07-21-2009, 18:26 | #101 |
Ya YARSAV Başkanı beyefendiye ne demeli? Dün bazı gazetelerde yayınlanan fotoğrafta o da Ergenekon zanlıları ile al gülüm ver gülüm muhabbeti içinde. Oldu mu bu şimdi? Hem fiilen savcılık yapmaya devam edeceksin; hem de kalkıp bir davanın zanlılarıyla toplantılar düzenleyeceksin. Üstelik yanınızda bir HSYK üyesi olacak. Zaten bu konuda şaibe altında değil misiniz Sayın Başkan? Ergenekon zanlılarının avukatlarını aradığınız, 'Aman müvekkilleriniz savcıya şöyle desin, şöyle demesin' diye talimatlar verdiğiniz yazıldı çizildi. Bu kadar itham altında kalıp, bu kadar umursamazlık içinde kalmak bir maharet gibi algılanabilir; ancak adalet sisteminin içinde bizzat ve bilfiil bulunan insanların pişkinliklere başvurarak mesleklerine zarar vermesi asla kabul edilemez. Yazıktır! Böyle davranılmaya devam edilirse, mesleğe de meslektaşlara da zarar verilmiş olmaz mı? Zira adalet sistemi, işini büyük bir ciddiyetle, titizlikle yapan binlerce yargı mensubunun emeği üzerinde duruyor. Ve maalesef bazı kişilerin kamuoyuna sunduğu pişkinlik fotoğrafı en çok bu yargı mensuplarını incitiyor. Dün Paksüt'ü Silivri'de görünce adalet sistemi adına üzüldüm. Aklıma bir başka atasözü geldi: Çağrılan yere gidip ar etme/ çağrılmayan yere gidip dar etme.
EKREM DUMANLI |
|
08-11-2009, 17:22 | #102 |
26 YILDA NEYİ ÇÖZDÜK?
Söyleyecek lâf çok. Ama şu kadarını söylemek istiyorum: Son “26 yıl” boyunca; milyarlarca doları dağlara gömdük, 40 bin şehit verdik, “köy”leri ve “mezra”ları boşaltıp burada oturan insanları “zorunlu göç”e tabi tuttuk, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” nutukları attık da ne oldu?.. Evet, ne oldu?.. Kürtlere sövdük, askerimizi övdük, dağları bombalarla dövdük de, ne geçti elimize?.. “Terör” mü sona erdi, yoksa “gittikçe derinleşen ayrışma” mı?.. Söyleyin Allah aşkına; Bu ülkenin kaynaklarını dağlara, askerini toprağa gömmek ve bunun “aynen devam” etmesini istemek bir “vatanseverlik” midir?.. Buna karşılık; “Kınalı kuzuların kanı akmasın!.. Anaların gözyaşı dinsin!” şeklinde özetlenebilecek bir “girişim” başlatmak, bu girişimde “birlik, bütünlük ve kardeşlik” duygularını yeniden tesis etmeye çalışmak “ihanet” midir?.. Sahi, nedir “ihanet” olan?.. “Ölüm”ler devam etsin demek mi, “Çözüm” bulunsun demek mi?.. 26 yıldır “terörle mücadele” ediyoruz, 26 yıldır “köyleri boşaltıyor”, arkasında “terörist gizlenebilir” diyerek “ağaçları kesiyor” ve “otlakları yakıyoruz” da ne oluyor?.. “Askerî çözüm” metodlarıyla nereye vardık?.. Öldüre öldüre bitirebildik mi “terörist”leri?.. Yoksa, bir “terör sektörü” doğmasına zemin hazırlayıp, bazılarının bu sektörden “rant” elde etmesine yol mu açtık?.. Artık sormak gerekmez mi; “PKK terörünü sona erdirmek” için daha kaç “vatan evlâdı” ölecek, daha kaç ana karalar bağlayacak ve daha kaç ocak sönecek?.. Bu mu vatanseverlik?.. Yoksa “çözüm” bulmaya çalışmak mı?.. Evet, ortada bir “ihanet” var!.. Ama, hangisi?!?.. Hasan Karakaya |
|
08-17-2009, 12:24 | #103 |
Mecnun LEYLA’sının köyüne gitmek için, dişi bir deveye bindi. Bir süre yol aldı. Mecnun’un tek derdi, bir an önce Leyla’sına kavuşmaktı. Dişi deve ise, geride bıraktığı yavrusunu düşünmekteydi ve onun tek derdi ise, geriye dönmekti. Mecnun bir an dalıp gitse, elinden yuları gevşetse, deve bunu hisseder ve geriye döner geldikleri köye yani yavrusunun olduğu yere doğru giderdi. Mecnun kendine gelip baktığında, bulundukları yerden çok daha geriye gittiklerini farkediyordu. Bu yolculuk iki-üç gün böyle sürdü. Mecnun yıllardır yollardaymış gibi şaşırmış kalmıştı. Baktı ki bu yol böyle bitmeyecek, deveden indi ve: “Ey deve!” dedi. “İkimiz de aşığız. Fakat, aşklarımız birbirine zıt, birbirine aykırı! Demek ki biz, birbirimizle yol arkadaşlığı yapmaya uygun değiliz. Senin sevgin de, yuların da bana uymuyor. O halde en iyisi ayrılalım!” diyerek deveyi bıraktı. ••• Bu hîkayede geçen ‘Mecnun’ insan ruhunu temsil ediyor. Ve ruh, Ezelî bir Sevgiliye yani Rabbine muhtaç ve müştaktır. ‘Deve’ ise, nefistir. Maddî arzuların sembolüdür. O da, yavruları olan heveslerin ardında koşmaktadır. |
|
08-27-2009, 15:02 | #104 | |
Alıntı:
|
||
08-29-2009, 04:16 | #105 |
Bir çift kumru sesi. Sabah. İlk ışıkların altında. Meşeliklerde, ötede, kendisini görmediğimiz, ismini bilmediğimiz bir yalnız ötücü kuş. Çimenlerin arasından şırıltıyla akan derecik. Rüzgarda sallanan başaklar. Başakların sese getirdiği esenlik. Oturduğumuz iskelenin altında, eski bir zaman dili gibi varlığı şlap şlap yoklayan dalga. Bir annenin çocuğuna koşarken çıkardığı şakıma. Ve aşk için kollarını açmış kelimeye dönüşmeyen iç geçiriş sesi. Ve, kainatı zahmetsizce kucaklarcasına insanın canını yakan bir şarkıyı kanatlandıran ses. İnsan sesi. Şarkıda. Güzel ezanlar. Suyun içinden çıkan. Kıvrılmış saç. Rüzgarda. Görerek duyduğumuz ses. Geceleyin başımızı kaldırdığımızda yıldızların karşılıklı raksından gelen ses!
Doktorlar, anne karnında başladığını söylerler, insanın sesle olan macerasının. Bilemeyeceğimiz bir dönemin ilk izleri belki orada, bizim bilgi dışı zamanımızda oluşur, kökleşir. Yerleşir. İnsanın ilk macerası sesledir dünyada. Dünya sesle başlar. O başlayış belki de güzel sesle anlam arar kendisine. Ontolojik tutarlılık arar. Bulunca da su gibi yumuşar ruhu. UFUK BOZKIR |
|
08-31-2009, 13:37 | #106 |
İki büyük Allah dostu,Cüneyd-i Bağdadi ile Ebu Bekir Şıbli aynı günde hastalanırlar.. Her ikisini de aynı hekim tedavi etmektedir.. Ve hekim dinsizdir.. Hekim önce,Ebu Bekir Şıbliye gidip sorar: -Rahatsızlığın nedir? O: -Hiç! , diye cevap verir. Hekim daha sonra aynı soruyu Cüneyd’e de sorar, o ise,ayrıntısıyla bütün hastalığını anlatır… Bir süre sonra iki büyük gönül ,Cüneyd ve Şıbli karşılaşırlar, Şıbli Cüneyd’e sorar: -Rahatsızlığını bir dinsizin önüne niye serdin? -Bilsin istedim dost olana böyle yapılıyor. Ya düşmana ne yaparlar! Sonra da hikmetini anlamadığı şeyi Cüneyd, Şıbli’ye sorar: -Peki,sen niçin rahatsızlığını söylemedin? -Dostu,düşmana şikayet etmekten utandım!.... "!!!" |
|
09-02-2009, 11:28 | #107 |
Peygamberlerimizin hayatlarını okuyor musunuz? Şimdiye kadar okumuş olsanız dahi yeniden okuyun. Evinizde, elinizde yoksa hemen bir tane edinin.
Bakın bakalım, aralarında, “ekmek derdine” kapılıp taviz verenler var mı? Ölüm gelmeden ölmeye yatanlar var mı? “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı” diyen oldu mu? “İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaş”mayı tercih eden bir peygambere rastladınız mı? “Bana dokunmayan yılan” tekerlemesine sığınanı gördünüz mü? “Maslahat icabı” inançlarından, ilkelerinden taviz veren bir peygamber olduğunu duydunuz mu? Hayır! Nasıl inanmışlarsa öyle yaşamışlar! Baskıysa baskı, zulümse zulüm, ölümse ölüm! Şiddet karşısında bile itidalden uzaklaşmamışlar, suhulet ve sükünetle tebliğlerini yapmışlar. Hatırlayın: Hazret-i İbrahim’in karşısında Nemrut vardı... Hazret-i Musa’nın karşısında Firavun vardı... Hazret-i İsa’nın karşısında Roma despotları vardı... Hazret-i Âlişan Efendimiz’in karşısında ise başta Ebu Cehil olmak üzere Mekke’nin tüm müşrikleri: Tüm kuvvet ve kudret sahipleri vardı... Nemrud, Hazret-i İbrahim’i ateşe attı: Ateş gülistana döndü. Firavun, Hazret-i Musa’yı Nil Nehrinde boğmaya kalktı, ordusuyla birlikte kendisi boğuldu. Roma despotları Hazret-i İsa’yı öldürdüklerini zannettiler, Hazret-i İsa semaya alındı. Ebucehil, Hazret-i Âlişan Efendimizi doğduğu şehirden kovdu, ama kısa bir süre sonra muzaffer olarak aynı şehre dönmesini engelleyemedi. Onlar başkalarına değil, Allah’a teslimdiler. Allah’a teslim oldukları için zahiren kaybettikleri zamanlarda bile mânen kazanıyorlardı. Baskılar şiddetlendikçe inançlarına sarılıyor, inançlarında diriliyorlardı. Samimiydiler. Dürüsttüler. Yüreklerinin en derin yerlerine kadar imanlıydılar ve inançlarında sebat etmeye kararlıydılar. Tarih onların yaşama biçiminin haklılığını tescil etti. Tarih bizim tabansızlığımızı da tescil ediyor. Bakalım gelecek nesiller nezdinde beraat edebilecek miyiz? Yavuz Bahadıroğlu |
|
09-06-2009, 22:38 | #108 |
Devlet kurumları “U Borusu” gibidir.. Biri diğerinden çok daha saygın olmaz genellikle..
Hangi ülkede olursa olsun, ‘Başbakan asan bir ordu’nun hukuk dışı gücü, hangi ülke ve toplum için olursa olsun, teminat değil, milli iradeye karşı tehdittir.. Ordu denizinde bir gemi mi Türkiye, yoksa türkiye denizinde yüzen bir muhafız gemisi mi? Bazen kulağa hoş geldiği düşünülen ifade ve iddialar, sonra can sıkıcı talihsiz sloganlara dönüşebilir... Çevik Bir zamanında orduya şükran onurumuzdur gibi kışla kapılarında dışa dönük tabelalar asılmıştı.. Şecaat arz ederken bazen böyle zor durumlarda kalınabilir.. Bu ifadeler gelecekte, geçmişe ait acı hatıraların, yanlış bir zihniyetin belgesi olarak anılacaktır.. Genelkurmay Başkanı bu tür tuzaklara nasıl düşüyor, bu yanlışlıklar meratibi silsileden nasıl geçip afişlere çıkıyor, anlamak zor aslında.. Sonunda korumaya çalıştığımız değere zarar veriyoruz. Şecaat arz ederken, başka durumlarla karşılaşıyoruz.. Güçlü bir Türkiye’den söz ediyorsak, önce darbeci paşaların unvanlarının geri alınması gerekir. Evren’in de, Gürsel’in de. Diğer darbeci paşaların da sanık sandalyesine oturtulması gerekir.. Güçlü ordu, zayıf Türkiye sonucunu doğurmamalı. Evet “Bütünün adı Türkiye'dir. Türkiye güçlü olursa ordu, millet, devlet, meclis, hükümet, her şey güçlü olur.” Güçlü ordular, güçlü olmayan halkını eziyor, yoksul bırakıyorsa, orada sorun var demektir. Diktatör ülkeler, faşist iktidarlar da güçlü orduyu severler, ama kendi iktidarlarını korumak ve düşmandan çok kendi halkını zabtu rabt altına almak için.. Abdurrahman Dilipak |
|
09-08-2009, 19:44 | #109 |
Hayatıma etki etmedi pek... Ama sorgulamamı sağladı, kendimi ve çevremi, sahiden böyle mi yapıyoruz... Şimdi okudum burayı, iftardan önce aktarayım istedim...
... Kendimizi kolayca, Batı'da imal edilen o "Doğulu" (Oryantal) çerçevenin göbeğine monte ediyor ve br ikiliği daha en baştan doğru kabul ederek yola çıkıyoruz. Tabii Batılı olmak bir üstünlük duygusu verdiği ve modern çağın statü standardı haline geldiği için de, kendimizi zirvedeki Batı ile ölçmeye; onun karşısında küçük görmeye, azgelişmiş, gelişmemiş, hasta adam vs. gibi aşağılayıcı sıfatlarla yargılamaya bayılıyoruz. Oysa meseleyi dünya tarihi veya küresel tarih bağlamında ele aldığımızda, Batı'nın insanlık tarihini baştan başa kat eden kesintisiz bir serüven olduğu masalını bir kenara bırakmamız ve "Batn çuvalı"nın içine tıkıştırdığımız birçok avare unsuru boşaltmamız gerekiyor. En önce de, Batı medeniyetinin daha baştan itibaren Doğu'dan büsbütün farklı bir kulvarda, kendi yolunda yürüdüğü ve insanlık tarihinde benzersiz bir medeniyet vücuda getirdiği, nihayet, tarihin hep merkezinde bulunduğu ve "tarihin sonu"nu getirdiği gibi içi boş savları, kıyasıya sorgulamamız gerekiyor. Mustafa Armağan / Avrupa'nın 50 Büyük Yalanı |
|
09-13-2009, 15:01 | #110 |
Ne Hoş Tasvirler:
"O’nun beyanlarında namaz; oturup-kalkan, insana arkadaş ve yoldaş olan, onun yalnızlığını gideren ve ışığıyla onun yollarını aydınlatan.. abdest; can gibi, kan gibi insanın damarlarında dolaşan, ırmaklar gibi onun kapısının önünde akan, akıp akıp her türlü isi-pası temizleyen.. ezân, kâmet; selviler gibi boy atıp salınan, ses şoku yapıp şeytanların ödünü koparan ve bir revh u reyhân olup namaza gidenlerin ruhlarını saran.. zekât, sadaka; tıpkı birer köprü gibi birbirinden kopmuş yığınları bir araya getiren, sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren.. oruç; bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun cennete girmesine yardım için, cennet surlarında sırlı bir kapı hâline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan.. hac; bir terzi gibi yırtıkları yamayan, bir gassâl gibi lekeleri yıkayan ve umumî bir meşveret meclisi gibi bütün inananları bir araya getiren.. cihad bir fedâi gibi göğsünü gerip cehenneme giden yolları kapayan, bir teşrifatçı gibi cennet yollarını açıp, insanlara “buyur!” eden ve şefkatli bir baba gibi inat edenleri zincirlere vurup firdevslere doğru sürüyen.. zikir, dua; telsiz, telefon gibi Yaratan’la yaratığı birbiriyle buluşturan, birbiriyle konuşturan, emr-i bil-ma’rûf nehy-i ani’l-münker; birer trafik memuru, birer kapıcı gibi, yol başlarını, kapı önlerini tutup, yoldan geçip-geçmeme, kapıdan içeriye girip-girmeme işlerini idare eden.. sıla-i rahim; bir anne gibi kucağını açıp bekleyen, insanlarla dâvâlaşan ve mürâfaa olan, onlarla konuşan, vaadlerde bulunan, inhirâf edecekleri endişesiyle onları tehdit eden, yakasından tutup hırpalayan birer canlı motif hâline gelir ve dinleyenleri âdetâ büyüler. Evet, O’nun bütün bu hususları bir kaneviçe gibi tasviri, tasvirde kullandığı malzemenin husûsiyetleri; beyânındaki hareket, işaret, resim ve mûsikî gücü, bütün edebî san’atları tekellüfsüz ve yerli yerinde kullanması, her biri başlı başına birer mücelled isteyen mevzûlardır." |
|
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|