AK Gençliğin Buluşma Noktası
Köşe Yazıları Köşe yazıları burada paylaşılıyor.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 06-22-2018, 06:33   #121
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU

Atatürk Meclis’i dualarla açmıştı


Muharrem İnce, cumhurbaşkanlığı adaylığında Atatürk’ün Meclis’i açış yolunu taklit etti, ancak birçok şeyi eksik yaptı. 23 Nisan 1920’de Meclis açılmadan önce memleketin her tarafında Kuran-ı Kerim, Buhari-i Şerif ve mevlidler okunmuş, Atatürk cuma namazından sonra tekbirlerle yola çıkıp, kurbanlar kesildikten sonra dualarla Meclis’i açmıştı Batılılar, Birinci Dünya Savaşı'nda Türk milletini Anadolu'dan atmayı planlamış Ancak esareti kabul etmeyen atalarımız, direnişe başlamış, Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasıyla Milli Mücadele liderini bulmuştu.Son Osmanlı Mebusan Meclisi 28 Ocak 1920'de "Misak-ı Milli"yi kabul etti. İtilaf devletleri, 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal etti meclis kapatıldı.

İstanbul'un işgaline tepki gösteren Kemal Paşa, 19 Mart'ta meclisin Ankara'da açılması için davette bulundu.21 Nisan 1920'de Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla sivil ve askeri makamlara telgraf çekilerek, 23 Nisan günü açılacak meclisin halka duyurulması istenmişti.
Meclisin açılacağı gün Hacı Bayram- Camii'ndeki Cuma Namazı'nda izdiham vardı. Namazdan sonra tekbirlerle Meclis'e doğru yola çıkıldı. Hacı Bayram Veli'nin üzerinde ayetler yazan sancağı Sinop Mebusu Hoca Abdullah Efendi'nin başı üzerindeydi Fehmi Hoca yüksek sesle hatim duasını okudu Kemal Paşa tarafından meclis açıldı. mebuslar sıralara oturmuştu. Meclis dua ediyor ve Buhari-i Şerif okuyorlardı.

Bayraklarla süslenen kürsüye Hacı Bayram-ı Veli'nin sancağı dikildi. Kur'an-ı Kerim ile Sakal-ı Şerif kürsüye kondu. Sinop mebusu Şerif (Avkan) Bey kürsüye gelerek, "... Milletimizin dahili ve harici istiklal-i tam dahilinde mukadderatını bizzat üstlendiğini ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum" diyerek meclisi açtı.

Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU

ERHAN AFYONCU Anne her zaman annedir

Padişahların anneleri oğullarına “arslanım” diye hitap ettiler hükümdar anneleri çocuklarına “aman oğlum üşütme, aman cirit oynayıp sakatlanma dediğini görüyoruz Osmanlı tarihinin en renkli isimlerinden Kösem Sultan eşi Birinci Ahmed'in sonra da oğulları Dördüncü Murad ve Sultan İbrahim ile torunu Dördüncü Mehmed'in hükümdarlıklarında yarım asır imparatorlukta önemli rol oynadı. ümmü'l-Müminin, yani Müminlerin annesi olarak anıldı.
17. yüzyılda padişahların çocuk yaşta tahta çıkmaları devlet yönetiminde boşluk meydana getirdi. devlet idaresinde harem ve valide sultanlar ön plana çıktı Kadınların devlet yönetimini üstlenmesini tuhaf karşılayan tarihçiler valide sultanların devlet idaresindeki rollerini tenkit ettiler.

hükümdar otoritesinin olmadığı bir dönemde Kösem Sultan ve Turhan Sultan'ın hanedanı her şeyin üstünde tutup devletin devamını sağladı. sarayda böylesine muktedir kadınların bulunması, Osmanlı Hanedanı ve İmparatorluk için şanstı.
Kösem Sultan, bir taraftan devleti yönetiyor diğer taraftan kabına sığmayan oğlu Dördüncü Murad'a söz dinletmeye çalışıyordu. anne gibi oğlunun soğukta üşüyüp hasta olmamasına ve tehlikeyle uğraşmamasına çalışıyordu.Veziriazama yazdığı mektupta, "Arslanım sabah gider ahşam gelür. Ben dahi görmem soğuktan perhiz etmez. Mizacı bozulur. Hele oğul olmaya beni helâk edeyor. Allah emaneti buldukça kendiye nasihat edesiz canını esirgesün. Neyleyüm söz tutmaz. bunlar bende akıl komadular. demişti.

oğlunun cirit oynamasından rahatsızdı. Veziriazama yazdığı mektupta Keşke sözceğizimi tutup Atmeydanı'nda ciridi kaldursanuz makul idi. Varsunlar oynasunlar. benim arslan hevesi hatırına gelür, aklım gider. bu eyi manadır tembih edesiz. Neyleyim sözümüz acı gelür. dünyada var olsun. Cümlemize lâzım vücududur. Derdim çoktur, kaleme gelmez. nasihat lâzımdır. Birin tutmazsa birin tutar. sağlık olsun. Hep olur biter" demişti.
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-22-2018, 06:33   #122
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU

padişahlarımıza ‘Mesih’ diyenler,
Filistinliler’e aslan kesildi

Filistinli Müslümanları katleden İsrailliler’in ataları olan Avrupa’dan kovulmuş Yahudiler, Osmanlı padişahlarını Mesih, Osmanlı fetihlerini Mesih’in çıkışı görmüşlerdi Osmanlı topraklarında her dinden insan özgürce yaşarken, Avrupa'da Müslümanlar'a hayat hakkı verilmez, Yahudiler çok zor şartlarda hayatlarını sürdürürlerdi. Başlarına felaketler gelirdi. 14. yüzyıldaki Avrupa'daki veba salgını sırasında Yahudiler, suçlu gösterilip, yok edilirlerse vebanın da biteceğine inanıldı. 1348 baharında Güney Fransa'da ilk Yahudi katliamları başladı. Yahudiler ahşap evlere doldurularak yakıldı Bavyera'da 12 bin, Erfurt'ta 3 bin Yahudi öldürüldü, Strasburg'da 2 bin Yahudi diri diri yakıldı. Avrupa'nın katliamlar oldu. Yahudiler cellatlarının eline geçmemek için kendilerini yaktılar.

Yahudiler yakılmadan kazıklatıldı, fıçılara konularak nehirlere atıldı Osmanlılar tarafından fethedilen yerlere Yahudiler'in göç etmesi 14. yüzyılda başladı.*Macar Kralı Layoş*1360'ta Yahudiler'i kovan bir ferman yayınladı Yahudiler Osmanlı topraklarına sığındı*Fatih, İstanbul'u fethettikten sonra Yahudiler'e İstanbul'da oturma, ticaretle uğraşma, havra ve okul yapma hakkı verdi. Fatih,*Moses*Kapsali'yi hahambaşı tayin etti. Bizans döneminde Yahudi hahamlığı itibarlı bir görev değildi. Osmanlılar, hahamlığı patriklikle eşit seviyeye getirip, itibar ve prestij kazandırdı Yahudiler'i topraklarında yaşayan Hıristiyanlar'a ve Avrupalılar'a karşı güç olarak kullandılar. Anadolu ve Rumeliden getirilen Yahudiler İstanbul'a yerleştirildi.

Yahudiler, Venedikliler tarafından hâkim olunan şehrin iş merkezi Çıfıt Kapı'dan, Zindan Kapı'ya kadar iskân edilmişlerdi. Fatih, Bizans döneminde şehirde önemli rol oynayan Venedikliler'in yerini Yahudi tüccarlara vermişti. Sultan, kuşatmadan önce ve kuşatma sırasında, İstanbul'dan Venedik'e kaçmış Venedik Yahudileri'nin dönmesi için Venedikten talepte bulunmuştu. Fatih'in hükümdarlığının sonlarında İstanbul'da Yahudi nüfusu artmıştı. 1477'de İstanbul'da 1647 Yahudi hanesi, yaklaşık 8 bin Yahudi vardı.Yahudiler, 15. yüzyılda İspanya yarımadasında aşağılandı 1480'den sonra İspanya'da Yahudiler'e Engizisyon baskısı başladı. Çeteler Yahudiler'e saldırdı. 1483'te Engizisyon yargıcı*Torquemada'nın emriyle binlerce Yahudi öldürüldü.

baskılar üzerine Yahudiler, İspanya'yı terk etti İspanya'da baskıyla Katolikliği kabul eden Maranos Yahudileri Osmanlı topraklarına sığındı ve kendi dinlerine döndüler.*İkinci Bâyezid*döneminde İspanya, Portekiz ve İtalya ve Avrupa'nın her tarafından sürülen Yahudiler, 1492'den itibaren Osmanlıya geldiler. Kapsali*isimli Yahudi tarihçi padişahın Yahudilere acıdığını ve fermanlarla Yahudiler'i şehirlere kabul ettiğini yazar. 1492'den sonra İber yarımadasından göçeden 165 bin Yahudi'den 90 bininin Osmanlı topraklarına geldiği tahmin edilir. 16. yüzyılın ortalarından itibaren imparatorluğa Orta ve Doğu Avrupa'dan Yahudi göçü başladı. Yahudiler'in Türkiye'ye göçü devam etti. 19. yüzyılın sonlarında yaşadıkları ülkelerde baskıdan dolayı Doğu Avrupa ve Rusya'daki Yahudiler'in bir kısmı yine Türkiye'ye geldi

Yahudiler'in Türkiye'ye göçlerini en iyi tasvir edenlerden 16. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelen Avusturyalı*Dernschwam Göçü, "Yeryüzünde Yahudiler kovuldular mı doğruca*Türkiye'ye gelirler" şeklinde tasvir eder.Osmanlı*tarihiinde İbranice tarih kitabı yazan en önemli Yahudi tarihçi*Eliyahu Kapsali'nin (1483- 1555), eserinde Hıristiyanlığı bozguna uğratan Osmanlı sultanlarının fetihleri, Yahudi sürgünlerinin sonu ve Mesih'in çıkışı müjdecisi kabul eder. Osmanlı sultanları kurtarıcıdır Kapsali, Osmanlı sultanlarını mesih olarak görmüştür Roma ve Bizans döneminden beri Osmanlılar'ın fethettiği topraklarda yaşayan Yahudiler'e "Romanyot" denirdi. İspanya ve Portekiz'den gelen Yahudiler ise "Sefarad"olarak adlandırılır. Orta ve Doğu Avrupa'dan gelen Yahudiler Aşkenazi" diye isimlendirildi.
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-22-2018, 06:33   #123
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU

Haçlılar’ın yıktığı İstanbul’u Fatih yeniden imar etti

Sultan Mehmed, 1204’te Latinler işgaliyle parlak günlerini kaybeden İstanbul’u, fethin ardından imar ve iskânla canlandırarak Avrupa’nın en büyük şehri haline getirdi Dördüncü Haçlı Seferi, Müslümanlara değil Bizans ve İstanbul'a yönelmişti. 1204'te Konstantinopolis'i işgal eden Haçlılar, şehri yağmalayıp, yakıp, yıktı Tarihçi Steven Runciman "tarihte İstanbul'daki yağmanın örneği yoktur" der. İstanbul ihtişamını ve zenginliğini bir daha gelmeyecek şekilde kaybetti. İstanbul işgalden sonra gerilemeye girdi. köye döndü Fetihten önce İstanbul, "boş, yoksul harabe bir şehirdi Sultan Mehmed kuşatmada müstakbel başkente son hücumu yapmaya karar verdiğinde Bizansa şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif etti Mora despotluğunu vadetti.

Bizanslılar şehri teslim etmeye niyetlenseler de Latinler karşı çıktı Fetih öncesi, İstanbul terkedilmiş bir kısmı kaçmış, geri kalanlar esir alınmıştı. Fatih, fetihten sonra ilk iş, şehri iyileştirmek için imar ve iskâna. İstanbul'u imparatorluk merkezi yapmak için büyük bir enerjiyle çalıştı. Fatih'in yegâne meşguliyeti, İstanbul'u, imparatorluğun hakikî merkezi yapmaktı
Fetihten sonra artık Fatih Sultan Mehmed olarak anılan büyük sultan, esir alınan çok sayıda Rum'un, fidyelerini ödemeleri şartıyla serbest bıraktı. Esirlerin fidye parası için, inşaatlarda çalışmalarına izin verdi. Şehirden kaçanların dönerse evlerinin tamir edileceğini bildirdi.İstanbul'dan ayrılmadan surların restorasyonunu ve Yedikule'de kale yapılmasını emretti. şehrin merkezinde, İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yerde saray inşa edilmesini buyurdu.

Fatih, şehrin imar ve iskânı için Anadolu ve Rumeli'den insan getirtti. Boş evler verdi. Silivri ve Galata halkı İstanbul'a yerleştirildi.
İstanbul'un fatihi, fethettiği şehirlerden bir kısmını sürgün olarak İstanbul'a getirdi. Savaş esirleri sultanın kulları olarak, İstanbul'a gıda maddeleri temin etmek için şehire yerleştirildi. Seferlerde Eski ve Yeni Foça, Argos, Amasra, Trabzon, Mora, Midilli, Eğriboz, Taşoz, Semadirek, Kefeden Hristiyanlar, Konya, Larende, Aksaray ve Ereğli'den çok sayıda Müslüman ve Hristiyan nakledildi.
Her grup, İstanbul'a gelişlerinde başka bir mahalleye yerleştirildi mahalleye eski memleketleri olan şehrin ismi verildi.
Fatih'in, teşvikleri ve Osmanlı'nın müsamahasıyla Almanya ve İtalya'dan çok sayıda Yahudi göç etti. Ermeni Patrikliği İstanbul'a taşındı.


15. yüzyılda İstanbul. AVRUPA'NIN EN BÜYÜK ŞEHRİ ydi Köprüler ve yollar tamir edildi. Kaldırımlar yapıldı. Su kanalları ve su kemerleri tamir edilerek şehir suya kavuşturuldu Eski Saray 1464'te tamamlandı. Topkapı Sarayı ismiyle anılan Yeni Saraya başlandı. Büyük Bedesten Kapalı Çarşı'nın inşasıyla İstanbul, önemli bir ticaret merkezine kavuştu. Fatih,1459'da İstanbul yakınında Hz. Muhammed'in sahabesi Eyyüb el-Ensârî'nin şehid düştüğü yerde bir cami ile bir türbe, bir medrese ve bir imaret yaptırdı Bursa'dan getirilen göçmenler yerleştirildi. Eyüp, Mekke, Medine ve Kudüs'ten sonra İslâm dünyasının en önemli bölgesi oldu.İstanbul'un Türk kimliği Fatih döneminde oluştu. Fatih'in izinden giden devlet adamları, şehrin her bölgesinde vakıflar meydana getirdi

İstanbul, kamu hizmeti ve devlet adamları, nüfuzlu ve zengin şahıslar eliyle kurulan vakıflar ve külliyelerle gelişti. sur içinde 163, Kasımpaşa'da 5, Galata'da 5, Boğaziçi'nde 6 ve Üsküdar'da 5 cami yapıldı. Medrese sayısı 21'dir. 32 hamam, 4 saray, 7 aşhane, 10 han ve kervansaray ile 28 çarşı inşa edildi. İstanbul, Fatih hayatta iken inşa edilen saraylar, hanlar, kervansaraylar, çarşılar, pazarlar, hamamlar ve medreselerle mamur bir Türk şehri hâline geldi. İstanbul 16. yüzyılda Avrupa'nın en büyük şehri oldu. FATİH'İN İSTANBUL'U ndan
bize kalan birçok semt ve mahalle adı vardır. Vefa, Akşemseddin, Kovacı Dede, Kocamustafapaşa, Defterdar Sinan, Akbıyık, Tokludede, Ya Vedûd, Hızırbey, Saraçhane, İshakpaşa, Kasımpaşa, Mahmutpaşa, Molla Fenari, Molla Gürani,

Birçok semtimiz Fatih dönemi devlet adamlarının ismini taşır. Gedikpaşa, Fatih'in veziriazamı Gedik Ahmed Paşa'nın yaptırdığı hamamdan; Hocapaşa, Fatih'in hocası Hoca Sinanüddin Yusuf Paşa'nın konağından; İshakpaşa, Fatih'in veziriazamlarından Fatih'in vezirlerinden Murad Paşa'nın Aksaray civarında yaptırdığı camiden; esinlenerek isim verilen semtlerdir. İstanbul'daki birçok yer Fatih zamanından izler taşır. İstanbul'a onun zamanında getirtilerek yerleştirilen Türkler, kendi geldikleri bölgelerin isimlerini iskân edilen bölgelere vermişlerdi: Aksaray, Çarşamba gibi.
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-27-2018, 21:59   #124
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak hürriyet. com.tr İLBER ORTAYLI yazıları

100. yıl

28 Mayıs 1918’den beri Trans kafkasya Müstakil Federasyonu’ndan ayrılan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Müsavat Partisi Reisi Mehmed Emin Resulzade, reisicumhur olarak bağımsızlığı ilan etmişti. cumhuriyetin destekçisi Bakü’ye giren Kafkas İslam Ordusu’dur. Milletin kimliği Türk ve lisanın adı Türkçe idi. 1917 de Rus Çar’ı tahtından indirildi. Ekim Devrimi ile Rus İmparatorluğu’nun istediği ekmek ve barış dönemi açıldı.bu istek kolay değildi. Ama Rusya’nın doğudaki savaşı bitmişdi, tükenmişlerdi. Kafkasya’da Çar ordularının yenilgisiyle iktidar boşluğu oluştu. Ocak 1918’de Sovyet Rusya’nın Brest-Litovsk’ta Almanya ve Türkiye ile yaptığı barış ile Kars kırk yıllık Rus hâkimiyetinden Doğu Beyazıt ile birlikte çıkarak Türkiye topraklarına katıldı.

Gönüllü kolordu Kafkas İslam Ordusu olarak Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın komutanlığında tümü terhis edilmiş zabitler, erbaş ve erlerden oluşuyordu. İngilizler gözlemci niteliğindeydiler. Rus ordusu dağınıktı. Bakü petrolleri için bize karşı savaşan tek ordu müttefikimiz Almanya idi. 15 Eylül 1918’de Almanlar ve Taşnak çetecilerini yenen İslam Ordusu, Bakü’ye girdi. Bakü’de ve Azerbaycan’da Müsavat Partisi hâkimdi. 28 Mayıs 1918’den beri kafkas Federasyonu’ndan ayrılan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Müsavat Partisi Reisi Mehmed Resulzade, reisi cumhur olarak bağımsızlığı ilan etti. Harbin sonlarında Türklerin morali yükseldi. Suriye cephesindeki çatışmalar savaşın sonunu gösteriyordu.

1918 yılının 31 Ekim’inde Mütareke’nin ilanıyla moraller düşüşe geçti.*Müsavat Partisi’nin lideri Mehmed Emin Resulzade 1884’te doğdu 1955’te de Ankara’da vefat etti defnedildi. Azerbaycan’ın genç aydınları gibi Türkçesini mükemmel yazar ve konuşurdu. 1918-20’de iki yıl yönettiği Azerbaycan’da üniversite kurdu. demokratik ve çok partili cumhuriyet örneğini verdi. Alfabeyi Latinleştirdi. Milletin kimliği Türk ve lisanın adı Türkçe idi. 1905 Devrimi’ne aktif olarak katıldı Stalin ile dosttu. Müteakiben İran Devrimi’nde İran Demokrat Partisi’ni kurmuştu. Rusya ve İran Türklerinin siyasi eylemde oldukları dönemdi. eserlerinde Kafkas problemlerini, Türk ulusçuluğunu ve Panturanizm’i ele almıştır.

Panturanizm Türk halklarının kültürel birliği ve ruhi yakınlığıdır. 1922’de Stalin’in görevlendirdiği Petersburg’dan Finlandiya’ya kaçtı. Stalinin İkiyüzlü politikasını anladı 1938’de Polonya’da idi. Mareşal Pilsudski’nin yeğeni Vanda ile evlendi. Vanda onunla Türkiye’ye geldi ve burada yaşadı.
Azerbaycan, bayrağı ve siyasi faaliyetleri ile Birinci Cihan Harbi’nin sonrasında geleceğin modern Türkiye’sinin gerçekleştireceği politikayı ve mücadeleyi başlatan ülkedir., şartlar Müsavat rejiminin yaşamasına izin vermedi politika modernleşmeci ve laik tarafları ile yeni Türkiye’ye taşındı. Türk halklarının bir tanesi cumhuriyeti yüz yıl önce kurmuştur.


İLBER ORTAYLI

Gazi Osman Paşa

Çar II. Alexander esaretinde onun kılıcını almadı, Üstün askeri nişanlarla verdi. 1878 te esaretten döndüğü vakit İstanbul onu muhteşem bir törenle karşıladı. Abdülhamid, Alman subaylarına gerçek komutanın Gazi Osman Paşa olduğunu söyledi. Sultan Abdühamid’ci değildi, fakat 1875 darbesini hiç bir zaman tutmadı TOKATLI Yağcıoğulları’nın tek erkek çocuğu olarak 1833’te doğdu. Ailece İstanbul’a göç ettiler. Askerliğe Beşiktaş Askeri Rüşdiyesi’nde küçükken başladı. Mekteb-i Harbiye’yi 1853 te bitirdi. Kırım Harbine asteğmen rütbesiyle gitti üsteğmenliğe yükseldi ve Kırım Savaşında Erkân-ı Harb eğitimini tamamladı. haritabçizimi ve teknik hizmette sivrildi. Türk ordusuna mahsus üstün bir kariyer izlemiştir.

Suriye’de başlayan ayaklanmada Cebel-i Lübnan’da, 1866’da Girit İsyanı’nda adadaydı. başarılarıyla Yemen’de tuğgeneralliğe çıktı. Sancak dediğimiz Yenipazar tümen komutanı, İşkodra ve Bosna komutanlıkları, ardından Niş ve Vidin komutanlıkları ve Sırp prensliğinin 2 Temmuz 1876’da Osmanlı’ya savaş ilan etmesiyle harbin kahramanlığına yükseldi. Rusya’nın var gücüyle ve komutanlarıyla destekliği Sırbistan’ı ve müttefiklerini yendi, şöhret kazandı.Osmanlı-Rus Savaşı 24 Nisan 1877’deki harp ilanıyla başladı. 7 Temmuz’da kolordusuyla Plevne’ye ulaştı. Rus kuvvetleriyle yaptığı 3 Plevne Savaşı’nda saldırıları kırdı. ağırlaşan kış şartları ve ikmaldeki aksamalar dolayısıyla aralıkda kuşatmayı yarma teşebbüsü kesintiye uğradı. Paşa yaralandı ve 40 bin kişilik kuvvet ağır kayıplar verdi.

Osman Paşa’nın Plevne’de gazilik unvanı ve mareşal olarak anıldı Rusya’daki esaretinde büyük takdirle karşılandı. Balkan Slavları ve Rus askerler onun keskin kararlarını harp sanatını ve ustalığını kabul etmişlerdir. Çar II. Alexander esaretin başında onun kılıcını almadı, iade etti. üstün askeri nişanlarla taltif edildi. Osmanlı-Rus Savaşı’nda Avrupa’nın entelektüelleri Karl Marx ve Engels Rusya’ya karşıydılar. Rusya’nın Ayastefanos Barışını Avrupa reddetti. 1878 Berlin Kongresi Rusya’nın ümitlerini kırdı yarı bağımsızlık kazanan Bulgaristanın Alman-Avusturyacı politikası Rusları hayal kırıklığına uğrattı. 1881’de suikastla hayatını kaybeden II. Alexander’ın yerine geçen III. Alexander Türkiye ile barışçıl bir politika izledi

Plevne Savaşı ve Erzurum cephesinde Türk askerlerinin dayanıklılığı, Ruslarla olan direnci, yabancılar tarafından da belirtilmiştir. Bu savaş Rusya’ya kazandırmadı 1914’te Rusya Dışişleri Bakanı Sazonov’un İngiltere’ye güvenen hayalperest saldırgan diplomasisine kadar aklı başında devlet adamları Türkiye ile Cihan Harbi’ne girmeyi tasvip etmemişlerdir.Osman Paşa saray müşiri II. Abdülhamid’in gözündeydi. Sultan Abdülhamid’in Almanya ile askeri ittifakı dışarıya karşı güv gösterisidir Abdülhamid, Alman subaylarına gerçek komutanın Gazi Osman Paşa olduğunu belirtirdi. Gazi Osman Paşa, Sultan Abdühamid’ci değildi. Bazı politikalarını tenkit fakat 1875 yılı darbesini hazırlayanları desteklemedi 118 yıl evvel 5 Nisan’da vefat etti.

1960’lara kadar Gazi Osman Paşa isminin pek yaygın kullanılmadı 27 Mayıs devriminden sonra sokak ve okullara onun adı verildi. Modern ordunun çağdaş , komutanların ve geleneksel savaş yeteneğinin temsilcisidir 1878 de Rus esaretinden döndüğünde İstanbul onu muhteşem bir törenle karşıladı
*
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-27-2018, 22:00   #125
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak hürriyet. com.tr İLBER ORTAYLI yazıları*


İLBER ORTAYLI

Kazakistan: bozkırda doğan medeniyet;

Kazakistan göçebeliğin özelliklerini ve tarzını muhafaza etmelerine rağmen değişim yaşayan bir ülke. Değişim yaşayan bütün halklar gibi zarafetle uyumsuzluk, parlak zekâyla saflık, beceriklilik ve marifet , beceriksizlik ve bilgisizlik yan yana Kazakistanda Özbekistan’ın ruhu ve rüya abideleri, Fergana Vadisi’nin özlenen bereketi Ahmet Yesevi’nin türbesi doymaz gözlerle ve düşüncelerle düşünme tiryakisi oldum.
Kazakistan bozkırda doğan bir medeniyet; göçebeliğin özelliklerini ve tarzını muhafaza ediyor tüm halklar gibi zarafetle uyumsuzluk, zekâyla saflık, beceriklilik ve beceriksizlik bilgisizlik Kazakistan asrın ülkesi. ismi kalacak bir yer. Orta Asya’nın en göçebe ulusu ve at göçebeliğiyle geçinen bir kavim

Rusya’nın sanayileşmesi ve Sovyet teknolojisinin Kazakistan’a el atmasıyla Rus nüfus da buraya geldi. Göçerlerin toprağa yerleşmesi kolay değildir. aile yapısı sarsıntılar geçirir. Fakat Kazaklar klasik bağlarını korumayı becerdiler. Viyana Üniversitesi’nin ünlü tarihçilerinden Prof. Walter Leitsch çocukluğunu Kazakistan’da geçirmiş. Alman istilasında Hitlerden kaçan Yahudiler Almanlarla muhtemelen işbirliği yapan Volga Almanları ve Nazilerin imha tehlikesi altındaki Baltık ve Avrupa’daki Yahudi kavimler de Kazakistan’a sürülmüştü. Genç Walter Leitsch Rusça öğrendi Kazakları inceledi. toprağa yerleştirilenlerin arasında tüberküloz ve frengi baş göstermişti. Alkol, Sibirya ve Orta Asya halklarının maruz kaldığı en önemli alışkanlıktır.

Kazaklar ciddi bir ulus. İç açıcı olmayan bütün mebuslar Rusça görüşüyor. Parlamentoda Kazakça duymak mümkün değil bu derecede temiz, parlak bir Rusça başka halklarda Ermeniler, Gürcülerde Rusyada bile duyulmaz. Rus dilini en iyi muhafaza eden eski Sovyetler Birliği üyesi Türk halklardır. Ayakta kalmak, ve Sovyet rejimine katılmak için güzel Rusça öğrenmişler. Türkçe ve İngilizce öğrenen kazak gençlerde çok başarılı ve mükemmel kazakistan ALLAH VERGİSİ BİR COĞRAFYA dünyanın en geniş topraklarına sahip dokuzuncu ülkesi durumunda fakat nüfus yoğunluğu en düşük olanlarından. Coğrafyaya güneydeki Tanrı Dağları ve Altay Dağları geniş bereketli ovalar hâkim

insanlar ziraat ve hayvancılığa lüzum görmüyor az zahmetle kendiliğinden yetişen arpa, buğday, doğal enerji kaynakları ve zenginlik getiriyor. Sovyet coğrafyasını en az sıkıntıyla geçiştiren ülkenin Otoriter bir rejimi var ama bunaltıcı ve gaddar olmadılar gürül gürül akan ırmaklar yeşil stepler çorak bozkır ve çöl var. Tevfik Fikret’in yazdığı gibi Öyle bir nehr-i muazzam gibi cûş etmişsin / Fakat, eyvah, çorak yerde akıp gitmişsin
ASTANA KÜLTÜR ŞEHRİ*Kazakistan’da coşan, akan nehirlerin bir müddet sonra çölde buharlaşıp kayboluyor Bunları tutmak için baraj ve suni gölet gibi tedbirler çok yavaş ilerliyor, ihtiyaç hissedilmiyor. Kuzeyde inşa edilen yeni başkent Astana çok masrafa mal oldu. Bir maket şehir bir kültür merkezi.

Uluslararası Nazarbayev Üniversitesi, şehrin operası ve konser salonu işleyişleriyle ve verdikleri itibarla şark âleminin üstünde. Bir milyonu geçen nüfusuyla eski başkent Almatı kendine özgü eski Sovyetlerden, Moskova dahil hiçbirinde rastlanmayacak kadar cıvıl cıvıl garp kültürünü kurumlarını, hayat tarzını barındıran bir şehir.
Nazarbayev güneye önem veriyor, en güneydeki eyaletin adını Turan’a çevirdi. Başkent Çimkent 800 bin nüfusla üçüncü şehir iken özerk statü verilip eyalet başkenti Yesi şimdiki adıyla Türkistan oldu. Yesi Anadolu şehrinin zenginleşmiş hali Timur’un 1389 da yaptırdığı muhteşem Hoca Ahmet Yesevi Türbesi yer alıyor. Şehrin ötesinde Ahmet Yesevi’nin hocası olan Arslan Baba’nın türbesi ve camisi var. masmavi çiniler, güney Kazakistan bozkırının ortasında bütün heybetiyle yükseliyor.

Bir zaman çok tenkit edilmişti, Türkiye üniversiteyi neden Özbekistan sınırında, başkent Taşkent’in yakınına kurdu diye. üniversitenin çalışması konusunda zorlukları vardı. Fakat şimdi isabetli karar olduğu anlaşıldı koca eyaletin başkentinde tek üniversite Türkiye-Kazakistan ortak kuruluşu Ahmet Yesevi Üniversitesi. Kurumun geleceği parlak. KUSUR DA VAR MEZİYET DE*
Kazakistan coşan bir coğrafya; kusurları da var, meziyetleri de. İnşallah sönüp giden değil yoluna coşkuyla ve bollukla devam eden bir ülke olur Doğu coğrafyasında Türkiye’ye en yakın olan üç ülkeden biri.



