenime dokununcaya kadar yaklaştı, sonra şöyle dedi: ´Beni bırak! ALLAH´a kulluk yapayım!´ Bunun üzerine su kırbasına varıp abdest aldı. Sonra durup namaz kıldı. Elbisesi ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra secdeye varıp yeri ıslatıncaya kadar ağladı. Sonra yanı üzerine uzandı. Tâ ki Bilâl gelip sabah ezanını okudu ve ´ALLAH senin geçmiş ve gelecek kusurlarını affettiği halde seni ağlatan nedir?´ deyinceye kadar bu durumda kaldı. Sonra Bilâl´e şöyle hitap etti: ´Rahmet olasıca, ey Bilâl! Beni ağlamaktan meneden nedir? ALLAH Teâlâ bu gece bana şu ayeti indirdi:
Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır.(Âlu İmran/190)
Sonra şöyle dedi: ´Azap o kimseye olsun ki bu ayeti okur, fakat mânâsını düşünmez!´
Evzaî´ye ´Gökler ve yer, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi hususundaki tefekkür´ün gayesi nedir?´ diye soruldu. Evzaî cevap olarak ´Bu ayetleri okuyup ayetlerde bahsedilen şeyleri düşünmektir´ dedi.

Muhammed b. Vâsi´den şöyle rivayet ediliyor: Basra´lı bir kişi Ebu Zer Gıfâri´nin ölümünden sonra, hanımı Ümmü Zer´in yanına gidip Ebu Zer´in ibadetini sordu. Hanımı dedi ki: ´Ebu Zer bütün gün evin bir köşesinde oturur, düşünürdü!´

Hasan Basrî´den şöyle rivayet ediliyor: ´Tefekkür, sana sevap ve günahlarını gösteren bir aynadır´.

İbrahim b Edhem´e ´Sen uzun uzun düşünüyorsun, (bunun sebebi nedir?)´ diye soruldu. İbrahim şöyle dedi: ´Tefekkür aklın iliğidir!

Süfyan b. Uyeyne çoğu kez şu şiiri okurdu: ´Kişinin tefekkürü oldu mu her şeyde onun için ibret vardır´.

Tavus´tan şöyle rivayet edildi: Havariler Hz. İsa´ya ´Ey ALLAH´tan gelen ruh! Bugün yeryüzünde senin gibi bir kimse var mı?´ dediler. İsa (a.s) ´Evet! Kimin konuşması zikir, susması tefekkür, bakması ibret ise, o benim gibidir!´ dedi.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Kimin konuşması hikmet değilse onun konuşması boştur! Kim susuşu tefekkür değilse, onun susuşu unutkanlıktır. Kimin susması ibret değilse, onun bakışı fuzûliliktir´.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A´râf/146)
Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denmiştir: ´Onların kalplerini emrimi düşünmekten menedeceğim!´

Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
- Gözlerinize, ibadetten olan nasiplerini verin!
- Gözlerin ibadetten olan nasipleri nedir?
- Kur´an´a bakmak, Kur´an üzerinde düşünmek, Kur´an´ın acaiplerinden ibret (almak)tır.2

Mekke-i Mükerreme´nin yakınında, çölde yaşayan saliha bir kadından şöyle rivayet ediliyor: ´Eğer muttakîlerin kalpleri, tefekkürle kendileri için gayb perdelerinden hazırlanan ahiret sevabını mütalaa etseydi, onlar için dünyada yaşamak neşeli olmazdı. Gözleri dünyada hiçbir zaman yaşsız kalmazdı´.

Lokman tek başına uzun uzadıya otururdu. Kölesi onun yanından geçer ve ´Ey Lokman! Sen tek başına, uzun zaman, oturuyorsun! Eğer insanlarla beraber otursaydın senin için daha iyi olurdu!´ derdi. Buna karşılık Lokman ´Tek başına uzun zaman oturmak tefekkürün gelişmesine yardım eder. Uzun düşünmek ise, cennet yolunun delilidir! ´ derdi.

Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: ´Bir şahsın tefekkürü uzadıkça, o bilgin olur! Bir şahıs bilgin oldukça daha fazla amel eder!´

Ömer b. Abdülazîz şöyle demiştir: ´ALLAH´ın nimetleri hakkında düşünmek, ibadetlerin en üstünüdür!´

Abdullah b. Mübarek birgün Sehl b. Ali´yi düşünürken görünce şöyle demiştir: ´Nereye vardın?´ Cevap: Köprüye!

Bişr şöyle demiştir: ´Eğer insanlar ALLAH´ın azameti hakkında düşünseydi, ALLAH´a asla isyan etmezlerdi´.

İbn Abbas şöyle demiştir: ´Tefekkür içinde kılınan normal iki rek´at namaz, tefekkürsüz bütün bir geceyi ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır!´

Ebu Şureyh3 bir ara yürürken birden oturdu ve abasını başına çekerek ağlamaya başladı. Ona ´Seni ağlatan nedir?´ dediler. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ömrümün boş olarak geçtiğini, amelimin azlığını ve ecelimin yaklaştığını düşündüm de!´

Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Dünya hakkında düşünmek, ahiretin perdesidir, velayet ehlinin cezasıdır. Ahiret hakkında düşünmek hikmeti elde ettirir, kalpleri diriltir´.
Hatem şöyle demiştir: ´İbretten ilim, zikirden sevgi, tefekkürden korku artar!

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ´Hayır hakkında tefekkür, insanı hayrı yapmaya teşvik eder. Şer üzerindeki pişmanlık insanı şerri terketmeye sevkeder!´

Rivayet ediliyor ki ALLAH Teâlâ indirdiği kitapların birinde şöyle demiştir:
Ben her hâkimin konuşmasını kabul etmem. Ancak onun himmet ve hevâsına bakarım. Eğer onun himmet ve hevâsı benim için ise, onun susuşunu tefekkür, konuşmasını övgü kabul ederim.
Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Akıl sahipleri kalpleri hikmetle konuşuncaya kadar zikirle kendilerini tefekküre, fikirle de zikre alıştırırlar´.

İshak b. Halef şöyle anlatıyor: ´Dâvud et-Tâî, mehtaplı bir gecede damda bulunuyordu. Göklerin ve yerin melekûtu hakkında göğe bakıp ağlayarak düşünüyordu. Bu sırada bir komşunun evinin içine düştü. Ev sahibi onun hırsız olduğunu zannetti ve yatağından anadan doğma elinde kılıç bulunduğu halde fırladı. Dâvud´a bakınca dönüp kılıcı bıraktı ve şöyle dedi:
- Seni damdan içeri atan neydi?
- Bunu hissetmedim ki!

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: ´Meclislerin en şereflisi, tevhid meydanında tefekkür için oturmak, marifetin nesîmini kok-lamak, muhabbetin kadehiyle sevginin denizinden içmek, ALLAH hakkında hüsn-i zan göstermek suretiyle düşünmektir´.

Sonra şöyle demiştir: ´Ey cemaat! Büyük meclislerin o lezzetli şarabının nasip olduğu kimseye cennet vardır!´

İmâm Şâfiî (r.a) şöyle demiştir: ´Konuşmak için susmaktan, mânâları çıkarmak için düşünmekten yardım talep edin!

Yine şöyle dedi: İşlerde doğru bakış, gururdan kurtuluştur.
Görüşte azim, tefrit ve pişmanlıktan selamettir. Tefekkür kuvvet ve zekayı açar. Hâkimler için istişare etmek, nefiste sebat ve basirette kuvvettir. Bu bakımdan azmetmeden önce düşün! Hücum etmeden önce düşün ve yapmadan önce istişare et!

Yine şöyle demiştir: Faziletler dörttür: Onların biri hikmettir. Hikmetin direği tefekkürdür. İkincisi iffettir. İffetin direği şehvettedir. Üçüncüsü kuvvettir. Kuvvetin direği öfkedir. Dördüncüsü adalettir. Adaletin direği nefis kuvvetlerinin normal olmasıdır!´

İşte bunlar, âlimlerin tefekkür hakkındaki sözleridir. Âlimlerin hiç biri tefekkürün hakîkati ve yolları hakkında konuşmamıştır.

1) Ebu Nuaym el-İsfehanî, Tergîb ve Terhîb
2) İbn Ebî Dünya, Hâkim ve Beyhâkî
3) Adı Abdurrahman b. Şureyh el-Mâfurî´dir. H. 167´de İskenderiye´de vefat
etmiştir.
 
Alt 04-04-2009, 18:28   #265
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tefekkür´ün Hakîkati ve Semeresi

Tefekkür´ün mânâsı, üçüncü bir marifeti meydana getirmesi için, kalpte iki marifeti hazır bulundurmaktır. Bunun misali şudur; geçici dünyaya meyl ve dünya hayatını ahirete tercih etmiş bir kimse, ister ki ahireti seçsin! Dünyayı seçmektense ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilmeyi de ister. İşte bu kimse için iki yol vardır: O yollardan biri; başkasından ahireti seçmesinin dünyayı seçmekten daha üstün olduğunu öğrenmesi, onu taklid etmesi ve işin hakîkatini, basiretiyle bilmeden tasdik etmesidir.

Böylece bu kimse ameliyle, ahireti dünyaya tercih etmeye meyleder. Bu da sadece o kişinin sadece kendi görüşüne güvenmesinden ileri gelir. Böyle bir harekete mârifet değil, taklid adı verilir.

İkinci yol; daha kalıcı olanı seçmenin daha elverişli olduğunu, sonra ahiretin dünyadan daha kalıcı olduğunu bilmektir. Böylece bu iki bilgiden üçüncü bir bilgiye ulaşılır. O da ahiretin dünyaya tercih edilmesinin daha iyi olduğudur.

Ahireti tercih etmek hususunda daha evlâ olduğu ancak bahsi geçen iki marifetin bilinmesiyle mümkün olur. Bu bakımdan daha önce var olan iki marifeti kalpte hazır etmek, onun vasıtasıyla üçüncü marifete varmaya, Tefekkür, İtibar,Tezekkür, Nazar, Teemmül ve Tedebbür denir.

Tedebbür, Teemmül ve Tefekkür aynı mânâya gelen ibarelerdir. Onların altında değişik mânâlar yoktur.

Tezekkür, İtibar ve Nazar ise değişik mânâlı isimlerdir. Her ne kadar müsemmanın (isimlenenin) aslı bir ise de! Tıpkı es-Sarım, el-Mühenned ve es-Sayf isimlerinin kılıcın değişik şekillerine isim olarak verildiği gibi!

Kesici olduğu için kılıca es-Sarım denir. Yapılmış olduğu yere nisbet edilerek kılıca el-Mühennid denir. es-Seyf ise,mutlak anlamda kılıca delâlet eder. İtibar da iki marifetin ihzarına, o iki marifetten üçüncü bir marifete geçiş itibariyle ıtlak olunur. Her ne kadar geçiş olmasa ve iki marifetin vukufundan başkası mümkün değilse, itibar değil, tezekkür ismi verilir.

Nazar ve Tefekkür´e gelince, bu iki isim de geçmiş iki marifetin ihzarından üçüncü bir marifeti isteğinden dolayı verilir. Bu bakımdan üçüncü marifeti istemeyen bir kimseye Nazir adı verilmez. Öyleyse her mütefekkir, mütezekkir´dir. Fakat her mütezekkir, mütefekkir değildir.

Tezkîr´in (hatırlatmanın) faydası, kalpte yerleşip silinmemesi için marifetleri tekrar etmektir. Tefekkürün faydası, mevcut olmayan bir marifeti celbedip ilmi çoğaltmaktır. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki yegane fark budur!

Marifetler kalpte bir araya geldiğinde hususî bir tertip üzerine sıralandığında başka bir marifeti meyve olarak verirler. Bu bakımdan marifet, marifetin doğurduğudur. Öyleyse başka bir marifet hâsıl olduğunda, o marifet diğer bir marifetle birleştiğinde, bundan başka bir marifet doğar. Böylece doğan marifetler zinciri uzayıp gider. İlim ve tefekkür de sonsuza doğru uzayıp gider. Marifetlerin artışı, ancak ölüm veya mânilerle durur. Bu durum, ilimlerden meyve almaya ve tefekkür yoluna hidayet olmaya muktedir olan bir kimse için sözkonusudur.

İnsanların çoğuna gelince, onlar ilimlerdeki artıştan ancak sermayelerinin olmayışından dolayı mahrum oldular. Bu sermaye de ilimlerin semere vermesine vesile olan marifetlerdir. Tıpkı ticaret eşyası olmayan bir kimse gibi! Böyle bir kimse kâr etmeye muktedir değildir. Bazen ticaret eşyasını elde eder. Fakat ticaret sanatını iyi bilmediğinden hiçbir kâr edemez. İşte aynen böyle bazen kişide ilimlerin sermayesi olan marifetler olur. Fakat onları güzelce kullanmayı, telif etmeyi, netice vermeye götürücü tertibi yerli yerinde yapmayı bilemez.

Kullanma ve meyve alma yolunun marifeti, bazen, tabii olarak kalpte var olan ilâhî bir nûr ile olur. Tıpkı bütün peygamberlerde olduğu gibi! Böyle bir nûrun bulunması cidden pek enderdir. Bazen de öğrenmek ve fazla mümarese yapmakla elde edilir. Bu yolda elde edilen pek çoktur.

Sonra mütefekkir bir kimsenin kalbinde bazen bu marifetler hazır olur. Meyvesinin nasıl hâsıl olduğunu bilmeksizin hâsıl olur. Fakat ifade etmek hususunda tâbir sanatını az kullandığından bunu ifade etmeye gücü yetmez; zira nice insan vardır ki hakîki bir bilgi ile ahireti seçmenin daha evlâ olduğunu bilir. Fakat bilgisinin sebebi kendisinden sorulsa onu ifade etmeye gücü yetmez. Oysa bilgisi geçmiş iki marifetten hâsıl olmuştur. O iki marifet de şunlardır:

Daha bâkî olan, seçilmeye daha evlâdır. Ahiret ise dünyadan daha bâkidir. Bu bakımdan onun için üçüncü bir marifet meydana gelir ki o da şudur: Ahiret seçilmeye daha evlâdır! Dolayısıyla tefekkür hakîkatinin özü şudur ki üçüncü bir marifete varmak için, iki marifetin kalpte ihzar edilmesine dönüşür.

Tefekkürün meyvesine gelince, ilimler, haller ve amellerdir. Fakat özel meyvesi ilimdir. Evet! İlim kalpte hâsıl olunca, kalbin durumu değişir. Kalbin durumu değişince azaların amelleri de değişir. Bu bakımdan amel, hâle tâbidir. Hâl de ilme, ilim de tefek-küre tâbidir. Öyleyse tefekkür, hem başlangıç hem de bütün hayırların anahtarıdır.

İşte tefekkürün faziletinden sonra beliren budur. Anlaşıldı ki tefekkür, hem zikirden, hem de tezkîrden daha üstündür. Çünkü tefekkür hem zikirdir, hem de fazlalık! Üstelik kalbin zikri, aza-ların amelinden daha hayırlıdır. Amelin içinde zikir bulunduğu için amel daha şereflidir. Madem ki durum budur, tefekkür bütün amellerden daha üstündür ve şöyle denilmiştir: ´Bir saat tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır´.

Bu tefekkür insanı çirkinlerden güzellere, rağbet ve harislikten zâhidlik ve kanaate sevkeden tefekkürdür. Bu öyle bir tefekkürdür ki insana müşahede ve takvâ kazandırır.
Biz sana onu böyle Arapça bir Kur´ân olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık ki (günahlardan) korunsunlar. Yahut (Kur´an) onlara bir hatırlatma yaptırsın.Tahâ/113)

Eğer fikirle halin değişme keyfiyetini anlamak istersen, onun misali, zikrettiğimiz ahiret işidir. Bu bakımdan ahiret işi hakkında düşünmek, bize ahiretin seçilmesinin daha evlâ olduğunu öğretir. Bu marifet, kalpte yerleşti mi kalpler ahirete yönelmek ve dünya hakkında zâhidlik yapmak hususunda değişirler. İşte haldeki değişmeden bunu kastediyoruz; zira kalbin hali, bu marifetten önce dünyayı sevmek, ona meyletmek ile ahiretten kaçmak ve onu az istemek idi! Bu marifet ile kalbin hali değişti. İradesi ve isteği tersine döndü. Sonra iradenin değişmesi, dünyayı atmak hususunda âzaların amellerinin değişmesini, ahiret amellerine yönelmeyi meyve olarak verir. İşte bunlar beş mertebedir:

Birincisi, tezekkür´dür. Tezekkür, iki marifeti kalpte hazır bulundurmaktır.

İkincisi, tefekkür´dür. Tefekkür, kalpte hazır bulundurulan iki marifetten kastedilen üçüncü marifetin talebidir.

Üçüncüsü, istenilen marifetin varlığı ve kalbin onunla nûrlanmasıdır.

Dördüncüsü, marifet nûrunun kalpte meydana gelmesinden ötürü kalp halinin değişmesidir.

Beşincisi, âzaların kalpte hallere göre hizmet etmesidir. Nasıl demire vurunca taştan bir ateş çıkar, bulunduğu yeri aydınlatırsa görmeyen göz görür olur, azalar çalışmaya koyulur, tıpkı onun gibi, marifet nûrunun çakmağı da tefekkürdür. Taş ile demirin bir araya getirilmesi, taşın demire özel bir şekilde vurulması gibi, özel bir şekilde marifetleri bir araya getirir.

Dolayısıyla demirden çıkan kıvılcım gibi, marifet nûru kalpten fışkırır. Bu nûrdan ötürü kalp değişir. Öyle ki daha önce yönelmediği şeye yönelir. Nasıl göz çıkan ateşin, ışığıyla değişir, daha önce görmediğini görür, sonra âzalar, kalp halinin isteğine göre çalışmaya koyulursa ve nasıl ki karanlıktan ötürü çalışmaktan aciz olan bir kimse göz görmeye başladığında çalışmaya koyulursa!

Öyle ise, tefekkürün meyvesi ilim ve hallerdir. İlmin sonu yok-tur. Kalpte belirmesi düşünülen hallerin inhisarı mümkün değildir. Eğer bir mürid, tefekkür çeşitlerini ve yollarını hasretmeyi ister, bunlar hakkında düşünmek isterse buna gücü yetmez. Çünkü tefekkür yolları sayılmayacak kadar çok, meyveleri sonsuzdur. Evet biz, dinî ilimlerin mühimlerine, salihlerin makamları olan hallere izafeten yollarının zaptına bütün kuvvetimizle çalışırız. Çünkü bunun tafsilatı bütün ilimlerin açıklanmasını gerektirir.

Bütün bu kitablar bunların bir kısmının şerhi gibidir. Çünkü bunlar birtakım ilimleri kapsamaktadır. O ilimler özel te-fekkürle elde edilir. Bu bakımdan biz bu husustaki esas noktalara işaret edelim ki tefekkürün yollarına vâkıf olmak mümkün olsun

 
Alt 04-04-2009, 18:43   #266
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tefekkür´ün Yolları


Tefekkür, bazen dinle ilgili birşey hakkında, bazen de dinin haricinde birşey hakkında cereyan eder. Oysa bizim gayemiz; dinle ilgili olan şeydir. Öyle ise diğer kısmı zikretmeyeceğiz!

Dinden gayemiz, kul ile rabbi arasındaki muameledir. Bu bakımdan kulun bütün fikirleri ya kulla, sıfat veya halleriyle veya mabudun sıfat ve ef´âliyle ilgilenir. Bu iki kısmın dışına çıkması mümkün değildir. Kul ile ilgili kısma gelince, o da ALLAH´ın katında sevimli veya mekruh olan bir şeye bakmaktır. Bu iki kısmın haricindeki şeyler hakkında düşünmeye gerek yoktur. ALLAH Teâlâ ile ilgili olan ya onun zat, sıfat ve güzel isimleri hakkında bir tefekkürdür veya fiil, mülk, melekût, gökler, yer ve aralarındaki bütün şeyler hakkındaki tefekkürdür.

Tefekkür´ün bu kısımlara inhisar etmesi, bir misal ile daha iyi anlaşılır: ALLAH´a giden ve mülakâtına müştâk olanların hali, aşıkların haline benzer. Bu bakımdan biz bütünüyle aşka dalan bir aşığı kendimize misal olarak alır ve deriz ki: Bütün himmetini aşkına sarfeden aşığın tefekkürü, sevdiğiyle ilgilenmenin sınırını geçmez. Eğer aşık, maşuku hakkında düşünürse bu husustaki tefekkür ve müşahedesiyle mesrur olmak için ya maşuğun güzelliği hakkında düşünür veyahut da maşuğun güzel ahlâk ve sıfatlarına delâlet eden güzel ve lâtif fiillerin hakkında düşünür ki bu tefekkürü, lezzetini katmerleştirip muhabbetini takviye etsin. Eğer nefsi hakkında düşünürse bu takdirdeki tefekkürü, kendisinin mahbu-bunun gözündeki sıfatları hakkındadır ki onları sezip onlardan kaçınsın veyahut da kendisini mahbuba yaklaştırıcı ve sevdirici sıfatlar hakkında düşünsün ki o sıfatlarla sıfatlanabilsin!

Eğer bunların dışında bulunan birşey hakkında düşünürse bu tefekkür, aşktan hariçtir. Bu durum ise aşkta bir eksikliktir. Çünkü mükemmel ve tam olan aşk, aşığı tamamen tesiri altına alan, kalbini tamamen elde eden aşktır. Öyle ki o kalpte, aşktan başkasına yer bırakmaz. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın muhibbinin böyle olması gerekir. Onun tefekkürü mahbubunu geçmez. Ne zaman ki kişinin tefekkürü bu dört kısımda mahsur ise, asla mu-habbetin isteğinin dışına çıkmaz.
 
Alt 04-04-2009, 18:44   #267
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Birinci Kısım

Biz birinci kısımdan başlayalım! Birinci kısım, iyiyi, kötüden ayırmak için kişinin kendi nefsini, sıfatlarını ve fiillerini düşünmesidir. Muhakkak ki bu tefekkür şu kitabın hedefi olan muamele ilmiyle ilgili tefekkürdür.Diğer kısma gelince, mükaşefe ilmiyle ilgilidir.

Bunlar, ALLAH katında çirkin veya güzel mahbub olan şeyin bilgisi, ibadetler ve günahlar gibi zâhir, merkezi kalp olan kurtarıcı ve helâk edici sıfatlar gibi bâtın kısımlara ayrılır. Biz bunun tafsilatını Mühlikât ve Münciyât bölümünde zikrettik. İbadet ve günahlara gelince, onlar da yedi aza ile ilgili kısım ile savaştan kaçmak, ana babaya karşı gelmek ve haram bir yere oturmak gibi bütün bedene nisbet edilen kısımlara ayrılır. İstenilmeyenin her kısmında üç şey hakkında düşünmek farzdır.

Birincisi: Acaba bu, ALLAH katında istenen birşey midir, yoksa istenilmeyen birşey midir diye düşünmektir; zira nice şey vardır ki ilk bakışta mekruh olduğu bilinmez. Fakat dikkatle bakıldığında idrâk edilir.

İkincisi: Eğer bu şey mekruh ise bundan sakınma yolu nedir diye düşünmektir.
Üçüncüsü: Buna mekruh isminin verilmesi, hemen terketmek üzere mi verilmiştir veya sakınılması için gelecekte mi bununla nitelenecektir veyahut telafisi için çalışılması için geçmiş hallerde mi bununla nitelenmiştir diye düşünmektir.

Mahbubların her biri bu kısımlara ayrılır. Bu kısımlar bir araya getirildiğinde, tefekkürün mecraları yüzden fazla olur. Kul bütün bunlarda veya çoğunda tefekküre itilmiştir. Bu kısımların ayrıntılarının açıklanması oldukça uzun sürer. Fakat dört grupta toplanabilir:
1. İbadetler
2. Günahlar
3. Helâk edici sıfatlar
4. Kurtarıcı sıfatlar

Biz her gruba bir misal zikredelim ki mürid, diğerlerini buna kıyas etsin. Mürid için tefekkür kapısı açılıp önünde yol genişlesin!
1. Günahlar
İnsan her günün sabahında yedi azasını ve bütün bedenini, bir günah mı işliyor veya dün mü bir günah işlemiştir veya bir günah mı işleyecektir diye sıkı bir şekilde teftiş etmelidir ki işlediği günahı terketsin, geçmiş günahları telafi etsin, işleyebileceği günahlara karşı da önlem alsın!

Bu bakımdan dili hakkında şöyle demelidir: ´Dil gıybet, yalan, nefsi tezkiye etmek, başkasıyla alay etmek, cedel yapmak, mizah yapmak, malayaniye dalmak ve daha başka mekruhlara düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır´. Bu bakımdan önce bunların ALLAH katında çirkin olduklarını kalbine yerleştirmelidir. Bu hususta Kur´an ve Sünnet´in şiddetli tehditleri hakkında düşünmelidir. Sonra sezmeden bunlara nasıl mâruz kaldığını düşünmelidir. Sonra nasıl korunacağı hakkında düşünmeli ve bunun uzlete çekilmek ve tek başına yaşamakla veyahut muttakî ve salih bir kul ile oturmakla ki ALLAH´ın hoşuna gitmeyen bir şeyi konuştuğunda o muttakî insan onu ikaz eder tamam olacağını bilmelidir. Aksi takdirde, salih olmayan bir kimse ile oturduğunda kendisine hatırlatıcı olsun diye ağzına bir taş koymalıdır. İşte sakınma yolu hakkında tefekkür böyle olur.

Kulağı hakkında düşünmelidir. Onunla gıybete, yalana, fuzulî konuşmaya, lehv ve bid´ata kulak verdiğini, bunu da ancak Zeyd ve Amr´dan dinlediğini düşünmelidir.Öyle ise halktan uzak yaşamak veya münkeri yasaklamak suretiyle bundan sakınması uygundur.

Midesi hakkında düşünmelidir. Acaba sırf yemek içmekle mi veya helâlinden fazla yemekle mi ALLAH´a isyan ettiğini düşünmelidir. Zira helâlinden de olsa fazla yemek ALLAH katında mekruh ve ALLAH´ın düşmanı olan şeytanın elinde silah olan şehveti takviye eder.

Haram veya şüpheli şeyler yemek suretiyle ALLAH´a isyan etmesine gelince, bu hususta yemeğini, elbisesini, meskenini, kazancını ve kazancının ne olduğunu ve nereden geldiğini tedkik edecektir. Helâlin yolu ve giriş noktaları hakkında tefekkür etmelidir. Sonra helâlden kazanma çaresinin yolu hakkında, haramdan sakınma hakkında düşünmelidir. Nefsine bütün ibadetlerin haram yemekle boşa gittiklerini, helâl yemenin bütün ibadetlerin temeli olduğunu öğretmeli ve parası içinde bir dirhem haram bulunan bir elbiseyle kılınan bir namazı ALLAH Teâlâ´nın kabul etmeyeceğini hatırlatmalıdır. Nitekim bu husus hakkında hadîs vârid olmuştur.4

İşte âzaları hakkında böylece düşünmelidir. Bu kadarcık kâfi-dir. Fazla uzatmaya gerek yoktur. Bu bakımdan tefekkür sayesinde bu hallerin marifetinin hakîkati hâsıl olunca kul, âzalarını bundan korumak için devamlı murâkabe ile meşgul olur.

2. İbadetler
İkinci grup ibadetlerdir. Kişi, önce, farz ibadetlerine bakıp on-ları nasıl edâ edeceğini, onları eksiklikten nasıl koruyacağını veya eksikliğini nafilelerle nasıl telafi edeceğini düşünmelidir? Sonra teker teker âzalarına yönelmeli, ALLAH´ın sevdiklerinden dolayı on-larla ilgili fiiller hakkında düşünmelidir. Mesela şöyle demelidir: ´Göz, göklerin ve yerlerin melekûtuna ibret nazarıyla bakmak için yaratılmıştır. ALLAH´ın taatinde kullanmak, ALLAH´ın Kitabı´na ve Hz. Peygamber´in sünnet´ine bakmak için yaratılmıştır. Ben ise, gözü Kur´an ve Sünnet´in mütalaasıyla meşgul etmeye muktedi-rim. O halde neden bunu yapmıyorum? Oysa benim itaat eden filan kula tâzim gözüyle bakıp onun kalbini hoşnut etmeye, filan fasığa da tahkir gözüyle bakıp kendisini masiyetten uzaklaştırmaya gü-cüm yeter! Öyleyse neden bunu yapmıyorum?´

Kulak hakkında da şöyle demelidir: ´Ben, ALLAH aşkıyla yanıp tutuşan bir kimsenin sözlerini hikmet veya ilim dinleyebilirim. Kur´an veya zikir dinleyebilirim. O halde neden kulağımı muattal bırakıyorum? Oysa ALLAH kulağı bana bir nimet olarak vermiştir. Kendisine şükretmem için bir emanet olarak vermiştir. O halde kulağı muattal bırakmak suretiyle ALLAH´ın kulaktaki nimetini neden inkâra kalkışıyorum?´

Dil hakkında da şöyle demelidir: ´Benim öğretmeye, nasihat etmeye salih kimselerin kalbine kendimi sevdirmeye, fakirlerin halini sormaya, salih olan Zeyd´in ve âlim olan Amr´ın kalbini güzel bir söz ile sevindirmeye ve ALLAH´a yakınlaşmaya kudretim vardır. Her güzel söz muhakkak sadakadır´.

Malı hakkında da şöyle demelidir: ´Ben falan malımı sadaka vermeye muktedirim. Ona ihtiyacım da yoktur. Ne zaman ona muhtaç olursam ALLAH onun gibisini bana verir. Eğer şimdilik muhtaç isem ben bu mala muhtaç olduğumdan daha fazla, arkadaşımı nefsime tercih etmenin sevabına muhtacım!´

İşte böylece bütün âzalarını, beden ve malını tedkik etmelidir. Hatta bineklerini, hizmetkâr ve çocuklarını bile tedkik etmelidir; zira bütün bunlar onun alet ve sebepleridir. Bunlarla ALLAH´a itaat etme imkânı vardır. Tefekkür ile bu azalarla yapılması mümkün olan ibadetlerin yönlerini öğrenir. O ibadetlere acelece kendisini teşvik eden sebepler hakkında, o ibadetlerdeki niyetin ihlâsı hakkında düşünmelidir. Onlar için istihkak yerleri aramalıdır ki vasıtalarıyla ameli artsın ve güzelleşsin. Buna diğer ibadetleri de kıyas et!

3. Helâk Edici Sıfatlar
Üçüncü grup, merkezi kalp olan helâk edici sıfatlardır. O sıfatları daha önce Mühlikât bölümünde anlattıklarımızdan öğrenebilir. Bu sıfatlar şehvet, öfke, cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, riya, hased, su-i zan, gaflet, gurur ve diğer kötü sıfatların istila etmesidir. Kalbinde bu sıfatları araştırmalıdır. Eğer kalbinin bunlardan uzak olduğunu zannederse, nasıl imtihan olacağı hususunda düşünmelidir. Alâmetlerle buna delil getirmeli; zira nefis, daima, hayrı va´deder ve va´dine muhalif hareket eder. Ne zaman ki nefis tevazu ve gururdan uzak olduğunu iddia ederse, çarşıda bir yük odun sırtlamak suretiyle nefsini denemesi gerekir. Nitekim geçmiş zevat, nefislerini böylece denemişlerdir. Nefis hilm iddia ederse, başkasından gelen öfkeye maruz bıraktırmak suretiyle öfkesini zaptedip etmemesi hususunda nefsini denemelidir. Diğer sıfatlarda da durum böyledir. Bu tefekkür kişinin çirkin sıfatla muttasıf bulunup bulunmaması hu
susunda bir tefekkürdür. Bunun birtakım alâmetleri vardır.

Mühlikat bölümünde o alâmetleri belirttik. Alâmetler bunun varlığına delâlet ettiklerinde o sıfatı kendisine göre çirkinleştiren sebepleri düşünüp araştırdığında o sıfatların kaynağının cehalet, gaflet ve kalbin kötülüğü olduğunu anlar. Nefsinde amelini beğenme gördüğünde düşünüp şöyle demelidir: ´Benim amelim ancak bedenim, âzam, kuvvet ve irademle meydana gelmiştir. Oysa bütün bunlar benden olmadıkları gibi elimde de değildirler. Ancak
ALLAH´ın yaratışı ve bana olan fazlıdır. ALLAH´tır beni ve uzuvlarımı yaratan! Kuvvetimi, irademi halkeden! ALLAH´tır kudretiyle uzvumu harekete geçiren! Kudret ve iradem de böyledir. O halde ben, nasıl amelime veya nefsime güvenir, beğenirim? Oysa nefsimi nef
simle payidar edemem´.

Bu bakımdan kişi nefsinde kibirlenme hissettiğinde, nefsinde bulunan ahmaklık nedeniyle nefse şöyle demelidir: ´Neden sen kendi nefsini daha büyük görürsün? Oysa büyük ALLAH katında büyük olandır. Bu da ancak ölümden sonra belli olur. Hâl-i hazırda nice kâfir vardır ki küfürden çıkmak suretiyle ALLAH´a yaklaşmış olduğu halde ölür. Nice müslüman vardır ki kötü sondan dolayı, ölüm anında hali bozulduğundan şakî olarak ölür!´ Bu bakımdan kişi, kibrin helâk edici olduğunu ve kibrin temelinin ahmaklık olduğunu bildiğinde, onu izale etmenin ilâcı hakkında düşünür ve mütevâzi kimselerin fiillerini yapmak suretiyle kibrini tedavi eder.

Nefsinde yemeğe karşı istek ve oburluk görünce düşünüp şöyle demelidir: ´Bu, hayvanların sıfatıdır. Eğer yemek ve cinsî ilişki bir kemâl olsaydı, muhakkak ilim ve kudret gibi ALLAH´ın ve meleklerin sıfatlarından olurdu´. Hayvanlar bununla sıfatlanmazdı. Ne zaman oburluk onda galip olursa hayvanlara daha fazla benzer ve mukarreb meleklerden de daha uzak olur. Böylece öfke hususunda da nefsi aleyhinde tesbitlerde bulunur. Sonra ilâcının yolunu düşünür. Bütün bunları daha önceki kitablarda (bahislerde) zikretmiştik. Bu bakımdan kim tefekkür yolunun kendisi için genişlemesini istiyorsa, bu kitablardaki şeyleri öğrenmek kendisi için gereklidir.

4. Kurtarıcı Sıfatlar
Dördüncü grup ki bu grup kurtarıcılardır tevbe etmek, günahlara pişmanlık duymak, belaya sabretmek, nimetlere karşı şükretmek, korku, ümit, dünyada zâhid olmak, ibadetlerde doğruluk ve ihlas, ALLAH´a muhabbet ve tâzim, fiillerine rıza göstermek, O´na karşı iştiyaklı olmak, huşû, tevazu gibi sıfatlardır. Bütün bunları Münciyât bölümünde zikretmiştik. Bunların sebep ve alâmetlerini de belirtmiştik. Bu bakımdan kul, hergün kalbini kontrol edip düşünmelidir. Acaba ALLAH´a yaklaştırıcı olan bu sıfatlara kendisini muhtaç eden nedir? Öyle ise bu sıfatlardan birine muhtaç olduğunda bunların ancak bir kısım ilimlerin meyvesi olan birtakım haller olduğunu bilmelidir. İlimler tefekkürün meyveleridir.

Öyleyse nefsi için tevbe ve pişmanlık göstermek istediğinde önce günahlarını kontrol etmeli, onlar hakkında düşünmelidir. Onları bir araya getirip kalbinde büyütmelidir. Sonra günahlar hususunda şeriatta vârid olan tehdid ve vaîdler hakkında düşünmelidir. Eğer pişman olmazsa ALLAH´ın kahrına maruz kalacağını bilmeli ki pişmanlık hâli meydana gelsin!
Kalbinde şükür halinin meydana gelmesini istediğinde ALLAH´ın celâl, cemâl, azamet ve kibriyası hakkında düşünmelidir. Bunun hakkında düşünmek de ancak hikmetinin acaipliklerine, sanatının garipliklerine bakmakla olur. Nitekim tefekkür´ün ikinci kısmında bunun bir tarafına işaret edeceğiz.

Kalbinde korku halinin meydana gelmesini istediğinde önce zâhir ve bâtın günahlarına bakmalıdır. Sonra ölüm ve ölümün zahmetlerine, sonra ölümden sonraki Münker ve Nekir´in sualini, kabrin azabını, yılan, akrep ve böcekleri düşünmelidir! Sonra Sûr´un üfürülüşü anında kalk sesinin dehşeti hakkında sonra bütün insanların bir arazide toplandıklarında mahşerin dehşeti hakkında! Sonra hesaptaki münakaşa, iğneden daha ince olan şeylerdeki hesap hakkında, sonra sırat köprüsü, köprünün incelik ve keskinliği hakkında düşünmelidir. Sonra defteri soldan verilip ateş ehlinden olmasının nezdindeki tehlikesi hakkında veya defteri sağdan verilip sonu gelmeyen eve indirilmesinin nezdindeki sevinci hakkında düşünmelidir. Sonra kıyamet dehşetlerini; cehennem tabakalarını, tokmaklarını, azaplarını, zincirlerini, bukağılarını, zakkumu ve irinin azabının çeşitliliğini, kendisini sevk ve idare eden zebanilerin çirkin suretlerini düşünmelidir. Sonra insanların derileri kavruldukça başka bir deri ile değiştirildikleri, onlar cehennemden her çıkmak istedikçe oraya iade olunduklarını onlar cehennemi uzak bir mekanda gördüklerinde cehennemin öfke ve kükremesini işittiklerini düşünmelidir. Böylece Kur´an´da açıklanan cehennemle ilgili her noktayı düşünmelidir.

Kişi ümit halini celbetmek istediğinde cennete, nimetlerine, ağaç ve nehirlerine, hûri ve vildanlarına, ebedî nimet ve daimî mülküne bakmalıdır!

İşte sevimli halleri celbetmeyi veya çirkin sıfatlardan uzaklaşmayı meyve veren ilimlerin talebinde kullanılan tefekkürün yolu böyledir. Biz bu hallerin her biri hakkında müstakil birer kitap ayırdık. Tefekkürün tafsilatı hakkında onlardan faydalanılabilir. Tefekkürün bütün noktalarını zikretmekten yardım talep etmek ise, bu hususta tefekkür ederek Kur´an okumaktan daha faydalı birşey yoktur. Çünkü Kur´an bütün makam ve durumların toplayıcısıdır. Kur´an´ı her kul okumalı, hakkında düşünmeye muhtaç olduğu bir ayeti yüz defa olsa bile tekrar tekrar okumalıdır.

Bu bakımdan bir ayeti düşünerek okumak, düşünmeden okunan bir hatimden daha hayırlıdır. Bu bakımdan kişi bir ayette düşünmek için bütün bir gece dahi olsa duraklamalıdır; zira Kur´an´ın her kelimesi altında hesaba gelmeyecek kadar sırlar mevcuttur. Kişi ancak ince tefekkür ve dürüst muameleden sonra kalbin temizliği ile o sırlara muttali olabilir. Hz. Peygamber´in haberlerini mütalaa etmek de böyledir. Çünkü Hz. Peygamber´e en câmi (derleyici) kelimeler verilmiştir.

Hz. Peygamber´in sözlerinden her biri hikmet denizlerinden bir parçadır. Eğer âlim kişi,
hakkıyla o sözleri düşünürse, hayatı boyunca o sözler hakkındaki tefekkürünün sonu gelmez.
Ayet ve hadîslerin müfredatını şerhetmek oldukça uzun sürer. Hz. Peygamber´in şu sözüne dikkat et!

Rûh´ul-Kuds kalbime şöyle ilham etti: ´Sevdiğini, sevebildiğin kadar sev! Muhakkak ondan ayrılacaksın! İstediğin kadar yaşa! Muhakkak öleceksin. Dilediğini yap! Muhakkak sen onunla cezalanacaksın!6

Muhakkak ki Hz. Peygamber´in bu hadîsi geçmiş ve geleceklerin hikmetlerini toplayan bir sözdür. Düşünenler için hayatı boyunca bu kelimeler kâfidir; zira düşünenler bunların mânâlarına vâkıf olup kalplerine hâkim olursa onların bütün hallerini kapsar. Bu tefekkür, onlar ile dünyaya iltifat etmenin arasına girer. İşte muamele ilimlerinde ALLAH katında sevimli midir veya sevimsiz midir diye kulun kendi sıfatları hakkında düşünmesinin yolu budur.

Mübtedi (yeni başlayan) bir kimsenin bu tefekkürler hususunda bütün vaktini sarfetmesi gerekir ki kalbini güzel ahlâk ve şerefli makamlarla imar edip iç âlemini ve zâhirini çirkinliklerden uzaklaştırsın. Bunun diğer ibadetlerden daha üstün olmasına rağmen, istenilenin en son noktası olmadığı bilinmelidir. Kendisiyle meşgul olunan sıddîkların isteğinden bile kapalıdır. O da ALLAH´ın celâl ve cemâli hakkında düşünmek, nefsinden geçmek, hallerini, makam ve sıfatlarını unutmak suretiyle kalbini tamamen oraya kaptırmaktan alınan zevktir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin himmeti tamamen mahbubuyla meşguldür. Tıpkı sevdiğinin yanında kendinden geçen aşık gibi! Bu aşık öyle bir durumda nefsinin hallerine ve sıfatlarına bakmaya vakit bulamaz. Hatta bu aşık, nefsinden gafil bulunan bir hayran gibi durur. Bu ise, aşıkların zevkinin zirvesidir.

Bizim daha önce zikrettiğimiz, ALLAH´a yakınlaşmaya ve kavuşmaya elverişli olması için iç âlemi imar etmek hakkındaki tefekkürdür. Bu bakımdan kişi, bütün hayatı boyunca nefsini ıslah etmek hususunda ömrünü zayi ederse, acaba ALLAH´ın yakınlığından ne zaman zevk alır?

İbrahim b. Ahmed el-Havvas çöllerde gezerdi. Bir gün Hüseyin b. Mansur onunla karşılaştı ve kendisine şöyle dedi:
- Sen ne durumdasın (Sülûkun nasıldır?)
- Tevekkül´deki hâlimi ıslah etmek için çöllerde geziyorum.
- Sen ömrünü iç âleminin imarına sarfettin. Acaba tevhiddeki
kendinden geçmen nerede kaldı? (Yani buna vakit bırakmadın, oysa esas da budur).

Bu bakımdan Hak olan Bir´de fani olmak, tâliblerin isteğinin zirvesi, sıddîklar nimetinin son noktasıdır.
Helâk edici sıfatlardan uzak bulunmak, nikâhtaki iddetin bitmesi yerine geçer. Kurtarıcı sıfatlarla ve diğer ibadetlerle muttasıf olmak ise, kadının, kocasının mülakatına elverişli hale gelmesi için çeyizini hazırlaması, yüzünü boyaması, saçını taraması ve süslenmesi yerine geçer. Eğer kadının bütün ömrü, rahmini (başkasının suyundan) temizlemek ve yüzünü süslemekle geçerse, bu durum sevdiğiyle beraber olmasına mâni olur.

İşte böylece, eğer muhâsebe ehlinden isen, din yolunu anlaman gerektir. Eğer kötü köle gibiysen ki bu köle ancak dayak korkusundan veya ücret için çalışır o vakit zâhir amellerle bedenini yormak ile başbaşa kal! Çünkü seninle kalp arasında kalın bir perde vardır. Amellerin hakkını yerine getirdiğinde cennet ehlinden olursun. Fakat sohbet için başka gruplar vardır. (ALLAH onları sohbet için seçmiştir).

Kul ile rabbi arasındaki muamelede tefekkür´ün sahasını bildiğinde bunu her sabah ve akşam kendine âdet edinmelisin. Sakın nefsinden ve ALLAH´tan uzaklaştıran sıfatlarından ve ALLAH´a yaklaştıran hallerinden gafil olma! Her mürid için bir defterin olması uygundur ki o defterde helâk edici ve kurtarıcı sıfatların tamamını, günah ve taatlerin tümünü tesbit etsin! Her gün nefsini o sıfatlara arzetmelidir. Helâk edicilerden on tanesine bakması kendisine kâfidir; zira bu on taneden sâlim kalırsa bunların haricindekilerden de sâlim kalır. Onlar da şunlardır: Cimrilik, kibir, ucub, riyâ, kıskançlık, çokça öfkelenmek, yemeğe karşı oburluk, cinsî münasebete karşı oburluk, mal sevgisi ve mertebe sevgisi!

Kurtarıcı sıfatlardan da on tanesi kâfi gelir. Onlar da şunlardır: Günahlardan pişman olmak, belaya karşı sabırlı olmak, kaza ve kadere razı olmak, nimetlere şükretmek, ALLAH´tan korkmak ile rahmetini ummayı eşit tutmak, dünya hakkında zâhidlik, amellerde ihlâs, halk ile beraber güzel ahlâk, ALLAH´a sevgi ve huşû göstermektir.

İşte bu saydıklarımız yirmi haslettir. On tanesi çirkin, on tanesi de güzeldir. Bu bakımdan ne zaman çirkinlerin birinden korunursa, defterinde onun üzerini çizmeli, onun hakkında düşünmeyi bırakmalı, ondan kurtardığından dolayı ALLAH´a şükretmeli ve bunun ancak ALLAH´ın tevfîk ve yardımı ile tamam olduğunu bilmelidir. Eğer ALLAH onu nefsine havale etseydi rezaletlerin en azını bile nefsinden silmeye gücü yetmezdi. Sonra geri kalan dokuz sıfata yönelmelidir. İşte böylece hepsinin üzerini çizinceye kadar devam etmelidir. Nefsinden, kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olmayı talep etmeli, nefis, tevbe ve pişmanlık gibi kurtarıcı sıfatların biriyle muttasıf olduğunda onun üzerine çizgi çekip gerisiyle meşgul olmalıdır. İşte çalışmaya hazırlanan mürid, bu ameliyeye muhtaç olur.

Salihlerden sayılan insanların çoğuna gelince! onlar da şüphelileri yemek, gıybet, nemime, mücadele, nefsi övmek, düşmanların düşmanlığındaki ve dostların dostluğundaki ifrat, emr-i bi´l-maruf ve nehy-i an´il-münker´i terketmek hususunda halka yağcılık yapmak gibi zâhiri günahlarını defterlerine yazmalıdır. Çünkü nefsini salih kimselerden sayanların çoğu, azalarında bu günahlardan kurtulamazlar. Azalar günahlardan temizlenmeyince, kalbin imar ve temizlenmesiyle meşgul olmak mümkün değildir.

Hatta insanların her grubuna bir nevi mâsiyet galebe çalar. Bu bakımdan bu gruplar o mâsiyeti tedkik etmeli ve onun hakkında düşünmelidirler. Kendilerinde bulunmayan bir mâsiyet hakkında da düşünmelidirler. Bunun misali muttakî âlimdir. Muttakî âlim, çoğu kez nefsini âlim saymak afetinden kurtulamaz. Şöhreti talep etmek, nam ve şânının yayılması peşinde gitmekten kurtulamaz. Bunu ya ders okutmak yahut da vaaz etmekle sağlamaya çalışır. Böyle yapan bir kimse büyük bir fitneye maruz kalır. Bu fitneden ancak sıddîklar kurtulur. Çünkü kişinin konuşması makbul ve kalplerde tesir edici olunca nefsini beğenmek, böbürlenmek, süslü görünmek ve yapmacık hareketlerden kurtulamaz. Oysa bunlar helâk edici sıfatlardandır.

Eğer konuşması reddedilirse bu sefer konuşmasını reddeden kişi hakkında öfkelenmek, burun kıvırmak ve hasedden kurtulamaz. Onun bu durumu, başka bir âlimin sözünü reddeden bir kimseye karşı öfkelenmesinden daha fazla olur. Bazı kere de şeytan onu aldatarak der ki: ´Senin öfkelenmen, kişinin hakkı red ve inkâr ettiğinden dolayıdır!´

Bu kişi, eğer sözünü reddeden ile başka bir âlimin sözünü reddedenin arasında, öfke hususunda bir ayrılık gösterirse, muhakkak aldanmış ve şeytanın maskarası olmuştur. Sonra halkın kabul etmesiyle sevinmesi, kendisini övmeleriyle keyiflenmesi, sözünü red ve kendisine itiraz etmekten de alınması sözkonusu ise bu kimse kelimeleri güzelleştirmek, cümleleri yerli yerinde kullanmak ve halkın övgüsünü kazanmak maksadıyla kendisini zorlamaktan ve yapmacık hareketlerden nefsini kurtaramaz. Oysa ALLAH, kendisini zorlayan bir kulu sevmez. Şeytan bazen onu alda-tarak der ki: ´Lâfızları güzelleştirmeye karşı olan harisliğin ve bu husustaki zorluklara katlanman hakkın yayılması ve kalpte iyi tesir etmesi içindir. Bu da ALLAH´ın dinini yüceltmek içindir!´

Bu bakımdan eğer şahsın güzel lâfızlar ve dolayısıyla halkın övgüsünden ötürü olan sevinci, halkın emsal ve akranından birini övmelerine olan sevgisinden daha fazla ise bu kişi aldanmıştır. Onlar ancak mertebe etrafında dolaşırlar. Oysa o maksadının din olduğunu zanneder.

Ne zaman onun kalbi, bu sıfatlarla kıpırdanırsa, görünür tarafında bu belirir. Öyle ki ona hürmet edene, onun faziletli olduğuna inanana daha fazla hürmet eder. Kendisini övenle bir araya gelmek, emsallerinden birini öven bir kimse ile bir araya gelmekten daha fazla hoşuna gider. Her ne kadar başkası tarafından övülen o kişi övgüye daha müstehak ve lâyık ise de! Çoğu kez ilim ehli hakkında durum öyle bir raddeye gelir ki kadınların birbirini kıskanması gibi birbirini kıskanırlar. Birinin talebesi başkasının yanına gidip gelirse zoruna gider, talebesi başkasından faydalansa, dinî hususlarda istifade etse bile, yine hocasının ağırına gider.

Bütün bunlar kalbin içinde gizli bulunan helâk edici sıfatların sızıntılarıdır. Âlim kişi onlardan kurtulduğunu zanneder. Oysa kurtulmamış ve aldanmaktadır. Bu durum, bahsi geçen alâmetlerle ancak ortaya çıkar. Bu bakımdan âlimin fitnesi büyüktür. Âlim ya mâliktir veya hâlıktır. Âlim kişi için avam tabakasına mahsus selameti (çünkü avam mazur olabilir) istemek yoktur. Bu bakımdan kim nefsinde bu sıfatların varlığını sezerse, onun boynundaki farz; halktan uzaklaşmak, tek başına yaşamak, nam ve şânını kaybettirmek, fetva vermeyi şiddetle reddetmektir; zira Hz. Peygamber´in mescidi, ashabından bir cemaati kapsamakta idi ve onların hepsi fetva verecek güçteydi. Fakat buna rağmen fetvayı biri diğerine havale ederdi. Fetva veren sahabî de başkasının kendisinin yerine o fetvayı vermesini isterdi.

Bu durumda uygunu şahsın ins şeytanlarından korunmasıdır. Kendisine ´Bunu yapma; zira bu kapı eğer açılırsa, halk arasından ilimler kalkıp yıkıma uğrar´ diyen o şeytanların bu sözüne karşılık şöyle demelidir: İslâm dini bana muhtaç değildir; zira o din benden önce de ma´mur idi. Benden sonra da ma´mur olacaktır. Eğer ben ölürsem İslâm´ın rükünleri yıkılmaz; zira dinin bana ihtiyacı yoktur. Bana gelince, ben kalbimi ıslah etmeye muhtacım´.

Âlim şahsın inzivaya çekilmesinin, ilmin inkırâzına yol açmasına gelince, bu katmerli cehalete delâlet eden bir hayaldir; zira eğer insanlar tutuklanır, zincirlerle bağlanır ve ilim talebinden ötürü ateşle tehdid edilirlerse, yine de baş olmak ve dünyada yük-selmek sevgisi onları zincirleri kırmaya, kalelerin duvarlarını yıkmaya ve oradan çıkıp ilim talebiyle meşgul olmaya teşvik eder. Bu bakımdan şeytan halka baş olmayı sevdirdikçe ilim inkırâza uğramaz. Şeytan ise kıyamete kadar yaptığından gevşemez. Hatta ahirette nasibi olmayan birçok grup ilmi neşretmek için seferber olur.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ALLAH Teâlâ şu (İslâm) dinini nasibi olmayan kavimlerle takviye eder.7

ALLAH Teâlâ, şu dini facir kişi ile de takviye eder.8

Madem ki durum budur, âlim kişi şeytanın yukarıda bahsi geçen vesveseleriyle aldanıp halkın ihtilâtıyla meşgul olmamalıdır ki kalbinde mertebenin, övgü ve tâzimin sevgisi artmasın; zira bu artma münafıklığın tohumudur.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mertebe ve mal sevgisi suyun sebzeyi bitirmesi gibi kalpte nifak bitirir.9

Koyunların ağılına salıverilen saldırgan iki kurdun, koyunlarda meydana getirdikleri ifsâd, mertebe ve malın müslüman kişinin dininde yaptığı tahribat ve ifsâddan daha fazla değildir.10

Mertebe sevgisi, ancak halktan uzaklaşmak, ihtilâtlarından kaçmak ve şahsın mertebesini halkın kalbinde arttıran her şeyin terkedilmesiyle kalpten silinir. Bu bakımdan âlim kişinin tefekkürü, kalbinde bu sıfatların gizlilerini sezmek ve bunlardan kurtuluş yolunu elde etmek hususunda olmalıdır. İşte bu, muttakî âlimin vazifesidir.

Bizim gibilerinin tefekkürü ise hesap gününe olan imanını takviye eden nedenler hakkında olmalıdır; zira eğer selefi sâlihîn bizi görseydiler ´Şu kişiler hesap gününe iman etmemişlerdir!´ derlerdi.

Bu bakımdan bizim amellerimiz cennet ve cehenneme iman eden bir kimsenin amelleri değildir; zira bir şeyden korkan bir kimse ondan kaçar. Bir şeyi ümit eden bir kimse onu arar. Oysa biz ateşten kaçmanın, şüphelileri ve haramı terketmekle, günahlardan sakınmakla olacağını biliyoruz. Buna rağmen biz bu hususlara dalmış bulunuyoruz ve cennetin talebinin, nafile ibadetleri yapmak ile olduğunu da biliyoruz. Oysa biz farz ibadetler hakkında bile kusurluyuz. Bu bakımdan ilmin meyvesinden bizim elimize ancak dünyaya karşı olan hırs ve dünyaya dalmakta örnek olmak hâsıl oldu. ´Eğer dünyaya karşı hırs göstermek kötü olsaydı, âlimler bunu yapmaya daha lâyık idiler ve bizden daha fazla bundan sakınırlardı´ diyorlar.
Keşke biz, avam tabakası gibi olsaydık! Öldüğümüzde bizimle beraber günahlarımız da ölmüş olsaydı. Eğer düşünürsek maruz kaldığımız fitne ne kadar büyüktür! Bu bakımdan bizi ıslah etme-sini ve bizim vasıtamızla halkı ıslah etmesini, bizi öldürmeden önce tevbe etmeye muvaffak etmesini ALLAH´tan diliyoruz. Çünkü ALLAH bizim hâlimizi bilen kerîm ve bize nimet verendir.

İşte bu söylediklerimiz âlimlerin ve salihlerin muamele ilmindeki fikirleridir. Eğer bunlardan hoşlanırlarsa, nefislerine olan iltifatları kesilir. Ondan ALLAH´ın celâl ve azameti hakkında tefekküre yükselirler. Kalp gözüyle müşahede etmekle nimetlenmeye yükselirler. Bu da ancak bütün helâk edici sıfatlardan kurtulduktan ve bütün kurtarıcı sıfatlarla muttasıf olduktan sonra mümkün olur.

Eğer bundan önce birşey belirirse, bu mutlaka karışık, hasta, bulanık ve ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Şimşek gibi gelir geçer. Bu durumda kişi, sevdiği ile başbaşa kalan fakat elbiselerinin altında yılan ve akrepler bulunup kendisini zaman zaman ısıran ve müşahede zevkini bulandıran bir aşık gibi olur. Bu aşığın, nimetlenmenin kemâlindeki yolu, ancak o akrep ve yılanları elbiselerinin içinden çıkarmakla mümkündür. Bu kötü sıfatlar akrepler ve yılanlardır. Bunlar eziyet verir, hali teşviş ederler. Kabirde bunların elemi, akrep ve yılanların ısırmasından daha fazla olur. İşte bu kadar izahat, rabbinin katında nefsinin güzel veya çirkin sıfatları hakkında kulun tefekkür yollarına dikkat çekmeye kâfidir.

4) İmam Ahmed, (İbn Ömer´den)
5) Dârekutnî´nin rivayet ettiği bir hadîste şöyle denmiştir: ´Düşünmeden okumak işe yaramaz, fıkıhsız ibadet olmaz. Bir fıkıh meclisi altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır!´
6) Zühd bölümünde geçmişti.
7) Bu kavimlerden maksad; ya kâfirler, ya münâfıklar veya fâcirlerdir. Muhtemelen Hz. Peygamber zamanında bulunan bazı kimseler kastolunmaktadır. Gelecekteki bazı kimseler de kastedilmiş olabilir ki bu takdirde mu´cize olur. İkinci ihtimal daha kuvvetlidir. Çünkü lâfzın umumuna itibar edilir. (Nesâî, İbn Hibban, Taberânî, (Enes´ten); İmam Ahmed ve Taberânî (Ebubekir´den); Bezzar, (Ka´b b. Mâlik´ten); Taberânî, Kebir, (Abdullah b. Amr´dan): ´ALLAH Teâlâ İslâm dinini ehlinden olmayan birtakım kişilerle takviye edecektir!´
8) Taberânî, Kebir, (Amr b. Nu´man´dan)
9) Ebu Nuaym ve Deylemî
10) Taberânî
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




çarşamba çilingir webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım