10-27-2009, 14:26 | #131 |
Ben bende degil, sende de hem sen, hem ben,
Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim, Bir öyle garip hale bugün geldim ki Sen benmisin, bilmiyorum, ben mi senim. Hz. Mevlana |
|
10-27-2009, 14:38 | #132 |
Evet, insan, yerinde ocaklar gibi yanmalı ama, gam izhar etmemelidir. Yerinde dağların altında kalıp ezilmeli ama, kimseye dert dökmemelidir.
|
|
11-01-2009, 15:54 | #133 |
"
Perdenin üzerindeki gölgelerle yetinemeyiz, hakikati görmek konusunda ısrar etmek zorundayız. Postacı değiliz ki iki kez çalalım kapıyı, hânenin sahibiyiz. Ses alamıyorsak, kapıyı yere yıkmaktan kaçınamayız! Hiç çekinmemeli, gerekirse yıkmalı, ve yıkılmayı göze almalı! İçindekinin içindekini görmeli. Fîhi-mâ-fih'le tanışmalı" |
|
11-09-2009, 19:14 | #134 |
-Milli Savunma Bakanlığı ile TSK arasındaki ilişkiler, çok sevilen bir askeri tabirle asimetriktir. Garip fakat, MSB, yaşamakta olduğumuz krizde adı en az geçen kurumdur; orduyla hükümet ve meclis arasındaki ilişkiyi sağlayan yarı sivil, yarı askeri bir müsteşarlık görüntüsündedir. MSB, orduyu denetleyemez, sorgulayamaz; görülmüş şey değildir.
-Askeri yargı: İlk bakışta orduya avantaj sağlıyor gibi görünmesine rağmen, fiilen Genelkurmay hiyerarşisi altında çalışması, onu bir denetleyici ve sorgulayıcı yapı olmaktan çıkarıyor. Pratikte, suç işleyen asker kişileri, genel yargının eline bırakmama misyonunu ifâya yarıyor. -Yüksek rütbelilerin tayin ve terfilerinde yürütme uzvu kağıt üstünde belirleyici görünmesine rağmen hükümetlerin kezâ, "orduya da hükmetmesi", işitilmiş örneklerden değildir. Yürütme, bizdeki uygulamada askerlerin âmiri sayılmıyor; bilakis askerlerle iyi geçinmek zorunda olan bir heyet gibi görünüyor. - Meclis: Ordunun yasama gücü tarafından denetlenebileceği en kritik yer, bütçedir. Bizde bütçe görüşmeleri kısaca, "askere selam, bütçeye devam" sloganı ile geçiştirilir. Böylece bütçe, meclisin ordu üzerinde bir denetim kurma aracı olarak anlamsızlaşmıştır; örnekler hep öyle çünkü. - Basın ve yargı: Ordu, kendi mensuplarının ifadesine göre iki güçten ciddi olarak çekinmektedir: İlki yargı (Muğlalı sendromu), ikincisi basındır. Türkiye'de askeri cuntalar hükümetle, halkla ters düşmeyi göze alır da, bu iki güçle didişmeyi aklından bile geçirmez. Hâlen devam eden krizde yargı ve basının bazı unsurları, ordu içindeki darbe heveslilerini cesaretlendiriyorlar. Dışardan bakınca destek gibi görünen bu yaklaşım, ordu için talihsiz sonuçlar doğuruyor, çünkü zihni dolaşık darbeci takımı, işledikleri suçlara yargı ve basın aracılığı ile meşrûluk kazandırabileceklerini hesap ediyorlar. "Geçmişte oldu; şimdi de tekrarlanır" düşüncesindeler. Ahmet Turan Alkan |
|
11-10-2009, 10:29 | #135 |
Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz; Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde Kağıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz. Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda, Çocukluğumuzla çözdüğümüz... Özdemir Asaf |
|
11-15-2009, 11:10 | #136 |
Diyarbakır Cezaevi'nde ise 30'dan fazla insan işkence sonucu öldü. Dizide yer alan yaşanmış-gerçek bir sahne vardı: Tutuklular kendi aralarında konuşuyor ve biri "biz galiba öldük, farkında değiliz" diyor. Cehennemin böyle bir yer olduğunu anlıyorsunuz. Sadece biri: Ramazan günü oruçlu iken yediği postal darbeleri ile iç organları parçalanarak ölen Bedii Tan. Ne diyeceksiniz? İnsan olan, insana böyle bir şey yapar mı?
"Mamak'ta bize yapılanları bir işgal ordusu bile yapmazdı." diyen kişi, MHP'nin o zamanlar önde gelen isimlerinden "Doğu'nun Başbuğu" diye bilinen Yılma Durak. Demek ki bir yerde, bir yerlerde bir hata var ve bu hatanın tekrarlanmayacak şekilde düzelmesi lâzım. Kürt sorunu dediğimiz, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar demek. Geri, ilkel bir kafa Türkiye'yi Diyarbakır Cezaevi'ne dönüştürerek yönetmeye kalktı. Etrafınız duvarlarla, tel örgülerle çevrilince birileri de eline balyozu alıp işe girişiyor. Sonra balyoz başkalarına dönüyor. |
|
11-17-2009, 13:42 | #137 |
Dolayısıyla kimi yargı mensuplarına yönelik olarak verilen dinleme izinlerinde hukuka aykırılığın bulunduğu gerekçesiyle Adalet Bakanlığı aracılığıyla iktidar partisini sorumlu tutmak hukuken isabetli değildir. Çünkü Adalet Bakanı'nın talebi olsa bile telefonların dinlenilmesi konusundaki nihai kararı her zaman hakim vermektedir. Bu biçimdeki yargı kararlarında karşılaşılabilecek hukuka aykırılıkların düzeltilmesi ve mağduriyetlerin telafisi elbette ki zorunludur. Ancak bunlardan iktidarda bulunan partiyi sorumlu tutmak kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ile izah edilemez. Telefon dinlemelerinde ortaya çıkan aykırılıkları iktidar partisine mal etmek için çok açık delillere ihtiyaç duyulmaktadır. Belki de Başsavcılık bu tür delilleri araştırmak amacıyla inceleme başlatmış olabilir. Bu tür ciddi delillerin olmadığı durumlarda iktidar partisinin yargı kararlarına bağlı olarak gerçekleştirilen telefon dinlemeleri veya girişimlerinden sorumlu tutulması söz konusu edilemez. Telefon dinleme sürecindeki muhtemel hukuka aykırılıkların yine yargı tarafından ayıklanması gerekmektedir. Zaten hukuk devletinde yargısal denetimin varlığı da bunun içindir. Hiçbir somut dayanağı olmaksızın bunlardan iktidardaki partiyi sorumlu tutmak, aslında partinin sorumluluk alanını olması gerekenden çok daha geniş bir alana çekmek anlamına gelir.
|
|
11-17-2009, 15:46 | #138 |
Türkiye bu dâvanın sonucuna göre ya “olacak”, ya da “ölecek”!
Türkiye’de hamasetle sistemleştirilmiş itibar hiyerarşisinin, zümre istibdadının bugünleri göreceği düşünülemezdi bile. İttihatçı geleneğin darbeciliği, şiddeti kutsayan, hatta zaman zaman olağan, halkın da tasvib edeceği işleri darbe yöntemleriyle gerçekleştiren yapısı, Cumhuriyet’ten sonra da gücünü korudu. Enver-Talat-Cemal paşalar üçlüsünün zihniyeti Cumhuriyet’ten sonra tek adam ve kadrosu ile bir süre devam etti. Dünyanın zorlamasıyla demokratik hayata geçilince, “Atatürk kültü” dayanak yapılarak sistem devam ettirildi. Halk seçiyor, oligarşik zümreler bildiğini okuyordu. Bu ikili yapı, Türkiye’nin 20. Yüzyılı zor şartlarda geçirmesine yol açtı. Demokratik sistemin oligarşik yapıyla birlikte sürdürülebilmesinin güçlüklerine rağmen, Sovyet sisteminin çökmesinden sonra bir dengeye varıldı. 1994 seçimlerinde Türkiye halkı ideolojiye karşı demokrasiyi seçtiğini kesin olarak ortaya koydu. Bu sonuç oligarşik darbeci kesimler tarafından da görüldü ve karşılığı 28 Şubat ile verildi. 28 Şubat, yolunu bulmuş olan treni rayından çıkarmaya teşebbüstü. Bir yol kazası oldu. Türkiye felakete sürüklendi. Neyse ki halk, bir seçim sonra bu zihniyeti sandığa gömdü. Şimdi yargılanmakta olan Ergenekon, darbeye dönüşememiş olan 28 Şubatın uzantısıdır. Halk seçimle sözünü söylüyor, devletin ittihatçı geleneği sürdüren güçleri bu sözü tesirsiz bırakmaya çalışıyor. Bu tesirsizleştirme yöntemleri içinde neler yok ki? Konu “gayri nizami harb” olarak algılanırsa, neler olmaz! Gizli cephanelikler, bombalar, patlayıcılar, her türlü silah, “soba borusuna benzeyen” lav silahları... Elbette bunlar olunca, bunları kullanarak dehşet uyandıracak, sistemi sarsacak eylemler ve bu eylemleri yapacak elemanlar da olacak. Ergenekonun silahlı bürokrasi olmaksızın tam olarak anlaşılması mümkün değil. Silahlı bürokrasinin nâzım rolü oynaması da şaşırtıcı değil. Nâzım rolü oynayan bir merkez olunca, rol dağıtımı da olur elbette. Yargı bürokrasisinin bir kesiminin, silahlı bürokrasinin hemen yanında hiza tuttuğu tahmin edilebilir. |
|
11-18-2009, 00:18 | #139 |
...
Motordan, elleri kelepçeli, çıkarılıyor; ve doğru maruf başsavcının bulunduğu, idare binalarından birindeki odaya götürülür. Burada, 45 dakika kadar, elleri daima kelepçeli, bir koltukta (resmi neşredildi) bekleyiş veya bekletiliş... Şahitlerimiz, daima vazife icabı, orada, koridor kısmında ve dikkatlerini içeriye sızdırabilmiş vaziyette... Bu 45 dakika içinde, malûm Başsavcı, onu konuşturmak için elinden ne gelirse yapıyor. Fakat tek cevap alamıyor. Mahut resimde görüldüğü gibi, parmak uçları birbirine dayalı iki elinin boşluğunu kalb şeklinde belirten, manevî çopta dalgın ve ezgin Menderes, öyle bir ruh hâleti içindedir ki, halini hiçbir kimseye emanet edemiyor, susuyor. Orada kendisine beyaz gömleği giydiriyorlar, ellerini arkasından kelepçeletiyorlar ve yürütüyorlar. Yine tek kelime yok... Sağında ve solunda birer gardiyan... Şahitlerimiz ise ona en yakın vaziyette... O sırada biri, kendisini sürükler gibi bir hareket yapıyor.... Kelimesi kelimesine duyulan sözü: - Dokunmayın!! Ben kendim giderim! Her zamanki zarif giyinişi ve yürüyüşü içinde, sehpaya doğru gayet metanetli yürüyor. İki taraf, iki saf asker... kara, hava, deniz, jandarma karışık... O sırada bir an duruyor. Ufuklara doğru son bakış... Gözlerini çepçevre, daire şeklindeki son dünya mesafeleri etrafında gezdiriyor. Ve hafifçe göğüs geçiriyor. Yine tek kelime yok... Sehpa... Üsküdarlı Kemal adlı cellâd, hazır, tarihî avını kollamakta... Masaya ve oradan masanın üstündeki iskemleye çıkış... Yine bazı sual ve sepetler... Yine tek cevap yok... Ismarlama hocaların, göstermelik şiveleriyle din telkinleri... Aynen duyulan sözü: - Dur! Cellât devam ediyor... Tekrarlanan söz: - Sana dur diyorum! Bir dakika! Ve Menderes'in dudakları, yalnız kendi gönül kulağına ve Allaha hitap ederek kıpırdamaya başlıyor. Bir, belki iki veya üç dakika okuyor. Ne okuduğu belli değildir; okuduğunun tek kelimesi duyulmamıştır. Fakat Allahına yöneldiği besbelli... Biraz evvel din ölçülerinin dış cephesine göre kahramanca öldüğünü belirttiğimiz Zorlu'ya nisbetle Menderes, aynı din ölçülerinin iç plânında taçlanmış, tam bir ulviyet ve teslimiyet içindedir. Tamam... Havada sallanmakta... Fena takılmış ipin tesiriyle biraz uzunca süren can çekişme... Hava erlerinden birkaçı bayılıyor. <<- Hava açıktı ve ortalıkta tek bir kuş yoktu. Tam da Adnan Beyin can verdiği anda, darağacının üstünde, küçücük, binlerce, sayısız kuş peydahlandı. Manzarayı görür görmez, dehşetimden yere düşecek gibi oldum>> Siz artık bu müşahedeye, ister tabii ve dış sebeplere bağlı, isterse manevi ve iç hikmetlere ilişkin bir hâdise gözü ile bakınız! Cinnet Müstatilli / Necip Fazıl Şu ân okuyorum... Ağlıyorum... Konu NûN tarafından (11-18-2009 Saat 00:34 ) değiştirilmiştir.. |
|
11-19-2009, 00:58 | #140 |
Gene Necip Fazıl'dan
Gözyaşını kaybeden gözlerine biber doldursa yeri… İsrail oğullarından biri Allaha hitap ediyor: - Yarabbi, ben ne günah işledim ve sen bana onların cezasını vermedin! Allah onun peygamberine vahyediyor: - Git ona de ki; ben kendisine cezaların en büyüğünü verdim ama, farkında değil… Ondan gözyaşı ve duayı kaldırdım! Herkesin kahkahadan hoplayacağı, zıplayacağı sözde saadet şartları içinde, beni bulutlar dolusu gözyaşı nasibine kavuştur, Allahım! Ağlayabilmek için ille yılanlı kuyuya düşmek mi lazım?... Asıl dünyanın en korkunç bir yılanlı kuyu olduğunu anlamak yetmez mi? Gene ağlıyorum... Çok şükür... |
|
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|