10-24-2008, 19:03 | #41 | |
Alıntı:
Aman Hakan bey sizin bakış ufkunuzun güzelliğinde paylaştıklarımızı aynı eksen etrafında paylaşmak kadar güzel ve imrendirici olmak, güzel bakan düşüncelerinizden olsa gerek.. Yalçın üstadıma yetişmeye çalışıyorum |
||
10-24-2008, 19:52 | #42 |
|
|
10-25-2008, 11:10 | #43 |
Ortada tuhaf ve çelişkili bir durum var: 1924 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (yani Anayasa), kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir yüksek mahkemeyi öngörmemişti ve 1924 Anayasası Mustafa Kemal Paşa'nın anayasasıydı.
1924 Anayasası, 27 Mayıs 1960 tarihine kadar yürürlükte kaldı; o gün, Milli Birlik Komitesi, ordunun bazı silahlı güçlerini kullanarak hükümet darbesi yaptığında bu anayasaya karşı işlenebilecek en büyük suçu işledi çünkü 24 Anayasası'nın 103. maddesi aynen şöyle diyordu: "Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nun hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz." Komiteci ve darbeci subaylar o gün, Atatürk'ün anayasasını sadece ihmâl etmekle kalmadılar, tâtil de ettiler. 1924 Anayasası, 27 Mayıs günü öldü, tarihe karıştı, ortadan kaldırıldı. Bu suçun cezası, o günkü TCK'nın hükümlerine göre öyle ağırlaştırılmış müebbed filan değildi, düpedüz idamdı. Atatürk'ün Anayasası'nda Anayasa Mahkemesi yoktu; niçin yoktu? Cevabını ben biliyorum ama bir kere de Atatürkçü zevattan duymak isterim; acaba Atatürk, yaşadığı çağın icablarından haberdar mı değildi? Kezâ Atatürk'ün Anayasasını beğenmeyip yerine yenisini yaptıran Atatürkçülerin fikri istikamet itibariyle ne türlü bir yamukluk sergilediklerini de öğrenmek pek heyecanlı olabilir. Ahmet Turan Alkan |
|
10-25-2008, 13:48 | #44 |
Allah rızası aradan kayıp gittiğinde her şey tersyüz oluyor… Bu gün dostluklar neden kalıcı değil? İnsanlar kalabalıklar içerisinde yalnız, çaresiz, kimsesiz… Sesler içinde sağır… Renkler içinde kör… Kendisi ile görebileceği, duyabileceği, hissedebileceği yürekler arıyor… Bu kaygan seküler zeminde dost bulmak, dost kalmak günbe gün zorlaşıyor… Çünkü toplumsal virüsler bünyeyi sardı. İnsanlar bireyselleşiyor, bencilleşiyor, dünyevileşiyor, cimrileşiyor… Liberal rüzgarlar kişilikleri parçalıyor… İlkesiz, ölçüsüz özgürlük alanları toplumsal dokuyu bozuyor… Artık dostluklar birer fantezi… Yüzler maskeli… Güzensiz, doyumsuz, dayanıksız ruhlar dağınık… Bu insanların önce Rableri ile barışmaları lazım… Fıtratları ile buluşmaları gerekiyor… Yalansız bir dünya, riyasız bir yaşam insanlığın ortak ihtiyacı…
Bu gün toplumsal hayat sosyal bir mezarlığa dönmüş durumda… Yorgun-argın işten eve kendilerini atan yığınlar televizyonların karşısında yığılıp kalıyorlar… İnsani temastan, sıcak dostluktan, duyarlılık ve duygudan uzaklaştıkça uzaklaşıyorlar… Modernizm, teknoloji belki bize çok şey kazandırdı fakat bir o kadarda aldıkları var… Dostlarımızı çaldı… Dünya öncelendikçe, dostluk ucuzladı… Rekabet dünyası, rant kavgası, riya virüsü ruhları kemiriyor… İnsanlar birbirini rakip görme marazından kurtulup refik olamıyorlar… Toplum politize oldukça, popülizme kaydıkça dostluk yitimi ivme kazanıyor… Bu toplumsal tabloyu acı ve hüzünle izleyen her insaf ehli, şunun altını çiziyor: Şimdi dostlukları ayağa kaldırma vaktidir… Bizim için, hayat dost kazanma sanatıdır… Dostsuzluk, insanın en hazin gurbetidir… ‘‘Dostluk öldü mü?’’ diye soranlara… ‘‘Hayır’’ demeliyiz… Çünkü; ‘‘biz varız ya!’’ RAMAZAN KAYAN |
|
10-27-2008, 13:31 | #45 |
Görsel alan ve eğlence kültürü sohbetin alanını daralttı… Mekanik cihazlar içinde sözün gücü güme gidiyor… Başbaşa vererek, gözgöze gelerek, sohbetin sıcaklığını yaşama şansını günbe gün yitiriyoruz. Söz ‘‘cep’’ üzerinden söylenmeye başladıktan sonradır ki, konuşacağımız her sözün maddi faturasının neye baliğ olacağı tedirginliği ile sözü kısa kesiyoruz… Konuşmada tasarruf, derken söz tükendi…
Ulvi hedeflere yürüyen kelimelerimize kurulan tuzaklar çoğaldı… ‘‘Mânâ’’nın yerini ‘‘mâlâyani’’lik aldı… Gırgır, şamata, mugalata, münakaşa fasılları insanımızı eritiyor… Halbuki Allah biz müminleri nasıl tanımlıyordu? ‘‘Onlar ki; ‘‘tümüyle boş’’ şeylerden yüz çevirenlerdir.’’ (Müminun-3) Hatta daha ileri bir sorumluluğumuz bulunmaktadır… Allah’ın ayetlerinin inkar veya alay konusu olduğu çirkin ortamlara ya karşı çıkmak veya orayı terk etmek mecburiyetimiz var: ‘‘O, size Kitapta: ‘‘Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar başka bir söze dalıp geçinceye kadar onlarla oturmayın, yoksa sizlerde onlar gibi olursunuz’’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.’’ (Nisa-140) Ya tepki yada terk… Gayri meşru oturumların ne katılımcısı ne de dinleyicisi olabiliriz… Bizim hangi söze müşteri olacağımız belli… Kelime-i Tayyibe… Ancak, ne kadar acı, sohbet geleneği zayıflıyor… Artık sohbetler kimileri için nostaljik bir takıntı… Halleşme yok… Hasbihal yok… Ayak üstü arkadaşlıklar sadra şifa şeyler sunmuyor… Paylaşamıyoruz, güvenemiyoruz… Özel görüşmeler, kapalı oturumlar… Gizemli hayatlar, insanı sıkıyor… Hile, dümen, düzen, dolap üstün beceri(!) olarak algılanıyor… Tilki kurnazlığı ile başlayan buluşmalar, şeytanlıkların sergilendiği arenaya dönüşüyor… Yüzler maskeli, herkes kendi rolünü oynuyor… Sohbetlerin olmazsa olmazı; sıcaklık, içtenlik ve doğallıktır… Gönülde demlenmeyen kelimelerle sohbet olmuyor… İçten hesaplı, ön yargılı, fırsatçı zevatın sözlerinde şifa aranır mı? Ama herzelerden haz alanların sayısı artıyor… Sohbetlere haset ve şehvet sızdıkça tadı tuzu kalmıyor… Sohbet meclislerinin safvet, hikmet, iffet, sekinet ve emniyetine hasret kaldık… Şimdilerde karşı cinsle halvet yani flört sohbet faslından sayılır oldu… Kokteyl, kulis, lobi, chat, msn, modern paradigmanın seküler sohbet varyantları… Sohbete yönelik sabotaj girişimleri yaygınlık kazandı… Bereketli sohbet ziyafetlerinden geriye sadece sofra birliktelikleri kaldı… Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı.Aslında kahve işin bahanesiydi, gönüller sohbet arayışındaydı… Zamanla kahve kültüründen, cola kültürüne evrildikten sonra konuşma tarzımızda değişti… Doğrusu düne göre bu gün sohbete daha çok muhtacız… Eski dosyaları kurcalamadan, suçlamadan, şikayetlenmeden seviyeli sohbet günlerine dönmemiz gerekiyor… Kendimizle, geçmişimizle, birbirimizle kavga etmeden, ‘‘şimdi sohbet zamanı’’ demeliyiz… İnsan şu iki şeyden koparsa kaybolur: Kitap ve sohbet… RAMAZAN KAYAN |
|
10-31-2008, 13:21 | #46 |
Bir zamanlar çirkinlik ve edepsizlik karşısında tavrı sert ve net olan insanlara bu gün her fırsatta “bunda ne var ki?” telkinleri habire tekrarlanıyor… Bu da olumsuz etkilerini göstermeye başladı… Artık en hayasız söylem ve görüntüler toplum nazarında sıradanlaşmaya başladı… Günahın estetize edildiği günlerden geçiyoruz… Öyle ki, “günahtan sakınmak” yadırganır oldu…
Değerlerini koruyan ve günahlardan korunan kişiler dışlanır oldu… Haya, ar, çekinme, utanma duyguları tarumar oluyor… Toplumsal denetim tahrip edildikçe başıboşluk ortamında bireyci, özgürlükçü çıkışlar yeni fırsatlara kapı aralıyor… Herkesin “kendi özel”i, “kişisel dokunulmazlığı” kutsanıyor… Yolsuzluk, arsızlık, haksızlık, ahlaksızlık, sahtekarlık, riyakarlık sınır tanımıyor… Herkesin yaptığı yanına kar kalıyor… Kimse kimseye müdahil değil… Toplumsal denetimin kalan kırıntıları da “mahalle baskısı” yaygaraları ile yok ediliyor ve bununla duyarlı Müslümanlar baskı altında tutuluyor… Herkesin gözü önünde işlenen cürüm, cinayet, tecavüz ve talan yaygınlaşırken, kimse oralı değil! Herkes kendince tedbirli(!)… “Başıma iş açmayayım” felsefesi geçer kural… Hani, eskiden “ya büyükler görürse” endişesi, caydırıcı bir faktördü… Şimdi büyükleri kim tanır? Kim takar? Toplum “emri bil maruf nehyi anil münker” sorumluluğundan uzaklaşınca bu defa “bireysel özgürlüklerin tadını çıkarma”ya başlar insanlar… O zaman görün bakalım, gençliği polisiye tedbirlerle terbiye edebilecek misiniz? Kent yaşamının büyülü atmosferinde gözden uzak ortamlarında yaşamın tadını çıkaranlara ne yapabilir siniz? İç karartıcı, yüz kızartıcı fotoğraflar psikolojimizi bozsa da zamanla bizi de buna alıştıracaklar gibi… Bilmem ilginizi çekiyor mu? Şiddetten , ahlaki yozlaşmadan nefret ettiğini söyleyenler bile, bu zararları içeren dizi ve programları heyecan ve merakla izlemiyorlar mı? Dizilerden başını kaldırıp olup-biteni sorgulamayan Müslümanları neyi, nasıl dizginleyebileceklerdir? Hangi kötülüğe, nasıl “hayır” diyebilecekler? Sessizlik sarmalında, seyir kültürüne kendilerini terk edenler; kime, hangi değeri ve doğruyu sunabilecekler? Ortada görülen, ürkütücü bir “sessizlik sendromu”dur… İçe kapanmanın, alandan çekilmenin hazin sonucudur… Belki de bunun adı: “haksızlık karşısında susmak RAMAZAN KAYAN |
|
11-04-2008, 13:51 | #47 |
Vakit sonbahar. Yapraklar sararmaya, güller kurumaya döndü. Fırsat bu fırsattır diyerek ve içinizden gelerek ilk gördüğünüz gülü derin derin koklayın...
En son ne zaman yağmur altında yürüdünüz sahi? Hastalanma telaşını bir kenara iterek yağacak ilk yağmurda kendinizi sokağa atın ve sırıl sıklam olana kadar yağmur altında yürüyün... Bırakınız sivri akıllılar nezle ve grip ihtimalini düşünüp hayatı camların dışından seyretsinler; siz bu konuda yarı deli olun ve hayatı içinden fethedin. Bir sabah vakti ve akşam üzeri erkence davranın. Sevdiğiniz insanı yanınıza alarak güneşin doğuşunu, ya da hayata pembe öpücükler serpiştirerek denize gömülüşünü seyredin... Herhangi bir parka gidin, takım elbisenize, kravatınıza aldırmadan çimlerin üzerine yatıp yuvarlanın... Zaman zaman bir fidan dikin... Çocuklarınızla, torunlarınızla, yeğenlerinizle alt alta, üst üste güreşin, yaşıyor olmanın nimetlerini derinden hissedin... Yine çocuklarınızla, torunlarınızla, yeğenlerinizle müsait bir alana giderek uçurtma uçurun... Sizden beklemediği bir miktar vererek avuç açan bir garibanı sevindirin... Bir gün kendi yaşınızda bir çocuğa rastlayıp oynamak amacıyla cebinizde iki misket taşıyın... Dua etmek için camie gitmeyi filan beklemeyin, aklınıza estiği yerde içinize çekilip dua edin... Bir düşünün bakalım: En son ne zaman çocuklarınıza, yahut torunlarınıza bir hikâye anlattınız?.. Belki de bunu yapmanın tam sırasıdır. Bugün iş çıkışı bir çiçekçiye uğrayın, sevdiğiniz insanın çok sevdiği çiçeklerden küçük bir demet yaptırın ve onu kendisine verirken göz bebeklerine bakarak, “Seni seviyorum bir tanem” deyin. Yarın sabah aynaya gülümseyin, sizi seçip dünyaya gönderene şükredin... • Bunlar bazılarınıza göre, eminim “fazla duygusal” şeyler... Sırtüstü çimlere uzanıp bulut karmaşasından şekiller üretmek, durup güller koklamak, çocuklarla, torunlarla güreşmek, sevgiliye gül götürmek, kulağına aşk sözcükleri fısıldamak, fidan dikmek bana göre değil, diye düşünebilirsiniz. “Yavuz Bahadıroğlu’nun tuzu kuru ki, çiçeklerden böceklerden dem vuruyor; oysa benim bunlara ayıracak vaktim yok” da diyebilirsiniz. Ömrünüz boyunca “küresel ısınma”, “global ekonomik kriz”, “Ergenekon Davası”, “Aktütün baskını”, “Erdoğan-Baykal kavgası”nı konuşabilirsiniz. Peki, ne zaman yaşayacaksınız? YAVUZ BAHADIROĞLU |
|
11-05-2008, 14:40 | #48 |
Önce Başbakan akıllı ve mantıklı bir tavır sergileyerek, halka ihtiyacı olan morali vermeye çalıştı. Bunda istenilen seviyede başarılı olmasını medya ve muhalefetin menfi propagandası engelledi. Medya ve muhalefet, Başbakan'ın gayretlerine iştirak ederek zor günlerin atlatılmasına yardım etmek yerine, tam tersini yaptı ve Tayyip Erdoğan'ın krizi küçümsediği ve önlem almakta geciktiği propagandasıyla suyu bulandırdı. Halbuki, İngiltere basını, memleketleri ABD'den sonra krizi en ağır şekilde yaşayan ülke olduğu halde, başbakanlarının sakin tavrını överek kendisinin tam bir devlet adamı gibi davrandığını yazdı. Bu arada, nükleer saldırıya bile dayanıklı sınır karakolu inşaatı gibi milletin maneviyatını yükseltici bir önemli icraat medyada siyasete kurban edildi. Başbakan'ın ölüm riskine aldırmadan sınır vilayetlerini ziyareti bile çelik yelek giydi denilerek küçümsendi. Ancak, vicdanıyla düşünenler teslim ederler ki, Başbakan krizin başından beri olağan görev sınırlarının üzerinde bir performans sergilemektedir.
SAMİ USLU |
|
11-08-2008, 12:55 | #49 |
Siz hiç “yüksüz insan” gördünüz mü?
Hiçbir insan “boş” değildir. Her insanın bir “yükü” vardır. Peki nedir sizin özenle koruduğunuz, üzerine titrediğiniz “yükünüz?” Yükünüzü nerede taşırsınız? Kalbiniz de mi? Sırtınız da mı? Bir başkasına emaret edilebilir mi o? Yükünüz büyük mü, yükünüz ağır mı? Değerini neyle ölçersiniz? Ya kendi değerinizi neyse ölçersiniz? Var olmak büyük bir yüktür. Var olup insan olmak da öyle. ALLAH'ın bütün nimetleri insana bir yüktür. Bu dünya hayatında insanı anlamlı kılan da o yükü karşılama ve üstlenme gayretidir. İnsan ki gayretinden ibarettir. O gayretin samimiyeti oranında sonuç başkalaşır. Her nimet kendi cinsinden bir şükür ister. İnsan yüküyle ağırlaşır. İnsan yüküyle değer kazanır. İnsan içinde, kalbinde, fikrinde, vicdanında taşıdığı yükün değeri kadar değerlidir. Yüksüz insan yoktur, yükünün farkında olmayan insan vardır. MEHMET GÜNDEM |
|
11-10-2008, 15:10 | #50 |
BİR MATERYALİST OLARAK, ONUN ASIL SAVAŞI, ’DİN’LER İLE İDİ!
Bu arada, C. Dündar, M. Kemal’in asıl mücadelesinin ’din’le olduğunu, ama bunu filmine yansıtamadığını da itiraf ediyor..: ’Asıl mücadele ne Yunanlılara, ne asî Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, ’İktidarı, gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi.’ Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm. Yapmaya çalıştığı çok özel bir şey, sadece Türkiye’yi değil, bütün insanlığı ilgilendiriyor. Bütün insanlığı dönüştürebilecek bir şeyden söz ediyor. …bunu insanlık tarihinde söyleyebilecek başka bir lider bilmiyoruz. ’Biz ilhamlarımızı gökten değil, yeryüzünden alıyoruz, bizim ilkelerimiz gökten indiği sanılan kitabların dogmalarıyla bir tutulmamalıdır’ diyor. Burada sadece İslam da söz konusu değil, bütün dinlere bir gönderme var.’ (Ki, bu sözler 19. yüzyıl katı pozitivizminin, materyalizminin de sözleridir.-SEÇ) -Peki o zaman filmde niye bunun altını daha çok çizmediniz? Öyle geldi geçti... - Haklısın. ...Ama sen de kabul et ki bu kolay bir mesaj değil, …biz üzerinden 70 yıl geçtikten sonra bile henüz o cesarette değiliz. Bahsettiği, Barack Obama’nın İncil’e el basarak yemin etmesine uzanan bir süreç. Bütün insanlık tarihinde dinin tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider!’ Onu bir ’İslâm kahramanı’ diye niteleyen goygoycular, hele de ilâhiyatçılar; nerdesiniz? Onun, ’İslam’ın kabulü, bizi diğer Müslüman toplumlarıyla bir araya getirmeye yardımcı olmadığı gibi, millî hislerimizi uyuşturdu, millî bağlarımızı gevşetti.’ lafını n’apacaksınız? Devam ediyor Dündar: ‘- Ciddî bir sansür var Atatürk’ün üzerinde. ’Nasıl olabilir? Kim cüret edebilir?’ diye düşünüyorsun. Cüret edenlerin bazıları en yakınları. …istiyorlar ki Atatürk’ü herkes sevsin.. ...Okullarda okutulsun diye Âfet İnan’a dikte ettirdiği, hattâ oturup bizzat yazdığı bir kitap.. Bir lider düşün ki, ’Ben bir kitap yazdırıyorum, alın bunu okullarda okutun’ diyor. Onu okullarda okutmayı bırak, şu anda piyasaya çıkaramıyorsun.. Kitabın Tarih Kurumu’nca basılan versiyonunda bazı yerler çıkarılmış.. ’ İşte böyledir ol hikâyet.. Ve hepimizin acı hikâyesidir bu.. Çünkü laik rejimin temeli o!. Biz hep bunu anlatmaya çalışıyoruz. Resmî dayatmayı bırakınız da, millet, fobi ve korkularıyla ’dokunulamayan’ı, bir tabu gibi değil, adam gibi, hür iradesiyle tartışsın; var mısınız? SELAHADDİN ÇAKIRGİL |
|
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
Konuyu Toplam 5 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 5 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|