Abdülmecid Han 25*Haziran 1861’de 157 yıl önce Osmanlı tarihinin ismi en çok zikredilen ve az tanınan hükümdarı Abdülmecid Han vefat etti.
38 yaşındaydı. IV. Murad ve II. Osman gibi tahtı genç terk edenlerdendi. Sultan II. Mahmud’un en yaşlı çocuğu Cemile Sultan’dı. erkek olsa kim bilir nasıl bir tarih bekliyordu Taht küçük kardeşi Abdülmecid’e kaldı.1823 Nisanı’nda doğan Abdülmecid Han tahta 1 Temmuz 1839 da çıktı 16.5 yaşındaydı. tarihimiz bu genç padişahın 22 yıllık saltanatını çok basit değerlendirdi Bir kısmı onu Tanzimatı elinde istedikleri gibi kullandıkları reformlara bu yüzden karşı çıkamayan, zevk-u sefaya, eğlenceye ve içkiye düşkün bir padişah olarak karalarlar Bir kısmı Osmanlıda tüketimi arttıran, devleti batıran İngiltere, Avrupayı izleyen hükümdar olarak niteler iftira atarlar peki gerçekte şanlı osmanlı sultanı nasıl bir hükümdardı

Tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu Sırbistan’ın doğusundan başlayarak bütün Bulgaristan’ı, Arnavutluk’u, Atina Preveze, Adriyatik ve Egedeki bütün kuzey Yunanistan’ı, Kiklos adaları hariç bütün Ege adalarını, Girit’i, Kıbrıs’ı, bütün Suriye, Irak, Filistin, Lübnan’ı, Arap yarımadasını, Hicaz Umman bölgelerini, Yemen’i, Mısır’ı, Trablusgarp’ı, Tunus’u içeriyordu. İlk demiryolu Batı Anadolu’da ve Balkanlar’da Sultan Abdülmecid devrinde döşendi. Önemli hastaneler kurdu Tıbbi personel yetişti Ziraatta yeni ürünlere geçildi
İlkokullardan kız ve erkek rüşdiyeleri ortaokul, ilk erkek ve kızlar için açılan yüksek muallim okulları kurulması onun devrindedir. Üniversite kurdu muvaffak olunamadı, üniversiteyi meydana getiren Tıbbiye, Baytar Mektebi, Orman Mektebi gibi kurumlar onun devrinde kuruldu

Askeri mektepler düzenlendi kurmay eğitimine geçildi. Vilayet ve, belediye nizamnameleri, sağlıkla ilgili tedbirler ve kanunlaşmalar ya onun zamanında başlandı.Lise düzeyinde olmakla birlikte imparatorluğun iç ve dış idaresi için önemli memur yetiştiren okullardan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi ve Mekteb-i Mülkiye kuruluşuna başlandı telgraf Osmanlı posta sistemine askeri ve idare muhaberata geçişvonun zamanına aittir. Matbuat yayıldı. Sarayların inşası zaruretti. Topkapı Sarayı yetersizdi devleti borca batıranlar saray inşaatı değil, Kırım Savaşı ve Osmanlı-Rus Harbi’dir. 19. yüzyılın savaşı kolay değildi.16.5 yaşında tahta çıkan genç padişahın hanedan üyeleri içinde görülmeyecek derecede bir insan sarrafıydı çalışma grubunu fevkalade yönetti

Cevdet Paşa ile Midhat Paşa’yı geleceğin kan düşmanlarını, Reşid Paşa ile Ahmed Vefik Paşa ve Fuad Paşa’yı bir arada yönetmek, onun marifetiydi. Olgunluk ve insanı tanıyıp idare etmek, 16 yaşındaki bir Türk çocuğu için bulunmaz bir meziyettir.Saray hayatı modernleşti saraylardan okumuşlar çıktı. 38 yaşında hayatı terk eden Abdülmecid Han adi cinayetlerin dışında hiçbir idam infaz edmemiştir. Dış dünya ile ilişkiler ustaca yürütüldü kendisinden sonra kardeşi Abdülaziz Han devrine musiki resim sanatı, kuruluşları devredilmiştir. Tanzimat devrinin tarihi, biyografileri henüz yazılmamıştır. Bu bizim için çağdaş Türkiye’yi anlamaktaki en büyük noksandır. Abdülmecid Han doğru değerlendiremediğimiz bir hükümdardır.

*
İLBER ORTAYLI

300 budala her cemiyette çıkar

Türkiye Fransızca veya Almanca bölümlerinin kapatıldığı bir ülke değil; bu dilin arkasındaki kültür ve sosyal yapıyı inceleyen bir ülke olmalıdır.
YÖK’ün bölüm kapatma kararı isabetsiz Pireye kızıp yorgan yakamayız. 300 budala ve küstah her cemiyette çıkar Bir başkasının dini akidelerine ve dua kitaplarına karışanlara aklı başında insanlar iyi gözle bakmaz. XIV.*Louis Fransada önemli bir kararın tatbikine başladı. Fransa’da “Jeux de langue”, taklit edilen okul sistemiyle kabiliyetli gençlere Türkçe, Farsça ve Arapça öğretiliyordu. Viyana Muhasarası’nı izleyen yıllarda müthiş raporlar yazan Fransız Büyükelçi Girardin bunlardandı ve Türkologdu. Avusturyalı tarihçi Hammer-Türk edebiyat ve tarihi üzerinde ilk önemli eserleri meydana getirendir.

Toderini Türk edebiyat bilgileri veren İtalyan’dır. 17. ve 18. asırlarda Fransızlara ve Avusturyalılara diplomatik rapor yazan Venedikli elçiler ve İtalyan tercümanlardı. yanlış, yalan bilgi verdiler Çareyi “dil öğrenmekte bulursun” zihniyetiyle Doğu dilleri eğitimine başlandı.Türk imparatorluğu Fenerli Rum beylerini İtalya ve Fransa’da okuyanları kullandı. Bizde Fransızca eğitimi ve dilinin öğrenilmesi diplomasiden çok medeniyet problemi olarak ortaya çıktı. Orduyu ıslah edip mühendislik, tıp ve baytarlık eğitimi için, hukuki metinleri okumak için Fransız dilini öğrendik. Fransızca Türk Batılılaşmasının anadilidir. Felsefeyi ve edebiyatı okumak askeri ve idarinin arkasından geldi.

Tanzimat’ın büyük adamları sadrazam Mehmed Paşa gibi, halkın içinden çıkıp kalemde, memuriyete başladığı zaman bin zahmetle Fransızcayı öğrenen kimselerdir. Bu sadrazamın kaleminden çıkan Fransızca veya Reşit Paşa’nın kullandığı üslup yabancıların hayranlığını çekmiştir. Diplomasi önemlidir, diplomasinin dili Fransızcayı kullanmakbda önemidir. Zamanla bu iş Avrupa dillerine yayıldı. İngilizce bahriye diliydi. Enver Paşa’nın nesli Almancayı öğrendi. Prusya askerinin nizamını kapmak için başka çare yoktu. Son halife Abdülmecid Almancayı bilirdi. 1930’ların Türkleri bilimi öğrenmek için Almanca öğrenmekten kaçınmadılar.

Fransızların Türkçeyi ne kadar öğrenebildikleri önem verdikleri mühim değil. ama Fransa’da Türkçe çok uzun zamandan beri öğretiliyor. Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Ulusal Enstitüsü bunlardan biri. Üstelik yeni nesil Türkologlar meraklı ve sebatlı ama dedik “siz kendinize bakın Fransız dilini öğrenmek ve öğretmek zorundayız. Sırf Amerikan İngilizcesiyle dışa açınılmaz. Batı dillerini bilmek gerekir. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Türkler olmadan oranın tarihini anlamak mümkün değildir. Bizim de hiçbir ülkeyi dışlamadan tarihimizi ve coğrafyamızı öğrenmemiz gerekir ona göre temaslarımızı geliştirmek zorundayız


Yabancı dili Fransızca Latince ve Yunancayı da öğrenmek gerekir Türkiye Fransızca veya Almanca bölümlerinin kapatıldığı bir ülke değil; bu dilin kültürel ve sosyal yapısını inceleyen bir ülke olmalıdır. Etrafımızı tanımazsak ayakta kalamayız. Son 30 yıl da Rusça bilenlerin nüfuz sayısı arttı, fena mı oldu. Sanayiciler tüccarlar kazançlı çıktı. Bilim adamlarına yeni ufuklar açıldı. Asya ve Kafkasya’daki Türklerle kültürel bağımız kuruldu. bu diplomasimize ve barışçı görüşmelerimize yansıdı. Komşumuz komşumuz oldu, daha yakından tanıyoruz. YÖK’ün bölüm kapatma kararı isabetsiz belirtmeye lüzum dahi yok. Pireye kızıp yorgan yakamayız. 300 tane budala ve küstah her cemiyette çıkar. Bir başkasının dini akidelerine ve dua kitaplarına karışanlara iyi gözle bakılmaz. Bunun için bütün insanların dilini ve kültürünü çevremizden ve dünyamızdan atmanın âlemi yoktur.


İLBER ORTAYLI

Osmanlı sanatını fark eden İranlılar

GEÇTİĞİMİZ hafta İranlı tezhip ve minyatür sanatçısı Maryam Khorrami ve Azam Eisazadeh’nin eserleri Sultanahmet’te teşhir edildi.
ilginç çünkü İranlılar Türk minyatürlerine basit eserler olarak bakarlar. Bu iki sanatçı farklı görüşte; 18. ve 19. asırdaki Osmanlı minyatür ve tezhip sanatının özellikleri ve kendine has karakterini fark edenlerden.Safeviler devrinden beri İran’da gelişen minyatür sanatını çok iyi bildikleri açık. İmparatoriçe Farah Pehlevi’nin kurduğu vakıftan beri bu dalda çalışan İranlı sanatçı çoktu. Sergi bunun örneğiydi.

AYIP; HEKİM DÖVÜLÜYOR

Birtakım adamların dövmedikleri doktor bey ve hanım, hemşire, sağlık görevlisi ve onlar da yoksa hademe, kırmadıkları cam yok. Sorumuz ortada. bu rahatlama sağlık hizmetlerinin mükemmelliğinden mi ileri geliyor, yoksa “Bunlar size hizmet etmekle mükellef, işini yapmayan olursa haddini bildirin, düsturuyla etrafı dağıtmaktan mı ileri geliyor Soruyoruz emniyet kuvvetleri nerede? TV*kanallarında Birtakım adamlar hastane kuyruklarında canımız çıkardı, kötü muamele görürdük, her şey düzeldi, Allah razı olsun” diyorlar.haberler; üstelik de bazılarını basındaki sansürden renkli camdan çok gittiğimiz hastanelerde öğreniyoruz.Birtakım adamların dövmedikleri doktor ve hanım, hemşire görevlisi ve onlar da yoksa hademe, kırmadıkları cam yok.
bu rahatlama sağlık hizmetlerinin mükemmelliğinden mi ileri geliyor,

“Yarım saattir dışarıda bekliyoruz. Ne diye hastayla oyalanıyorsun, işini yapsana” diyen hayırlı evlat doktor beyin gücü yettiği için doktor hanımın yüzünü dağıtıyor. Ne de hayırlı evlat ama hayatının acısını kadın doktor döverek çıkartıyor. hapishaneden evvel tımarhanede altında tutulması gerekir. Maalesef böyle olur sağlık reformu dediğin” kitleler kışkırtıldı ve bu sonuçlar çıktı. doktorlar size hizmet etmek için orada” resmi ağızlar tekrarlıyor ve oy bekliyor Sağlık Bakanlığı, hekimler başta olmak üzere sağlık personelini koruyamıyor. Arızalı insanların hücumuna maruz kalıyorlar.özel hastaneye gidenlerden değilim. Tanıdığım hekimlerin mükemmelleri var, devlet hastanelerine idiyorum ve tavsiye ediyorum.

devlet hastanelerinde. bir kısım hastaneye düştüğünde yaşı 90’a yakın aile bireyi hastanede vefat ettiğinde kapı kırmayı, hastane çalışanını dövmeyi ritüel haline getirdiler. Soruyoruz emniyet ve Sağlık Bakanlığı nerede? hastanelerin üstünden T.C. rumuzunu kaldırmakla iş bitmiyor. Millete hizmet için hastanene ve sağlık personeline sahip çıkacaksın. Tıpkı çocuklarımıza eğitim için devlet okullarına ve öğretmenlere sahip çıkmak gerektiği gibi.
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-27-2018, 22:01   #126
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak dirilişpostası.com tuğrul selmanoğlu

Kemal Bey’in çilesi

Hiç beklemediği anda öyle bir duruma düştü ki... İktidar muhteremi ve partisini şaşırttı.aday mısınız? sorusuna, kirazlardan çiçeklerden bahsediyor. aday mısınız sorusunu manav mısınız? olarak anladı, garip.CHP'de aday bolluğu baş gösterdi. Sekiz seçim kaybetmiş bir lider hariç herkes aday. En başta, Kemal Bey’in delegelerine karşı bir türlü kazanamayan Muharrem Bey heveslendi Cumhurbaşkanlığına. sormak lazım; CHP gibi bir partiye yıllardır uğraşıp başkan olamayan adamı kim cumhurbaşkanı yapar? sormayın, uyandırmayın. Öztürk Yılmaz adaylığını açıkladı, Türkiye onu Muhasebeci Kenan olarak tanıdı, hani DAEŞ konsolosluğumuzu basıp personeli rehin aldığında, konsolos olduğunu gizleyip ben muhasebeci Kenan’ım diyen, *

sürekli hapishanede HDP'lileri ziyaret edip serbest bırakılmaları için otoban kenarlarında video çeviren Kemal Sunal görünümlü bir ağabey var ya; Hah o işte.sormak lazım, kendi personelinin bile önüne geçip risk üstlenmeyen bir adamı milletin önüne geçirirler mi sormayın, uyandırmayın.
Bir de saçları örgülü abla var, CHP milletvekili Didem Engin. haberlerde saç modelinin enteresan oluşu vardı iki yıl önce, sonra sesi çıkmadı.
aday olmuş. Herhalde Blendax güzeli falan aradığımızı zannediyor abla.Kemal bey son röportajında adayınız kim sorusuna, "Eşimde sordu bilmiyorum dedim" diyor. Baskın basanın eyvallah da; “Basılanın durumu içler acısı.”

Milletvekili aday adaylarına tavsiyeler..

milletvekili aday adaylığı heyecanı yaşayan arkadaşlar, şu hususlara dikkat etmenizi tavsiye ediyorum Neden milletvekili olmak istiyorum, niyetim ve gayem hizmet mi? Yoksa milletvekilliği makamı mı 2. Projeniz var mı? Yoksa hele bir olalım gerisi Allah Kerim mi diyorsunuz? 3. Milletvekilliği büyük sorumluluk makamıdır. Sizi seçen, güvenen binlerce insanın yükü omuzlarınızda. Omuzlarınız yükü kaldırır mı? Binlerce insanın derdini dinlemeye, hazır mısınız? Uykusuz kalmaya, insanlarla ağlayıp onlarla gülmeye hazır mısınız? Gelen fakiri fabrikatörü güler yüzle karşılamaya hazır mısınız? 4. Teşkilat tecrübeniz var mı? Teşkilatta çaycılık yaptınız mı? Bayrak astınız mı? Üye topladınız mı teşkilatın mutfağında bulundunuz mu hiç?

Davanız için ölmeyi göze alıyor musunuz? şer güçlerinin diş bilediği iktidarın milletvekili olmak cesaret ister. İnsanlar tehlike anında öne düşmenizi bekler. beklentiye cevap verebilecek misiniz? darbe oldu, koşacağınız yer sığınak mı? Yoksa tankların önü mü? Ev halkına merhametli misiniz? Himayenizidekileri ezdiğiniz oldu mu
Hiç kimsenin sizi görmediği yerde, vatan için gözlerinizden yaş süzüldü mü? Bayrağımıza bakıp duygulandınız mı Elinizi vicdanınıza koyup, düşünün Kendi mülakatınızı kendiniz yapın...
Eğer hayır cevabı veriyorsanız, sizin Milletin vekili olmanızın Vatanımıza katkısı olmaz... İyi düşünün...


Kemal harikalar diyarında...

ABD için kullanılan bir tabir vardır, özellikle Avrupa'da Amerikada "harikalar diyarı" veya "sınırsız imkânlar ülkesi" tabiri düşer Tabak yıkayan garson yamağının nasıl milyoner olduğunu, yükselmek isteyenin önüne ne devletin ne de milletin engel koyduğundan bahseder yanılıyorlar, bu kapitalizmin başaktörü konumundaki ABD'nin Hollywood’un yardımı ile çizmek istediği imajın parçası. sınırsız imkânları Brooklyn Köprüsü’nün altında yatan evsizlere sorun anlatsınlar...asıl sınırsız imkânlar ülkesi Türkiye...Anlatayım
farz edin babanız rüşvetçi bir memur adını duyanlar yaka silkiyor, onu hayırla anan bir tane bile adam bulunmuyor...

Ulusal televizyon kanalları dahi babanızı hayırla yâd edecek bir tane adam bulamıyorlar, rüşvet arazi büyütme çevirdiği fırıldakları anlatıyor kameranın önüne geçen, düşünün rüşvetçi bir babanın haramzade oğlusunuz...annenizin adı Yemuş bir iddia var: Ermeni tehcirinde Areli aşiretine mensup Ermeni’nin kızının oğlusunuz. Ne var demeyin, Ermeniler’le 100 yıllık kan davamız ninelerimizi kazığa çakan, yedi düvelle cedelleştiğimizde sırtımızdan vuran bir millet platformlarda bizi soykırımla suçlayan, elinden gelse bir kaşık suda boğacak bir millet
yaşadığımız ülkede en sevmediğiniz etnik köken hangisidir diye anket yapsanız birinci sırada çıkacak Ermeniler

Yani Amerika'da Kuzey Koreli olmak gibi Gazze’de İsrailli olmak gibi bir handikap...şahsi geçmişiniz şaibelerle dolu, 1992’de kârla devraldığınız SSK'yı sadece 1 yılda yüzde 2 bin 684 zarar ettirmişsiniz, başında 7 yıl kaldığınız kurumu 1 milyar 120 milyon lira zararla devretmişsiniz, dünya kadar usulsüzlük ve yolsuzluk var aleyhinizde...ciddi bir karakter zaafınız var, ağzınızdan sürekli argo ve belaltı dökülüyor, örneğin milletin Cumhurbaşkanı’na Milletin anasını belleyenlerin adayı” diyorsunuz. Hitabetiniz yok, duruşunuz yok, karizmanız yok...iddialar elinizde patlar... Seçimde oy kaydınız olmadığı için kendinize oy bile atamayacak kadar acizsiniz Yürüyen merdivene ters binmeniz bir kenara ülkenin İstiklal Marşı’nı kâğıttan okurken bile yanlış okursunuz.

Basiretsizliğiniz ve kabiliyetsizliğiniz ayyuka çıkmış öz ağabeyiniz bile sosyal medyada sizinle dalga geçiyor...Elinizi vicdanınıza koyun böyle bir özgeçmişle dünyanın herhangi bir yerinde ana muhalefet lideri olma ihtimaliniz olabilir mi?
Kazara oldunuz üst akıl sizi kaset operasyonu ile o makama getirdi 9 seçim kaybettiniz dünyanın hangi ülkesinde muhalefet lideri kalabilirsiniz?
Kılıçdaroğlu'nun ana muhalefet lideri olabildiği bir ülke, sınırsız imkânlar ülkesidir... harikalar diyarıdır...Güzel vatanım benim...


Muharrem İnce'nin annesinin örtüsü...

Havalimanında muhafazakar görünümlü iki amca, Muharrem İnce'den bahsediyor, "gençliğinde komünist devrimciymiş" dedi diğeri annesi başörtülü, diye cevap verdi...annesinin başörtüsü sempatik kılmış CHP'nin adayını...Eyvallah Muharrem İnce'nin annesi başörtülü...Amma...
CHP li hukukçu Sera Kadıgil, "O ezanlar ki dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde inlememeli her sabah ağzıma ağzıma okunuyor" diyeli 1 yıl oldu
CHP gündemini ve Kılıçdaroğlu’nun miting konuşmalarını yazan Başdanışman Fatih Gürsul, kırmızı listeden ByLock’cu çıkalı 1 yıl oldu
CHP’li kâtip üye Elif Doğan Türkmen’in TBMM’ye ödettiği 2 milyon TL’lik faturayı millete ödeteli 1 yıl oldu

CHPli Enis Berberoğlu'nun “Devletin gizli kalması gereken bilgilerini, siyasal ve askeri casusluk maksadıyla açıklamak” suçundan tutuklanalı 1 yıl oldu CHP Muğla Milletvekili Ömer Süha Aldan'ın Türk milletine "it" diyerek hakaret etmes 1 yıl oldu
CHPli Sezgin Tanrıkulu, terörle mücadelede SİHA kullanılmamasını isteyerek SİHA'ların TSK tarafından kullanılmasına karşı çıkalı 1 yıl olmuş...
Kılıçdaroğlu'nun "Mustafa Kemal'den korkmuyorsun Allah'tan kork" diyerek haşa Allah'ı (c.c) Mustafa Kemal'in arkasına koyalı 5 yıl olmuş...Kocası 1 yıl önce ailecek yedikleri domuz yavrusunun kemiklerini tweetlerken, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'nun “Tarihte Bugün: Ermeni Soykırımı başladı. Katledilen Ermeni vatandaşlarımızı anıyoruz, Türk milletini soykırım yapmakla suçlayalı 6 yıl olmuş...

CHPli Eren Erdem'in "Türkiye ile İran karşı karşıya gelirse İran'ın safında olurum" tweetini atalı 7 yıl olmuş...CHP eski başkanı Deniz Baykal, "Eşi başörtülü bir Cumhurbaşkanı olamaz. Sakın ola aday olmayasın sakın." diye meclis kürsüsünde nara atalı 11 yıl olmuş..CHP devrimlere karşıt gerekçesiyle Rize'yi bombalayalı 93 yıl, Tunceli'yi bombalayalı 80 yıl olmuş...CHP'nin kurucusu İnönü, Biz 30 sene sonra gençliğin kafasını Allah ve Peygamber gibi boş laflardan kurtaracağız." diyeli 85 yıl olmuş...CHP Tokat Milletvekili Ahmet Refik Serengil "Allah'ı da Sultanla beraber tahtından indirdik" diyeli 89 yıl olmuş...CHP Milletvekili Falih Rıfkı Atay'ın, "Cehennemin var diye kurum etme ey tanrım! Bağrımdaki ateşle seni bile yakarım.” diyeli kaç yıl oldu bilmem ama Muharrem İnce'nin annesinin başörtüsü CHP'nin haltlarını örtecek kadar büyükse eyvallah... Seçin gitsin Muharrem'i...


Bu nasıl bir çorba kardeşim...


Öyle şeyler oluyor ki seçim öncesi, öyle tuhaf şeylerle karşılaşıyorsun işlerin mantığını sorgulamaktan vazgeçmek üzereyim CHP ile kol kola giren Saadet’e ne demeli? Saadet’in başında Alevi vatandaşlarımızın Sivasdan sorumlu gördükleri Karamollaoğlu var. Sivasta “Onlar yanmadı havasızlıktan boğuldular” diyecek kadar insanlıktan uzak şizofreni Temel ve Aleviler’in umut bağladığı Kemal aynı safta, sorgulayan yok...
Yahu bununla Cumhur İttifakı’nın karşısına çıkılır mı?” diyen yok...üst akıl bu hamleleri çaresizliğinden yapıyor. Bu seçim kendileri için son şans çorba ittifakı’nın içine lahana ananas bamyayı karıştırıyorlar Ne yapsınlar elde malzeme yok...Umarım seçim gününe kadar mide bulandırıcı görüntüler midemizi bozmaz...


Kemalizm...


Bu terimin mucidi Avrupalılar’dır, Kemalizm kelimesi ilk defa 1919 da Avrupa gazetelerinde boy gösterdi.Türkiye'yi işgal eden Batılı gazeteler hem Mustafa Kemal'i hem de Kemalizm’i yere göğe sığdıramıyor, Kemalizm’i Anadolu'nun kurtuluşu olarak lanse ediyorlardı. Tuhaftı neden işgal edilen ülkede kendilerini ülkeden atmak için mücadele eden bir subayın reklamını yapmışlardı neden bu akıma neden isim bulmuşlardı kendileriyle mücadele eden bir subayı yerden yerde vurmaları gerekmez miydi? Kemalizm terimini Mustafa Kemal kullanmamıştı eserlerinde devrimlerden, inkılaplardan bahsetmişti. Kemalizm kelimesini 1930'larda Kadro isimli Marksist dergi sokmaya çalıştı Türkçemizde, 1936'da Munis Tekinalp'ın "Kemalizm" isimli eseriyle duyulmaya başlandı

birileri zorla ve ısrarla yegâne ideolojisi İslam olan Milleti Necibe'ye bu ideoloji dayatmaya çalışıyordu, buna ilk yeltenen Batı’ydı, sonra Türkiye'yi komünizme çekmeye çalışan Sovyetler’in bunun üzerine plan yaptı Mustafa Kemal bunların dışında tutuyordu kendisini, çevresinin onu Lenin gibi gören tutumunu ciddiye almıyordu. malum çevre Mustafa Kemal'in CHP'si Altı Ok’u ideolojiye çevirmek için can atıyordu
Osmanlı’nın bertaraf edilmek istenmesinin sebebi, altı asırdır her fırsatta karşılarına dikilen ve resmi ideolojisi İslam olan bir devletten kurtulmaktı.

Türk milletinin İslam’la bağını koparıldığında işgale ihtiyaç kalmayacaktı. İslamsız bir Türkiye, zalime dur deme ihtiyacı hissetmeyecek, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, yani sulh politikası güdecekti. İslam’ın yerine, bir parti ideoloji ve ülke içindeki yardakçıları ile empoze yoluna başvurmuşlardı.Kemalizm kelimesinin yerine Atatürkçülük kullanılmaya başlandı. bugünlerde partiler bol bol Atatürkçülükten dem vurmaya bu ideolojiyi Batı koymuştur. İslam’ın alternatifi gördüler var güçleriyle desteklediler Atatürkçülük bir ideoloji değil, Batı’nın yancısı olma sanatıdır.
Atatürkçülük dedikleri şey 6 Şubat 1923'te Balıkesir'de* “Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz *Efendimiz Hazretleri, *Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı, hepimizin bildiği Kur'ân-ı Azimüşşan'daki açık ve kesin hükümlerdir.” diyen Mustafa Kemal Paşa ile zerrece alakası yoktur...
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-27-2018, 22:01   #127
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak yenişafak.com yusuf kaplan yazıları

Besmele, hamdele ve salvele’yle çıkacaksın yola...

Büyük düşünür Heidegger, “tefekkür etmek, teşekkür etmektir demişti.İNSAN, “BAĞIMLI” VE “BORÇLU” BİR VARLIKTIR...Teşekkür etmek, şükretmek demek.Hayatın, sadece kendisinden ibaret olmadığını, hayatta başkalarının, da varolduğu hakikatini bilerek nefes alıp vermek...
İnsan, tekbaşına yaşayamaz.her şey, insanın elinde değil. Doğumu ölümü nefes alıp-vermesi kendi elinde değil kişinin.İnsan, bağımlı Alıp-verdiği nefesle yaşıyor. Nefes deyip geçmeyelim.
Hakk’ın lûtfettiği varoluş hakikatinin ses’i, nefes.
Tabiatın bir parçası insan. Tabiatla irtibatını kopardığı ân, hakikatle bağlarını yitirmeye başlar hem de tabiatı bozulur ruhsuzlaşır duyarsızlaşmaya ve azmanlaşmaya...başlar

İnsan, bağımlılığının bilincine vardığı andan itibaren özgürlüğünün farkına, varır özgürlüğün sınırlarını ve ufuklarını kavrar İnsan, Yaratıcı’ya bağımlı bir varlıktır. Varlığını O’na borçludur.
ÖZGÜRLEŞME, KULLUK BİLİNCİYLE BAŞLAR...
borçlu” bir varlık olarak yaratılmıştır.Deyim yerindeyse, “borcunu ödemesi için” yaratılmıştır: Kulluk borcunu.“Borç” bir nimet, bir lütûftur
Kulluk, en yüce makamdır. Peygamberimiz (sav) önce kul, sonra elçi’dir. kulluğu, elçiliğinden önce gelir. En yüce kul, peygamberimizdir.İnsan, gerçek özgürlüğüne kul bilinciyle ulaşabilir. gerçeği büyük düşünürler çok iyi farketmiştir. Freud’dan sonra en büyük psikanalist kabul edilen, ateist Jacques Lacan, şunu söylemiştir: “Tanrı inancını yitiren bir insan, Tanrı inancını yitirdiği andan itibaren artık her şeyi tanrılaştırmaya başlar.”


MÜ’MİN GÜVEN ADASIDIR, DEĞİLSE AYNAYA BAKMALIDIR...İnsanın, kulluğunu yerine getirmesi için emanet bahşedilmiştir: Emanet, mü’min kişinin, yeryüzünde emniyeti teminat altına almasıdır kişinin Hakk’ın “öğrettiği” hakikatleri hatırlaması, hayata geçirmesi gerekir.Efendimiz (sav) “mü’min, kendisine güvenilen ve başkasına güven veren kişidir” diye buyurmuştur.Güven adasıdır mü’min.güven adası değilse, aynaya bakmalı, kendine çeki düzen vermelidir Kendine çeki düzen veremeyen, başkasına ya da dünyaya çeki düzen veremez Bütün konuşmalarıma başlarken besmele, hamdele ve salvele’ye.
başlıyorum:

Bismillahirrahmanirrahim Bizi hakikatle vareden
Varlığından haberdâr eden Rûh’undan üfleyen
Emanet’i yükleyen Hilâfeti lûtfeden Kalemle yazmayı öğreten Celâl, Cemâl ve Kemâl sahibi Allah’a hamdederim. VE SALVELE Âlemlere Rahmet gönderilen Kâinâtın övüncü, kıvancı
Bütün kelimelerin toplamı Hakikat Ummanı
Elçilerin Elçisi Öncülerin Öncüsü Efendimize (sav)
selef-i sâlihîne,Çağ açan Çağ aşan Çağrısı Çağ Kuran Âlim, Ârif ve Hakîm şahsiyetlerinden oluşan
Öncü Kuşaklara Selâm Ederim...Bu hamdele ve salvele, İslâm’ın temelini Müslümanca bir hayat- inşa edebilmemizin yol haritasını veriyor bize.
yol haritasının güzergâhlarını ve nasıl hayata geçirileceğini şöyle özetleyeyim:

Akıl ile bilirsin...Kalp ile bulursun...Ruh ile olursun...
Akıl ile ilim Kalp ile irfan Ruh ile hikmet yolculuğu yaparsın...İlim ile yorulacak...İrfan ile yoğrulacak...
Hikmet ile doğrulacaksın...Ey Hakikat Yolcusu!
Yolun açık, yolculuğun bâkî olsun...Vesselâm.



Çağ körleşmesi ve ruh üşümesi: Sûr'a üfleme vakti

Çağdaş insan yok öyle biri Çağ da yok; insan da artık.Çağ, bir ağ Devâsâ bir ağ Çağdaş insan’sa, ağdaş sadece hakikatin hakikat bağ’ının önünde bir takoz, ve saptırıcı bir ağ’a dönüşen çağ sürgit ayartılan ve hakikatten kaçan ağdaş insan
çağdaş insan, kendini hakikate rapteden, âlemleri gezdiren, ulvî bağ’ı yitirdiğinden bu yana devâsâ bir ağ’da debeleniyor, fırtınalı bir denizin ortasında sürükleniyor Çağdaş insan, ulvî bağ’ı, yitirdiği için, kanatlandırıcı, dünyaların meyvelerinden âlemlerde gezintiye çıkaracak pusulasından utku ve tutkusu’ndan yoksun.Çağdaş insan, kalbini körleştiren, zihnini felçleştiren, ruhunu çölleştiren, insanı ayartıcı, baştan çıkarıcı bir sürgüne mahkûm devâsâ bir ağ’da mahpus.

Ama bunun farkında değil.ağ’da sürükleniyor ve ağ son derece pornografik ve pagan, saptırıcı
İnsanın ontolojik bu: insanî özelliklerini yitirmesi farkedememesi, görememesi, bilememesi, idrak edememesi.İliklerine kadar soluduğu; ağa, hapsolmuşçasına yaşadığı, ağ’da, bu karanlık mağara’da oraya buraya sürüklendiği için göremediği felâketi insanın.İNSAN: ÜZERİNDE*“SÖRF YAPILAN” BİR “NESNE”!
çağdaş insan, taşlaşmış bir “nesne” “gibi”...
sanal dünya, sörf yapılan yer değil, insan, üzerinde “sörf yapılan” bir “nesne” artık insan kültür, müzik, film, spor endüstrisinin tamtamlarıyla hayattan ve hakikatten kaçan bir pagan İnsansız bir dünya ve dünyasız bir insan’dan sözediyoruz artık...

İnsan, dünyasızlaştıkça; dünya insansızlaştıkça azalıyor insan: Rakam’laşıyor... bir nesne olup çıkıyor...İnsan azaldıkça, azıyor, azmanlaşıyor; duyarsızlaşıyor... Ruhsuzlaşıyor...Çağ, ağ’a dönüşüyor çağ, ağ’a dönüştükçe körleşiyor insan...
Ürpertici bir çağ körleşmesi yaşıyor...İnsan ruhsuzlaştıkça, ruh üşüyor... Ölümcül bir ruh üşümesi yaşıyor çağdaş insan.Simülasyonların intikamı mı bu ruh’tan; ruhuyla varolan, ruhu diri olduğu ölçüde diriltici bir soluğa sahip olabilen ağdaş insan’dan? Çağ, bir ağ’uçsuz-bucaksız daracık, ışıltılı kaskatı ve kapkaranlık, herkesi içine alan ama herkesi yutan, herkesi boğan küre devâsâ bir ağ’a dönüştüğünden beri simülasyonlar intikam alıyor insan’dan

Taşlaşmış, kalbini, kalp gözünü yitirmiş bir nesne insan ölümcül ağ’da: Ölümü bile bitiren, insanı canlı cenazeye dönüştüren ürpertici bir çöl çağdaş dünya ağ’a mahkûm ve mahpus olan insan da!
İnsan, ulvî bağ’la ünsiyetini yitirdiği zamandan bu yana ayartıcı ağ’da nisyan’da kendini ve hakikati unutma girdabında!Bu gidiş, nereye ? Ne’ye?
Çağ körleşti, ruh üşüdü... İnsan, ruhu kendine getirecek İsrafil’in diriltici sûr’una gebe şimdi...
İNSANLIĞI DİRİLTİCİ SÛR’A*ÜFLEME ZAMANI ŞİMDİ...Ey hakikat yolcusu! sûr’a sen üfleyeceksin,
Sen kimsin peki?Neresi’sin, nerelerdesin, hangi derelerde debelenmedesin?Ne zaman kendine geleceksin Ne zaman üfleyeceksin diriltici sûr’a?
Unutma: İnsanlık sana gebe, sen hakikate...

Sen kendine gelince, ulvî bağ’la sarsılmaz bir irtibata geçince, leş kargaları kaçacak delik arayacak her yerde...Yeter ki, sen, ayartıcı, baştan çıkarıcı siyasete kilitlenme;, ayıltıcı, kanatlandırıcı hakikate demirlen ve siyasetin hakikatten süt emsin, bizi kendimize getirsin, diriltici sûr’a üflesin yeniden bin yıldır yaptığımız gibi... o zaman, çağ, ruhuna kavuşacak; öncü kuşak ayağa kalkacak, yola çıkacak, hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan yalnızca hakikat şarkısını bestelemek insanı hakikatle buluşturmak için cehd edecek...
insan ayartıcı / pornografik ve saptırıcı / pagan ağ’dan kurtulacak, ulvî hakikatle bağ kuracak, çağrı çağına kavuşacak, insanlık nefes alacak bir kez daha tâ derinden inşallah...



Çağ körleşmesi ve ruh üşümesi: Sûr’a üfleme vakti

Doğu da yok, Batı da Batı bir inşa; Doğu kurgu, Batı kurmacası BATI, HAKİKAT’İ YİTİRDİ; DOĞU *UYKUYA GÖMÜLDÜ...Batı, hakikati yitirdi; yetmedi, insanın hakikat arayışını bitirdi: İnsanı çöle mahkûm etti; ayartıcı / pornografik ve saptırıcı / pagan bir açmaz film, müzik ve spor neo-pagan âyinlerinde kaybolan baştan çıkarıcı bir çıkmaz sokağın eşiğine sürüklüyor insanlığı...Doğu’ysa, hakikatin üzerinde derin bir uykuya gömüldü: Batı’nın ayartıcı ve saptırıcı zamanının ve mekânının kölesi olmak için can atıyor
İnsan, hiç bu kadar yitirmemişti insanlığını; düşünme melekelerini, düş görme yetilerini bu denli kaybetmemişti.

Başına ne geldiğini, yok oluş felâketine sürüklendiğini göremeyecek kadar kalben, zihnen ve ruhen bu kadar körleşmemişti insanın felâketini konuşmanın tam zamanı ZAMAN AYAKBAĞI, MEKÂN*DUVAR İNSANIN ÖNÜNDE! Zaman, ruhunu yitirdi; insan çöle, dipsiz bir kuyuya, ayartıcı bir labirente mahkûm edildi, insanın rahmet kaynağı ve pınarı hakikat’in soluğu dünyadan çekilince...
Ruhsuz, saptırıcı pagan zamanı aşmadıkça, baştan çıkarıcı ağ’a dönüşen duvarı yıkmadıkça, diriltici hakikat yolculuğuna çıkamayacağını bilmeli insan.“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şuuruna ermeli; emanet bilinciyle donanarak zamanının, hakikatin insanlığın susuzluğunu giderecek ulvî zamanının izini sürmeli; insanlığı zulüm’den / karanlıktan nûr’a / ulaştıracak doğuş ve diriliş dünyasını inşa etmeli taze bir ruhla, kanatlandırıcı bir umutla ve çığır açıcı bir ufukla kuşanarak...

manzaranın tarifi şöyle:İnsanlık, bir çağ körleşmesi ve ruh üşümesi yaşıyor...Çağ körleşmesi, insanlığın Batı’ya mahkûmiyeti, kendi’nden mahrûmiyeti...
Ruh üşümesi ise, insanın mâsivâya gömülmesi, ruhunu yitirmesi...HEPİMİZ YER-KÜRE’DE YER-KÖRÜ’YÜZ...Dünya tek bir küre’den ibaret; gökle irtibatını koparan yer-küreye mahkûm insan.
yer-körü’yüz: Yerimizi de, yönümüzü yitirmiş vaziyetteyiz farkında bile değiliz.Zaman durdu mekân dondu, insan ruhsuz bir çöle mahkûm oldu
Bu yazı bir çığlık... Bir haykırış...Neredesin ey insan Ne’sin sen? Yer-küre’de yer-körü’sün; körleştiğin yersizleştiğin için, yerini ve yurdunu, umudunu ve ulvî ufkunu yitirdin başına gelen felâketi görecek durumda değilsin.

Sörf yapmıyorsun ağ’da üzerinde sörf yapılan bir ağsın sen.Ne zaman ayıkacaksın?Ne zaman, kendinin farkına varacaksın?Ne zaman fark olacaksın?ateşde yanmaya başladığın andan itibaren firak ateşi, ne ki?Ateşten neden korkuyorsun NÂR YAKAR, NÛR YIKAR...
Ateş var, ateş var! Biri nûr, diğeri nâr!
Nâr yakar; nûr yıkar, arındırır, tertemiz yapar...
Nâr karanlığa mahkûm eder; nûr arındırır, aydınlığı yaşatır, kendine getirir ve kendinden geçirir insanı.
Nâr bitirir, nûr diriltir...İnsan, ulvî bağ’la melekût âlemi’yle irtibatını yitirince, çağ, insanı hakikati yutan ayartıcı devâsâ bir ağ’a, saptırıcı pagan bir canavara dönüştü.melekût âleminden süt emdiği ölçüde ulvî bağ’la irtibat kurabilir insan ve meleksi melekeleri gelişir.

Melekût âleminden süt ememeyen beşer, şaşar; mülk âlemine, dünyaya hapsolur, her şeye mâlik olma güdüsü, insanı güder, ruhsuz ağ’a mahkûm eder, köleleştirir...DİRİLTİCİ SÛR’A ÜFLEME VAKTİ ŞİMDİ...Ey insan! Bil ki, Hakk sana hakikati lûtfetti.
Sense hakikati örtmekten, hakikatten kaçarak kendini dünyaya sürgün etmekten keyif alıyor, ayartıcı nefsinin ve mülk âleminin kölesi oluyorsun...Hakikati seyretmek, temâşâ eylemek, bütün âlemlere gezintiye çıkmak gibi ulvî bir zevkten kendini mahrum etmek niye?Çağ körleşmesi, ruh üşümesine dönüştü...Sen, hakikat çağ’ının ulvî çağrısının izini sürersen, çağ körleşmesini aşar.. ruh üşümesini, İsrafil’in “kalk!” sûr’una üflercesine iriliş çağına dönüştürür.. şu çivisi çıkmış, ruhunu yitirmiş dünyaya diriltici bir ruh üflersin yeniden... her dem yenileyici, her dem taze, her dem diri bir ruh...

UNUTMA: DÜNYA SANA GEBE, SEN HAKİKATE...
Yeter ki sen, çağ’ın nasıl ayartıcı bir ağ’a dönüştüğünü fark et; farkı fark etmeyi mümkün kılacak melekelerini yeşert, farkını fark et; firak ateşinde yanarak, ruhun kanatlandırıcı soluğunu üfle insanlığa...Yeter ki, sen, siyaseti hakikatin önüne geçirme; hakikatten beslenen, hakikatten süt emen hakikat medeniyetinin siyasetinin yapı-taşlarını döşe...Yeter ki, sen, pes etme; yenik düşme Yeter ki, sen, sığlığa, çıkarperestliğe, dünya-perestliğe prim verme;, melekût âleminden süt em, melekelerini geliştir, derin nefes al ve derin nefes üfle bütün insanlığa ve varlığa kalbinle ve yüreğinle...

İçin pas tutmasın ruhun çölleşmesini diriltici sûr’a üfle ayarla saatlerini dikkatle ve rikkatle, aşkla ve şevkle...Aşkla çıkılan bir yolculuktan yansıyacak ışığının, insana aydınlık, bir dünya armağan edeceğini, yok edici nâr’dan kurtarıp diriltici nûr’a hakikate kavuşturacağını unutma, ağacın meyveye durmasını, şarkının insanı aşka getirmesini, ulvî yolculuklara çıkarmasını bekle...o zaman, çağ, ruhuna kavuşacak.. dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan öncü kuşakların vefakâr, cefakâr, fedakâr ve çilekeş yolculukları taze, taptaze, diriltici meyveler sunacak.. insanı hakikatle buluşturma aşkıyla yanıp tutuşan sûr’un diriltici sesi her tarafta yankılanacak, insanlığın nefesi olacak, çağrı çağını kuracak biiznillah...
Unutma: Dünya sana gebe, sen’se hakikate...
Vesselâm.
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 08-19-2018, 08:29   #128
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak yeniakit.com Yavuz Bahadıroğlu yazıları

ilkokuldan*“Başöğretmen”im*Hikmet Beyin müthiş ideolojilerinden bahsedeceğim.Köy Enstitüsü mezunlarından olduğu için başka türlüsünü bilmiyordu. Öğrencilerini ideolojiyle doldurmanın, tek kanallı dünya görüşüyle kafalarını biçimlendirmenin vatana-millete iyilik olduğunu sanıyordu. hepimiz, anlamsız sloganları kekeliyorduk .*Hepimiz*laiklik, inkılâpçılık, devletçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik milliyetçilik*ile doluyorduk.*Bunlar meğerse CHP’nin altı okla simgelenen*“altı umde”si imiş; öğrendiğimde kötü hissettim, çünkü biz Demokrat Partiliydik.Her sabah, öğretmen hepimize esas duruşta*“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım diye başlayan sabah andını içirdikten sonra, Ne mutlu Türk’üm diyene!”diye bağırmak, sıra arkadaşımın göreviydi.*

Cahit’in sesi gürdü, ama hepimiz kadar Laz’dı.
Neyse, İstanbul’da karşılaşınca çocuklaştım kendimi tutamayarak sordum:*“Sesin gür mü, Cahit?”Ne o, yoksa beni türkücü filan mı yapacaksın?” diye sorarken, güldü.Eh, Türkçü olamadın, belki türkücü olursun.”*Buruk, gülüştük.
“Eskisi gibi Ne mutlu Türk’üm diyene’ diye bağırsana”*dedim Şaşkınca baka kaldı:
“Haydaa! Aklından zorun mu var senin? Uzun zaman kafam karışıktı. Peki, eğitim kafaları karıştırmak için mi verilir, berraklaştırmak için mi?
İnanın çocuklaşıyorum Başöğretmenim Hikmet Bey gelecek de, kafamdakileri okur okumaz şaplağı ense köküme indirecek diye ödüm kopuyor.*

Hiç düşündünüz mü dostlarım,*neden bu kadar çok andımız var ilkokulda başlayan and içme seremonisi hayatın her safhasında sürüyor...
Memur olurken Doktor, hâkim, vesaire olduğumuzda Milletvekili olunca and içiyoruz!..*
Bakan, Başbakan, ya da Cumhurbaşkanı olunca and içiyoruz Askerlikte and içiyoruz!
Ne*“and”mış, iç iç bitmiyor yeminli mali müşavirlerimiz var. Anlayacağınız, içimiz-dışımız yemin, and! Çözemiyorum: Türkiye neden düzelmiyor Neden işler yolunda gitmiyor?
Bunca anda rağmen, neden bol miktarda rüşvetçimiz, vurguncumuz, soyguncumuz, hortumcumuz var İçilen andlar ne oldu?
yeminler nerelere gitti Hiçbiri tutulmadığına göre, neden and içmeyi sürdürüyoruz Başöğretmenim Hani and içe içe ve*“Cumhuriyet/ Hürriyet”kafiyeli şiirler okuya okuya*“çok yakında”“muasır medeniyetlerin üzerine çıkacaktık?* Hani*“zenginleşecektik kalkınacak, gelişecektik yıllar geçti...Başöğretmenimin hayallerinden bir kısmı, gerçekleşti.*
Gerisi hikâye!*
*
Osmanlı padişahları diktatör müydü?

tüm seçimleri farkla kazanan Sn başkanımıza CHP diktatör”*diyor Diktatör görmek istiyorsanız tarihinize bakın”*diyesi geliyor, insanın. Bize böyle okutmuşlardı. Ders kitaplarında Menderes*“Sultan Abdülhamid*hatta tüm Osmanlı diktatör”dü…
Ama Milli Şef”*saltanatı demokrat”tı!*“Resmi tarih”*bu tez üzerine kurulmuştu. Resmî tarih-gayriresmî tarih”*çelişkisinde ortaokul öğrencisiydim. okul müdürü, kendim gibi*“edebiyattan anlayan”*bir*“deli”*bulup okul gazetesini çıkarmamı istemişti…Hemen duvara astık. Ne var ki, okuduğumuz tarihi eleştirme gafletinde bulunmuştum. ilk başyazımdı
haklıydım elbet:, çünkü Sultan Abdülhamidi işlerken, onu tahttan indirenleri* vatansever gösterip övüyor, ama*Birinci Dünya Savaşında Türkiye’yi anlatırken, aynı kadroya*“vatan haini”*ifadeler kullanıyor, yerin dibine batırıyorlardı

çelişkiyi satır satır aktardıktan sonra,*“Hangisi doğru? Bu insanların vatansever mi yoksa vatan haini mi”*diye sormuştum.ve Duvar gazetem kısa oldu. Duvarda yarım saat kalabildi. Müdür Bey, makalemi okur okumaz gazeteyi indirmişti…
yazımı yayınlayan gazetenin, idare tarafından kapatılması fikir suçlusu”olarak, yönetim tarafından, ilk sorgulanışımdı. Müdür Bey Babacan ve sert mizaçlı bir yöneticiydi. Beni azarladı:*“Sana gazete çıkar dedikse ortalığı karıştır demedik. Sana mı kaldı devletin kitabını tenkit etmek…”*
Sonra gülümsedi. ve öğüt verdi:*evlâdım, bu kafayla gidersen başın beladan kurtulmaz. Soruların doğru, ama sorma. okulunu bitir, büyü, bir bir baltaya sap ol; bunları sonra konuşur, yazarsın.”*

yıllar geçti; yıllarca okudum, yazdım, hâlâ inandığımı yaşayamıyor, düşündüğümü yazamıyorum. Hâlâ*“sus, söyleme”*diyorlar,* yüzlerce yıldır böyle:* Âkifde*“sus”turulmaktan yakınmış,*Yunus,*“Derviş Yunus, sana ‘söyleme’ derler/ Ya ben öleyim mi, söylemeyince?”*diye feryat ediyor. Görünen o ki, düşünen insanların ortak derdi, düşündüğünü aktaramamak…
paylaşamamak: Bu da*düşünceyi çileye dönüştürüp düşüneni “çilekeş” yapıyor!..
Üstad*Necip Fazıl şiir kitabına*“Çile”ismini vermiş Düşünmek, çile”dir!..Hele de*“aykırı”*düşünüyor ve devletle*çatışıyorsanız, dünya cehennemi sizi bekliyor demektir:*Yan ve öl!..Yine de*fikir öldürülemiyor:*Yanması için ateşlere atılan fikirler, Nemrut*ateşinden çıkan İbrahim misali, pişip*olgunlaşarak güçlü bir şekilde geri dönüyor

Şimdi gelelim,*“resmî tarih--gayr-i resmî tarih”*çelişkisine…Din ve tarih ikilem içinde ele alınıyor Türkiyede. Bu yüzden her şey kavgaya dönüşüyor…rahmetli Cemil Meriç’in deyişiyle, “deli gömleği”tuzağıdır bu toplumlara; biz galiba tuzağa düştük! Sadece totaliter rejimlerde rastlanan anlayış, Türkiye nin yakasını hiç bırakmamış…
Meselâ,*“resmi tarih”in “Kızıl Sultan”* dediği*Abdülhamid Han, alternatifinde*“Ulu Hakan”*olarak selamlanmış, resmi tarihin*“vatan haini”*ilan ettiği*Sultan Vahdettin, Vahidüddin büyük vatansever”*olmuş. saflaşmalar meydana gelmiş. İki tarafın bilgi sahibi olmayan kanaat sahibi fanatikleri, tarihi kişilerle olaylara tarih açısından yaklaşan dürüst tarihçiyi konudan uzak tutmuş.gerçek*Abdülhamid’le gerçek*Vahdettin,* tarihimizin gerçek”leri gibi, kaynayıp gitmişler.
Tarihe siyaset karıştırmanın, tarihi, ideolojik çatışmaya dönüştürmenin mahzurları oluyor. Ve bu mahzurlarla malul hale gelmiş milletler dirilemiyorlar. Faşist ve komünist ülkelerde görüldüğü gibi
*

“Yıldız Baykuşu” nedir?

Önümde, Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle*Maarif Vekâleti bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı tarafından*Burhan Asaf*ve*Vedat Tör’e hazırlatılıp İstanbul Matbaası’nda basılmış 1933 tarihli bir kitap var. Adı:*“Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine: Nasıldı, Nasıl Oldu?”Kitabın ikinci sayfasında
Sultan Abdülhamid’le,*Sultan Vahidüddin’in fotoğrafları yer alıyor.*Sultan Abdülhamid’in fotoğrafının alt yazısı şöyle:Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten Yıldız Baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamit.” Sultan Vahidüddin’in fotoğrafının altındaki yazı ise şöyle Tahtını kurtarmak için memleketini satan Sevr simsarı vatan haini Vahdettin.”

bugün, gerçek tarihçi,*Sultan Abdülhamid’i biliyor.*Sultan Vahidüddin’i ise, Anadolu’nun kurtuluşu için* Kemal Paşa’yı görevlendiren irade olduğunu biliyor. Bahis konusu kitabda bir hüküm yer alıyor, deniyor ki Sultanlar, sarayların dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahat mirasyedileridir.”Sultanlar”,*yani padişahlar arasında ayırım yapılmadığına, göre,*Yıldırım Bayezid’i, Fatih Sultan Mehmed’i, Yavuz Selim’ Kanuni ilimsiz, insafsız ve vicdansız hükmün içine giriyor.*bu hüküm ilimsiz, insafsız ve vicdansızdır: sarayın dört duvarı arasında ömür tüketen mirasyediler, nasıl olmuşta Niğbolu’da,* Mohaç’ta,*Varna’da zafer üstüne zafer kazanabilmişler?Nasıl olmuş da, alınamaz denilen*Konstantıniye’yi alabilmişler?

Nasıl olmuş da*Sina*Çölü’nü aşıp Mısır’ı fethedebilmişler, Orduy-u Hümayunu Viyanaya götürebilmişler Bu kitabın diğer sayfaları iftiralarla dolup. hiçbir ayırım yapılmadan, padişahların astığı astık, kestiği kestik olduğunu, canları istedikçe insan boyunlarını vurdurduklarını ve Kana susamış diktatörler”*tabirini kullanıyor. Unutmayın
Padişahların diktatörlüklerine gelince:*Tarihi kişiler ve devletler, yaşadıkları devirle değerlendirilir.* Tarihe bugünün değerleriyle bakmak yanlıştır, tarihe aykırıdır. siyasi bir bakıştır: Yanılma ve yanıltmaya dönüktür Yazık ki o zaman ki, yönetim tarihe siyasi bakmış, yanılmış ve yanıltmışlardır
Ders kitapları bilimsel temele oturtulamamıştır. Hâlâ Padişahların astığı astık-kestiği kestik diktatörler olduğu işlenmektedir. Bunun böyle olmadığına, devirden devire, padişahtan padişaha değiştiğine örnek teşkil eden yüzlerce olay vardır

Fatih ve Mimar İpsilanti Efendi

günümüzde haklı değil güçlü kazanıyor, Oysa diktatör”*olarak tanıtılan osmanlıda haklı olan güçlüydü. Kuvvet haktaydı padişahla vatandaş arasında fark yoktu bir mahkeme sonunda sultan mehmet ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızıra Bak Hızır Çelebi, padişahtır deyu hüküm verseydin, kılıçla başını keserdim.demiş Kadı Çelebi ise minder altındaki topuzunu Padişah’a gösterip hükmü tanımasaydınız topuzla başınızı ezerdim cevabını vermiştir bugün emreyleyin kitabına uydururuz diyen zulme* kanun elbisesi giydiren sözde hukukçulara, veyl

Osmanlı döneminde, haklı olan güçlüydü ve Kuvvet haktaydı Mahkemede padişah ve vatandaş aynıydı Sultan Mehmet Fatih camii ustalarından Rum mimar İpsilantinin elini kestirmiş İpsilanti*Efendi hakkını isteyince Kadı Padişaha kükreyerek
Beyim, davacı ile yüzleştirileceksin ayağa kalk diye emreder ve Sultan Fatih emre hürmet eder Kadı Efendi*kısas hükmünü verir sultan hata ettiğini belirtir ve elini uzatır Padişah boyun bükmüş, hükme rıza göstermiş adalete boyun eğmiştir bu sultan fatihin adaletini anlatan sayısız örnektendir

Yıllarca osmanlı bize diktatör olarak tanıtıldı oysaki osmanlı bugünün aksine ,Adliydi Haklı olan güçlüydü Kuvvet haktaydı Sultan Mehmet elini kestirdiği bir gayri müslimin haklılığı anlaşılınca mahkemeye çıkmış kendisine ayağa kalk yüzleştirileceksin diye kükreyen ve kısas hükmü veren kadı karşısında ayağa kalkmış sonsuz bir hürmetle şu cevabı vermiştir padişahtır deyu hüküm verseydin, şu kılıçla başını keserdim

emreyleyin kitabına uydururuz”*diyen ve zulme*“kanun elbisesi giydiren hukukçulara, örnek olan osmanlı adalet timsaliydi ilk istanbul kadısı sultan mehmedi gayri müslim bir vatandaşla yüzleştirmiş kısas kararı vermiş sultan fatih ise kısas için elini uzatmış cezası diyete çevrilmiş cezayı sultan kendi cebinden ödemiştir sultan fatih kadıya padişahım diye ceza vermeseydin kılıçla başını keserdim diyince kadı şu cevabı vermiştir eğer padişahlığınıza güvenip hükme biat etmeseydeniz balyozla kafanızı ezerdim

“Vezarette kemalât aranır”

Sultan Fatih vezir-i âzamını azledip şu ibretlik cevabı verir zulmden habersizsen, gaflettesin def etmemiş isen zulmettin sayılır gaflet ve zulm ile vezarette muvaffak olunamaz. Vezire kemâl lâzımdır. kemalâtsiz imâret olmaz.Vezarette kemalât” özlediğimiz hasretlerimizden Öyle bir adâlet inşa edeceksin ki insanlar, neye inanırsa inansın eşit faydalanacak. Böyle bir örnek bugün hangi ülkede var?..Osmanlılarda vardı. adalet bozulursa, her şey bozulur

Osmanlıda adalet konusunda Müslüm-gayrimüslim ayırımı yokdu Macar Kralı Hünyad Sırbıstan’ı fethedip Ortodoks kiliselerini yıkıp Katolik kiliseler yapacağını söyleyince sırplılara Sultan Fatihin cevabı şu olur Sırbistan’ı fethedip camiler kurup dinînize hassasiyet göstereceğiz osmanlının ulaşılamayan inanç hürriyeti Hıristiyanlarla Müslümanların farkını ortaya koyan başörtüsüne dahi hazmedemeyenlere verilmiş bir ibret dersidir
*

Kaynak habertürk.com murat bardakçı yazıları

Bedelli askerlik ve edepsizlik
*
Güneydoğu’dan artık çok şükür eskisi kadar şehit haberi gelmiyor ama canlar yine gidiyor, üstelik kalleş tuzaklara kurban oluyorlar. Yüksekova’da, astsubay eşini ziyaretten dönen Nurcan Karakaya’nın otomobili PKK’nın koyduğu patlayıcı ile havaya uçtu; Nurcan Hanım hayatını kaybetti, 11 aylık bebeği hastahanede can verdi.memleketde cinayet işlenirken,bir kampanya var: Bedelli askerlik kanunundaki 21 günlük eğitimin kaldırılması isteniyor, tweet atılıyor, bilmem kaç bin imzalı dilekçeler derken iş “parası ile değil mi? Verir parayı alırım”a dönüyor geçmişteki bedelli askerlik uygulamalarının kaç gün ve kaç lira olduğunu hatırlar mısınız?1992’de 60 gün eğitim vardı! Askerliklerini o sene bedelli yapanlar dört gün izinli kabul edilmişler ve 56 günde terhis edilmişlerdi. Bedelli için 2011’de ödenen 30 bin, 2014’te 18 bin lira idi, alındığında bugün ödenecek olan 15 bin liranın kat kat fazlası

önceki uygulamada yüksek bedel ödeyenler birkaç sene sonra düşük bedel alındığını görünce “eşitlike aykırı iddiası ile dâvâ açmışlardı.Bedelli yasasında 21 günlük eğitimin gerekli olup olmadığı tartışılır, kampanyalar düzenlenebilir ama edeb şartı ile!
haklı gerekçelerle, meselâ evinde hastası olduğu için, güç belâ kurabildiği işinden endişesi ile yahut ailevî sebeplerle bedelli bekleyenlere sözüm yok. Ama vatanî görevi yapmak zor geldiği için senelerce “Bedelli diye ağlayıp sızlayanların şimdi olsun da bitsin” dercesine verilecek 21 günlük eğitime karşı çıkıp kendilerini “21 gün mağduru” gibi göstermeleri ve “Mağduriyetimiz giderilsin” şamatası yapmaları, şımarıklıktır! Hele “21 günlük eğitim kaldırılmadığı takdirde yerel seçimlerde görüşürüz” gibisinden tehditlere kalkışmak edepsizlik, eğlence niyetine de olsa etrafa “Beş bin lira daha vereyim de içtimaya kalkmayayım” mesajları göndermek terbiyesizliktir!

küstahlıkları yapanlar güney sınırlarımızda bir savaşda bulunduğumuzu düşünmeye tenezzül etmeden, bölgedeki gerginlikleri hatırlarına getirmeden ve Güneydoğu’da sadece askerlerin değil ailelerinin de terör hedefi oldularını, 11 aylık bebeklerin bile hayatlarını kaybettiklerini umursamadan utanıp sıkılmadan askerliği maddiyata bağlayıp “Parası ile değil mi? Kaç para? Söyle, vereyim de keyfimi bozma!” havasına bürünüyorlar.Karşımızda herşeyi para ile ölçen, maddiyattan başka bir şey düşünmeyen, ne varsa satın alabileceğini zanneden ama zevk u safâya devam edebilmeleri için yirmili yaşlardaki gençlerin, kadınların ve bebeklerin şehid düşmekte olduklarını görmekten âciz, cür’etkâr bir güruh var!
Bu güruh 1980’lerdeki sosyal değişiklikleri “Paran varsa istediğin herşeye sahip olabilirsin” mantığına dayayıp çocuklarını o kafada yetiştiren sorumsuz neslin eseridir 21 günlük eğitimle böylelerine az bile olsa birşeylerin öğretilebilmesi mümkündür!
*

Sanatçı solcu olmalı” terânesi, sanatçı olmayı beceremeyenlerin avuntusudur!
*
Entellerimiz, dantellerimiz ve söyleyecek sözleri olmadığı için sadece iktidara değil herşeye ve hattâ aynada gördükleri çehrelerine bile muhalif lâf ola beri gele aydınlarımız son günlerde Mazhar Alanson ile Bülent Ortaçgil’e demediklerini bırakmıyor Alanson “Hem Atatürk’ü severim, hem peygamberimi”; Ortaçgil de Yüzde 48 yüzde 52’yi, yüzde 52 de yüzde 48’i tanırsa kavga biter” dedi ya… İplerini çekiverdiler! Ne yalakalıkları kaldı, ne iktidara biat ettikleri, ne hayranlarını aldattıkları ne de pastadan pay kapmaya çabaladıkları…Her iki sanatçının da müziğini barlarda uzun senelerdir içki ile mezenin ayrılmaz refakatçisi yapanların hiddet buyurmalarının sebebi mâlûm: Sanatçı dediğin mutlaka solcu olmalı imiş,

iktidarın yanında yer alanlara “sanatçı” denmezmiş, iktidara muhalefet etmeyen Alanson ile Ortaçgil sanatçı değilmiş ve hayranlarını aldatmış mış
inanmayın: “Sanatçı dediğin solcu olmalı” terânesi safsatadan ibarettir ve sanatçı olmayı beceremeyenlerin sarıldıkları çürük bir iptir!
Adam hırsına rağmen sanatda bir yere gelememiştir; yeteneksizdir, beceriksizdir, tembeldir “sanatçı” görünüp hayran toplamak, istemektedir ama vermemiş Mâbud, n’eylesin Mahmud?Çaresiz kalınca idolojiye sarılır, ideolojiyi sanat gibi gösterir, Cihangir ve Çeşmede arz-ı endâm eder, “Sanatçı dediğin muhalif olacak, iktidara karşı çıkacak!” gibi sözlerle etrafındaki fukaranın gözünü boyar,

hayranlık krizine girebilmek için üstad arayan fukaralar saçmalamaları vecize zannedip dört bir yana yayar ve netice: önemli bir “solcu entelektüel” sanatçıdan” buyurmaz mısınız?
Böylelerinin eserleri, hatırda kalacak başarıları yoktur ama çenebazdır Bir sanatçı “solcu” ve “muhalif” olur, zaten olmaması tuhaftır, 20. asrın sanatına yön isimlerin birçoğu solcudur, rejime muhaliftir ama şöhretlerini “Sanatçı dediğin solcu ve muhalif olmalı” goygoyu ile değil, eserleri ile elde etmişlerdir. Hakiki sanatçı “Ben solcuyum, solcu olduğum için muhalifim” diye sayıklamaz, hangi görüşte olduğu mâlûmdur ama şöhretini siyasî değil, eserlerine borçludur. Meselenin diğer tarafı daha himaye”, Batı’nın “patronaj” dediği müessese,

geçmişte devlet büyüklerinin sanatçıyı himayeye almaları, maddî ve manevî destek vermeleri …
Avrupa’da geçmiş devrin papaları, bilmem nerenin kralları, prensleri, dükler; bizde de sultanlar, paşalar, beyler ve zenginler olmasa idi klâsik sanat” bulunmazdı! Batı dünyasında Leonardo’dan Bach’a, Türkiye’de de İsmail Dede Efendi’ye kadar önemli isimler eserlerini bu himaye sayesinde verebilmiştir…Sanatçı dediğin solcu olmalı” terânesine inanmayın ve bu sanatçı olmayı beceremeyen yeteneksiz güruhun avuntusndan ibaret olduğunu da unutmayın!
*


Sabahattin Ali’nin Atatürk’e ‘Beni affet’ mektubu

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Türkiye’deki resmî arşivler düzenlenip Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Dünyanın en zengin arşivlerinden evrak hazinemizin geleceği hakkında çok yazacağım ama bugün Cumhurbaşkanlığında muhafaza edilen ve edebiyat tarihimiz bakımından önem taşıyan bir mektubu yayınlayacağım mektup “Kürk Mantolu Madonna”, “Kuyucaklı Yusuf” ve “İçimizdeki Şeytan” gibi romanları ve şiirleri ile Türk Edebiyatı’nın en çok okunan yazarı 1948 Nisan’ında Kırklareli’nde, Bulgaristana yakın katledilen ve üzerinden yetmiş sene geçmesine rağmen hâlâ ortaya çıkartılamamış Sabahattin Ali’ye ait.

Sabahattin Ali, Cumhurbaşkanlığında bulunan mektubu 14 Nisan 1933’te Konya Cezaevi’nden Atatürk’e göndermiş! Konya’daki “ ortaokulda Almanca öğretmeni olan Sabahattin Ali 1932’de “Hey anavatandan ayrılmayanlar / Bulanık dereler durulmuş mudur?” mısraları ile başlayan ve Mustafa Kemal’e, İnönü’ye ve devlet adamlarına hakaretler eden bir şiir yazdığı iddiası ile tutuklanmış, 12 ay mahkûm olmuş, Yargıtay cezasını 14 aya yükseltmiş ve yazar bu ceza sebebi ile devlet memurluğundan çıkartılmıştı.
Sabahattin Ali, Atatürk’e altına 15 kuruşluk bir pul yapıştırarak gönderdiği mektubunu Konya Cezaevi’nden yazıyor, “Ben böyle bir şey yapmadım” diyor, Atatürk’ten affını istiyor ama affedilmiyordu

Sabahattin Ali’nin Atatürk’e yazdığı ve hapis affını istediği mektubu.ŞİMDİYE KADAR YALAN SÖYLEMEDİM…”Ellerinizden öperim efendim” sözleri ile biten mektubunun tam metni:
“Reisicumhur Mustafa Kemal Hazretlerine,
Zât-ı âlinizi kastederek hakaret eden bir şiiri yazmış ve okumak cürmü ile bir sene hapse mahkûm edildim. Beni en çok üzen yediğim ceza değil, sizin büyük isminizin intikam vasıtası olarak kullanılabilmesi ve müsamaha keyfiyetidir. önfikirli hükümlerden, sakat düşüncelerden ve korkudan uzak bir heyete kabahatsizliğimi ispat edebilirim. Fakat bütün bunlara lüzum kalmadan işi yüksek kararınıza bırakmayı tercih ettim: ‘Ben böyle bir şey yapmadım’ diyor ve inanmanızı rica ediyorum.

şimdiye kadar yalan söylediğim görülmemiştir. Ne karakterde bir adam olduğum Maarif Vekâleti’nden sorulabilir. inanacağınızı ümit ediyorum. Şimdilik sözlerim ve teminatımdan inanılacak kuvvette görülmediği takdirde size müracaat ediyor affımı rica ediyorum.hakkımı ispat edeceğimi bilmesem ricada bulunmazdım. Beni affedecek kadar büyük ve iyi kalpli olduğunuzdan eminim. Ellerinizden öperim efendim. 14 Nisan 1933.


Bir “Enver Paşa” muhasebesi

Enver Paşa’nın 96. vefat yıldönümünde
Paşa hakkında toplantılar yapıldı, yazılar yazıldı, lehinde ve aleyhinde olur-olmaz iddialar ortaya atıldı bu yazıyı yazmam farz oldu Bir kesim Enver Paşa’nın “imparatorluğu batıran hain” olduğunu söylerken, diğer kesim Paşa’yı yere göğe koyamıyor, büyük bir asker, kahraman ve “Turancı” olduğunu anlatıyor. Bu iddialar ne ilk ne de doğru Tarih ve biyografi kulaktan dolma bilgilerle, tahminlerle belgeyle yazılır…

Şevket Süreyya Aydemir’in yakın tarih hem de biyografi şâheseri olan bir benzerinin ortaya konması mümkün olmayan üç cildlik “Enver Paşa”sı kısaca anlatayım:Enver Paşa memleketi için birşeyler yapmaya çalışan, imparatorluğu kurtarmaya uğraşan ama hayalperestliğiyle aldığı yanlış kararların neticesinde maalesef mağlûp olmuş bir askerdir! uğradığı mağlûbiyet sadece kendi hayatına değil, koskoca bir imparatorluğa mâlolmuştur Hakkındaki vatan hainliği” abartılı, saçma ve aptallıktır mağlûbiyet her asker için mukadderdir ve mağlup askeri “hain” diye nitelemek zavallılıktır! Meselâ, Fransanın gelmiş geçmiş en önemli askeri Napolyon askerî
macerasını büyük bir yenilgi ile noktalamış hayatı okyanus ötesindeki küçük bir adada son bulmuştur

o Fransa’nın “Napolyon”udur. Napolyon’a “hain” diyene deli gözü ile bakılır, “kahramanlık yolundaki sözler tuhaf karşılanır. Fransız tarihinden Napolyon’u çıkarttığınız takdirde o âyarda bir asker ve siyasetçi bulabilmek zorlaşır. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa…Millî kahraman kabul edip ismini üniversitelere, okullara, mahallelere ve caddelere verdiğimiz marşlar bestelediğimiz Osman Paşa’nın şöhreti bir zaferden değil yenilgiden gelir Plevne’deki zorluklar sonucu Ruslar’a teslime mecbur kaldığını ve Rus ordusunun burnumuzun dibine, Yeşilköy’e geldiğini bilmeyiz, bilenlerimiz telâffuz etmez Ama, Gazi Paşa büyük bir askerdir ve dillere destan direnişi sayesinde millî kahramanımız olmuştur.

Enver Paşa ile arkadaşları askerlik ve siyasete memleketi kurtarmak maksadı ile çıkmışlardı 1900’lerin başında “memleketi kurtarmak” Sultan Abdülhamid’in tahtdan indirilmesi demek diye düşünülüyordu Paşa İkinci Meşrutiyetle
hürriyet kahramanı” olarak isim yaptı 1909’da Abdülhamid hal’ edilip sürgüne gönderildi, dört sene sonra İttihad Terakki ve Enver memlekete hâkim oldu, dünya savaşına girildi ve iktidarı tam olarak ele alındıktan beş sene sonra, 1918’de ne memleket kaldı, ne iktidar! Öyle bir yenilgi yaşadık ki, memleketin dört bir yanı payitaht İstanbul işgale uğradı.Büyük bozgunda ordunun başında Enver Paşa vardı ve yenilgi ile neticelendi iktidarı

Enver paşa bir asırdır sallanan ve parçalanan memleketi toparlayabilmek hevesindeydi iyi niyetle başlayan yolculuk düşünülmeden gençlik ve hayalperestlikle önce imparatorluğun, sonra da kendi sonunu getirdi.Paşa’nın İstanbul’dan ayrılıp şans arama hevesi ile Orta Asya’da giriştiği ve 4 Ağustos 1922 sabahı Tacikistan’ın sınırları içerisindeki Abıderya Köyü’nde Rus mitralyözü ile noktalanan hayatı, hüzün ötesi ıztırapla dolu uzun bir mücadeledir ve Paşa şehid olduğunda sadece 41 yaşındadır Kişileri efsaneleştirmeyi severiz efsaneleştirmek istediğimiz şahıs başarılı olamasa bile onu kurtarıcı ve kahraman gibi gösterip başarı sahiplerinin karşısına rakip ve “asıl kahraman” gibi çıkartmaya çalışmak kurtulamadığımız fena âdetlerimiz ve hatalarımızdandır

Türkiye’de Enver Paşa’yı Mustafa Kemal ile mukayese etmek gibi gereksiz, yanlış ve olmayacak bir iş yapılıyor! Dünya Harbi’ndeki birçok bozgun, meselâ Sarıkamış hatırlara getirilmeden Çanakkale yahut Kutülamâre zaferleri öne çıkarılıyor, zaferlerin Enver Paşa sayesinde kazanıldığı söyleniyor sonradan gelen bozgunun sorumlularının kim olduğu düşünülmüyor, Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasında kalite mukayesesi yapılıyor.*Enver Paşa mağlûp değil de galip olsa idi, Türkiye’de Mustafa Kemal’in ismi yahut “Kemalizm” değil, Şark milletlerine mahsus yüceltme merakı ile “Enver” ve “Enverizm” sözleri işitilecek; okullarda, kışlalarda ve resmîyette Enver’in fotoğrafları ile büstleri yeralacak, meydanlarda heykelleri yükselecekti.

Bugün mukayeseye çalışılan taraflardan biri mağlûb diğeri galib olmasına rağmen mağlûbun ismini kullanarak olmayan bir zafer ve kahraman yaratmaya çalışanlarımız mevcut! İstiklâl Harbi’nde Mustafa Kemal değil de Enver Paşa yahut İttihadçılar bulunsa idi, perişan olmuştuk! Millî Mücadele hayal uğruna girişilen bir savaşa döner Sevr’den beter hâle gelirdik! Enver Paşa’nın “Türkçü” ve “Turancı” olduğunu söylüyorlar
Enver Paşa “Turancı” değil, “İslâmcı”dır. Mektuplarda“Turan“ sözü birkaç yerde geçer kasdettiği “Turan” ideoloji değil, İran’ın doğusu ve Orta Asya’daki Türk bölgeleridir. “Turan’a gidiyorum” demek “Turan İmparatorluğu kurmaya gidiyorum” değil, “Orta Asya’ya gidiyorum” demektir.

Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile başlayan yurtdışı macerası Türk devletlerini ve boylarını biraraya getirme hevesi değildir, “Turan ülküsü” söz konusu olmamıştır. Yapmak istediği, İngiltere’nin emperyalist gücüne son verecek “intikam” hareketi başlatmaktır ve bu hareketin temelinde “İslamcılık” vardır…Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında sürgünde kaleme aldığı şu ifadeler düşüncesinin “Turan”değil “İslâm Dolduğunu açık şekilde aksettirmektedir:
İngilizler dişleri sökülmüş yılan gibi sürünürken İslam kazanacak”, “…İngilizler’e karşı açtığım İslâm ihtilâl bayrağının altında bütün müslümanları toplayarak İngiliz aleyhinde çalışacaklarla Bolşeviklerle birlikte mücadeleye devam fikrinden hoşlanıyorum. İnşaallah bu hem Müslümanlar’a hem memleketimize çare olacaktır”, “…Muvaffak olursak Türkiye, İran, Afganistan birliği vücut bulmuş olur. İslâm hem İngilizler’e darbe vurur, hem de Avrupa’nın altolması için Bolşevikler’in serbest kalmasına vesile olur. İnşaallah bunun hayata geçtiğini görerek seviniriz” sürüne sürüne, toprak odalarda duman içinde, maddeten ve senden uzak mânen, yalnız İslâmları kurtarmak teşebbüsüyle yaşıyorum”.

Enver Paşa’dan bahsedilirken tuhaf unvanlar ve sloganlar kullanılıyor. biri, “Şehîd-i a’lâ ve gazî-i nâmdâr” Bu ibâre, Paşa’ya sürgünde musallat olan ama onu hemen her konuda aldatan, ölümünde bile rolü bulunan Kuşçubaşı Sami’ye aittir! “Şehîd-i a’lâ ve gazî-i nâmdâr” ibâresini Paşa’nın şehadetinden üç hafta sonra, 1922 Ağustos’unda Çegen Tepesi’ndeki mezarınında sarfetmiş bu sözler Enver Paşa’nın hatırasına güya “şerefli bir unvan” gibi yapıştırılmıştır gençler ise Paşa’dan bahsederken tuhaf bir slogan kullanıyor, “Sen hayal kur, biz ölelim Paşam” diyorlar…Başkalarının hayalleri uğruna niçin öleceksiniz Hele o hayaller Sarıkamış’ta, Gazze çöllerinde, Galiçya’da birçok yerde yüzbinlerin canına mâlolmuş ise…
Enver Paşa’yı hatâları ve sevapları ile târihe bırakıp “geçmişin önemli bir şahsiyeti” olarak kabul etmek yerine hatırasını rekabet, mukayese, hakaret ve didişme vasıtası yapmaya devam ettiğimiz müddetçe, rûhu asla huzur bulamayacaktır!
*
Amerika ve izzetinefis
*
Amerikan Başkan Yardımcısı Mike Pence’de alışkanlık oldu, adam Türkiye’ye lâf etmeden duramıyor. tehditlerini tekrarlayıp Amerika’nın Rahip serbest kalana kadar Türkiye’ye yaptırım yapmaya hazırlandığını” söyledi.patronu Trump’ın tehditlerinin ardından “Washington’un hakettiği cevap, ‘F’ ile başlayan dört harfli bir kelimedir!” destek veren çok sayıda yorum geldi ama tek tük “Olmaaaz! Dış politika bu şekilde gitmeeeez! Böyle şey söylenmeeeez!” diyen “ zevât da çıktı!
tavsiyelerinden bazılarını, bedelini ödersiniz, ya ödetirsiniz. Bu iş gücünüze göredir” diye yazan Fatih Altaylı’nın ne dediğini, Amerika’ya posta koymamızı mı yoksa alttan almamız gerektiğini mi söylediklerini anlayamadım.

İzzetiniz ile oynanıp gururunuzun hakarete uğradığı durumlarda “karşılık vermeye gücüm yeter ama böyle yaparsam bedelini ödetirler” diye düşünülmez böyle düşünmek ayıptır! Türkiye, mükemmel bir memlekettir! Birinci Dünya Harbi’nden mağlûbiyet ve perişan çıkmış pâyitahtı, başkenti işgale uğramış, toprakları taksim edilmiş yokluklara rağmen zafere muvaffak olduğu İstiklâl Savaşı ile “izzetinefisi ne olduğunu ve muhafazası için zorluklara katlanılması gerektiğini bütün âleme göstermiştir. Amerikan yönetimi başkan ile yardımcısının Türkiye’ye karşı dangıl-dungul sözlerini ciddîye almamış olacak ki, ânî ve sert bir karşılık vermemizi engellemek maksadıyla kriz yumuşatıcı ifadeler kullanıyor. Trumpın tehdit vari yaptırımlarının askerî alanları kapsamayacağından dem vurup ittifakın önemini vurguluyorlar ve Ankara temkinli bir politika götürüyor.iş izzetinefis ve millî gurura geldiğinde Koy ulan ambargonu! denmesi hemen ardından “F” ile başlayan dört harfli kelimenin sarfedilmesi kaçınılmazdır

Sultan Abdülâziz zamanında imparatorluk güçsüzdür ingilizler İstanbulda istediklerini yapmaktadır İngiliz savaş gemisi Çanakkalede bir Türk gemisini batırır ve denizcilerimiz hayatını kaybeder İngiliz sefiri Sultan Azize tazminat teklif ederek meseleyi önlemeye çalışır ancak sadrazam Fuad Paşa, Padişaha efendim batan, Türk bayrağıdır. tazminat kabul edemezsiniz İngilizler özür dilemelidir. Kabul buyurmazsanız işte istifam diyince İngiltere, Türk karasularına izinsiz girdiği için özür diler ve denizcilerimize tazminat verir...

Osmanlının güçsüz olduğu 1860’larda Sultan Abdülâziz tahttadır İngilizler Çanakkalede bir Türk gemisi batırmış ve tazminat teklif etmiştir sadrazam fuad paşa Padişaha Amaaaan efendim tazminatı kabul edemezsiniz denizde batan Türk gemisi değil Türk bayrağıdır diyince Sultan Abdülaziz İngiltereye resmen özür diletmiştir Zamanın güçsüz Osmanlı hükümeti, bayrağı kaza ile de batsa zamanın güçlü İngilteresine resmen özür diletmiştir Devletin izzeti nefsi, işte budur!

Kaynak yeniakit.com yavuz bahadıroğlu yazıları

Kahve ve kahvehane isyanları

Kahvehane ve kahve yasağı önce*Mekke’de gerçekleşti: 1532 de saygın din bilgini Ahmed Sunbati, “Kahve denen nesneyi içmek de, satmak da, bulundurmak da haramdır”*dedi
öğrenciler sokağa döküldü. kahvehaneler basıldı kahve içenler tartaklandı.*Karşı görüşten din adamları fetvanın aksini iddia ediyordu*“Helâldir”.
kavga sürüp gidiyor, bir fincan kahve yüzünden insanların canı yanıyor, dükkânlar kırılıyordu.
Sonunda*Kadı Mahmud İlyas duruma el koydu: Âlimleri haram olmadığını ortaya koyunca, kahveyi*“mübah”ilân eden bir fetva yayınladı.
Memlük Sultanı Kansu Gavri zamanında Mekke Muhafızlığına atanan*Hayrbay* bir yasak koymuş (1511), ne var ki, Mekke Müftüsü yasağı delmişti.

Sultan Kansu Gavri*çıkardığı emirname ile*“kahvenin mutlak haram sayılmamasını duyurmuş, tiryakileri rahatlatmıştı.kahve bir dönem Papa tarafından da yasaklanmış Papa, kahveyi*“Hıristiyanlığa aykırı”bulmuştu.*Marsilya’da kahve yüzünden doktorlar ayaklanmış, içilmesini zararlı bulmuşlar ve hükümeti uyarmışlardı.
İngiltere Kralı ile Prusya Kralı*Frederik,*1732 de kahveyi yasaklayıp kahvehaneleri kapattılar.*
Osmanlılarda ilk kahve yasağı*Kanuni zamanında çıktı. Kahvehaneler yıkıldı, ama muhalif âlimler Tartışmalar sürdürdü Tartışmalar sürerken, kahvehaneler yer altına çekildi gözden uzağa taşındı.*Manavgat’ta dünyaya geldiği için Manav”*lâkabıyla anılan İstanbul Kadısı*İvaz Efendi,*yasaktan sonra, kahvehaneleri basar, ocak ve kazanları yıktırdı

baskın korkusundan kahvehanelerin ön kapıları kapatılmış, her kahvehaneye bir arka kapı açılmış. Müşteriler arka kapıdan girip keyiflerine bakıyormuş“Rahmetli Sultan Üçüncü Murad zamanında, ikazlar oldu Sultan IV. Murad’ın (1623-1640) kahvehane yasağının temelinde, tarihimize*“büyük yangın diye geçen yangının etkisi var: İstanbul’u kül eden yangın bir kahvehaneden çıkmıştı.Buna öfkelenen Padişah,*emir verdi ve kahvehaneleri kapattırdı.*Daha sonraki padişahlar ise kahvehaneleri devletin kontrolüne alacak mekanizmaları kurmaya çalıştılar. kahvehaneleri tümüyle kapatmaksızın,*“ibreten zaman zaman birkaç kahvehane kapattırmayı uygun buldular.

Ünlü Osmanlı tarihçisi*Naima Efendi*(1665-1716), kahvelerin kapatılmasıyla ilgili Faziletli ve görgülü insanların toplandığı kahvehaneler bir günde hâk ile yeksan edildi”*diyor.Yıkımdan kurtulmak isteyen uyanık işletmeciler kahvehanelerine o dönemde kitap koyup adını*“Kıraathâne”*Okuma Evi olarak değiştirdiler. fikir tuttu ve*“kahvehane”ler Kıraathâne”ye dönüştü.*
*

Şaşırtıcı bir özgürlük belgesi: Amannâme

Fetihten hemen sonra Fatih’in İstanbul Galata’daki Hıristiyan Ceneviz halkına dair yayınladığı* “Amannâme”*bugünün demokrasilerini bile hayrete düşürecek bir*“özgürlük belgesi”dir… Günümüz Türkçesiyle Biz ki, emir-i âzam Sultan-ı muazzam Murad Han oğlu Pâdişah-ı emir-i âzam Sultan Muhammed Han’ız! Yerleri ve gökleri yaratan Allah adına, büyük Peygamber’imiz Muhammed Aleyhimüsselâm adına, yüce kitabımız Kur’an-ı Azimüşşan adına, Allah’ın yüz yirmi dört bin peygamberi adına, büyük babamız, oğullarımız adına, kuşandığımız kılıç adına yemin ederiz şehrin Katolik papazları tarafından, Bab-ı Hûmâyûnumuza mümessil gönderilen rahipler dileği üzerine, Galata halkının, âdet ve ibadetlerini serbestçe yapmalarına izin veriyoruz.*

Ahalinin barınakları, dükkân, bağ, değirmen, gemi, ticarethane ve smallarına dokunulmayacaktır. Ailelerine sahip olacak istedikleri gibi idare edeceklerdir. Ticaret mallarını satmaya izinlidirler. Karada ve denizde serbestçe seyahat edecek gümrük ve angaryadan muaf tutulacaklardır. kanun ve kaideler ebediyyen hükümran olacaktır. Biz onları, kendimizi korur gibi koruyup gözeteceğiz. Kiliselerinde diledikleri gibi âyin düzenleyip papazlara kötü söz söylenmeyecektir.”
Günümüzden 550 yıl önce, Sultan Mehmed Han’ın, fethettiği yerli ahaliye ki onlar Fatih gibi inanmıyor, Fatih gibi konuşmuyor, Fatih gibi yaşamıyorlardı temel hak ve hürriyetleri beş maddede özetlemek mümkündür: İnanç İbadet Kıyafet Seyahat Ticaret hürriyeti,

Sizce hangi yönetim daha insanî ahlakî, vicdanî?..*
Ortaçağda fethettiği toplumlara insanî ve vicdanî haklar bağışlayan Fatih Sultan Mehmed mi yoksa modern çağda, aynı müsamahayı kendi toplumundan esirgeyen*“çağdaş anlayış mı?
Çocuklarımıza bu örnekleri okutmadık. Osmanlı padişahlarının*“diktatör”olduğunu söyledik Ders kitaplarında onlardan bahsederken Asarlar-keserler”*dedik:*“Yakarlar-yıkarlar, kimseye de hesap vermezlerdi”*diye not* düştük.
Oysa şeyhülislâm Padişaha Seni kılıcımla doğrulturum”diyebilmiştir...Bir Kadı, min*der*i*nin altına sakladığı dem*ir to*pu*zu padişaha gösterip,*“Padişahlığına güvenip hükmümü din*lem*e*sey*din bil*la*hi gürz ile başını ezer*dim”*diyebilmiştir. Bir başka Kadı Emir Sultan Yıldırım gibi öfkeli genç bir Padişahı,*Namazlarını cemaatle kılmadığın için çıkan ‘binamaz’ söylentisini giderene kadar şahitliğini kabul etmiyorum”diyerek mahkemeden kovabilmişti
*

İnsan insanın kurdu mu, yoksa kardeşi mi?

“İnsan insanın kurdudur”*sözünü*“atasözü”olarak duyduğumda tepki göstermiştim…Çünkü atalarımız böyle bir hayat yaşamamışdı. Tam tersine, ailevi, ve sosyal hayatları, sevgi ve kardeşlik üzerineydi Sevgi ve kardeşlik öylesine köklü, öylesine yaygındı ki, sadece*“din kardeşleri”ni kucaklamakla kalmaz,*başka din ve dilden, insanları sarmalarlardı. Onlardan sevgi taşar, bitki ve hayvanlara ulaşırdı.Atalarımız, , şefkat, fazilet, adâletli bir hayat yaşarlardı.
Buna tarih şahittir. Bence mesele,*“İslâmî devlet”, “İslâm ekonomisi”, “faizsiz bankacılık”, “şeriat”, “hilâfet”*gibi kavramlarla kendimizi tüketmek yerine, tek bir konuya odaklanmalıyız:
“Cehalet Çağı”nı*“Saâdet Asrı”na dönüştüren sır nedir Efendimiz, yıkıcı insanları*“yapıcı insan”a nasıl dönüştürmüştür?

Hz. Ömer’i düşünün Efendimiz’i öldürmek üzere evinden çıkan Ömer’le, birkaç saat sonra evine dönen Ömer arasındaki farkı çözmeye çalışın.
O birkaç saatlik gerçeği yakalayabilmek, insanı Hz. Ömer’e yaklaştırır. Cehaletin özü şiddettir!
Şiddetin anası adâvettir Adâvetin çerçevesi nefret, haset ve bencilliktir! Bunlar kalbi karartır, duyarsızlaştırır…Sonuç olarak insanın içinde yaradılıştan var olan sevgi ve şefkat ölür.
Onlar öldüğü zaman insan insanın kurdu”*olur!
Efendimiz’in geldiği dünya işte böyle bir dünyadır ve cahiliye”*denmiştir. Hayat şiddet üzerinedir …
İnsan kininin emrinde yaşamaktadır…Cidal savaş ve kavga hayatın vazgeçilmezidir Kalbler kararmış, sevgi, şefkat ve merhamet yüreklerden çıkmıştır ki, babalar diri diri kız evlâtlarını toprağa gömerken, anneler seyre başlamıştır.

toplumsal yapı değişiyor…Başkalaşıyor…
İyileşiyor.Nefretin yerini sevgi, şiddetin yerini şefkat, cehaletin yerini ilim-irfan, düşmanlığın yerini dostluk, kıskançlığın yerini anlayış, bencilliğin yerini paylaşım alıyor. “İnsan insanın kurdu”*olmaktan çıkıyor, “insan kardeşi”*haline geliyor. Bu değişimin adı*“yürek inkilâbı”dır…
vahiy, mimari Efendimiz*aleyhisselâtu vesselamdır.
Getirdiği mesaj iman”,“adâlet”,*“şefkat”*ve* “sevgidir şöyle özetleyebiliriz…Ahlâk, fazilet, merhamet, izzet, iffet, kemalat, sıdk feraset, samimiyet…Peygamber çağının*“Saâdet Asrı”*Devr-i Saâdet olarak anılması bu yüzdendir.*“Cehaletin vurucu-kırıcı, ilkesiz insanı* Kıble yürekli insan”a dönüşmüş, kıble yürekli insanlar Allah’a dayanmanın gücünü adaletle dengeleyerek en büyük devleti kurmuşlardır.

onları taklit eden milletlere Allah büyük devletler kurmayı nasip etmiştir Selçuklular ve Osmanlılar
önce hak etmek gerekiyor. Kul hak ederse ikram-ı İlâhi imdada yetişir. Devr-i Saâdet’te, Selçuklu ve Osmanlıda böyle olmuştur. Osman Gazi’nin mürşidi Şeyh Edebali’nin, insanı devletten önce dikkate vermesinin hikmeti debudur:*“İnsanı yaşat ki, devletin yaşasın!” sevgili dostlarım; önce insan!
Âlim yetiştirmeden ilmi gelişme yapamazsınız…
Faziletli insan yetiştirmeden faziletli devlete dönüşemezsiniz…Ailede adaleti gözetmezseniz, adaletle yönetilmeyi hak edemezsiniz.
Her şey açık:*Önce imanlı, ahlâklı, faziletli, adâletli, izzetli, iffetli, merhametli insan yetiştirmemiz gerekiyor.Öğretmenlerimizden bunu bekliyoruz.*
*
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 08-20-2018, 08:27   #129
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak türkiyegazetesi.vehbi-tulek yazıları

Resûlullahın binlerce mucizesi görülmüştür

Resûlullah efendimiz, ilk şefaat eden, ve şefaati ilk kabul olunandır. Abdurrahmân bin Kâsım Utakî hazretleri Mâlikî mezhebinin en meşhûr âlimlerindendir. 750 senesinde Mısır’da doğdu 806da Kahire’de vefât etti.*Derslerinde buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz kıyâmet gününde ilk önce kabirden çıkacaktır, insanlar ümitsiz düştükleri zaman, müjde verecek şefaatçi olacaktır.. En önce Resûlullah efendimiz Cennete girecektir. O, Kevser havuzunun sahibidir. Kevser havuzu miskten hoş suyu, baldan tatlı ve sütten beyazdır. Resûlullah sav Yerdeki ağaçlardan daha çok kimseye şefaat eder. Binlerce mucizesi görülmüştür. Bunlardan bazıları: Mekkeliler, Resûlullahtan bir mucize göstermesini istemişlerdi. efendimiz Ay'ın ikiye bölünmesi mucizesini gösterdi.

Mekke müşrikleri mucizeye üzüldüler. Eshâb-ı kirâm ise sevindi. Ebû Cehil ahmaklığından Ay'ın bölünmesinin sihir olduğunu söyledi ve inanmadı. Ay'ın bölünüp bölünmediğini anlamaya, insanlar gönderdiler. Ay'ın bölündüğü söylenince, mucizenin sihir olmadığı ortaya çıktı. Bir gazâda Eshâb-ı kirâm susuz kalınca, efendimizden su istediler. efendimiz mübârek sağ elini, bulunan suya soktu. Parmaklarının arasından, pınarlar aktı sular taştı. Herkes sudan abdest aldı. Yüz bin kişi olsa, Resûlullahın bereketi ile o su kâfi geldi.Resûlullaha yeni doğmuş bir bebek getirildi Resûlullahın huzûrlarında konuşup, Peygamberliğine şehâdet getirdi. Katâde’nin ra nın gözü, Uhudda akmıştı. efendimiz onu, tekrar yerine koydu. o göz Resûlullahın bereketiyle en iyi ve sağlam göz oldu.
Bedir muharebesinde, İslâm düşmanı Ebû Cehil, Afra ra nın elini kesmişti. efendimiz onun kesik elini yapıştırdı. Allahü teâlânın izni ile kolu eskisinden sağlam oldu.

​Ölümden nasıl gaflette olunur!

“Ey oğul! Dünyânın insandan ayrılması muhakkak iken, dünyâya nasıl meyledilir!.."Hüseyn ibn-i Kâvân Geylânî hazretleri Şafiî mezhebi âlimlerindendir. 1438’de İran’daki Geylân’da doğdu 1484 de Mekke’de vefât etti.*buyurdu ki Peygamberimiz sav “Güzel ahlâk, sahibinin boynunda, Allahü teâlânın rızâsından bir halkadır. Rahmetten bir zincire bağlanmıştır. Bu zincir Cennet kapısında bir halkaya bağlanmıştır. Zincir onu Cennete çeker ve Cennete girmesine sebep olur. Kötü ahlâk sahibinin boynunda Allahü teâlânın gazâbından bir halkadır. Bir zincir ile Cehennem kapısındaki bir halkaya bağlıdır. O zincir sahibini oraya çeker ve o kapıdan Cehenneme sokar.”

Resûlullaha bir adam Yâ Resûlallah din nedir?” dedi.*“Güzel ahlâktır”*buyurdu. sağ tarafına geçip, “Din nedir?” dedi.*“Güzel ahlâktır”*buyurdu. Arkasından gelip, “Yâ Resûlallah din nedir?” dedi.*Güzel ahlâktır”*buyurdu. Sonra ona dönüp,*“Din bilgilerine sâhip*olsan da, olmasan da, din; kızmamandır”*buyurdu.İbrâhim bin Edhem hazretleri bir yere gitmişti. bir asker çıktı “Sen köle misin?” dedi. “Evet” deyince, “Asker kızıp, kamçı ile kafasını yaraladı. talebeleri askere Sen ne yaptın?” Bu zât, İbrâhim Edhem hazretleridir” dediler. Vuran kişi af dileyip el öptü. “Neden kölemisin dediğim de evet dedin?” diye sordu. “Çünkü ben, Allahın kuluyum” dedi. “Peki sana vururken, onun Cennete girmesi için ona duâ ettin. sebebi nedir?” dediler. İstedim ki ona benden kötülük dokunmasın, benden nasîbini iyilik olarak alsın.”

Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: “Ey oğul! Ateş gelirken nasıl emin olunur. Dünyânın insandan ayrılması muhakkak iken, dünyâya nasıl meyledilir. Ölümden nasıl gaflette olunur, ölümün geleceğinden şüphe yoktur. Sen uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğul! İnsanın üç şeyi vardır. Rûhunu Azrail aleyhisselâm alır. Hayır veya şer, ameli kendisine âittir. Bedenini ise kurtlar yer ve toprak çürütür.”


Resûlullaha itaat Allah'a itaattir...

Resûlullahın peygamberliğine ve bildirdiklerine imân ettikten sonra, O’na itaat etmek lâzımdır.
Ebüssü’ûd ibn-i Kazrûnî hazretleri Medîne-i münevverede yetişen Şafiî mezhebi âlimlerindendir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Zübeyr bin Avvâm rad ın neslindendir. 1572 de Medîne-i münevverede doğdu. 1640 da vefât etti. buyurdu ki efendimiz sav mucizelerinden birisi de, Allahü teâlânın O’na gaybı bildirmesidir. efendimiz vuku*bulacağını haber verdiği şeyler olmuştur. Resûl-i ekrem kendisinden sonra fitnelerin çıkacağını, Hz Osman’dan sonra, Hz Ali’nin şehid olacağını, Emevîlerin emir olacaklarını, Kıyâmet alametlerini, Hz Mehdî’nin çıkacağını, Ammâr ra âsilerin şehîd edeceklerini, Hâriciler'in zuhur edeceğini, yüzlerinin tıraşlı olacağı bozuk Kaderiyye'nin ve Eshâb-ı kirâma dil uzatanların çıkacağını ve doğru yoldan ayrılacaklarını bildirmiştir.

Mekke müşrikleri, putlarını inkâr ettiği için, Resûlullahı öldürmek üzere ittifâk etmişlerdi. Resûl-i ekrem evinden çıkarken, onlara toprak serpti. Onlar, Server-i âlemin farkında olmadılar. Eshâb-ı kirâmdan ve Resûlullahın ümmetinden sâlih kimselerden zuhur eden kerâmetler Resûlullahın mucizelerindendir. Resûlullahı tasdik etmek, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına inandıktan sonra, Resûl-i ekremin Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuna inanmak farzdır. Resûlullaha îmân; O’nun peygamberliğine şehâdet etmek, Allahü teâlâdan getirdiklerini tasdik etmektir. Kalp*ile tasdik ve dil ile ikrâr bir arada bulununca imân tamam olur. Resûlullaha itaat, Allahü teâlâya itaatla beraberdir. Server-i âleme itaat edip, sünnet-i seniyye üzere yürüyen doğru yoldadır. O’nun emirlerine uyan, en büyük sevâba ve mükâfata kavuşur. O’na muhalefet edip, emirlerine karşı gelenler, en büyük azâba ve cezaya uğrar Resûlullaha itaat O’nun sünnet-i seniyyesine uymak, O’nun getirdiklerini kabul etmek, O’nun bildirdiklerini her tarafa yaymaktır.

*
Resûlullahı canından çok sevmedikçe...

Hazreti Ebû Bekir'in Resûlullaha olan sevgi ve muhabbeti meşhurdur...Muhammed bin Sa’îd hazretleri Şafiî mezhebi âlimlerindendir. "İbn-i Kebben" adıyla meşhûr olmuştur. 1374 de Yemen’de doğdu. 1438 de aynı yerde vefât etti... buyurdu ki Her müminin Resûl-i ekremi sevmesi lâzımdır. Bir kimse Resûlullahı canından, malından, evlâdından, ana ve babasından çok sevmedikçe imânı kâmil olamaz. Resûlullah efendimizi seven, imânın tadını duyar, Resûlullahı*sevenler arasına katılır. Allahü teâlânın lütuf ve ihsânda bulunduğu kimselerle arkadaş olur. Eshâb-ı kirâm ra efendimizi canlarından çok seviyor. O’na kavuşmayı, O’na yakın olmayı, tercih ediyor O’na hürmette kusur etmemek için tüm güçleri ile çalışıyorlardı. O’na salât ve selâm okuyorlardı.

Hazreti Ömer, Resûlullahı candan çok sevdiğini yemîn ile söylemiştir. Hz Osman ve Hz Ali Resûlullaha sevgi ve muhabbet ile doluydu Hz Ali’den şöyle bildirilmiştir: “Vallahi, Resûlullah bize, mallarımızdan, çocuklarımızdan, babalarımızdan analarımızdan, hararetten yanan ciğerlerin serin suya olan iştiyâklarından daha sevgili ve kıymetlidir.”Amr bin As ra buyurmuştur ki “Hiçbir kimse bana Resûlullahtan daha sevgili olmamıştır.”
Resûlullah efendimize sevginin alâmeti, Resûlullaha hürmet ve ümmete şefkat, sâlihlere iyilik ve nasîhattir, faydalı olup, zararları onlardan def etmektir. Resûlullahı sevenlere O’nun emirlerine uyup, yasaklarından kaçanlara sıkıntı ve genişlikte O’nun âdabı ile edeblenenlere, O’nun emrettiklerini Allah için sevinip, Allah için sevenlere, O’nun sünneti ile amel edenlere, Resûlullahın sünnet-i seniyyesi istikâmetinde gidenlere, O’nun ahlâkı ile ahlâklananlara,Ehl-i beyte ve Eshâb-ı kirâma hürmet edip onları sevenlere ne mutlu...

*
Namaz kılan bir mümin, yükselir

Namaz kılan bir Müslüman, Allahü teâlâya yaklaşır makamı yükselir. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi sekizincisidir. Seyyid olup,1745 de Hindistan’ın Pencap bölgesinde doğdu. Mazhar-ı Cân hazretlerine talebe oldu.sohbeti ve teveccühleri ile kemâle gelerek, zamanının bir tanesi oldu. kerâmetleri görüldü. 1824 de Delhi’de vefât eyledi. mektuplarına “Mekâtîb-i şerîfe” ismi verildi.*85.*Mektubunda şöyle buyurmaktadır:
Namazı cemâat ile kılmak ve “rükû’da, secdelerde, her uzvun hareketsiz kılmak, rükû’dan sonra “Kavme” kalkıp, ayakta her uzuv yerine yerleşecek şekilde dik durmak iki secde arasında “Celse” yapmak bizlere Allahın Peygamberi sav tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır.

Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbih söylemek sübhânallah demek Resûlullaha*salevât söylemek, günahlara istiğfar etmek ve ihtiyâçları yalnız Allahü teâlâdan isteyerek duâ etmek, namaz içindedir. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar Hayvanlar, rükû*hâlinde, cansızlar da namazda oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır.Namaz kılmak, mirâc gecesi farz oldu. mirâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uyup namaz kılan bir Müslüman, yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı edebi takınarak huzur ile namaz kılanlar, mertebelere yükseldiklerini anlarlar. Allahü teâlâ ve O’nun Peygamberi, ümmete merhamet ederek, ihsânda bulunmuşlar, namaz kılmayı farz etmişlerdir. Rabbimize hamd ve şükür olsun! sevgili Peygamberine salevât ve tehıyyât ve duâlar ederiz!


Namazlardan sonra duâyı sessiz etmeli


Duânın ve zikrin sessiz olması eftaldir. Cemaatin imam ile birlikte, sessizce duâ etmeleri eftaldir.
Mehmed Zeynî Efendi 87. Osmanlı Şeyhülislâmıdır. 1667 İstanbul'da doğdu. Medrese tahsilinde Şeyhülislâm Ab*dullah Efendi'ye damat oldu. müderrislik, Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği yaptı. Şeyhülislâmlığa getirildi. 1751 de vefat etti. duâ, uyanık kalp*ile ve sessiz yapılmalıdır. Duâyı yalnız namazlardan sonra veya belli zamanlarda yapmak ve belli şeyleri ezberleyip, şiir okur gibi duâ etmek mekruhtur. Duâ bitince, elleri yüze sürmek sünnettir. Resûlullah, tavâfta, yemekten sonra ve yatarken duâ ederdi. duâlarında kolları ileri uzatmaz ve ellerini yüzüne sürmezdi. Duânın ve zikrin sessiz olması eftaldir. Cemaatin imam ile birlikte, sessizce duâ etmeleri eftaldir. Ayrı ayrı duâ yapmaları ve duâ etmeden kalkıp gitmeleri de câizdir.

Son sünneti olan namazlarda, selâm verince imamın oturması mekruhtur. Sağa, sola veya biraz geriye çekilip son sünneti kılması lâzımdır. Yâhut, hemen gidip evinde kılar. Cemaat ve yalnız kılan, oturduğu yerde kalıp duâ okuyabilir.oturduğu yerde, sağda, solda veya geriye çekilerek son sünneti kılması câizdir.Son sünneti olmayan namazlarda, imamın, oturduğu yerde kıbleye karşı kalması mekruhtur, bid'attir. Kalkıp gitmesi cemaate dönmesi yâhut sağa, sola dönüp oturması lâzımdır.

*
Resûlullaha hürmet ve tazim farzdır!..


Resûlullaha hürmet ve saygı lâzımdır. Yahyâ bin Muhammed hazretleri Şafiî âlimlerindendir. “İbn-i Kirmânî” diye meşhûr oldu. 1361’de Bağdad’da doğdu. 1430’de Kâhire’de vefât etti. buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Resûl-i ekreme hürmeti farz kıldı. Onun huzurunda, O’ndan önce konuşmayı, O’na karşı edebe uymayan işlerde bulunmayı yasakladı. Eshâb-ı kirâma, Resûlullahın dinlemelerini emretti. muhalefet ve ses çıkarmaktan menetti. O’na hürmeti emretti. O’na, sevdiği isimler ile hitâb etmelerini emretti. O’nun yanında sesini alçaltarak konuşanları övdü ve onları af ve mağfiret buyuracağını ve mükâfata kavuşturacağını vadetti. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm ra Server-i aleme çok hürmetde bulunurdu

Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer Resûlullaha gözlerini kaldırıp bakamazdı. otururlarken sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi otururlardı.
Resûl-i ekrem abdest aldığı vakit, Resûl-i ekremin abdest suyunu alabilmek için birbirleri ile yarış ederlerdi. saçından bir kıl alabilmek için gayret gösterirlerdi. O’nun emirlerine uymak için canla başla çalışırlardı. Resûlullahın kapısını parmakları ile değil, tırnakları ile çalarlardı. Bir şey soracakları vakit, Resûlullaha hayâdan dolayı cesâret edemezlerdi.hadîs-i şerîfi duyduklarında onu alır, ezberler ve manasına göre amel ederlerdi. hadîs-i hürmetle dinlerlerdi.,Resûlullaha işittikleri zaman, gözlerinden yaşlar akar, hayran kalır, sapsarı olurlardı Abdestsiz asla hadîs-i şerîf yazmazlardı. Yatarak veya ayakta hadîs-i şerîf okumaz hadîs-i şerîf okunması istendiği zaman, gusül abdesti alır, temizliğini yapar ve yeni elbiselerini giyerlerdi.

“Kim amel ederek tövbesini düzeltirse"

İbni Atâ hazretleri buyurdu ki:*“Kim amel ederek tövbesini düzeltirse, tövbesi kabul olunur.”
Abdürrahmân ibn-i Kudâme hazretleri Hanbelî âlimlerindendir. 1200’de Şam’da doğdu. 1283)’de orada vefât etti. Tövbe hakkında buyurdu ki:
Kul kalbiyle pişman olmadıkça, diliyle istiğfar etmedikçe ve kendi üzerinde hakkı olan hak sahiblerinin hakkını ödemedikçe tövbe etmiş olmaz. Kul ibâdete yönelir, kulluğunu yaparsa, tövbeye ve zühde ulaşır. Zühde kavuşunca, sadâkata, sıdka kavuşur. Sıdka kavuşunca, tevekküle, istikâmete kavuşur.*

Hazreti Ömer şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah*buyurdu ki:*“Kıyâmet günü tövbe en güzel surette getirilir, öyle güzel kokusu olur ki, onu müminlerden başkası duymaz? Kâfirler der ki: 'Müminler o kokuyu alıyorlar da, biz neden alamıyoruz?' tövbe onlara şöyle der: 'Eğer beni dünyâda kabul etseydiniz*şimdi kokumu duyardınız.' kâfirler: 'Şimdi seni kabul ediyoruz'*derler. Semâdan bir melek kâfirlere şöyle seslenir:dünyâdaki altın ve gümüşleri her şeyi getirseniz, sizden tövbe kabul olunmaz.”*Sonra Melekler onlardan uzaklaşır. Cehennem, bekçisi melekler gelir Kendisinde güzel koku olanları Cennete kor. Kötü koku bulunanları ise Cehenneme atar

Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Her uzvun tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, haram olan işleri yapmaya niyeti terk etmesidir. Gözün tövbesi, harama uzanmaması, ayakların tövbesi, harama gitmemesi, kulağın tövbesi, haramı dinlememesi, karnın tövbesi, helâl yemek, fercin tövbesi, fuhşa dalmaması, işlememesidir...”Ebû Hafs hazretlerine, "tövbekârlar neden dünyâyı sevmezler?" denildi. “Çünkü onlar, günâha dünyâda batarlar” buyurdu. Fakat tövbe de dünyâda yapılır dediklerinde, “Bu günâha delîldir. İşleniyor ki tövbe yapılıyor, fakat günahların tövbesinin kabul edileceği kesin değildir.”Ebû Abdullah hazretlerine denildi ki:*“İnsan ne zaman tam tövbekâr olur?” Buyurdu ki: “Sol omuzundaki melek, yirmi sene hiç yazacak günah bulamadığı ve yazmadığı zaman efendimiz şöyle buyurdu:*“Allahü teâlâ*günahkâr kuluna sen bana duâ etmedin. günahlarına bağış istemedin. Eğer bunu isteseydin, arz dolusu günah olsa, göğe ulaşsa, onu bağışlar, günahına bakmazdım, buyurdu.”

“Namaz gözümün nûrudur..."

Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ezan ve gözümün nûru olan namaz ile bizi ferahlandır yâ Bilâl!”*Seyfeddîn ibn-i Mecdî hazretleri Hanbelî âlimidir.1208 de Şam’da doğdu. 1245)’de Şam’da vefât etti.*Namaz hakkında buyurdu ki: Peygamberimiz Ezan ve gözümün nûru olan namaz ile bizi ferahlandır yâ Bilâl!”*buyurdu. Ebu Saîd el-Harrâz’a “Namaza nasıl girmek lâzımdır?” denilince buyurdu ki:“Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûruna varıyormuş gibi, Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu ve kimin huzûruna çıkmakta olduğunu unutmadan girmek lâzımdır.” Bir zât, hurma bahçesinde namaz kılıyordu. Namazda iken hurma ağacına daldı ve yanlışlık yaptı çok üzüldü. Malım beni fitneye düşürdü dedi. Ellibin dinar değerindeki bahçesini, sadaka olarak fakirlere verdi.

Müslim bin Yesar hazretleri, namaz kılarken kendinden geçer, yanında konuşanları duymazdı. Âsım hazretleri şöyle anlatmıştır: alime sordular
nasıl namaz kılarsın?”. Buyurdu ki: vakti gelince iki abdest alırım!*Biri zâhirde bildiğimiz biri de batın abdesti.” “nasıl olur?” dedim. "Batını temizlemek; hased, ve kibirden dolayı pişmanlık duyup, tövbe etmektir. insan namaza böyle hazırlanmalıdır... mescide gitmek üzere yola çıkarım. Kıblem Kâbe'yi hatırlar ve makâm-ı İbrâhimi Cenneti sağımda, Cehennemi solumda düşünürüm. Cennet ehlinden olursam, oraya olmazsam, Cehenneme atılırım derim. Kendimi sırat üzerinde kabul eder, eğer oradan geçmeme sebep*olacak amel işlersem geçerim, yoksa Cehenneme düşerim derim, ölüm meleği arkamda eğer rükû’a vardığımda canımı alırsa, secdeye vakit kalmaz. Secdede canımı alırsa, kalkmaya fırsat kalmaz diye düşüne düşüne mescide varırım ve edebime uygun olarak içeri girerim. Namazda kırâati tefekkürle okurum. Tevâzu ile boyun bükerek ve tezellül ile secde ederim. sükûnet ve vakar üzere otururum. Sıdk ve sabır ile teşehhüd yapar, şükür ve sürûr ile selâm veririm” buyurdu.

Saçıma düşen aklar ölümü hatırlatıyor...

Hâlâ gaflette misin? Ölüm yakında senin bulunduğun sokağa da uğrayacak..."
Makdisî hazretleri Hanbelî âlimlerindendir. 1146 de, Nablus’ta doğup, 1233 de Şam’da vefât etti.*Namazı cemaatle kılmanın fazileti hakkında buyurdu ki: Ubey bin Kâ’b*ra anlatır: Bir kimse evi mescide uzak olduğu hâlde, cemâati kaçırmazdı. Onun gayretini görenler*“Bir binek alsan da, zor zamanlarda, binip gelsen iyi olmaz mı?” dediler. O kimse, “Evimin mescide yakın olmasını, mescide gelmek için bineğimin olmasını arzu etmem. Yürüyerek gelip gitmekle çok sevap*kazanacağımı ümid ediyorum” dedi.Peygamber efendimiz o kimseye,*“Allahü teâlâ amelinin sevâbını eksiksiz verecek”*buyurdu.

mübarek zatın kıymetli şiirleri vardır. Vefatından evvel şu beyitleri söyledi:“Ey Muvaffakuddîn! Hâlâ gaflette misin? Ölüm senin bulunduğun sokağa da uğrayacak. Geçip giden belâ ve musibetler, ölüm seni aldatmasın. ölümün nice isâbetli okları vardır. Kişi mutlaka nasîbini alacaktır. 'Yarın yaparım?' hülyası ne zamana kadar devam edecek? Her gün en yakın dostunun veya ayrılması da ibretli değil mi? Muhakkak ki sen de, onlara katılacaksın ölüm gelince, peşinden ağlayanların ağlaması, seni kurtarmayacak ve fayda vermeyecektir. Saçıma beyazlık, ak düştükten sonra da mı, kabirden başka bir evi imâr edeyim? böyle yaparsam ahmağım. Saçıma düşen aklar, ölümümün yaklaştığını bildiriyor ve doğru. Ömrüm her gün eksilmektedir. Onu kim geri getirebilir.

Kendimi ölmüş, naaşımı uzatılmış bir vaziyette görüyorum. Kimi suskun, kimi içi yanarak ağlıyor. Bana sesleniyor gözlerinden yaşlar dökerek ağlıyorlar. daracık bir kabre gömüyorlar beni. Lahdimin üzerine onu kapayacak şekilde bir kaya koyuyorlar. En güvendiğim dostum, üzerime toprak doldurmaya başlıyor, şefkat ve merhamet sahibi olanlar, beni kabre teslim ediyor. Yâ Rabbî yalnızlık günümde, beni yalnız bırakma, bana teselli lütfeyle. ben, bildirdiklerinin hepsine inandım ve tasdik ettim...”

*Kaynak yeniakit.com Yavuz Bahadıroğlu yazıları

“Kahve Yemen’den gelir yolları ırak”...

Meşhur müverrihimiz*Solakzade Efendi,*kahvenin*Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra, Müslüman tüccarlar tarafından 1519’da İstanbul’a getirildiğini, ancak rağbet görmediğini söylerken, Kâtip Çelebi 1543 yılında gemilerle İstanbul’a kahve geldiğini ve İstanbul ahalisinin kahveyle tanıştığını yazıyor.*
“Aslı Yemen diyarından çıkıp tütün gibi dünyaya yayıldı. şeyhler Yemen dağlarını mesken edinip dervişleriyle ağaç yemişi bulup kalb ve bûn dedikleri taneleri yerlerdi ve kimisi de kavurup suyunu içerdi. şehveti kesmeye elverişli soğuk ve kuru gıda olduğundan Yemen ahalisi birbirinden görüp şeyhler ve sûfîler kullandılar.”

Kahve ilk defa, Kanuni’nin Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından İstanbul’a getirildi”*diyen de var, 1511 yılına tarihleyenler de Peçevî İbrahim Efendi*ise, kahvenin İstanbul’a 1554 te girdiğini ve bu tarihten önce kahve ve kahvehanenin bilinmediğini iddia ediyor.*kahvenin zamanı, mekânı, kesin değil. Güzergâhı konusunda ihtilâflar mevcut. Yemen’den yola çıktığı,*Cidde, Süveyş, Mısır*yoluyla İstanbul İzmir, Selanik, Yafa, Akka, Trablus Sayda*ve*Antalya gibi Osmanlı şehirlerine ulaştığı söylenir uzun deniz yolculuğunda rutubet alıp bozulmaması için çekirdekler zembillerin içine konmuş, üstü çulla örtülmüş, rutubetten korunarak binbir zahmetle İstanbul’a ulaştırılmış. Çok sevilmiş, hızla yayılmış, kahvehane dükkânları açılıp her semte girmiş.

Meşhur gezginimiz*Evliya Çelebi İstanbul’da kahve satan esnafın sayısını 500, kıraathâne-kahvehane sayısını 300 civarında veriyor.*Mısır Çarşısı’nda kahve satılan hanlar biliniyor. sözü*Peçevi’ye bırakalım Hicrî 962 senesinin sonuna doğru Halep’ten Hakem nâmında bir herif ve Şam’dan Şems adlı bir zarif gelüb* Tahtakale de birer büyük dükkân açarak kahve satdılar.Keyiflerine düşkün safâ ehli, okur-yazar zevk erbabı toplanır, yirmişer, otuzar yerde meclis kurar oldu. kimi kitap ve güzel şeyler okur, kimi tavla ve satranç oynar, kimi gazeller getirüb maarifden bahseder, akçalar ve pullar sarfedüb, dost toplantılarına sebep için ziyafet tertip edilir; bir iki akça kahve parasıyla eğlenir oldular.*işlerinden çıkarılanlar, kadılar, müderrisler, işsiz güçsüz oturanlar, ‘böyle bir eğlenecek ve gönül dinlendirecek yer olmaz’ diyerek kahvehanelere doldular; oturacak ve duracak bir yer bulunmaz oldu. *

Kahve o kadar şöhret buldu ki, mevki sahiplerinden başka ne kadar kibar takımı varsa, gelir oldular.*İmamlar, müezzinler ve sofu takımı,*‘halk kahvehaneye dadandı, mescidlere gelinmez oldu’* ulemanin dikkatini çekti: Ulemâ,*‘Kötülük yeridir, oraya gitmektense meyhaneye gitmek evlâdır’deyü, vaizler yasak edilmesi için çalışır oldular. Müftiler,*‘herkangi sırf haramdur’ deyu fetvâlar virdiler.”*

Eski İstanbul’un meşhur kıraathâneleri

Eski İstanbul’a nam salmış kıraathâneler vardı.*“Kütüphaneli kahvehane”diyebileceğimiz mekânlarda çayın, kahvenin âlâsı yapılır kitap okunur, sohbet edilirdi.tiyatro ve konferanslara, sahne görevi yapar Bir *“İlim-irfan ocağı”*gibi çalışırlardı. Bunlardan bazılarını hatırlayalım…
Fevziye Kıraathanesi: Şehzadebaşı Caddesi’nin*Fevziye Caddesi*ile kesiştiği köşede yer almıştı. en parlak dönemini 1885-1900 de yaşadı.*tiyatro gösterilerine, konferanslara, musiki fasıllarına ve aydınlara ev sahipliği yapdı.
Darüttalim Kıraathanesi:Ahmet Hamdi Tanpınar, “Saatleri Ayarlama Enstitüsünde bu kıraathaneyi şöyle anlatıyor:*“Kahvehaneye her cins ve meşrepten insan geliyordu. Zengin mirasyedi, müflis tüccar, şöhretsiz şair, gazeteci, ressam, hülasa her meslekten adam...”*İstanbul’un ilk apartmanlarından Letafet Apartmanı’nın alt katında açılan kıraathanenin yerinde bugün*İstanbul Üniversitesi Zooloji Bölümü*var.*Letafet Apartmanı*ise 1964’te yıkılmış…

Elit Kıraathanesi:*1936 da açılan kıraathane* Beyoğlu/ Asmalımescit Sokağı’nda*Merkez Apartmanı’nın altındaydı. Edebiyatçıların ve sanatçıların uğrak yeriydi. tanışıp tartışırlardı. Oktay Akbal*ve*Attilâ İlhan*bu kıraathanede tanışmışlardı.*Cemil Meriç*de kıraathanenin müdavimlerindendi. 1949 da kapanan*Elit Kıraathanesi’nin yerinde şimdi restoran var.
İhsan Kıraathanesi:*Bâbıâli Yokuşu’ndaydı muhabirler özel olmayan haberlerini değiş tokuş için toplanırdı. Valiliğe işi düşenler, politikacılar, yabancı donanma komutanları ve ecnebi sefirler uğrardı. Hemen yanında defterdarlık, Türk Ocağı vardı.

Hacı Reşit Çayhanesi:*1880’lerden 1910’lara kadar*Şehzadebaşı’nda faaliyet sürdürdü. Sahibi şairlik iddia eden bir kahveci idi. Cenap Şahabettin, “havasında bir lezzet-i edebiye vardı”*diye methediyor,*Hacı Reşid’i tanımamak, Muallim Naci’yi bilmemek veya Ahmed Mithad Efendi*ile görüşmemiş olmak gibi bir mahrumiyetti.”*
Eftalikus Kahvehanesi:Taksim Meydanı’ndan* İstiklal Caddesi’ne girerken, köşedeki hamburgercinin yerinde, 1970 te yılla Eftalikus*adlı kahvehane varmış.*Salah Birsel: “Bir gözlem kulesidir Eftalikus. Pek çok insan da buraya bunun için gelir. Abidin Dino, Sait Faik,, Asaf Halet Çelebi, İlhan Berk kendileri için gelirler. Eftalikus en çok Sait Faik’in yurdudur”*diye anlatıyor.*Sait Faik’in mekânı konu alan bir hikâyesi var. Senarist*Bülent Oran,*pek çok senaryosunu burada yazdı.

Sarafim Kıraathanesi:*Bayezidde Okçularbaşı Caddesi’nde idi. Geçmişi 1850’lere giden kıraathânenin büyük bölümü kütüphaneydi Kitap, gazete ve dergi bulunurdu.ünlü şairler yazarlar ilim adamları ve sporcular müdavimleriydi Bulunduğu yerden yol geçti.Acemin Kahvesi Bayezid’den*Laleli’ye inen caddede,*Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin karşısındaydı. İsmail*Dümbüllü* kahvehanenin müdavimleri arasındaydı.*
Son zamanlarda da*Marmara, Küllük ve *bir nevi üniversite işlevi görmüş kıraathânelerdir.

*Kaynak habertürk.com Murat Bardakçı Yazıları

Benfica’nın kartalı

Benfica’nın stadyumunda iyi terbiye görmüş kuş tribünlerin üzerinde kanat çırptıktan sonra tekrar terbiyecisinin koluna konuyordu.Kartal sembolü geçmişte ve birçok memlekette ve bizde de kullanılmıştı Roma’da ve Bizans’ta çift başlı kartal ile iktidarın sembolü olan kartal, Selçuklu, Kutsal Roma-Germen, Rusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Ermenistan, Sırbistan, Arnavutluk ve Karadağ gibi birçok devletin de arması yahut güç sembolüdür. İstanbul’da 19. yüzyıla kadar saltanat kayıklarının başında da yeralan kuş kartaldır iktidarın, ve hükümdarın gücünü temsil etmektedir. Birleşik Amerika ile Almanya’nın devlet armalarında bulunan tek başlı kartal da aynı semboldür Türkiye’de polis teşkilâtı spor klüplerinin armalarında ve Türk Tarih Kurumu’nun logosunda çift başlı kartal mevcuttur.

SALTANAT KAYIĞINDAKİ KARTAL figür “basilisk” ismi verilen efsanevî bir canavardır; basiliske yahut kartala 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar yapılmış minyatürler ile gravürlerde rastlanır ve kuş geçmiş asırlarda padişahların saltanat kayıklarının ön kısmında yeralırdı Türkiye’de zamanımıza ulaşan tek ahşap basilisk İstanbul’da, Deniz Müzesi’nde muhafaza edilen ve Dördüncü Mehmed’e ait olduğu düşünülen 1647, 1655 arasına tarihlenen kadırganın baş ve kıç tarafının uçlarında bulunur.
19. asrın öncesine ait olan ama bugüne ulaşmayan saltanat kayıklarının baş taraflarında da basilisklerin bulunurdu basilisk İkinci Mahmud zamanından itibaren yerini kuş sembolüne bırakmış olduğu daha sonraki senelerde görülmektedir.

Basilisk, coğrafî bölgeler ve hattâ kıt’alarda binlerce seneden buyana devam eden bir kültürün Sümerliler’den zamanımızın Birleşik Amerika’sına kadar uzanan geleneği teşkil eder. Eski sümer ve Mezopotamya inançlarında bulutlar kuş olarak düşünülmekte, “Anzu” yahut “İmdugud” ismini taşıyan fırtına ve yağmur tanrısı, iki başlı bir kuş şeklinde sembolize edilmektedir. Güneşin doğuşunu ve batışını temsil eden Anzu gece uçarak karanlıklara gidip gündüzleri dünyaya dönmektedir. Doğu ve batıda vücudu ve ayakları yılan şeklinde gösterilen ve birçok kuş özelliğini taşıdığı söylenen “Anzu”, zamanla Sümer inancının en güçlü tanrısı olur. Sümer’de kutsal kabul edilen çengin baş kısmında, anahtar tutan bir kuş sembolü vardır. Kuş, çengin güneş tanrısı ile münasebetini anlatır; anahtar 360 günlük yürüyüşü ile senenin devrini temsil eden güneşin 180’i doğuda, 180’i de batıda bulunan kapılarını açmaya yarar.

Basilisk, Hz Süleyman ile ilgili efsanelere de girmiştir Mezopotamya mitolojisindeki eski güneş tanrılarının kuvveti ile ilgili inançlar zamanla Süleyman’ın özellikleri haline gelir. Hz Süleyman efsanelerde Kudüs’ün güneş tanrısı “Salman” ile özdeşleştirilir tanrısal üçler ona atfedilir. Süleyman’ın 12 basamaklı tahtının her basamağındaki hayvanlar burçların, tahtın en üstünde yüzüğü ile oturan Hz Süleyman da Sümer inancına göre güneş sembolüdür. Süleyman’ın ölümünden sonra çalınan ve mağaraya saklanan yüzüğü muhafaza eden ejderhayı andıran büyük yılan, basilisktir. Aynı yılan asırlardır tıbbın ve eczacılığın sembolüdür ve ölümsüzlüğe çare aranmasını temsil eder.

İslâm mitolojisinde başı arşın üzerinde, ayakları yerin altında olan, kâinatı kaplayan, güneşi sembolize eden, güneşin kuşu olan ve horoz şeklinde tasavvur edilen bir başka kavram vardır. Bu horoz güneş doğarken kanatlarını çırparak güneşi selâmlamakta, sabah namazını haber vermekte ve kanat sesini işiten yeryüzündeki horozlar öterek müminlere namaz vaktinin geldiğini haber vermektedir Tanrıları güneş ve gücün sembolü olan basilisk daha sonra Ortadoğudaki birçok kaynakta geçer. Mezopotamya kaynaklı inanç sadece efsanelerde yer bulmamış, zamanla bazı devletlerin sembolleri hâlini almıştır. Sümer’de alt seviyede bir tanrı olan ve zamanla büyük güç izafe edilen Anzu yahut Imdugud’un sembolleri Mezopotamyadan batıya doğru uzanmış, eski Yunan’da “küçük kral” demek olan “Basilikos” ismini almış, batı dillerine “basilisk” şeklinde geçmiştir bir horozun yılan yumurtasında kuluçkaya yatması neticesinde dünyaya geldiği düşünülen, tek ve çift başlı sembolize edilen, bünyesinin yılandan, kartaldan ve yırtıcı hayvanların vücutlarından meydana geldiğine, nefesinin de öldürücü olduğuna inanılan efsanevî bir yaratık şekline bürünmüştür.


Donald Trump ve dilsizleşen emperyalist bülbüller
*
Dosya kâğıdından büyükçe sayfayı dolduran ve tam bir megalomani beyanı olan tuğla kadar bir imza… Adam sanki kararname imzalamıyor, padişah fermanının üzerine “El muzaffer dâiman” yazan tuğra çekiyor! imzaladığı metni iki eli ile kaldırıyor, suratına zalim bir ifade veriyor ettiği haltı kameralara gösterip cihana ilân ediyor!
Trump’ın politikasına âlet edeceği ses getirmesini istediği kararnameleri tulûatı andıran böyle bir ortamda imzalıyor Trump, yapımında ortak olduğumuz F-35 savaş uçaklarının teslimini erteleyen kararı askerî üssünde kavuklu ve pişekâr rolüne soyunmuş Amerikalı pilotların arasında oynayarak imzaladı.Atması nerede birkaç dakika süren kazık kadar imzasını çiziktirirken arkasındaki pilotlar, subaylar, kavuklular ve pişekârlar tebessüm ettiler; imza metnini havalara kaldırdı, tebessümü sırıtışa döndü ve Türk-Amerikan ilişkileri yerlere serildi.

Amerika’nın seneler önceki ambargoları bir tarafa, ilk büyük kazığı 1914’te İngiltere’den yemiş, Sultan Osman” ve “Reşadiye” zırhlılarının bedellerini hazinede kuruş olmadığı için Donanma Cemiyeti’nin başlattığı yardım kampanyasından halkın yeme içmesinden kısarak bağışladığı paralardan ziynet eşyalarından karşılayıp son kuruşuna kadar peşin ödemiştik ama İngilizler Almanya ile yakınlaşmamızı gerekçe göstererek gemileri, gaspetmişti. NEDEN SUSKUNSUNUZ BEYLER? Aradan 104 sene geçti sahnede Trump duruyor Washington ile gerginlikler yaşadığımız günlerde Amerika’ya lâf edme uğruna senelerden buyana mangalda kül bırakmayan antiamerikan, antiemperyalist, solcu, vatansever, demokrat, ıvır-zıvırı, oldukları iddiasındakilerin “imzacılık” oynama meraklılarının tek kelime olsun etmemekte

Vaktiyle “Kahrolsun Amerika” diye yeri-göğü inleten, “Emperyalizme ölüm!” sloganları ile kulakları sağırlaştıran, İstiklâl Caddesi’nde Amerikan sistemine veryansın eden bildiriler dağıtanlar şimdi sükûttalar hem de ne sükût!
1960’ da saftirik Amerikalı denizciyi karga tulumba edip denize atmayı abartıp marifetlerini “Altıncı Filo’yu Rıhtım’nda denize döktük” yahut “İkinci Kurtuluş Savaşı’nı kazandık” gibi tuhaflıklarla efsaneleştiren 68 kuşağının anlı-şanlı kahramanları! Trump’ın Türkiye’ye karşı yaptıkları size göre emperyalizm değil de başka bir “izm” mi? Bütün bunlar emperyalizmi teşkil etmiyor mu? Niçin susuyorsunuz Yoksa, Trump vaktiyle elinize fırsat geçtiği anda bir kaşık suda boğmaya heveslendiğiniz Amerika’nın değil de bir başka memleketin başkanı mı?

Bize haftalardır yaptıklarına tek söz olsun etmemenizin sebebi “Oh olsun” havasına girip “Türkiye’nin başındaki gitsin de, nasıl giderse gitsin, kim gönderirse göndersin, bu işi Amerika da yapsa kabulümüzdür” zihniyeti mi, yoksa akşamdan kalma mahmurluğunuzdan çıkamamış olmanız mı Amerika ile aramızın bozulmasının hayırlı” neticeler getireceği ruyasına dalıp sevinçten dilleri tutulan beylerin ve hanımların unutmamaları gerekir: Yarım asırdır daldıkları hayallerin bir türlü hakikat olamaması gibi bu temennileri de mutlaka boşa çıkar ama sıkıntılar her tarafı etkiler, Cihangiri tarumâr eder!
*
Meral Hanım’ın tweet’indeki Hürriyet Anıtı

Trump’ın Amerika’ya yaptığımız çelik ve alüminyum ihracatına uygulanan gümrük vergilerini arttıracaklarını açıklamasından sonra İyi Parti Başkanı Akşener bir tweet attı ve “Sayın Başkan, Hürriyet Anıtınızın parasını veren bir milletin hürriyetine kastediyorsunuz!” dedi. Akşener’in sözünü ettiği “Hürriyet Anıtı” “Özgürlük Heykeli”, 1886’dan buyana New York Limanında küçük bir adada yükselen 46 metrelik heykeldir yüksekliği kaidesi ile beraber 93 metredir. Peki heykelin bizimle ne alâkası var? Var, hem de derin bir alâkası var, zira New York’taki heykelin 1860’larda Türk toprağı olan Mısır’a, İskenderiye Limanı’nın girişine dikilmesi için hayi çalışılmış, proje buna göre hazırlanmış maddî imkânsızlıklardan hayata geçirilememişti modelde bazı değişiklikler yapılıp New York Limanı’na dikilmişti!

Özgürlük Anıtı’nın bizimle bağlantısını ilk defa 2004’te bahsetmiştim yazıma tepki gelmiş ve makaslanmıştı Tepkinin sebebi okumadan ahkâm kesme meraklılarının her söz etme ve “Böyle birşey yoktur!” deme merakları idi; makaslamanın gerekçesi ise Hazıra konma ve “Armut piş, ağzıma düş!” zihniyeti…idi Özgürlük Heykelinin geçmişini yazayım: Osmanlı toprağı Mısır, 19. yüzyılda Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen ve “Hıdiv” unvanını alan valiler tarafından idare ediliyordu ve zamanla içişlerinde bağımsızdı Mısır valileri padişaha sadece yabancı anlaşmaları ve malî protokolleri tasdikle mükelleftiler.

Bartholdy’nin İskenderiye’ye dikilecek heykeli Mısırlı bir kadındı Mısır Valisi Said Paşa, Fransız mühendis Lesseps’e Akdeniz ile Kızıldeniz’i birbirine bağlayacak bir kanal hazırlattı. “Süveyş Kanalı” projesi Osmanlı hükümdarına sunuldu. İngilizler projenin arkasında Fransa olduğu için Akdeniz ve Hindistan hakimiyetini tehlikeye atacak bu hazırlığa karşı çıkıyor ve Sultan Abdülâziz’i projeyi reddetmesi için baskı altında tutuyordu
Said Paşa, İstanbul’un tasdikini beklemeden 1854’ün 30 Kasım’ında Fransızlara projenin hayata geçirilmesi için gerekli şirketin kurulması iznini verdi. İngiltere, Sultan Abdülâziz’e daha fazla baskıya başladı ve proje 12 yıl boyunca onaylanmadı.Said Paşa kanalın açılışını göremedi, 1863’te öldü yerini İsmail Paşa aldı…

Mısır’ın hâkimi İngiliz taraftarıydı, projeye önem vermedi Kanal’ın Mısırı değiştireceğini farkedince işe sarıldı. Sultan Abdülâziz’e bu defa Fransızlar baskı yapdı. Abdülâziz, 1866’nın 19 Mart’ında Kanal’a izin verdi, Mısır’ın kanal inşaatı için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına aldı ve Kanal Şirketi’nin hisselerine yüksek bir meblâğ yatırdı.
O günlerde,Bartholdi adında heykeltraş arkadaşları Mısırda firavun mekânlarını dolaştı
Eserlerden etkilendı, Mısır için bir heykel yapma hayaline girdi, 1867’de Paris’e giden İsmail Paşa ile kanalın Akdeniz’e açıldığı yere, İskenderiye taraflarına dev bir heykel yapılma konusunda anlaştılar. Heykel firavunlar zamanı giysilerine bürünmüş Mısırlı bir kadın olacak elinde “Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini” sembolize eden meşale tutacaktı.

Böylelikle “dünyanın yedi harikası”ndan olan ama yüzlerce sene önce yıkılan İskenderiye Feneri’nin yerine daha mükemmeli konacaktı! Bartholdy iki sene boyunca İsmail Paşa ile temasta bulundu, heykelin modellerini de hazırladı, parçalar halindeki eserin Marsilya’dan bir gemi ile İskenderiye’ye nakli çalışmalarını yaptı.
Ama, ortaya büyük bir dert çıktı: Parasızlık...
Süveyş Kanalı’nı inşa eden Fransız mühendis Lesseps, Bartholdi’yi uyarıp İsmail Paşa’nın maddî sıkıntısını söylemiş mimar dikkate almamıştı…
Kanal 1869 Kasım’ında dünyanın dört tarafından gelen devlet büyüklerinin katıldığı büyük ama “heykelsiz” törenlerle açıldı, Bartholdi’nin eseri ise, Paris’te tozlanmaya terkedildi…

O yıllarda dünyada, Fransa ile Amerika arasında muhabbet yaşanıyor ve taraflar jest yapıyorlardı.
Paris’teki Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Laboulaye, Fransız Hükümeti’ni Amerikalılara dostluğun daima hatırlanması için bir hediye gönderilmesi konusunda ikna etti ve hediyenin devâsâ bir heykel olması kararlaştırıldı. Heykel bir elinde hukuku simgeleyen bir kitap tutacak, diğer elinde dünyayı aydınlatan özgürlük sembolü” meşale taşıyacaktı.Sipariş aynı heykeltraşa, Bartholdi’ye verildi. eser zaten hazırdı senelerden beri depoda duruordu ve tek eksiği üst kısmı ve ellerinde, değişiklik yapılması, Mısırlı kadının Romalı bir hanıma dönüştürülmesi idi…
Amerikalılar heykelin New York’un girişindeki ufak adalardan birine yerleştirilmesine karar verdiler.

Bartholdi yeri görmek için New York’a gitti Paris’e dönüşünde işe başladı. Bakır ve çelikten heykelin mühendisliğini Paris’e eyfel kulesini diken Gustave Eiffel ile tamamladı, heykele annesinin çehresini yerleştirdi ve 1884 te eseri Fransız hükümetine teslim etti. 350 parçadan oluşan heykel “İsere” adlı Fransız gemisine yüklendi 4 Kasım 1885 te New York’a ulaştı.
New York’ta, heykelin yapımı için bağış kampanyası başlamış, ilk bağışı Macar göçmen olan, New York’ta “World” gazetesini çıkartan Pulitzer yapmış 100 bin dolar vermişti. Macar göçmeni gazeteci, gazetecilikte dünyanın en büyük ödülü sayılan “Pulitzer”in isim babası olacaktı.

heykelin dikilmesinde ve resmi açılışta Bartholdi, New York’a yanına Süveyş Kanalı’nın mühendisi ve heykelin fikir babası olan Ferdinand de Lesseps’i alarak gitti ve 1886’nın 25 Ekim’inde eserin açılışını yaptı.Özgürlük Anıtı’nın hikâyesi budur, hadisenin ayrıntıları Suddi Arabistan ile Birleşik Amerika’nın ortaklaşa kurdukları petrol şirketi ARAMCO’nun kültür ve sanat yayınlarında defalarca yayınlanmıştır ve şu anda New York’un sembolü olan anıt için Türkiye’nin verdiği meblâğ da, Mısır’ın bize ait olduğu sırada Bartholdi’nin maket masrafları için yaptığımız ödemelerdir.

İşte, ‘Yoktur’ dedikleri Sevr’in belgeleri!

Tarihî meselelerde ortaya attığımız asılsız iddialara, tarihi ideolojilere kurban etme uğruna sıraladığımız saçmalıklara düşünmeden konuşanların sarfettikleri garip sözlere yenisi ilâve edildi: Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, “Sevr diye bir andlaşmanın mevcut olmadığı imzalanmadığı ve tanınmadığı” iddiasında bulundu.Tarih Kurumu, Sevr’in bundan böyle andlaşma” değil, “belge” diye öğretilmesi için çalışacakmış, zira ortada “Sevr” diye bir andlaşma mevcut değilmiş,bir belge varmış ama belge “andlaşma” olamazmış! Hoppalaaaa uğradığımız mağlûbiyetlerden bahsetmek âdetimiz değildir, hatâlarımızı değerlendirmek için bile olsa yenilgilerimizi hatırlamamaya çalışırız,

1071’in ve 1922’nin Ağustos’unda kazandığımız Malazgirt ile Başkumandanlık Meydan Muharebeleri’ni düşünüp Ağustos ayının “zaferler ayı” olduğunu söyleriz ama 10 Ağustos 1920’de tarihimizin en büyük felâketi Sevr Andlaşması’nı imzalamak zorunda kaldığımızdan bahsetmeyiz.
Bu sene tuhaf âdetimizi bıraktık, Türkiye’nin tarihçilikte en önemli müessesesi Türk Tarih Kurumu’nun başkanı tarihimizin en ağır utanç belgesi Sevr Andlaşması’ndan bahsetti ama işte böyle, ySevr andlaşma değildir, uygulanmadığı için sadece bir belgedir” diyerek! Bizim için bir züll olan Sevr’in uygulanması, Damad Ferid Paşa’nın imzaladığı şeklinde bir kanı mevcuttur ama andlaşmada Ferid Paşa’nın imzası yoktur! Ferid Paşa andlaşmada sadrazamdır, ama delege değildi; imza koymamıştı. Sevr’i Türkiye adına imzalayanlar üç kişiydi: “Meclis-i Ayân âzası” yani “senatör” Hâdi Paşa ile şair Rıza Tevfik ve Türkiye’nin İsviçre’deki elçisi Reşad Halis Beyler...

Ankara İstiklâl Mahkemesi, Sevr’in imzalanmasından bir buçuk ay sonra, 1920’nin 7 Ekim’inde andlaşmayı imzalayan üç kişiyi önce “vatana ihanet” ile idama mahkûm etti,üçü de sonra 150’likler listesine alınp vatandaşlıktan çıkartıldı Türkiye’ye girişleri yasaklandı. Sevr’in imzalanmasından önce 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda toplanan, başkanlığını Sultan Vahideddin’in yaptığı ve andlaşmanın imzalanıp imzalanmaması hususunu görüşen Saltanat Şûrâsı’nda andlaşmanın kabulü lehinde oy kullananlar Lozandan sonra şayet hâlâ görevde iseler vazifelerinden azledildiler ve emeklilik hakları iptal edildi.

UNUTMAYALIM: SEVR, TAM BİR UTANÇ BELGESİDİR! Hâdi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşad Halis Beyler’in imzaladıkları metin, andlaşmadan ziyade güçlü bir memleketin sömürge yasasını andırır; askerî, siyasî ve malî hükümlerin yanısıra barış andlaşmasında bulunmaması gereken bazı garip maddeleriyle, müttefiklerin Türkiye’ye “medenileştirilmesi gereken geri kalmış bir topluluk” gibi baktıklarını gösterir. Andlaşmada, “Türkiye’nin tren vagonlarını sürekli fren aygıtının işlemesine engel olmayacak biçime sokması” kazı yapma iznini yalnız arkeoloji deneyiminde güvence gösteren kişilere vermesi” (Ağustos 1914’ten önce elde edilmiş tarihi eserleri iade etmesi” beyaz kadın ticaretini yasaklayıp önlenmesi” “müstehcen yayınları yasaklanması” tarıma yararlı kuşları korunması” gibisinden ancak sömürge idarelerinde rastlanabilecek yaptırımlar da vardır.

Şimdi bu utanç verici maddeler ve Sevr’in Türkiye’yi paramparça etmiş olması ve hükümlerinin İstiklâl Harbinde ortadan kaldırılması bir tarafa bırakılıyor ve “Sevr andlaşma değildir, onaylanmadığı için geçerliliği yoktur, sadece bir belgedir” deniyor! Bu iddia, ayıptan da öte bir cür’ettir! TASDİK ETMEDİK AMA HERŞEYİ İLE UYGULANDI! Sevr’in onaylanmaması”, yani “hukukî geçersizlik” hadisesinin aslı şudur: Sevr imzalanmış ama Türkiye’de resmen tasdik edilmemiştir, Sultan Vahideddin, San Remo’da sürgünde iken Sevr Andlaşması’ndan bahsederken “Andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım” der.

Vahideddin’in ilk kez Sevr hakkında söyledikleri şöyledir: sevr Andlaşması bana göre ne andlaşmaydı, ne pakttı: kötülüğün kendisiydi.
Müttefiklerin baskısıyla andlaşmayı uzun bir toplantıdan sonra kabul eden Saltanat Şûrası’nı metni imzalayanları bu hareketden mes’ul tutamayız. Bana gelince; mecburi ve geçici imza taktiğiyle zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası’nı tüm mes’uliyeti üzerime alarak galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye’ye düşman bir tavır içine giren memleketlerin kamuoyunu sakinleştirmek için teşkil etmiştim. zaman kazanmaya çalıştım, olayların gidişatını normale sadece zaman çevirebilirdi.

oyalama kararımı Sevr Andlaşması’nı kabul için delege gönderen Hindistan Komitesi’ne bildirdim. Hadiseleri beklemeyi tercih etmiştim. işler kötü gider ve oyalamakta muvaffak olamazsam, andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım”.Sultan Vahideddin Andlaşmayı onaylamamış Meclis-i Mebusan da kapatılmış olduğu için Sevr resmen tasdik edilmemiştir.
Ama, mesele basit değildir… Sevr, Türkiye tarafından tasdik edilmemiştir fakat Türk delegeleri Sevr’i imzalamışlar diğer memleketlerden devlet başkanları, kralları parlamentoları andlaşmayı onaylamışlar Sevr bütün şiddeti ile uygulanmıştır!

Sevr’in uygulanmasından doğan sıkıntıları, üzüntüleri, yıkıntıları, elem ve ıztırabı gösteren yüzlerce belge vardır… yüzlerce belgeyi görmezden gelip acıları da unutarak “Sevr yoktur” demek en azından ayıptır, insafsızlıktır ve aklı başında bir tarihçinin yapacağı iş değildir! BİR DEĞİL, TAM SEKİZ AYRI SEVR VARDIR! Türkiye’de, tarihimizin en acı vesikası Sevr’in imzalanmasının üzerinden bir asır geçmiş olmasına rağmen, hâlâ araştırma yapılmamıştır ve Sevr’in Müttefikler ile Türkiye arasında imzalanmış tek bir andlaşma olduğu zannedilir. Sevr, bir “andlaşmalar serisi”dir, Türkiye’nin imzaladığı ölüm fermanı” olan metin bu serinin sadece biridir ve Paris’in banliyölerinden Sévres’deki çini fabrikasının sergi salonunda 10 Ağustos 1920’de öğleden sonra saat dördü sekiz geçeden itibaren ardarda imzalanan Sevr

ELE-GÜNE REZİL OLUYORUZ!
Bugün hâlâ Sevr’in lehinde konuşan akıl ve idrak düşkünü birkaç bedbaht ortaya çıkıp andlaşmanın Lozan’dan ileride olduğunu” söyleyebiliyor; hattâ Sevr de yoktur, İstiklâl Harbi de…” diyecekler ama dilleri varmıyor fakat memleketin tarih konusundaki en ciddî müessesesi Türk Tarih Kurumu “Sevr’in andlaşma olmadığını” iddia ediyor! Türk Tarih Kurumu’nun Sevr’i değerlendirirken yürüttüğü mantık ile tuhaf iddialarda da bulunabiliriz: Meselâ tarihlere “93 Harbi” diye geçen savaşta Rus ordusunun Yeşilköy’e gelmesi üzerine 3 Mart 1878’de imzalamak zorunda kaldığımız Ayastefanos Andlaşması’nın şartlarının aynı senenin 13 Temmuz’unda Berlin Andlaşması ile hafifletilmiş olmasını gerekçe göstererek “Tarihimizde ‘Ayastefanos’ diye bir andlaşma yoktur, uygulanmamıştır, Ayastefanos sadece bir belgeden ibarettir” diye saçmalayabiliriz!

Yakın tarihimiz konusunda senelerden buyana zaten dünya kadar palavra atıyoruz; şimdi de “Sevr andlaşma değildir, bir belgedir” gibisinden komiklikler ilim dünyasını tebesüme garkedecek ve birkaç nesil tarihçilerinin gözünde komik, zavallı ve âciz bir vaziyete düşeceğiz
Tarih Kurumu’nun başkanı ve Selçuklu tarihinin üstadı Prof. Dr. Refik Turan kusura bakmasın ama tarihi perişan, İstiklâl Harbi şehidlerinin ruhlarını kıran saçmalamaların Türk tarihçiliğinin üzerine utanç verici bir yafta gibi yapıştırılmasına devletin tarihi araştırmakla görevli en önemli kurumunun asla ama asla hakkı yoktur!
*
Küçük kıyametin yıldönümü
*
on dokuz sene evvel, memleketin bağrına
ateş düştü. Toprağın ani uğultusu ile başlayan sarsıntıda onbinlerce can gitti, yuvalar söndü, aylar boyunca her tıkırtıda ayaklara fırladık, zaman geçti ve korkularımızı endişelerimizi de unuttuk.
deprem tedbirlerin'den vazgeçildi, depreme dayanıksız binaları elden geçiren kentsel dönüşüm rant kavgası hâlini aldı...Unutmayalım: Marmara Bölgesi’nde her 250 senede bir çöken zelzele belâsı vardır. Zamanı geldiğinde gelmemezlik ettiği görülmemiştir; vurur, yıkar, canlar alır, azabı tattırır ve 250 sene sonra tekrar teşrif eder!
Bu, İstanbul’un bilinen tarihi, Bizans’ın* ilk zamanlarından buyana böyle olmuştur. Kendini göstermeye milâttan asırlar önce başlamış, Osmanlı zamanının Türk İstanbul’unu da defalarca perişan etmiştir.

Şehrin 1509’da ve 1766’da yaşadığı âfetler hep 250 senede bir gelen belânın eseridir sarsıntılar şiddetli olmuştur ki Mısır’dan Kırım’dan hissedilmişdir “BEKLEYİN, GELİYORUM” DEDİ
1999 depremi, en son 1766’da uğrayan ve iki buçuk asır sonra mutlaka tekrar edecek derdin ön hazırlığı,, “Bekleyin, geliyorum” mesajı idi!
Tarihler 250 senelik periyodda ufak-tefek değişikliklerin görüldüğünü, depremin beklenenden birkaç sene önce mutlaka geldiğini yazarlar...
1766’ periyodu 2016’da tamamlandı ve şimdilerde uzatmaları oynuyoruz! Gönül, bilimin deprem zamanını tâyin edebilmesini arzu ediyor ama mümkün değil; deprem hocaları başka şeyler söylüyor, ufak çaplı sarsıntıların merkezi, büyüklüğü ve şiddeti hususlarında bile anlaşamıyorlar ve mutlaka yapılması gereken hay-huy arasında kaynayıp gidiyor:

Tarihçiler ile deprem uzmanları arasındaki işbirliği...Deprem geçmişimiz konusunda tarihçiler çalışma yaptılar ortak projeler hazırlandı ama uygulanmasına fırsat verilmedi...Çalışmanın temelini tarihçiler ile deprembilimciler teşkil ediyordu. Proje hazırlandı, TÜBİTAK’a sunuldu ve reddedildi Deprem meselesindeki manzara-i umumiye işte budur!
*


Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU yazıları

iki asır önce Devletin yapılandırılması kolay olmadı

II. Mahmud’un reformları 500 yıllık Osmanlı imparatorluğu’nu tamamen değiştirmiş devlet yeniden yapılandırılmıştı. yapılandırmada çok sıkıntı çekmiştik Cumhurbaşkanlığı sistemiyle devlet yeniden yapılandırılıyor. Biz bu yapılanmayı iki asır önce II. Mahmud ve Tanzimatda yapmıştık.
İkinci Mahmud Osmanlı İmparatorluğu'nu değiştiren bir padişahtır. Batılılaşma başlamıştır. Hükümdarlık dönemi yoğun geçmiş ve hükümdar yıpranmıştı ki "gaile-i saltanattan usandım" demişti.
Merkezi otoritenin güçlendirilmesi ve yapılandırılması Sultan Mahmud döneminin özelliğidir. 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasıyla askeri reformlar yapıldı. iç ve dış güvenlik meseleleriyle uğraşıldı. saltanatının sonlarında idari değişiklikler yapıldı. Geleneksel kurumlar Avrupai modelde teşkilatlandırıldı.

Tanzimat Dönemi'nin başlangıcı da Sultan Mahmud dönemidir Reformlar planlı, programlı değil de kısa vadeli sonuçlar düşünülerek çok hızlı yapıldığı için bazı kurumlarda sıkıntılar çıktı birçok düzenlemelere gidildi. II. Mahmud, hem Tanzimat, hem de sonraki dönemlerde yeni kurumlar kuruldu, lağvedildi, başka yerlere bağlandı. Birleştirildi, ayrıldı, Devlet adamlarının düşüncelerine göre devleti şekillendirme istekleri yüzünden liberal ve muhafazakâr kanatda nüfuz mücadelesi oldu birçok aksaklık meydana geldi. devlet yapısının oturması çok uzun bir zaman aldı.
II. Mahmud reformlarında Pertev Said Paşa ve Hüsrev Paşa ön plandaydı . Bazı konular tartışıldı, bazıları anlık karara bağlandı.

Sultan Mahmud, sadrazamlığı başvekâlete dönüştürüp, müstakil bir makam olmaktan çıkardı, Başvekâlet, nezaretleri yönetmekten ziyade koordinasyon sağlayacaktı. İlk başvekil dahiliye nazırı olmuştu. başvekâlet uzun ömürlü olmadı. Sultan Abdülmecid tahta geçince Hüsrev Paşa, kendisini eski yetkilerle sadrazam ilân ettirdi. Dahiliye Nezareti kaldırılarak sadarete devredildi. 20 yıl sonra 1869'da Dahiliye Nezareti yeniden kuruldu. Sultan Mahmud hazineleri birleştirerek kurduğu Maliye Nezareti Sultan Abdülmecid zamanında lağvedilip, Hazine-i Âmire ve Hazine-i Mukataat defterdarlıkları kuruldu. İki yıl sonra hazineler tekrar birleştirilip Maliye Nezareti yeniden kuruldu

yeniden yapılanmada meclisler ihdas edildi. Meşveret Meclisi'nin dışındaki meclis uygulaması olmadığından birçok mesele ortaya çıktı. Meclise ilk atanan üyeler diğer işleriyle birlikte meclis üyeliği yaptıkları için çalışmaları verimli olmadı. meclis üyelikleri müstakil memuriyet haline getirildi. rütbe farkları da meclis çalışmalarını olumsuz etkilemişti. rütbeleri eşitlendi. Bazı meclisler kapatıldı veya başka kurumlara bağlandı. Hükümete yardımcı alan "Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâli" birçok konuda çalışma yapacaktı. verimli çalışamayınca 1839'da lağvedildi. Başarılı çalışmalar yapan "Meclis-i Umur-ı Nâfia" 1839'da Ticaret Nezareti'ne bağlandı. 1838'de kurulan Meclis-i Vâlâ ile 1854'te kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat gibi reformlarla ilgili düzenlemeleri yapan meclislerin aynı anda olması sıkıntılara sebep olduğu için 1861'de iki meclis Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye adıyla birleştirildi.

Kurumların isimlerinin oturması zaman almıştır. Örneğin nezaretlerin kurulması üzerine oluşturulan Meclis-i Vükela, yani bakanlar kurulu "Encümen-i Mahsus, Encümen-i Mahsus-ı Vükela, Meclis-i Has, Meclis-i Meşveret, Meclis-i Hass-ı Vükela, Meclis-i Hass-ı Meşveret, gibi birçok değişik isimle anılmıştır. II. Mahmud ve Tanzimat dönemindeki reformlardaki sıkıntıların üç sebebi vardı. Ne yapılacağını tespit edip, uygulayacak yetişmiş devlet adamı, reformlar yapmak için savaş tehdidi altında olduğu için reformları soğukkanlı olarak yapacak zaman sıkıntısı çekilmişti. reform yapacak, hem de yapılan reformları uygulayacak, işin altından kalkabilecek kadrolar yoktu Yetişmiş insan eksikliği çekildi yeni kurumlara eskiden benzer görevi yapanlar getirilmek zorunda kalındı. reformlar eski kadrolar tarafından yürütüldü Reformları uygulayacak bürokrat ve memurların isteksizlik ve karşıtlıkları ıslahat sürecinin sağlıksız yürümesine sebep oldu

II. MAHMUD DÖNEMİNDEKİ YENİ KURUMLAR
BÂbıÂlı'de*Sadaret başbakanlığının bir birimi olarak 1821'de Tercüme Odası kuruldu. 1826'da angarya usulü kaldırıldı.İstanbul'da Vak'a-yı Hayriye ile bozulan düzenin iadesi amacıyla kolluk kuvveti ve belediye hizmetlerini için 1826'da İhtisab Nezareti kuruldu.Vakıf gelirlerinin kontrolü ve idaresi için Ekim 1826'da Evkaf-ı Hümâyûn Nezareti kuruldu. Asakir-i Mansure ordusunun gelir ve giderlerini için Şubat 1827'de Mukataat Nezareti kuruldu. Vergilerin toplanabilmesi amacıyla 1831'de ilk nüfus sayımı ve kapsamlı arazi sayımı gerçekleştirildi. 1831'de Takvim-i Vekayi adıyla ilk resmî gazete yayınlanmaya başlandı.

1836'da Reisülküttaplık Umur-ı Hariciye Nazırlığı'na yani Dışişleri Bakanlığı'na, Çavuşbaşılık Nezareti'ne ve Sadaret Kethüdalığı Umur-ı Mülkiye Nazırlığı'na yani İçişleri Bakanlığı'na dönüştürüldü. Umur-ı Mülkiye Nezareti'nin ismi Ekim 1837'de Dahiliye Nezareti şeklinde değiştirildi. 1838'de Mansure hazinesi ve Hazine defterdarlıkları birleştirilerek Maliye Nezareti kuruldu. II. Mahmud devrinin sonlarında, Mayıs 1839'da da Zahire Nezareti kaldırılarak Ticaret Nezareti tesis edildi.
Nazırlara vezir ve müşir rütbeleri verilmiş, ancak sivil oldukları için paşalık verilmemişti. bir süre sonra hariciye ve dahiliye nazırlarına paşa ünvanı verildi. Nezaretlerin işlemesinde nazırlara yardımcı olmak üzere müsteşar tayin edildi. 30 Mart 1838'de Sadaret kurumu yeniden teşkilatlandırıldı "Başvekalet"e dönüştürüldü. padişahın mutlak otoritesi pekiştirilirken, sadrazamın idari etkinliği sınırlandırılmıştı.

Başvekil, içişleri bakanı sıfatının yanında bakanlıklardan sorumlu temsilci hâline getirildi modern manada bakanlıkların kurulmasındaki amaç, Avrupa'daki kabine sistemini hazırlamaktı.
yeniden yapılanma döneminin hukuki esaslarını tespit üzere, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, Dâr-ı Şurâ-yı Bâbıâli, Dâr-ı Şurâ-yı Askeri, Meclis-i Vükela gibi yasama ve danışma meclisleri kuruldu. ziraat, bayındırlık, sanayi ve kalkınma için tüm işleri yürütmek üzere Haziran 1838'de Meclis-i Umur-ı Nafia ve sağlık işlerini düzen amacıyla da Meclis-i Umur-ı Sıhhiye gibi meclisler ihdas edildi. Yurt dışındaki elçiliklerin fonksiyonel hale getirilmesi yönünde adımlar atılıp,Avrupa başkentlerine zeki, basiretli ve aynı zamanda dil bilen diplomatların atanmasına özen gösterildi. Yurt dışına çıkışta pasaport usulü getirildi. 1838'de karantina teşkilatı kuruldu. Haberleşme alanında 1832'den itibaren yeni posta yolları yapıldı ve posta teşkilatı kurulması yönünde aşamalar kaydedildi.



Osmanlı padişahları cülus törenleriyle tahta çıkardı

padişahlar, büyük ve ihtişamlı törenle tahta çıkar Saltanat değişiklikleri imparatorlukta büyük şenliklerle kutlanırdı Tarihimizde de devlet başkanlarımızın değişmesi büyük törenler
İslamiyet'ten önce Türkler tahta çıkan hakanı keçe üzerine oturtup, dokuz kere havaya indirip kaldırırdı
Hakan törenle beylere kımız ikram ederdi.
TOPLAR ATILIYOR Osmanlı anlayışına göre 16. yüzyılın sonlarına kadar padişahın erkek çocukları tahta geçme hususunda eşit hakka sahipti Şehzadeler devlet idaresinde tecrübe için Anadolu'daki sancaklara gönderilirdi. Tahttaki padişahın ölüm haberi veziriazam tarafından ulaklar vasıtasıyla sancaklardaki şehzâdelere ulaştırılırdı.Üsküdar'a gelen şehzade devlet ricali tarafından kadırga ve kayıklarla karşılanırdı. Yeni hükümdar kadırgaya binerek Üsküdar'dan Eminönü'ne geçerken Tophane'den toplar atılırdı atına binen padişah binlerce asker ve saray görevlisi eşliğinde alayla Topkapı Sarayı'na intikal ederdi.

Alay yol alırken çavuşlar alkış tutup, dua ederdi. Alkış çavuşları törenlerde "Aleyke Avnullah;
Uğurun açık olsun, ikbalin efzun;Padişahım ömrü devletinle bin yaşa; Maşallah, mağrur olma padişahım senden büyük Allah var" diye bağırırdı.
III. Mehmed'den sonra şehzadelerin sancağa gönderilmemesiyle tahta çıkış törenleri şekil aldı. padişahın vefatından harem ağası vasıtasıyla haberdar olan sadrazam, İstanbul'daki devlet ricalini durumdan haberdar ederdi. Devlet adamları matem kıyafetlerini giymiş hâlde saraya giderler, Divân-ı Hümâyûn'a veya Sünnet Odası'na geçip, padişahı beklerlerdi Harem ağası taht sırası hangi şehzâdedeyse padişahın vefatını haber verir kendisini tahta davet ederdi.

Selefinin naaşını gören yeni padişahın koluna giren harem ağası, Hırka-i Şerif Dairesi'ne girerken şehzâdenin diğer koluna silahdar ağa girerdi. ilk biat gerçekleştirilir, önce sadrazam ve şeyhülislâm sonra da harem ağası ve saray ağaları yeni padişaha biat ederdi.İlk biatten sonra genel biata hazırlanılırdı. Teşrifatçıbaşı tarafından cülus merasiminde hazır bulunacaklar saraya davet edilir, bir davetiye de yeni padişaha gönderilirdi. padişahın tahtı Bâbüssaâde önüne kurulur Teşrifatçı herkesi mevkilerine uygun tertip edince, bâbüssaâde ağası Hırka-i Şerif Dairesi'ndeki padişaha hazırlıkların tamamlandığını haber verirdi.Harem ağası padişahın koluna girer, diğer koluna da bâbüssaâde ağası sonraları da silahdar ağa girer tahta gelirlerdi. Meydandakileri selamlayan padişah, tahta otururdu.

Nakibüleşrâf'tan başlamak üzere herkes sırasına göre biat ederdi. En son teşrifatçının biat etmesiyle tören sona ererdi.Saraydaki biat merasiminden sonra, padişahın halk içine ilk çıkışı kılıç kuşanma münasebetiyle tertiplenen alayla olurdu.
Avrupa'daki taç giyme töreni bizde kılıç kuşanmaya denkdi. Yıldırım Bâyezid ve II. Murad'a Bursa'da Emir Sultan kılıç kuşatmıştı. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Eyüp'te kılıç alayları yapıldı Edirne'de tahta çıkan II. Mustafa ve II. Ahmed Eski Camii'de kılıç kuşanmışdı Padişahlar, Peygamberimizin, Hazreti Ömer'in, Halid bin Velid'in, Osman Gazi'nin, Yavuz Sultan Selim'in kılıçlarını kuşanırlardı. IV. Murad, Peygamberimizin ve Yavuz Sultan Selim'in kılıçlarını kuşanmıştı.

Tahta çıkan hükümdarlar askere ve devlet ricaline cülus bahşişi dağıtır ve maaşlara zam yapardı.
Padişah, cülustan sonra kendi adına mühr-i hümayun denilen mührü kazıtırdı. Bu mühr saltanat değişikliğiyle eski sadrazama veya hükümdarın tayin ettiği yeni sadrazama verilirdi.Padişah cülustan sonra tahta çıktığını diğer devletlere kendi tuğrasıyla bir fermanla bildirirdi.Buna cülus tebliği denirdi.Yabancı ülkelerden cülus tebriki için elçiler gelir ve törenlerle karşılanırdı. Padişahın ilk Cuma Namazı büyük törenlerle olurdu.ilk Cuma namazı Ayasofya Camii'nde kılınır. Yeni padişahı görmek isteyen halk törene gelirdi.
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 08-24-2018, 08:40   #130
Kullanıcı Adı
murataltug1985
Standart
Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU yazıları

Dedelerimiz 12 yıl askerlik yapıyordu

Bugünlerde bedelli askerlik ve 28 gün askerlik* tartışılıyor. 200 yıl önce Yeniçeri Ocağı’nın kapıtılmasının ardından Asâkir-i Mansure-i Muhammediye ordusu kuruldu. Askerlik çok az bir maaş karşılığı olmak tam 12 yapılırdı İmparatorluğun ilk üç asrında dünyanın en önemli askeri gücünü oluşturan Osmanlı ordusu, 17. yüzyıldan itibaren askeri sistemlere ayak uydurmak için imparatorluğun son 300 yılını arayışlarla geçirdi.Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da kaldırılmasından sonra Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir ordu kuruldu. padişahın fermanı ile ordunun esasları tespit edildi askere almada* bir sistem yoktu. Maaş karşılığı 12 yıl askerlik yapılacaktı. Nizâm-ı Cedid döneminde üç yıl olan askerlik süresi dört katına çıkarılmıştı.
askerlik yapacak kişiler evlilik ve sivil hayattan uzak tutulacaktı.

Askerlikten ayrılabilmek, varisi olduğu kişinin ölmesiyle tarlayı işleyenin kalmaması ve yetimlere bakacak bir akraba olmadığı durumlarda söz konusuydu. Savaş olmadığı dönemlerde her beş askerden birisi memleketi yakınsa 6 ay, uzaksa 8 ay sıla izni alabiliyordu. Askerler başka bir işle uğraşamıyordu. Hizmet bitince emeklilik maaşı bağlanacaktı. verilen maaşın azlığı yüzünden istenilen netice alınamadı. Mevcut askerlerin haricinde savaş sırasında yaşı uygun olanlar* askere alınırdı. Sistem yeterli olmayınca çıkarılan kanunlarla askere almaya bir düzen getirilmeye çalışıldı.1846 tarihli Kur'a Kanunu ile askeri işlemlere* düzen getirildi. Askerlik süresi 5 yıldı. yaşı 19-20 olanlar arasında kur'a çekilerek askere alınanlar tespit edildi. Gitmek istemeyenler bedel-i altında kendi yerlerine askere gidecek olanları tespit ederdi.

Yerine gidecek birisini bulamayan ise belirli bir miktarda para verirlerdi. gayrimüslimlerin askere gitmek istememeleri, kanundaki askere gitmeden muaf grupların fazlalığı ve uygulamadaki* noksanlıklardan askere alma başarılı olamadı. Medrese talebeleri, üst düzey bürokrasi ailesine bakacak kimsesi olmayanlar vs. askere gitmiyordu. 1846 kanunundaki aksaklıkları düzeltmek için 1870 ve 1886'da askere alma kanunları çıkarıldı. 1886'da askerlik süresi 6 yıl* belirlenmişti. istenilen netice alınamadı. gayrimüslimler askerlik yapmamak için çeşitli bahanelere sığındılar. 1908'de yeni bir asker kanunnâmesi hazırlandı dünya savaşına doğru 12 Mayıs 1914'te "Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u adıyla geçici bir askere alma kanunu çıkarıldı.

Bu kanunla ülkemizde zorunlu askerlik başladı.* birinci maddesine göre "Osmanlı hanedanının üyeleri dışında kalan tüm tebaa için askerlik hizmeti zorunluydu". 18 ile 45 yaş arasındaki her erkek askerlik ile mükellefti. Askerlik süresi görev yapılan birliğe göre değişiyordu. Piyade sınıfında süre 2 yıldı Önceki kanunların eksiklikleri iyi tespit edildiği ve seferberlik ilan edildiği için Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusunda askerlik yapanların sayısı çok büyük rakamlara ulaştı. ilk defa 2.850.000 kişiyi askere aldık.1914 tarihli kanun, Millî Mücadele dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında da uygulandı Cumhuriyet'in ilanından sonra 1927'de yeni bir askere alma kanunu kabul edildi. günümüze kadar uygulandı.

Osmanlı Beyliği'nin askeri gücü Anadolu beylikleri gibi aşiret kuvvetlerindendi. Orhan Gazi devrinde Vezir Alaeddin Paşa ve Çandarlı Kara Halil tarafından Türk köylülerinden vergi muafiyeti ve seferde günde 2 akçe maaş karşılığında yaya ve süvari teşkilatı oluşturuldu.Osmanlı fetihleri artıp, birlikler, ihtiyaca cevap vermeyince Hristiyan esirlerden istifade edilerek I. Murad devrinde Avrupalı yazarların, "şeytan icadı" diye adlandırdıkları Kapıkulu Ocakları kuruldu. Yeniçeri, kapıkulu süvarileri ve topçular gibi birliklerden oluşan kapıkulu askerleri profesyonel askerlerdi.
Osmanlı'da profesyonel askerlik varken Avrupada paralı askerler ve asillerin gönderdiği birlikler ağırlıktaydı. Osmanlı ordusu 100 bin kişiye* ulaşırken Avrupa orduları 25-30 bin kişiydi

Aristokratlar komutan ve onların adamları da askerleriydi. 17. yüzyılda Fransa Kralı XIV. Louis aristokratları topladı ve asillerin askerlerinden büyük bir ordu meydana getirdi.Fransa'da profesyonel askerlik Fransız İhtilali'nin* sonucudur. İhtilal yüzünden Avrupa'da savaş çıkınca "Levee en masse" olarak bilinen ve kitlelerin askere olmasını öngören kanun 23 Ağustos 1793'te Milli Konvansiyon'da kabul edildi. bütün vatandaşlar askerdi. Genç erkeklerden savaşmaları evli erkeklerden nakliyata ve mühimmata yardımcı olmaları, kadınlardan üniforma ve çadır dikmeleri, çocuklardan bez toplamaları, yaşlılardan* meydanlarda toplanmaları isteniyordu uygulama Fransız İhtilali boyunca geçerliydi. Fransız ordusunun çok büyük bir sayıya ulaştı yeni sistem Fransa'dan sonra Kıta Avrupa'sına da yayıldı.

Uğruna dağa çıktıkları anayasayı okumamışlardı

Tarihimizin önemli dönüm noktalarından İkinci Meşrutiyet’in 110. yıldönümü. İttihadçılar yıllarca mücadele edip 1908’de ilân ettirmek için dağa çıkarak canlarını ortaya koydukları anayasayı okumamışlardı 2. Abdülhamid, 93 Harbi'nin sonunda 1878'de meclisi süresiz tatil etti.
anayasaya dokunmadı.Anayasa uygulanmasa bile her sene ilk sayfalarda yer alıyordu. İlk Türk anayasası Kanun-ı Esâsî, özgürlükleri kısıtlı olmasına rağmen, Jön Türkler tarafından özgürlük sembolü olarak görüldü.Meşrutiyet taraftarları 1878 sonrasında 2. Abdülhamid rejimini değiştirip, meclisi açtırmak için muhalefete giriştiler. Yurtiçinde faaliyet gösteremeyince faaliyetlerini yurtdışında sürdürdüler.

Jön Türkler 1895'te hız kazandı. Jön Türkler'i destekleyen ulema meşrutî idarenin şeriata uygunluğunu savunuyordu.Meşrutiyetçiler, Meşrutî idarenin İslâmiyet'e uygun olduğunu, Kanun-ı Esâsî'nin yeniden uygulanmasını, şeriatın uygulanmasına engel olmadığı propagandasıyla taraftarlarını artırmaya çalıştılar. 1889'da İttihad ve Terakki Cemiyeti kuruldu. cemiyet zaman içinde örgütlerle birleşerek büyüdü ve askerler cemiyeti etkili bir hale getirdi. Reval görüşmesinden sonra ülkenin paylaşıldığına inanan ve gözlerine uyku girmeyen İttihadçılar yoğun bir propaganda yaptılar II. Abdülhamid de İttihadçılar'ı tespit etti
Enver Bey, 25 Haziran 1908'de Selanik'ten ayrılıp, dağa çıktı. Birkaç gün sonra Resneli Niyazi 150 askeriyle Resne'de dağa çıktı.

Enver Bey dağda gezerken anayasa konusunda halka ateşli propaganda yapmakta, toplu yemin ve cemiyete giriş törenleri düzenlemekteydi.
Rumeliden İstanbul'a anayasanın yürürlüğe konmasını isteyen telgraflar yağdı. Telgraflar hürmetkâr bir şekilde sultandan anayasanın yürürlüğe konmasını talep ederken bir kısmı "İstekleri yerine getirilmediği takdirde ordunun İstanbul'a yürüyüp başkasına biat edileceği" tehdidinde bulunuyordu.Sultan Abdülhamid'in subaylarına yapılan suikastlar ve Şemsi Paşa'nın vurulması ile İttihadçılar'ın önü açıldı Enver Bey, 22 Temmuz da arkadaşları ile Köprülü'ye girdi. Hürriyet'in ilânı kararlaştırıldı. 23 Temmuz'da Köprülü'de "Yaşasın Millet! Meşrutiyet!
Hürriyet!" nidaları ve top atışları arasında Meşrutiyet ilan edildi.

Enver Bey, İstanbul'a "Hastayı tedavi ettik. Bulgar vatandaşlarımız, bizimledir. Beyhude kan dökülmemek için haklı talebimizin yerine getirilmesine buyurunuz" şeklinde bir telgraf çekti. Bir diğer Hürriyet ilânı Manastır'da yapıldı. İkinci Abdülhamid meclisin açılacağını ilân edince II. Meşrutiyet dönemi başladı. Hürriyet kahramanı Enver Bey'i taşıyan tren her yerde kutlamalarla durdurularak, Selânik'e vardı. Selanik'te büyük bir kalabalıkla karşılanan Enver Bey'e Talât Bey, kırmızı cildli bir Kanun-ı Esâsî hediye edecekti. hürriyet getireceğiz diyen İttihadçılar kimseye nefes aldırmayacak muhaliflerini silahla susturacaklardı.
İttihadcılar'ın önde gelenleri yeniden ilân için Abdülhamid rejimine karşı mücadele verdikleri Kanun-ı Esâsîyi bile okumamışlardı.İttihadcılar'ın en önemli isimlerinden Dr. Nâzım iktidardan düştükten sonra Moskova'dayken bir sohbette anayasayı sorduklarında hiç okumadığını ancak anayasanın "iyi birşey olduğu"nu duyduğunu söyleyecekti. Kanun-ı Esâsî*(29.07.2018)


Kurbanda çevre kirliliğine karşı padişah fermanı

Kurban bayramlarında kesilen hayvanların artıklarıyla ortalığın kirletilmesi çok eskiden gelen bir mesele III. Mustafa “Kurban atıklarını sağa sola atmayın” diye ferman üstüne ferman yayınlamıştı
denetimin sıkılaşması ve kurban kesimine uygun yerlerin açılmasıyla birlikte sağda solda kurban kesip, çevreyi kirletme azaldı. Kurban bayramlarında kesilen hayvanlarla ortalığın kirletilmesi Osmanlı döneminden kalma bir durumdu. Osmanlı evlerinde kurbanların rahatça kesileceği bahçe veya avlu olmasına rağmen kurban kesiminde hoş olmayan durumlar yaşandı 1754 ile 1774 te Osmanlı tahtında bulunan Üçüncü Mustafa ferman yayınlayarak kurban artıklarının çevreyi kirletmesinin önüne geçmeye çalıştı.

Bayramlar, Müslümanlar'ın Medine'ye Hicret'inden sonra 624'te başladı. Ramazan Bayramı 3, Kurban Bayramı 4 gündü. Osmanlı İmparatorluğunda Ramazan Bayramı'na "Iyd-i Said-i Fıtr", Kurban Bayramı'na ise "Iyd-i Said-i Adha" denirdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Kurban Bayramı için Zilhicce ayının girdiğinin işareti olarak hilalin görülmesi beklenirdi. Zilhicce ayının birinci günününün tespitiyle arife ve bayram belli olurdu. Kurban Bayramı, Zilhiccenin 10'unda başlardı. Ramazan'ı Kadir gecesini ve Kurban Bayramı'nı belirlemek İstanbul Kadısı'nın göreviydi. Kadı bayramı tespitten sonra saraya bildirir, padişah onayından sonra bayram halka ilân edilirdi. bu günleri bildiren İstanbul kadısı yüklü bir bahşiş alırdı.

Arife günü ikindiden itibaren Ramazan Bayramı'nın üçüncü günü, Kurban Bayramı'nın ise dördüncü günü akşamına kadar her gün top atılırdı. toplar Tersane'den ve Donanma'dan ateşlenirdi. Bazen limanda bulunan başka milletlere ait gemiler de top atardı. Ramazan ve Kurban Bayramı öncesi arife gecesi bütün cami ve mescitlerin kandilleri yakılırdı. Kurbanda en önemli mesele halkın kurban ihtiyacıydı. Tanzimat öncesi sığır eti makbul olmadığından koyun tüketilirdi. halkın sıkıntı çekmemesi için aylar önceden İstanbul'a gelecek kurbanlık koyun hazırlıklarına başlanırdı.
kasab başı kontrolünde, Anadolu ve Rumeli'deki koyun yetiştirilen bölgelerden onbinlerce koyun getirilirdi. Kasab başı, Kurban Bayramı kışa rastlamışsa Anadolu'dan kurbanlık getirilmesi zor olduğundan, Rumeli'den daha fazla koyun getirtirdi.

Osmanlı döneminde kurbanlık koyunların rastgele kesilmesi ve hayvan artıklarının sağa sola atılması önlenemeyen bir meseleydi. 1757 ile 1774 te Osmanlı tahtındaki 3. Mustafa tarafından 1765'te çıkarılan bir fermanda İstanbul, Üsküdar, Eyüp ve Galata kadıları ile Galata Voyvodası'na halkın kestiği kurbanların sağa sola atmalarının engellenmesini emredmişti.3. Mustafa İstanbul diğer fermanında Kurban da kesilecek hayvanların ciğer, ayak ve fazlalıkları alışveriş yerleri ve pazarlara ortalık yerlere, bırakılması yüzünden pis kokuların yayılmasına sebep olanların engellenmesi için imamların çağırılarak tembihatta bulunulması, fermana aykırı hareket edenlerin ağır şekilde cezalandırılacağı" emredilmişti.


Kaynak hürriyet.com.tr ilber ortaylı yazıları

Datça’da Can Yücel günleri

Can Yücel acımasız bir hicivciydi. özel hayatında sanatçı ve edip dostlarıyla ilişkilerinde kin tutmaz vefasızlıklara ve entrikalara aldırış etmezdi gönül genişliğinden Datça ikliminden dolayı 73 sene yaşadı. Son yıllarını Datça’da geçirdi. Bir gitti, “Ben bir daha gelmem” dedi. CAN*Yücel modern Türk edebiyatının en ilginç kişiliklerindendi Can Yücel sağlığına dikkat etmeyen, dilediği gibi yaşayan bir şairdi. İnsanlara olan sevgisini ilk önce eşine ve çocuklarına verirdi, dostlarıyla gönül bağı vardı.
Eskici diye çığırıyor adam sokaktan / Müşteki bir sesle” diye başlayan dörtlüğü nostaljiyi makaraya alan bir deyiştir. Hiç kızmadım. Hatta kendimi tartmama neden oldu.Son yıllarını Datça’da geçirdi. Bir gitti, “Ben bir daha gelmem” dedi. Eski Datça’daki mezarlığı her yaştan ziyaretçiyi çekiyor.

Geçen haftaki Can Yücel günleri düzenlendi Eski Datça’nın ortasında Kitle turizminden ve betonlaşmadan uzak kalan Datça’nın sağlıklı havası, güzel tabiatı ve coğrafyası çevre korumasıda yaşatılırsa Türkiye’nin Akdeniz-Ege sınırını tespit eden muhteşem yarımadası ilelebet baki kalacak demektir. Yakaköy tıpkı Datça gibi eski bir yerleşim yeri. Hiç şüphesiz Datça’nın önemli bir anıtı Knidos harabeleri. Türkiye’nin batıdaki en uç noktasında, Ege ile Akdeniz’in kesiştiği noktada bulunan Knidos kazıları devam ediyor eski dünyanın önemli deniz kenti hem denizden hem de karadan ziyaret edilebilecek durumda. Anadolu’nun eskiliği ve ihtişamını ilginç bir tabiatı görmek isteyenler mutlaka ziyaret etmeli.

ARŞİVLERİN CUMHURBAŞKANLIĞI’NA BAĞLANMASI DOĞRUDUR LAKİN TAYİNLERİN SORGULANMASI GEREKİR
OSMANLI*Arşivleri 1980’lerde Hasan Celal Güzel’in müsteşarlığında önemli bir hamle yaptı. Bu onun kişiliği, çalışkanlığı ve sebatıyla ilgilidir. Bir anda birkaç yüz uzman alındı. uzmanların alınışı mesleğe ilgiyi uyandırdı. Hem Osmanlıca hem de yabancı dil bilen kimse azdır. arşiv araştırmacıları arasında bile Hariciye Nezareti’nin dili Fransızcayı ve Osmanlı belgelerini birlikte okumak az görülür diye biliriz. Uzmanlar zamanla iyi yetiştiler.
arşivlerin bakanlığa değil Cumhurbaşkanlığı’na bağlanması doğrudur. Lakin açıklanmayan sebeplerle, Osmanlı arşivinde tasnifi bekleyen milyonlarca evrak dururken 200’e aşkın arşiv uzmanının mesleğinden ilgisiz yere tayin edilmesi doğrusu sorgulanması gerekir Şüphesiz Ankara’daki Tapu Kadastro, bakanlıklardaki Osmanlı döneminden kalan ve bugünlere kadar iyi korunamayan evraklar uzmanları bekler. Yine Ankara’daki şeriyye sicilleri, Cumhuriyet Arşivi uzman ihtiyacı içindedir ama bazı tayinlerin arşivciler için dar bir alan olduğu ortada. teşkilatlanmanın düzelmesi gerekir.


Doğrusuyla yanlışıyla Enver Paşa

Enver Paşa’nın hatası, içindeki zaafı görüp tenkitçi gözle bulamamasıdır. O zamanki Osmanlı-Türk genç komuta grubu içinde Karabekir Esad Paşa, Fevzi Paşa, Ali Fuad ve Mustafa Kemal gibi değerli kurmaylardaki tutum Enver’le onların arasında açıklık yaratacaktır. 1908*Temmuzunda “Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi ve Enver Bey sahneye çıktı. doğan çocuklara Enver” ve “Niyazi” adları koyuldu Rumeli ordusu Sultan Hamide karşı ayaklandı İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasi partiden çok ihtilalci bir komiteydi 27 YAŞINDA HÜRRİYET*KAHRAMANI diye tanıtılan Enver Bey cemiyetin ilk mensubuydu. 23 Kasım 1881 doğumludur. “Hürriyet Kahramanı” olarak ismi vatanın dört köşesine yayıldığında 27 yaşındaydı.

Enver paşa Seçkin sınıftandı. 7 Mart 1905’te yüzbaşı oldu, 13 Eylül 1906’da terfiyle binbaşılığa yükseltildi. Rumelide Bulgar, Makedon, Arnavut ve Rum çetelerine karşı daima başarı gösterdi Mecidi ve Osmani nişanlar ve altın liyakat madalyasıyla ödüllendirildi Türkçülük ile İslamcılık arasında gidip gelen bir milliyetçi düşünceye sahipti
ALMAN ORDUSUNA*HAYRAN OLDU*AMA ANLAYAMADI 5 Mart 1909’da seçkin bir subay olarak Berlin Ataşe militerliği’ne tayin edildi. Yabancı askeri ataşeler ve Alman komutanlar ve imparatorun çevresinde tanındı. Farsça ve Rusça bilen, mükemmel resim yapardı Fransızcası mükemmeldi, Almancasını ilerletmişti Kayzer Wilhelm’in ailesine mensup prensler ve prensesle yakın dostluğu vardı.

Alman İmparatoru’na da, ordusuna da, bürokrasisine de hayrandı bütün İttihatçılar gibi yeterince anlayamadı. Bu dönemde. Britanyalı askerler dahi Alman hayranıydı Fransızların Mareşal Joseph Joffre’si ve Rusya’da son başkomutan olan, halk çocuğu General Aleksei Brusilov Alman askeriyesini takdir eden ama tenkit ve ondan uzak durmayı bilenler azdı Enver Paşa Trablusgarp savunmasında başarılı bir örgütçüydü Sunîsileriyle iyi anlaştı. Cemal Paşa da böyle bir vasıf olmadığından Arap ileri gelenlerini anlayamamıştır. Kût’ül-Amâre komutanı Nureddin Paşa veya Yemen’deki isyanı bastırmakla görevli Ahmet İzzet Paşa yerli Arapları anlayıp onlarla anlaşabilme kabiliyetini gösterdiler.

Balkan Savaşı’ndan sonra, Balkan devletlerinin arasındaki nefreti görüp stratejik bir ustalıkla Bulgarların elindeki Edirne’yi kurtarıp takdir edilen Enver Bey miralaylığa terfi etti. 31 yaşındaydı. İttihat ve Terakki idareye hâkim olmuştu. Mahmud Şevket Paşa’nın katliyle boşalan Harbiye Nazırlığı’na Yemen’den başarıyla dönen Ahmet İzzet Paşa’nın tayin edilmesine rağmen parti Enver’i 6 ayda mirlivalığa tuğgeneralliğe terfi ettirdi. Hak ettiği rütbenin üstüne çok süratli bir terfi daha geldi; makamdan alınan Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nazırı yapıldı.SARIKAMIŞ ta Enver’in aleyhinde ilk burukluk başladı Sarıkamış, 1. Cihan Harbi’ndeki ilk önemli harekâttır. Başarısızlık Enver’e karşı tepkiye neden oldu.

Ocak 1914’te Harbiye Nazırlığı’na ilave olarak genelkurmay başkanlığını üstlendi. Orduda yenilenme ve dirilme harekâtını başardı. bu reform Türkiyenin I. Harp’te tarafsız kalmasını, harbe geç katılımla İtilaf devletleri yanında yer almasını sağlayabilirdi. Cihan Harbi’nde Alman ittifakını sadece Enver Paşa’nın Almancılığına bağlayamayız. İtilaf devletleri Türkiye’nin ittifakını reddetmişdi. İngiltere’nin zırhlı gemilerin ve peşin paranın üstüne oturarak bir dolandırıcılık sergilemesi nefret kazanmalarına sebep oldu. Britanya İmparatorluğu’nun politikasını değiştirerek Rusya’yı yanına alması Almanya’ya karşı duyduğu panikle ilgilidir. Enver Paşa Almanya ile ittifaka erken girdi

Bize sığınan iki Alman Goeben ve Breslau zırhlılarının Yavuz ve Midilli adını alıp Rus ve Karadeniz sahillerini bombalamaları Alman oyunu değildir. Bu emri verenler Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa’dır. Osmanlı Rusya ile savaşa hazırlıklı değildi. Savaş her ülkeyi yıktı, savaş kabinesinin ve Enver Paşa’nın Türkiye’nin çektiği sıkıntıdan tek başına sorumlu olmayacağı açık. Çanakkale Savaşı’nda iaşe düzgündü Şehit ailelerinin sıkıntı çekmesi önlenmişti. Türkiye her şeye rağmen feci bir buhrana düştü. Eski dünyanın düzeni altüst oldu Harbin sonunda İttihat ve Terakki’nin üyeleri yeni düzenden ve adil bir yargılamadan emin olmadığı için ülkeyi terk etti

Enver Paşa yeni idealler ve ülküler peşindeydi. Anadoluya Sakarya Zaferi’nden sonra müdahale etmeye çalıştı. 13 Eylül 1921’den itibaren Türkiye’nin gücü arttı. Sakarya Savaşı’nı kazanan Anadolu’nun Enver’e muhtaç olmadığı açıktı. İçerideki taraftarları onu ümitlendirdiler mücadelenin devam ettirilmesine cesaretlendirdiler. Anadolu hükümeti son meydan savaşına ve taarruza hazırlanıyordu KIZIL ORDU’YA*KARŞI ÖN SAFTA*ŞEHİT DÜŞTÜ
Enver Paşa Batum’dan içeri sokulmadı. Sovyetlerde istenmedi. Örgütlediği Basmacı Hareketi modern Orta Asya’nın en önemli olaydır. Sovyet Kızıl Ordusu’nun savaşta zorlukla bastırtılan hareketlerden biri olduğu resmen açıklanmıştır.

Bugünkü Tacikistan’ın Belcivan bölgesinde Abıderya köyünde karargâhını kurmuştur ve 4 Ağustos 1922 günü savaşçılarla bayramlaşırken başlayan ani Rus baskınına karşı ön safta atıldığı ve şehit düştü. Abıderya köyündeki Çegan Tepesi’ndeki mezarı Sovyet döneminde bile ziyaret edilen bir türbeydi. Mezarın Türkiye’ye, Abide-i Hürriyet’e nakli ne derecede isabetli olmuştur bilemiyoruz. Ne de olsa yerinde bir tarihi dönemin ve bir savaşçı neslin anısı olarak bulunması isabetli olabilirdi. EŞİNE AŞIK BİR DÂMÂD-
Enver*Paşa 1914’te Şehzade Süleyman Efendi’nin kızı ve Sultan Abdülmecid in torunu, Sultan Reşad ve Vahdeddin’in yeğeni Naciye Sultan’la evlendi. “Dâmâd-ı Şehriyâri”, yani hükümdar damadı olmuştu. Hırslı bir subayın kariyer evliliği gibi gözükebilir ama çocukluktan çıkan Sultan’ı bu genç subay çok sevdi. Hayatının sonuna kadar vatanından uzakta savaşırken dahi ona yazdığı mektuplar Bu aşk, paşanın idealleri ve bunları eşiyle paylaşması Türk hayatı için bir yeniliktir.
*

Kaynak hürriyet.com ilber ortaylı yazıları

Kıbrıs’ta 44 yılda çok şey değişti: Türk varlığı şart

Kıbrıs artık stratejik önemi olan bir adadır. Suriye’de Rusya’nın yerleşmesi, İngiltere’nin adadaki üsleri, Akdeniz’de üstün teknikli Amerikan filosu Kıbrıs’ta Türk varlığını gerekli kılmaktadır. Müdahalenin 44. yılında çok şeyler değişti. Değişen dünyayı, Türkiye’yi ve Kıbrıs’ı anlamak lazım. 9 Eylül*1570’te, II. Selim devrinde vezir Lala Mustafa Paşa’nın serdar, donanma serdarının ise Piyale Paşa olması ile Kıbrıs’ın kuşatılması ve adanın Venediklilerden Türklerin eline geçmesi mümkün oldu. Joseph Nasi’nin diplomatlık görevi Portekiz’den ve İtalya’dan Osmanlı ülkesine göç etmesinden evvel başlar. iyi bir bankerdir. Akdeniz’deki donanma sahibi devletlerin yapılarını, iç ve dış politikalarını iyi tanırdı.

Osmanlı Devleti Fatih ve Muhteşem Süleyman devirinde Ege adalarının fethini tamamlamış ancak Venedik’in elindeki Girit ve Kıbrıs alınmamıştı. bu iki ada Akdeniz’in kuzeyindeki Osmanlı için bir tehditti. Cezayir, Kuzey Afrika ve Mısır, Osmanlı Devleti’nin elindeydi. Fas Sultanlığı’yla ittifak vardı ticari yollar Venedik ve Kıbrıs’ın kontrolündeydi
Kıbrıs; tarih boyunca medeniyeti ve halklar nedeniyle Akdeniz tarihinin en karışık sorunlarındandır. adadaki Helen hâkimiyeti mutlak değildir. Yunan dilinin kullanılması ise anlaşma aracıdır Kıbrıs Türkler tarafından kolonize edildi. yerleştirilenler Toroslar’da birbirleriyle ve devletle itilaflı göçebe Türkmenlerdir Yaşamlarındaki kendi başına buyrukluk ve dini şamanlık devirlerine yakın duruşa sahiplerdi

Halen Kıbrıs’ta kullanılan Türkçe, Türkmen aşiretlerinin ve lehçelerinin yapısını taşır.
Kıbrıs Rusya’ya karşı Mısır’daki İngiliz hâkimiyetinin ve Süveyş Kanalı’nın üssü olarak bu Britanya İmparatorluğu için önemliydi. Berlin Kongresi’nde Rusya’nın ve Avusturya’nın aç gözlü politikalarına karşı zor durumdaki Osmanlı’yı kolayca ikna ettiler ve hâkimiyet Osmanlı’da, idare kendilerinde olmak üzere işgal ettiler. geçici işgal 1920’lerde bitecekti. Britanya ile Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya Harbi’ne savaştılar Britanya kıbrıs işgalini ilhaka çevirdi ada Türkleri ve Rumlar birbirlerine girdi
silah kullanılmadı 1950’lerde Türkiye’de kamuoyu ve Kıbrıs Türk halkı Yunanistan’ın taleplerine karşı çıktı Kıbrıs Türkleri Yunanların EOKA’cı hareketlerine karsı Britanya gücünü destekledi çatışmalar ortaya çıktı.

Türklerin ve Helenlerin anlaşması mümkün değildi. Türkiye’de “Ya taksim ya ölüm” sloganları geçerliydi. Yunanistan Türklerin adada harekete geçmesiyle paniğe kapıldı. EOKA Türk unsurun Britanya polis ve idaresine teslim olmasını yoksa ölümle cezalandırılacağını ilan etti. siyasi suikastlara başladılar. Siyasi suikastlar Türk birliklerinin çok dışına yayıldı. Türkiye beklenmeyen bir cesaretle adaya müdahale ihtiyacı hissetti. Bir yandan cesur kararlar alınırken bir yandan adaya büyükelçi gönderilip diplomatik manevrayla güvenlik konseyi üyeleri kazanılmaya çalışılıyordu.
1959 rejimi Zürih ve Londra anlaşmalarıyla ortaya çıkan ve Kıbrıs halkının yüzde 70 Rum, yüzde 30 Türk temsilciler tarafından idare edilmesini her iki tarafın da cemaatlerinin kurulmasına, Makarios idaresi tepki gösterdi anayasanın işletilmez ve Kıbrıs halkını köstekleyici bir oyun olduğunu ileri sürüyorlardı.

Türk Cemaati Meclisi Başkanı Rauf Denktaş İngiltere’de hukuk okuyan parlak bir hukukçuydu. İngiliz yönetiminde adada dağınık yasayan Türk cemaatinin gençlerinin hukuk dalında ve polislikte okuyarak idarede söz sahibi olması dikkat çekicidir. Makarios’un ikna edilemeyeceği görüldü çifte statülü cumhuriyetin 1960’larda EOKA hareketi ve silahlı direnişe geçmeye başlayan Türkler arasında karanlık günler başladı Türkiye Kıbrıs Türklerinin sadece okullaşma ve yayınlarına yardım ediyordu. Türkiyeden Giden güçlü eğitmenler ve milli eğitim desteğiyle Kıbrıslılar iyi yetişti ve kültürlerini korudu 1960’tan sonra kaçınılmaz olarak askeri destek verildi 10 yıl süren dönemde Kıbrıs halkı kuzeydeki merkezlerde toplanmaya başladı

Kıbrısta nüfus dağınıktı Kıbrıslı Albay Girivas’ın EOKA’sı ve barışı sağlayan Yunan tümeninin hareketiyle Kasım 1967’de ada kana bulandı. 1964’te Limasol, Baf ve Gaziveren’deki saldırılar Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması ve Türk jetlerinin müdahalesiyle bastırıldı. müdahale ancak 1972 de etkisini duyurmuştur. Sorun çözülemedi, 1967’de Yunan cuntasına bağlanan grup ve EOKA ayrı bir politika takip etdi. Makarios üçüncü dünya liderlerinin politikasını tekrarladı. Gayelerinin gerçekleşmesi için Sovyet Rusya’ya yanaştı. politikası durumunu Anglosaksonlar nezdinde sarstı. Kıbrıs çıkarmasında Kıbrıs Rumları ve Yunanistan’dakiler Kıbrıs Türklüğüne ve Türkiye’ye aşırı bir Amerikan ve İsrail desteğinden söz ederler.
Amerika’nın 1964’teki tutumunu terk etti Johnson mektubu Türkiye’de karşıt cepheyle karşılaştı.

1974 çıkarması Yunanistan ve Kıbrıs’ı en zayıf anda buldu. Makarios ve tarafları EOKA ile çatıştı. Yunanistan en karanlık günlerini yaşıyordu Yunanistanda sosyalistler de muhafazakâr liberaller Karamanlis’in partisi mevcut rejimle karşıtdı. Kıbrıs müdahalesinde Türkiye askeri yönetimin etkin olduğunu gösterdi. kara ordusunun eğitimi, komando tugayları, deniz kuvvetleri etkindir. Strateji iyiydi. Kıbrıs Rumları ve Yunan birliği Türkleri en müsait yer Mağusa’dan beklerken çıkarma Girne’den yapıldı ve muvaffak oldu. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi olayı işgal olarak niteledi. 15 Kasım 1983’te ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tanınmadı

tanınmanın yolları değişmeye, ilişkiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Türk tarafında hatalar yapıldı. Annan Planı onaylandı Kıbrıs Rumlarının inatçı tavrı, Türk tarafında adaya sonradan gelenler tarafından desteklenen görüşün reddine neden oldu. Yerleştirilen topluluk içinde Kıbrıs’ın ekonomisine katkısı görülenler Bulgaristan’dan getirtilen Balkanlı Türk unsurudur. Eğitim ve hayat bakımından yerlilerle iyi anlaşmaktadırlar.
Kıbrıs artık stratejik önemi olan bir adadır. Suriye’de Rusya’nın yerleşmesi, İngiltere’nin adadaki üsleri, Akdeniz’de dolaşan Amerikan filosu Kıbrıs’taki Türk varlığını gerekli kılar Müdahalenin 44. yılında çok şeyler değişti. Değişen dünyayı, Türkiye’yi ve Kıbrıs’ı anlamak lazım.
*
*
Yıllardır çocuklara yaşatılanlar... Asrın yüzkarası

Çarlık Rusyası’nın yıkılışında yaşananlar... General Franco döneminde Falanjistlerin hastanelerden çaldığı bebekler... Yunan İç Savaşı’nda General Markos’çuların faşist işbirlikçi dedikleri köylülerden topladıkları, ‘sosyalist’ eğitim için Çekoslovakyaya gönderdiği ailesiz büyüyen çocuklar... Stalin yetimleri... Hitler’in cinayetleri... Ve şimdi de Donald Trump İspanya’da halkı en çok meşgul eden konu Franco döneminde Falanjist militanların hastaneden çalıp dağıttıkları bebekler. Kuşkusuz bebek hırsızları olan o dönemin tıbbi personeli ve bir doktorun yargılaması öncesinde gösteriler patladı. İspanya’nın iç harp yaşadı. II. Cihan Savaşı’ndan sonra Çarlık Rusyası’nın yıkılışı gibi.

İspanyol İç Harbi’nde Hastanelerde babasız doğum yapanların sözde “ahlak dışı!” konumdan kurtulması için çocukları devlet otoritesine verilmekteydi. Bu bebekler düzgün ve iyi olan Katolik ve milliyetçi ailelerinin içinde büyüyeceklerdi. Babası saklanan bir solcu olan kadınların çocukları ve aynı akıbete uğramış yoksul ailelerin çocukları kimlikleri çalındı Bugün dava mağdurları adalet istiyor II. Harb öncesi ve sonrasında rejimlerin en büyük ahlaksızlığı budur.
Stalin 1930’larda terör sırasında ana-babaları tevkif edilen, sürgüne giden veya idam edilenlerin çocukları yetimhanelerde, toplandı Bunların sayısı kestirilemiyor en acı olay Yunan İç Savaşı’nda General Markos’çuların sağcı ve faşist işbirlikçi köylerden topladıkları küçük çocukları Çekoslovakya’ya sosyalist bir eğitim için göndermeleridir. 40 yıl sonra Yunanlılıkları evraktan tespit edilen, tek kelime Yunanca bilmeyen insanlar; kimlikleri kendilerinden çalınmış, yetişkinler olarak ortaya çıktılar.

Hitler’in cinayetleri veya bazı istenmeyen çocukları topladı Trump mülteci çocukları kaçırmayı ve göçü önleyici bir silah olarak kullanmayı düşünüyor Edepsizliğin son kertesi. Beşeriyet sadece seyrediyor. Bir yığın mültecinin bulunduğu botlar sahiden battı, yoksa batırıldı mı? İnsan kaçakçıları satacak veya organ mafyası her şeyi yapabilir insanlık tarihini yazarken son asırla iftihar ediyor ve övünüyoruz. 50 sene sonra bu parlak asra kibar görünümlü bir cani, çocuk hırsızı ve katili asrı diye bakılabilir mi? Beşeriyetin yaraları insanlığın “altın çağı”ndan bahsetmeyi imkânsız kılıyor.CÖMERT MAAŞLAR*ÖDEYEN PATRON 1930*doğumlu Şarık Tara, 40’lı yıllarda henüz 12 yaşında Türkiye’ye geldi. Rumeli kıtası imparatorluğun batışını hazmedememiştir;

Genç Şarık’ın ailesi imparatorlukta Balkanlar’da istanbul’da okuyan, yetişen gruplardandı. Baba Saraybosna’nın Karadağ’da yaşayan grubundan. Anne Osmanlı komutanlarından Yiğit Paşa’nın torunu. Şarık Tara eğitime Karadağ’da başladı ama rahat bir ortam değildi İstanbul’a göçtüler. Dönemin iyi yetişmek isteyen gençleri gibi bağımsız imtihan açan Teknik Üniversite’ye adım attı ve kısa zamanda inşaat mühendisi oldu.
ÜLKELERİ BİRBİRİNE BAĞLADI tecrübeler ve gördüklerinden inşaat sektöründe işçisine ve mühendisine cömert maaşlar ödedi Yeni mühendislik yöntemleri uyguladı Türk mühendislik eğitimi isteyen yurttaşlara imkân verdi Türkiye mühendisliğini hızlı, düzgün yatırımlarla inşaatlarla, Rusya’da ve Balkanlar’da temsil etti.

Balkanlar’da ülkeleri bağlayan otoyollar, Moskova, Leningrad’da yükselen binalar Şarık Tara’nın şirketi ENKA ve Türk mühendisliğini de rakipsiz hale getirdi. Türkiye’nin gelişmesinde eğitim ve şirketlerin Şirket ve patronların yetişmesinde büyük işler başarılmasına rağmen hâlâ yapılacak şeyler var. Şarık Bey Koç ailesi gibi Türkiye’de eğitimi üretimin başına koyan bir zihniyetdi. Bugün çok tutulan ve şüphesiz mühendislik ve işletmeye yardımcı olan ENKA okulları onun eseri. İç ve dış bursları, sayısız özellik var o Türk mühendisinden, ileri gelir. Kültürel hayatın ürünlerini tatmak için harcamaktan çekinilmez tüketim sınırlı örtülü olmalıdır. İyi çalışabilmek için genç yaşta işe girişmeli ve disiplinli yaşamak lazımdır.

Türk sanayisinin ve ticaretinin ayakta kalabilmesi için siyaset ve kültürel ilişkilerin önemi büyüktür. Şarık Bey Balkan devletleriyle iyi ilişkiler içindeydi. Yunanistan ve eski Yugoslavya, parçalanmadan bu birliğin her üyesiyle ve Rusya ile, ilişkilerin geliştirilmesi, için cömert bir fon kurdu. Maalesef fon o dönemdeki Dışişleri Bakanlığı’nın “Ben bilirim, ben yönetirim” zihniyetiyle muvaffak olamadı gerilimli bir diplomasi ortamında iş çevreleri ve kitleleri büyüleyen sanatçılar diplomatların inşa faaliyetlerine yardımcı olabilirler. Şarık Bey buna dikkat etti. holdinglerimizden birinin kurucusu olarak ebedi yolculuğuna çıktı. ÇALIŞANINI YETİŞTİREN* UZMAN YATIRIMCIYDI Binlerce işçisinin içinde rahat bir hayata ulaşan ve ENKA kurumları sayesinde okuyan gençlerin ve ekmek kazananların sayısı hayli kabarık. Şüphesiz burslarıyla yerküreye dağılanlar da var. Çalışanını ve araştırmacısını yetiştiren uzman yatırımcıların sayısı arttıkça memlekette sanayinin yoluna girdiği açıktır. Şarık Tara bu karakterde öncülerdendi.


Cezayir gerçeği

Dünyanın petrol yataklarından birine sahip ülkede, tarım yapılabilecek ve göçebelik dışında yaşam sürülecek alan yüzde 20’ye ulaşmıyor. Cezayir iç savaşı ustalıkla durdurduktan sonra aklı başında bir yönetim uyguluyor ve fert başına milli gelir 2002’den bugüne 8 misli artıyor, 9 bin dolar civarına ulaşıyor. CEZAYİR*Temmuz 1962’de Fransa’dan bağımsızlığını aldı. Bu, devlet olarak ilk doğuşu değildir. Batı Akdeniz’de İstanbul’dan uzak bir deniz eyaleti olarak Cezayir-i Garb Ocakları adıyla üç Sultan Selim devrinden beri Osmanlının içindeydi. Kırım Hanlığı ve Erdel Krallığı gibi yarı müstakil bir eyaletti. Mümtaz eyaletlerin merkez politikasına uygun dış devletlerle elçilik münasebeti vardı.

Askeri bakımdan merkeze bağlıydı. İlk beylerbeyi kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa’dır. Cezayir donanması devletin yardımcı gücüydü korsan deniz kuvvetiydi. korsanlık deniz haydutluğu değildir. Merkez devletinin bilgisi ve emirleri dışında başına buyruk hareket edemezler, düşman devletlerini yağmalayamazlardı.1844’e kadar Cezayir, Fransa’ya boyun eğmedi. Bundan sonra Fransa’nın kolonizasyonu ve sömürge dönemi başladı. Cezayir’in Fransa’nın sömürgeci tutumu bir yandan da anavatanın parçası olarak bellediği Cezayir’i dışlaması, kültürlerini ve dillerini saf dışı etmeye çalışması yerli halkın ayaklanmaya sevk etti. Fransız milliyetçilik politikası Kuzey Afrika ve Akdenizde insanlara ters etki kazandırdı.

Cezayir Harbi çok kanlı ve uzundu. İsyan her yere yayıldı. Geniş kitleler infaz edildi. Cezayir’de Fransız diline bağlılık kadar Fransız tavrına ve milliyetçiliğine de sert ve haşin bir tepki devam etmektedir. Uzak vilayetleri merkez dışında oldukça müstakil bırakmak, yıllık vergi almak, silahlı kuvvetleri kontrol etmek şartıyla bu statüyü vermek Osmanlı politikasına uygundur. Cezayir uzaktı burada ilginç bir yapılanma vardır. Cezayir, Tunus ve bugünkü Libya’ya giden yeniçeri statüsündeki kuvvetler Balkan devşirmeleri olmayıp Anadolulu Türk çocuklardı. zabitlerin lakaplarında bu görülür; kul sınıfı Anadolu’ya bağlı kaldılar ve ilişkiler 19. asırda devam etti. İmparatorluğumuzun büyük amirali Cezayirli Hasan Paşa veya 19. asrın büyük sadrazamı Tunuslu Hayreddin Paşa büyük şahsiyetlerdir.

Cezayir 2 milyon 400 bin kilometreye varan yüzölçümüyle Afrika’nın en geniş devletidir. Dünya sıralamasında ilk dokuza giriyor. Nüfusu Moğolistan kadar az olmasa yüzölçümüne göre azdır. 40 milyon insan yaşıyor. dünyanın geniş petrol yataklarından birine sahip olan alanda tarım yapılabilecek ve göçebelik dışında yaşam sürülebilecek alan yüzde 20’ye ulaşmıyor. son 20 yıldaki çölleşme kendini hissettiriyor Cezayir iç savaşı ustalıkla durdurduktan sonra laik bir yönetim uyguluyor ve fert başına milli gelir artıyor. 2002’den bugüne 8 misli arttı, baskın bir gelir farklılaşması ortaya çıkıyor.

Bağımsızlık savaşının en kızgın savaşında Demokrat Parti hükümetinin bilmişlik gösterdi Kıbrıs politikasında bizi destekler görünen Fransa’yı gücendirmeyelim diye Cezayir’e sırtımızı döndük. Bu Türk halkına uygun değildi. Cezayir’e giden ilk elçimiz Semih Günver’in hatıratında da görülüyor. Devlet erkânının soğuk duruşuna rağmen deniz kuvvetlerinin şehri ziyareti ve abideye çelenk koyuşu, bütün Kasbah’ın destek ve alkışına sahne olmuştu. Özal’ın bizzat Cezayir Millet Meclisinde resmen özür dilemesi soğukluğu azalttı.Cezayir’de inşaat sektörüyle başlayan bir patlama var. Türkiye aktif rol alanlardan biri. Osmanlı eserlerinin restorasyonunda görev alınıyor. Bunlar yeterli değil. Asıl önemlisi kültür politikasıdır.

Cezayir Fransızca kullanır. Aydınlarda Fransızca önde geliyor ama Gençliğin Fransızcası gittikçe eriyor. Eğitim konusunda problemleri olan bir ülke. Yüksek tahsilde Cezayirli gençlere imkân sunmalıyız. O ülkede lise öğretmenleri güçlü. fen derslerinde yararlanmalıyız. Ülkeye uyum sağlayan ve Fransızca bilen büyükelçi ve diplomatlar yollamalı. Büyükelçimiz Mehmet Poroy ve eşi bu tür temsilcilerdendir. Batı Akdeniz’deki bu güzel ve bize yakın ülkeyle gönül bağlarını kurmak diplomatik ilişki ve ticari çıkar olarak görülmemeli.


İSVEÇ*milli takımındaki oyuncu Jimmy Durmaz’ın faulünden sonra kazanılan serbest vuruşla Almanya maçı kazandı. Futbolseverlerde arızalı tipler yaygın. Durmaz ve ailesi ölüm tehdidine maruz kaldı. Milli takım futbolcularını haşlayan Almanya Başbakanı ve sarayında tehdit ettiği Almanya Cumhurbaşkanı’nın aksine İsveç kabinesinin Sosyal Hizmetler ve Spor Bakanı Annika Strandhall meclise gittiği gün Durmaz’ın 21 numaralı formasını giydi ve onu desteklediğini gösterdi.Avrupalı” deyip bir kefeye koymayın. Annika Strandhall de Avrupalı, Avrupalı ama arada görgü ve insanca davranış eğitimi farkı var.
*
Kaynak yeniakit.com yavuz bahadıroğlu yazıları

Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!

Düşünün padişahlar cu*ma namazına gi*derk*en*“ta*lebe-i ulûm Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!”*diye bağırıyorlar
Ders kitaplarında*“diktatör”*ilân edilen padişahların en büyüklerinden, en cihangirlerinden, en zorlularından Yavuz Padişah Hâkimü’l-Haremeyn”* unvanı karşısında ürpertiler geçiriyor, dayanamıyor kendini secdeye atıyor, sonra mahzunca doğruluyor ve hatibe,* Hâkimü’l-Haremeyn
değil, Hadimü’l-Haremeyn”Mekke ve Me*din*e*’nin hizmetkârı diy*e*rek kendini*Harem-i Şerif’in hizmetkârı ilân ediyor. Hazret-i Ömer*şahsî gelirinden bir adam tutmuş, saçlarına ak düşene kadar her sabah sistemli şekilde,*“Ya Ömer ölümü unutma, mahşeri unutma”*diye, ahiretle arasına köprü yapmıştı…

Adaleti ile yalnız Müslümanları değil, Hıristiyan dünyasını bile teshir eden büyük*Halife Hz Ömer’in tutumuyla Osmanlı padişahlarının Allah’a teslim oluş halleri nbirbirine benzer.Osmanlı padişahları hiçbir zaman*“mutlaklığı kabul etmemişlerdir ulemaya tabi olmuşlar, büyük hesap gününü göz önünde bulundurmuşlar, bunu unutma korkusuyla*“Talebe-i ulûmdan”*bir grubu*“Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!”*diye bağırtmışlardır.*Al*lah’ı bi*len, Allah’a hesap vereceğine inanan kişi, hiç kuşkusuz her hareketin dünyevî so*rum*lu*luk*lar getireceğine inanırdı böyle bi*ris*i*nin diktatör, baskıcı, hırsız, asan-ke*sen olması mümkün müdür?

Kanunî Sultan Süleyman’ın, fetvaları bir sandıkta muhafaza eder sandığı göstererek,*“Dinimiz müsaade etseydi sandıkla birlikte gömülmeyi vasiyet ederdim”*dediği rivayet edilir. Ölünce, Şeyhülislâm sandığı açmış, verdiği fetvalara Şeyhülislâm’ın gözleri yaşarmış, büyük mesuliyetinin ağırlığını yüreğinde duymuş,*“Ah Süleyman! Sen kendini kurtardın, biz kendimizi nasıl kurtaracağız”*demişti.Kanunî’nin babası Yavuz, hocası*İbn-i Kemal’in atından sıçrayan çamura bulanmış kaftanı ölümüne kadar muhafaza ettirmiş, ölünce sandukasının üstüne örtülmesini vasiyet etmişti. Ve bu vasiyeti yerine getirilmişti.
Mâneviyat adamlarına ve mâneviyata önem veren, Allah korkusunu duyan, hesap gününü hafızasında tutan, ölüme her an hazır bulunan in*san*lar hakkında*“diktatör”tanımlaması ne ka*dar ak*la yakındır?

Padişahlar arasında zaman zaman hukuk dışına çıkanlar olmuştur, ancak bu nadirdir. Genel olarak Osmanlı padişahları hukuka bağlıydı Kâğıthane’deki mesire yerlerine su getirmek isteyen*Kanuni, Nikola*isimli mimarı tayin eder işi sıkı tutmasını, acele etmesini ister…bir sene sonra mesire yerinde hiçbir faaliyet olmadığını görüp kızar. Sadrazam’a Bu ne menem iştir ki buyruğumuz yerine gelmemiştir. Tiz Nikola’yı huzura getir! Sadrazam gayet sakin cevap verir:*“Nikola hapishanededir Hünkârım.”
Padişah,*“ ne demek oluyor?”diyip Sadrazam’ın yüzüne bakınca, Sadrazam açıklar:*“ hükümetten izinsiz kazı yaptığını haber verince yakalatup hapse atturdum.”Padişah’ın şaşkınlığına kızgınlık eklenir:*“Bu ne cüret! Buyruğumuz nasıl çiğnenir?”Sadrazam sakindir: “Hâşâ, maksat buyruk çiğnemek değildir. Hünkâr sizsiniz, velâkin Devlet-i Âliye’nin sadrazamı biziz; icra bizden sorulur. Padişahların bu işlere karışması töre değildir! Bunu değiştirecekseniz buyurun Mührü Humâyun’u alın!”*Ve*Kanuni, çok kızmakla birlikte, hukuka teslim olur, sesini çıkarmaz.*
*

*Ava giden avlanır

Devir,*Sultan Dördüncü**Mehmeddevri…
Osmanlı Devleti çökmekte serhadlerden acı haberler gelmekte Ay geçmiyor ki,*Osmanlı Devleti’ne bağlı kaleler küffar”*eline geçmektedir*Vatan ağlıyor, millet ağlıyor, devlet ağlıyor; Şevketlü Sultan Mehmed Han” erkânıyla birlikte*Davutpaşa*ormanlığında avlanmaktadır
Ancak Padişah, olup bitenden, habersiz değildir, lakin dalkavukları aşamıyor, dalkavukların,* Hünkârım”*övgülerinde teselli arayıp vicdanını rahatlatıyor. Mert ve sert bir sese vatanın, milletin, ve Padişah’ın ihtiyacı var, ama O mert ve sert sesi kim verecek? Hangi babayiğit Padişah’ı gafletten uyandıracak?*Bereket versin millet bugünkü gibi*“adam kıtlığı değil. milletin,*İstanbul Kürsü Vaizi Himmetzâde Abdullah Efendi’si var.

Abdullah Efendi, Sultan Dördüncü Mehmedin hocalarından gönül eridir. Âlimdir, “adam gibi adam”dır kısacası! tüm İslâm âleminde adı, sanı bilinir, sözü, dinlenir, kendisine güvenilir. Bir cuma sabahı Padişah’ın habercisi Hoca’nın kapısına dayanır Efendi Hazretleri, Padişah’ımız, zat-ı âlinizi dâvet buyurmaktalar, ‘Gelsün, irşad olalum” demekteler. Ne dersüz?”Abdullah Efendi’nin sabrı taşmış düşüncelerini Padişah’a ulaştırmak için fırsat kollar. Padişah’ın at arabasına binerek hutbeye çıkar. Ağlayarak konuşur Ey ümmet-i Muhammed! Devlet sahipsiz kaldı. Şehir ve kalelerimiz küffar eline geçti. Müslümanın canı, malı, ırzı, namusu mal oldu. Camilerimiz kiliseye döndürüldü. günahlarımıza tövbe edelim. Secdeye kapanıp, gözyaşlarımızdan yerde çimen bitinceye kadar da ağlayalım. Belki bağışlanırız.”
Cemaat de ağlamaya başlamıştır.*Abdullah Efendi,* padişaha döner. Canını dişine takarak azarlar Hay Padişahım! Nedur hay-huy, nedur bu nefs-i emmareye uymalar? Niçün gaflet uykusundan uyanmazsız? Bilin ki zaman avlanma zamanı değil, ağlama zamanıdır!”

Padişah, yüreğini inciten hutbeyi başı önünde sessizce dinler. adamlarına hazırlanmaları emrini verir. Ordusunun başında sefere çıkar.
Osmanlı’nın devamı olan milletimizin bugün Abdullah Efendi’lere ihtiyacı var. Birbirleriyle kavga eden siyasetçilerimizi, öğrencileriyle kavga eden üniversitelerimizi, halkla kavga eden medyamızı ve kavga eden halkımızı*“Kavga zamanı değil, el ele verip memleketi kurtarma zamanıdır”*diye uyaracak mert bir sese muhtacız.*
*
murataltug1985 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 3 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi