|
![]() |
#1 |
![]() Unutkandır insan. En çok da kendini unutur. İnsan yanını yitirir. Sık sık kalbini düşürür göğsünden. Vicdanına temas etmeden geçirir bir ömrü. Gönlünün gönlünü etmeden getirir yarını. Şehrin gürültüsünde, telaşların yangınında, görsel kandırmaların kuytusunda, yüzüne serince değen, senden hiç yüz çevirmeyen, boş söz ve yalan söylemeyen, unuttuğun yanlarını hatırlayan, düşürdüğün kalbini yakana yeniden takan, çiçek kokulu bir pencere önünde bekleyen, yağmur sonraları ikindilerde sıcacık tebessümeyle koyup gelen bir dost içtenliğini…
…kim istemez? Ateşli politik cepheleşmelerde, ezici küresel gündemlerde unuttuğumuz nedir? Gündelik telaşlarda, taraflılıklara indirgenen bakışlarda yitirdiğimiz kimdir? En acımasız siyasal rakiplerin birlikte ağladığı bir görüntü yok mudur ülkemizde? İri puntolu manşetlerin, kalın harfli köşe yazılarının kalıplarını kırıp da, savunmasız ve çıplak yanlarımıza aniden dokunuveren bir, bizi kol kola getiren, herkesi birlikte kucaklayan, kucaklatan bir ortak sevincimiz yok mudur? Yeryüzünün kavgalara boğulmuş, tarafgirliklere parsellenmiş acılı yüzünde, hele de bu ülkenin coğrafyasında, o kadar çok ortak sızımız var ki, ortak hazzımız var ki? Niye kavga ediyoruz? Neyi bölüşemiyoruz? Siyasal etiketleri bir düşürsek yakamızdan. Sayısal etkilenmeleri bir kenara koyuversek… Ortak değerlerimize eğileceğiz hüzünle.. Ortak kaygılarımızın başında kucaklaşacağız umutla. İnsanın olduğu her yerde, insan özünün unutulmadığı her zeminde bir huzur umudu vardır, sevinçlerin gök mavisi saklıdır. Senai Demirci
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() "siz devlete inanan bütün reziller
cehennemde karşıma çıktığınızda öyle bir yumruk patlatacağım ki tam burnunuza hayatınız gazze şeridi gibi geçerken gözünüzden anlayacaksınız 'allah' ne demek 'ahlak' ne demek ve rüya… bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim: devletin bekasının da allah belasını versin, malboranın da!" Ah Muhsin Ünlü |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Düşünmek, üretmek yerine varolanla yetinmek, günü kurtarmak revaç buldu… Özgürleşen (!) insan, ölümcül bir boşvermişliğe ve başıboşluğa doğru dümen kırdı… Özgür ama özne değil, nesneleşmenin acziyetine düçar oldu… Teknoloji ile tekleyen insan, mekanik bir yaşamın kollarında artık devre dışı… Çürümenin, çözülmenin, körelmenin temel nedeni tembellik değil midir? Azmi törpüleyen, ruhu örseleyen, iradeyi çökerten atalet, gaflet ve cebanet halleri değil midir? Tembel insan kendisi ile barışık değildir; karamsar, kararsız ve kafası karışıktır… Mücadele ruhunun, mücahede azminin yerini hoş temenniler, boş tavsiyeler almıştır… Önce ağırdan almalar sonradan yerini aldırışsızlığa terk etti… İşte aldanmanın adımları böyle başladı… Bitkin, bezgin, yılgın, yorgun ruh hali insanın tükenişini haber veriyor… Anlaşılan o ki, yaygın ve aktif tembelliğin sonuçları ağır olacak; hüsran, hicran, hüzün ve hasret bizi bekliyor… Öyle ki, terakkiden, tekâmülden vazgeçtik, tükenen nesiller nasıl kurtarılacak? Hantallık, hamlık, hareketsizlik normalleşince hayatın hayrı ve bereketi kalmadı… Bu gün bizi bitiren başkaları değil tembellik ve günahlarımızdır… Aşmamız gereken ilk engel tembelliğimizdir… İç dünyalarında kendilerini kilitleyenleri dışarıdan hiçbir rüzgâr harekete geçiremez… “İki günü birbirine denk geçen mümin ziyandadır” nebevi gerçeğinden koptuk… Düne kadar canlarını dişlerine takarak gayret edenler; bu gün Rablerinin istediği gibi değil, canlarının istediği gibi yaşıyorlar… En düşkün oldukları şey, kendi rahatları… Risk almayanlar aslında kendilerini nasıl bir tehlike terk ettiklerinin farkında değiller… Dün harıl harıl çalışanların bugün horul horul uyumaları anlaşılacak gibi değil…İddialarından gazgeçmek, ideallerini iptal etmek, iradeye ket vurmak olacak şey mi? Daha da beteri tüm bunların bazen tevazu adına, bazen haddini bilmek, kimi zaman da başkasını nefsine tercih etme söylemi ile yapılıyor olmasıdır… Ya da tam tersi; ağır abi, akil adam edası ile yapılanlara burun kıvırmak… “Bu işler artık bizim klasımıza göre değil, biz büyük işlerin adamıyız” havası… “Sıradan işlerle bizi meşgul etmeyin, varsa çapımıza göre projeleriniz buyurun, tartışalım” cakası… Demem o ki, çalışmalarda tempo düşebilir, işler sapasarabilir ama mutlaka bir iş üzere olmak gerekiyor… “Nasıl olsa bir yapan çıkar” yanılgısı yaygınlaşıyor… Gönülsüz, isteksiz, üşengeç, “bizden geçti” ruh hali zamanla insanı duyarsız, gayesiz kılabiliyor… Peki bu işlerden elini-eteğini çekmiş, ununu elemiş, eleğini asmışlarımız ne elde ettiler? Önceleri tatlı bir rekabet vardı, şimdi yerini acı bir rehavet aldı… Artık aktif bir tembellik kabul görüyor… Herkes tembellik hakkını kullanmak istiyor… Çağın gereği midir, yoksa hastalığı mıdır, bilmiyorum… Ustaca kendini geri çekme, üstünden atma, işin içinden sıyrılma becerisi (!) yaygınlaşıyor… Ya da bunun ismi uyanıklık mıdır, işbilirlik midir? Anlamak lazım… İşin doğrusu; zihinsel tembellik tefekkürsüzlükle neticelendi… Ruhsal tembellik kararsızlığa dönüştü… Bedensel tembellik hantallığı doğurdu… Ve şimdilerde tembellik tevekkül olarak algılanmaya başlandı… Tıpkı zilletle sabrın, tedbirle korkunun karmaşası gibi… Biz, “Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (53/39) gerçeğinin müntesipleriyiz… Nasıl boşverebiliriz? Yine biz, “Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya devam et.” (94/7) düsturunun muhatabıyız… Nasıl erteleyebiliriz? Bizim öğretimizde “Kıyamet kopuyor olsa da elindeki fidanı dikmek” vardır… Çünkü inanıyoruz ki, zerre-i miskal hayırda, zerre-i miskal şerde kayıt altında… Saniyelerimiz bile sayılı… Her şey hesaba tabi… Zaman bize emanet… Hatta biz işi vaktinden çok olanlardanız… Bizi harekete geçirecek güç bizde saklı… Yeter ki, biz kendimizi fesh etmeyelim… Biz kendimize yâr olduktan sonra kimse bizi engelleyemez… Taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği belli, öz kaynakları harekete geçirmek gerekiyor… Bunu da hatır için değil, Hakk’ın emri olduğu için yapmalıyız… Ramazan Kayan |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Bizim dünyamızda, yani Ortadoğu"da, daha geniş anlamda İslam Dünyasında 20. yüzyıl başlarında bir düzen kurulmuş.
Ülkelerde bu düzenlerin (rejimlerin) halktan korunması ve halka rağmen ayakta tutulması görevi batı yanlısı ordulara verilmiş. Batının yapılandırdığı bu sistemlerin yürütülmesi işi ise batıcı, laikçi, sivil bürokratlara ve aydınlara emanet edilmiş. Yıllarca halk yok sayılmış, kaale alınmamış. Halkın kültürü, değerleri, geçmişi tu-kaka edilmiş. Batıya ait olan, batılı ne varsa reklam edilmiş, topluma dikte edilmiş. Batının değer yargılarına itibar etmeyenlere “gerici”, “yobaz”, “fundamantalist” denmiş. Türkiye dahil, hemen bütün İslam ülkelerinde ve Ortadoğu coğrafyasında kritik kurumlar, önemli mevkiler, stratejik noktalar batı kafalı, laikçi, inançları ve değerleri tahkir eden kimselerle doldurulmuş. Devlet başkanları, Krallar, başbakanlar, bakanlar hep batı kompleksi taşıyan, batılılar karşısında ezik, geçmişinden, toplumundan, kültüründen utanan kimselerden seçilmiş. Halk baskılanmış, itilip kakılmış. Bu ülkelerde güya seçimler yapılmış; ama halka zulmeden diktatörler tuhaf bir şekilde %90"ların altına düşmeyen oy oranlarıyla yeniden seçilmişler ve 30-40 yıl iktidarlarını devam ettirmişler. Yaşlandıklarında ezdikleri halk tuhaf şekilde hep bunların oğullarını kızlarını seçmiş!... Tunus"ta yaşananlar başta ABD, Fransa, İngiltere gibi eski sömürgeci, Neo-emperyal güçleri tedirgin etti. Demokrasinin yılmaz savuncuları(!), insan haklarının bekçileri(!) oldukları için açıktan halk hareketlerine tavır alamadılar. Ama el altından halka karşı (kendi kontrollerindeki) otoriter yönetimleri desteklediler. Dünya kamuoyuna bu türden halk hareketlerinin ülkeleri de-satabilize edebileceği, kaos ve kargaşa çıkarabileceği veya bu ülkelerin radikal İslami akımlara kapılabileceği yönünde haberler-yorumlar pompaladılar. Demokratik talepleri, meşru eylemleri bile “radikal dinci tehdit!” gösterme gayretine girdiler. Tunus"taki halk ayaklanması bir sonuca varmış değil. Demokratik bir yönetime, halka dayalı bir rejime kavuşup kavuşamayacağı meçhul. Belki de 1990"lı yıllarda Cezayir"de yaşandığı gibi, batı destekli derin karanlık yapılar burada da devreye girecekler ve batı destekli diktatörlere başkaldıran halk bir güzel ezilecek, terbiye edilecek. Batının diktiği kuklalara baş kaldırmanın ne anlama geldiğini bir güzel öğrenecekler. Batı ve kuklası yönetimler “cihadist”, “radikal dinci” guruplarla savaştığını söyleyecek ve ayaklanan halkı yine “demokratik bir şekilde!” sindirecekler, presleyecekler. Batı, kukla yönetimlerle bu coğrafyaları sömürmeye devam etmek isteyecek!.. Batı medyası ve bizim gibi ülkelerdeki sömürge artığı aydınlar “her devrim iyi değildir!” vs gibi söylemler geliştirmeye başladılar bile... Ama işler çok da batının istediği gibi gitmeyebilir!…. Tunus"ta başlayan eylemler, halkın rahatsızlığı yine batı desteğinde halkı ezen Mısır"a da sıçradı. Olaylar Libya"ya, Cezayir"e, Fas"a, Ürdün"e, Suudi Arabistan"a yayılabilir. Globalleşen dünyada Araplar, halklar göz göre göre ezilmek, güdülmek istemiyorlar. Tunus"ta başlayan ve diğer Arap diktatörlüklerine yayılma potansiyeli taşıyan hareket kanla-şiddetle bastırılsa bile, gereken rüzgarı yakalayabilirse, halklar batı yanlısı otoriter yönetimleri birer birer devirebilirler. Arap dünyasında batıya rağmen demokratik devrimler silsilesi başlayabilir!.. Batıcı aydınlar ve batılılar Arap sokaklarında başlayan eylemlerden oldukça kaygılı görünüyorlar!... Olaylara farklı anlamlar yüklemeye çalışıyorlar. “Durun bakalım nereye gidecek?” diyerek olayları maniple etme derdindeler. Bence bu eylemler devam etmeli, bütün Arap sokaklarına yayılmalı!... Araplar her halükarda batı kuklası diktatörlerce idare edilmekten daha iyi noktalara gelirler!.... Mahmut KARAKÖSELİ |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Gönültaş Kaddafi hakkında şu bilgileri paylaşıyordu:
"Kaddafi bir Arap milliyetçisiydi ama bir Türk düşmanı değildi. Askeri eğitimini Türkiye`de yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Kaddafi bir harp okulu öğrencisiydi. Kaddafi Ankara`daki Kara Harp Okulu`nun 1962 mezunudur. Kaddafi ile birlikte Libya`da ihtilali gerçekleştiren Abdüsselam Callud da Türk harbiyesinden mezun. 1962-63 eğitim yılında Harbiye`nin dil okulunda da kurs gördüler. Kendisi ile birlikte, daha sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde önemli görevler alacak olan 11 Arap daha vardı. Talat Aydemir Türkiye`de ihtilale kalkıştığında Kaddafi ve arkadaşları harp okulunda eğitimlerini sürdürüyorlardı. İhtilal için havalanan savaş uçakları gökyüzünde dolaşırken Dil Okulu`nun yetkilileri onları koruyabilmek için sığınaklara gönderdi" |
|
![]() |
![]() |
#6 |
![]() Devrim dalgaları Riyad'ı vurmadan Tel Aviv'e ulaşmaz
Mısır devriminden önce, Hüsnü Mübarek’in sağlık durumuna ilişkin hayli bilgi dolaşıyordu ortada. Bunların çoğu ciddiydi ve hepsi sâbık liderin yaşına göndermeler yapıyordu. Evet Mübarek hasta ve yaşlı ama.. Devrim ecelden hızlı geldi… Tersi de olabilirdi. 'Domino taşlarının doğal dizilişinde' olmadığını düşünsem de, bugün alevler Libya’yı kavuruyor. Oysa ‘bitmiş’ sayıp biraz ileriye bakmak lazım… (Bundan gayrı olarak; Libya’daki olası sonuca ABD iç dinamikleri açısından da bakmak gerekir! Kaddafi’yle beraber bölgede Obama’ya muhalif “Amerikani” ilişkiler de temizleniyor!) Ortadoğu’nun kadim ve kangren sorunu İsrail-Filistin meselesinin barışa ulaşması için "daha" devrim gerekiyor.. Ama nerede?.. Yaşanan devrimlerin ardında Batı/ABD mühendisliği var ise, nihai barışın ana aksamı İsrail’e bu mânada diz çöktürülmesi olmalı. Bunun için de evvela Arap dünyasının en büyük monarşisinin zorlanması gerekiyor… Riyad değişmeden Tel Aviv’in değişmesi zor. Tüm bu değişim yelkenlerine devrim rüzgarlarının yetip yetmeyeceği merak edilebilir.. Bu konuda tutucu olmamak gerekiyor; çünkü bu rüzgarlar daha "Batı Avrupa"ya da sıçrayacak!... (İzlediğimiz gibi değil ama kendi formatında. Hatta yaşanıyor.) Batı’nın güçlü 'kolları' Türkiye’yi tüm bölgeye örnek gösterirken, muhalif kolu 'sessiz' kalırken, "zayıf kolu" Ankara’yı içine bile almazsa, ikisinden biri değişir! İsrail’in devrimler sırası ve sonrasındaki duruşuna ilişkin hassas tartan analizlerde iki tema var… Bir, Değişen sistemin bir kısmının yine İsrail tarafından dizayn edildiği… İki, İsrail’in öyle veya böyle yalnızlaştırıldığı!. "Yalnızlaştırılmayı"; 'en çok' ABD’ye bağlı olma diye tercüme edebiliriz. Ki, bu devrimler tamamlanamadan seçime girecek Obama’ya sorun çıkarılmasın. Peki Suudi Arabistan?.. Krallığa dalganın ulaşacağı açık! Gücü ve zamanı tartış(ıl)malı. Suudiler siyasi reform istiyorlar.. Ancak Kral seviliyor ve en önemlisi para var. Kimi devlet organları için seçim, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi, yolsuzluklar, vergiler, şeffaflık, yönetim kadrolarının-bakanlar kurulunun yaş ortalaması 65! Kral ve ardışık 2 veliahtın 80’in üzerinde-gençleştirilmesi, siyasi partilerin kurulması, eşitlik, vb konularda yükselen talepler var ülkede. Bunun dışında geniş Kraliyet ailesinin içinde narin dengeler var! Bunlar monarşiyi yıkmaya yeter mi?. Şimdilik öyle durmuyor. Değişim duvar kağıdı yırtmak gibidir.. Duvardan ayrılmış bir ucu olsun yeter. Bir çekişte hepsi de aşağı inebilir… Küçük bir parça da yırtılabilir. Saray’ın duvar kağıtlarında kalkmış uçlar var. Biri de Kral’ın sağlığı… |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
![]() Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı. Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti!
“Objektif” takılmanın müptezelliği Her “nesnel” olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder. “Kendi nefsi için” bir şey istiyorsa “namerttir.” Nesnel olmak iddiası, yarışa bir adım önde başlama isteğidir. İddiayı yapan, “nefsini” muhataplıktan çıkarmaktadır. Amacı zaten “aşikâr” olan “gerçeği” dile getirmek stratejisidir. Bu algı, Batı’nın Doğu’ya bakışında yoğun olarak işletilir. Ayrıca Doğu’nun “bireyleri” arasında birbirine karşı da etkili olur. Her zaman böyle miydi peki? “Nesnel” bakmanın bir üst değer olması, özellikle pozitif bilimlerle gelişti. Laboratuar bilimleri nesneyi gözlem altına aldı, reaksiyona soktu. Çıkan sonuç, gerçeğin “nesne” olarak varlığıydı. Sonra, endüstriyel üretim mekanizmalarına yansıdı. Sonra, siyaset ve toplum mühendislerinin dilinde pelesenk oldu “nesnellik”. Giderek toplum, sermaye ve siyasetin elinde “nesne” oldu. İma ettiği ciddi bir yargı vardır “nesnel”in… Gerçek yeknesak bir algıdır, demekti. “Üretim hatları” mantığı toplum algılarına geçerli kılındı. Ham madde olarak alınan algının kendisi, genel gerçek oldu. Gerçeği bulmaya çalışan kişi veya özne, gerçeğin algı sürecinde değildi. Özne dâhil değildir artık. Özne aletsel bir nesneliğe ilişir zamanla. Gerçeğe “fotoğraf çeken” bir nesne bakmaya başladı. Yani nesne-insan nesne-maddenin fotoğrafını çekmesi gibi… Artı veya eksi katkıları olmazdı. Oysa… Öznenin “kendiliğinden” gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedirliği yanılsamadır. On dokuzuncu yüzyılda “Deneysel tıp,” “Deneysel roman,” gibi akımlar, realist, natüralist ve pozitivist ekollerin temel bakış açısı nesnellik üzerine kuruldu. Pozitif bilim kavramları bu “nesnel gerçeklik” iddiasıyla ortaya çıktılar. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanları, “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan etti. Bireysel adlarını almaya başladılar: sosyoloji, psikoloji, biyoloji gibi bilim dalları bu ayrışmayla meydana geldiler. Avrupa Orta Çağında gerçek, önceleri “Tanrı’nın elinde” ve “kurumlarında” idi. Rönesans, Reform ve Aydınlanma teorileriyle farklılaşan yorumla oluştu. Bu süreçte, insanın akıl ve mantığıyla“İlahi olanı” akılla tercüme etme fikri doğdu. Evreni anlamak için sadece İlahi kaynak değil, insan aklının da telif yeteneği olduğu fikri çıktı. Bilgi ve fikir Kilise sultasından çıkarak “özne”lerin ellerinde şekillenmeye başladı. Kilise dışı, yani seküler düşünürler özneler olarak düşünmeye ve yazmaya başladı. Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı. Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti. Çünkü Kilisenin aklı, Papanın direktiflerinden ibaret kalmıştı. Aristokrasi de Papazın sultasından bıkmıştı. Kilisenin taşınmazlarını da elde etmek istiyordu. Papaz kendini, “Tanrı kelamını” temsil eden nesne olarak ifade ettiği için o “özne” olarak zaten yoktu. Papazın tartışılması, Papanın tartışılması, Papanın tartışılması ise doğrudan Tanrının tartışılması anlamına geliyordu. Kilise bu kavgayı on dokuzuncu yüzyılda, düşünür özneye karşı kaybetti. Sonra düşünürün yerini “bilim adamı” almaya başladı. O noktada, sermaye kendini “özne” olarak merkeze koymak istedi. Bilimin nesnelliği tartışmaları bu dönemde başladı. Darvin’le insan, “insan” köklerini bıraktı. Marks'la kültürel sanılanın aslına natürel yaşam kavgasından ibaret olduğunu düşündü. Freud’la ise, şuuruna da hâkim olamayan “natürel” varlık olduğunu dehşetle keşfetti “bilim”. Sosyoloji verileri topladıkça, antropolojiden gelenlerle birleştirdi. Folklor çalışmaları tepsiyi sundu ikisine ve artık “öznel” durumlar “genel” hükümler haline dönüştü. Öznel demek “genel” olanın bir küçük nüvesi oldu. Birini bilince, hepsini bilmek demekti. Sanayide üretilen maddelerin standartları insana uygulanır oldu. Özne nesneleşti yani… On dokuzuncu yüzyıl resimden fotoğrafa geçti. Bu dönem ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan “nesnel fotoğrafçı” edasıyla yaklaşmanın dönemi oldu. Ellere değil, ellerin yaptığı makineye önem veren gerçeklikti bu. 1825’te çekilen ilk fotoğrafın-- Eflatun’un taklit teorisini andırırcasına-- bir atı geminden tutan adam resmine ait olması bu nedenle manidardır. Yani, fotoğraf makinesi bir resmi fotoğraflamıştı! Giderek “bilimsellik” ve onunla aynı koşumları taşıyan “nesnellik”, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulundu. Değişen atom teorileri ve post modern yaklaşımlara rağmen, harcıâlem her konuda, “tarafsızlık,” yani gerçeğe sadıklık, yani dürüstlük ve “adil” bakışla özdeş hale geldi. Hem bilimde hem edebiyatta --bir dönem taklitçisi olduğu mutlak gerçeğin “not edicisi”, “yansıtıcısı” sanılan insanın-- gerçeği “yaratma” çabaları on dokuzuncu yüzyılda çıktı. “Objektif”le beraber anılan fotoğraf makinesinin ilk modelleri kullanıma girdi. Dahası… Sanayileşme, sömürü ve kolonizasyonla beslendi. Etkilerini Avrupa’da toplumun --kendini koruyamayan-- her kesiminde hissettirmeye başlamıştı. Sermaye “özne” olmuştu. On dokuzuncu yüzyılda “Romantik” dönem tasavvurları hala vardı. Ancak onlarda bile, artık nostaljiyle anılan kırsal cennetler bitmiş, hayata ve edebiyata giren acı, soğuk, vahşi yaşantılara bıraktı. Cinsellik alenilik kazanarak şuuraltından edebiyat ve sanat döküldü. O da meta olmuştu… Zola’nın seri romanları ve Gustave Courbet’in Dünyanın Menşei adlı resmi bu durumu anlatır. Türlerin Menşei ile başlayan süreçle, insan toplumlarının “güçlü olanın” hayatta kalacağına dair Darvinist gözlemle tasvir edildi. Önceleri insanlar “kader”i “varlığın silsilesi” doğrultusunda muğlâk ve soyut bir yön tayin edici olarak görüyordu. Birçok farklı etkenle beraber “kaderi” yeniden anlama çabaları çıktı. Arkasından gelen Marksist yorum ve başkaldırı “tarih”i, insan eliyle yazma çabalarına dönüştü. “Realizm (Gerçekçilik)” deki “real (gerçek)” kelimesinin “materyal (maddi)” olanla eş düzeyliğine iman eden yeni bir anlayışın, Romantizm ve Sürrealizme tepki olarak çıkması ve akabinde gelen sembolizm ve ekspresyonizme kayması aslında, “izafiyet teorisi” öncesinde gelişen “gerçeği” anlama ve aktarmadaki bireysel tavırların, katkıların, hatta “yansıtmanın” (reflection) aksine, yansıyanı kırmayı (“refraction”) ve hatta “real” olana bir direnişi ifade eder. “Real” olana direnişin özünde, “real” olanın ona direnene verdiği acı ve kaçıma hissi ve o tür gerçekliğe yaratan unsurlara direniştir. Direniş, diretileni muhayyilede, edebiyatta ve sanatta onu yeniden şekillendirme şeklinde tezahür eder. Yirminci yüzyıl başlarında, Eski Yunan’da beşinci yüzyılda nispiyetçi sofistlerin, bilimsel anlamda Galileo’nun “tep tip hareket”lerin nispiyetine değinerek ele aldığı nispiyetçilik, Einstein ile atoma ve sonra hayata uygulanarak yeniden tanımlanması, “bilimsel” verilerle desteklenmesi bir anlamda “real” olana dair tekeli kırdı. Kutsal Kitap’ın tanımladığı evren tekeli çoktan kırılmıştı. Artık “evrensel, monistik, mutlakıyetçi, objektif”lik iddiaları anlamsızlaştı. Dilerim artık Türkiye’de de “objektif”lik kaçak güreş taktiği olmaktan çıkar ve yerini “sübjektif” hakkaniyete bırakır. Dilerim ki gerçek, suret ve hologramlarda değil, “gerçek” öznelerin dilinde varlık hüviyetine bürünür. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
![]() Bugünün dünyası emperyalizm çağının başladığı 1870’li yıllardan bu yana, beyaz Hıristiyan-Avrupa düşüncesinin ideolo*jik dayatması altında bulunuyor. Laiklik kavramının da ilk kez 1870’li yıllarda kullanıldığına dikkat etmek gerekiyor. Modern*likler bugünün dünyasında zihinsel/entelektüel iktidarı temsil ediyor. Batı, kendi siyasal/ekonomik/ kültürel modelini Batı dışı dünyaya tek model olarak dayatınca, Batı dışı dünyayı an*lama, çözümleme ve bu dünyaya saygı duyma düşüncesi ortadan kalkıyor. Modern zihinsel iktidar, siyasal/kültürel yapılar modeller arasında farklılıklar olabileceğini kabul etmiyor.
Avrupa modeli, modern model, farklı modellerden bi*risi olarak değil, tek model olarak dayatılınca gerilimler, karşıtlıklar ve çatışmalar ortaya çıkıyor. Modern zamanlarda, modernizmin oluşturacağı türdeşliğin, etnik çatışmaları yok edeceği iddia ediliyordu, uluslar üstü popüler kültür aracılı*ğıyla kapitalist kültürün dünyayı türdeşleştireceği sanılıyor*du. Bu kibirli iddialara rağmen, bu günün dünyası etnik çatış*malar, kültürel çatışmalar ve ırkçı çatışmalara sahne olmaya devam ediyor. Batı dışı dünyanın, Batılı kavramsal çerçeveler*le çözümlenemeyeceği, yapılandırılamayacağı gerçeği üzerinde neoliberalizmin diktatörlüğü, neoliberal hayat tarzı, seküler dünya görüşü, özgürlük kavramını ve düşüncesini yozlaştırıyor. Özgürlük adına herkesin dilediği gibi hareket etmesi durumunda sorumsuzluklar ve karmaşa kaçınılmaz hale geliyor. Kişisel ihtirasları ve çıkarları tatmin uğruna her yola başvur*mak özgürlük fikrine zarar veriyor. Her şeyi mubah telakki eden bir özgürlük yaklaşımı, bugün olduğu gibi, toplumları derin bir fesad'a sürüklüyor. Ahlaki sınırları olmayan bir özgürlük ya da serbestlik anlayışı, amaçsızlık temelinde yaşanan bir hayat tarzı oluşturur, bu hayat tarzı her tür sapmaya ve sapkınlığa zemin hazırlar. Değerlerden bağımsız bir özgürlük anlayışı savunulamaz. Her tür aşırılığa, amaçsızlığa, sapkınlığa izin veren bir özgür*lük düşünülemez. İnsanlığın ahlaki anlamda mahvına yol açabilecek bir özgürlükten söz edemeyiz. Özgürlük, insanı anlamlı, amaçlı, düzenli bir hayata hazırlar. Başkalarına zarar verme, başkalarını tahkir ve tezyif etme, başkalarını taciz etme, başkalarına saygı*sızlık etme özgürlüğü olamaz. Kör ve kirli bencilliklerle özgür*lükler arasında bir ilişki kurulamaz. Özdenetim yeteneği olmazsa, insanlar iradelerine hakim olamazlar. Değerli, erdemli, makûl, doğru, güzel, meşru ve haklı olanı yapmakta özgür oluruz. Batı referanslarına dayalı kültürel, siyasal, ekonomik, hukuksal kurumları ihraç amacına yönelik "insan hakları emperya*lizmi" batı değerleriyle uyumlu rejimler, toplumlar, yapılar oluşturmaya çalışıyor. İslam ve Müslümanlar söz konusu olunca Batı dünyası hemen ideolojik ve ırkçı gündemi, ideolojik/ırkçı yaklaşımı seçiyor. Modern-seküler-liberal zihinsel iktidarın sistematik baskıları sebebiyle maalesef İslamî temellendirmeleri kullanamıyoruz, kendi meşruiyet referanslarımıza itibar et*miyoruz. Müslümanlar, İslamî anlam ve amaçları kavramsal ve kurumsal anlamda somutlaştırmaksızın, İslamî varoluştan söz ede*mez, İslamî anlamda kendilerini gerçekleştiremezler. Neoliberal diktatörlüğün izni ve himayesi altında bir İslami dünya kuramayız. İnsanlığa ve tarihe bir bütünlük içerisinde bakarak, analitik bir perspektife sahip olarak dünyada neler olup bitti*ğini anlamaya ve çözümlemeye çalışmalıyız. Tarihi geriye doğru ilerletmek mümkün olamaz. Müslümanlar olarak bugün, İslamî mirasın/birikimin/bilincin, modernliklerle hesaplaşabilecek bir noktaya gelmesi için çok çaba harcamamız gerekiyor. Müslümanların geçmişte neler yaptık*larını anlatmak yerine, bugün ne yapmaları gerektiğini, bugünü nasıl dönüştürmeleri gerektiğini tartışmaya açmamız gerekiyor. Tarihi oluşturma iradesine ve eylemine sahip olmadığımız takdir*de, emperyal güçler, insanlığın geleceği üzerinde tahakkümlerini sürdürecekler. Zulme, adaletsizliğe maruz kalanların, zulme ve adaletsizliğe rıza göstermeleri beklenemez, zulme ve adaletsiz*liğe maruz kalanlar elbette muhalefetlerini; rahatsızlıklarını, öfkelerini dile getirecek, elbette direnişe geçecekler. Günümüz*de gelenekçi, teslimiyetçi unsurlar her durumda “ne yapabiliriz ki”, biçiminde mazeretler üretirler; direnişçiler ise, her şartta ya*pabileceğimiz şeyler var diyerek eylemlerini sürdürürler. İslamî dilin/söylemin gerçeklikle bir biçimde ilişki kurması gerekir. İslamî dil/söylem duygusal bir içerikle sınırlandırılamaz. Atasoy Müftüoğlu |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
![]() Sen, ey zalim, ey müstekbir!
Şehirler yıkıverdin, taş üstüne taş bırakmayan zulümlerle... Milletler siliverdin yeryüzünden adları anılmayacak kavimlerle... Çocuklar öldürdün toprağı doyurmayan ölümlerle... Kadınlar, ihtiyarlar katlettin taş yürekli kalbinle... Ey zulüm, ey zalimin sermayesi... Mazlumlar hep izzetle direnirken bugüne dek Filistin`de Irak`ta, Afganistan`da, Keşmir`de... Kaybeden sen oldun, kaybeden zalimler oldu izzetsizce. Ve Halepçe... Ey Hama... Yürek yakan vaka. Çocuk, kadın ve ihtiyar demeden insanından hayvanına kadar zulme giriftar olan Halepçe... Zalimlerden bir zalimin zulmüne/gadrine uğrayan mazlumlar... Baharın diriliş kokusunu hardal gazıyla koklayanlar... Toplarla evleri dövülen... Umutları, ümitleri zalimlerce söndürülen nice insanlar... Kimi sokakta bebeğine sarılmış da yerlerde donakalmış, kiminin gözleri açık bakadurmuş semaya... Her yer ceset, her yer ölüm dolu... İnsanlık uykuda, insanlık zevku sefada... Ey Halepçe... Kimsesizliğine yanan yürekler, sana ağlayan gözler, ağıtını yakan kadınlar, feryadını duyan mustazaflar adına sen bir ayetsin, bir işaretsin. Sen mazlumların sembolü, sen ezilmişlerin nişanesisin... Dünya sana sessiz kalmamalı... Unutulmamalısın ki zalimler bir daha cesaret bulmasın. Anılmalı, anlaşılmalısın. Sen, yani Dünya Mustazaflarının adı... Bak, görüyor musun Tunus`ta başlayan mazlumların öfkesini. Kıvılcım kıvılcım saraduruyor koktuğun her toprağı. El-Benna`yı, Seyyid Kutub`u şehit eden zalimleri bir bir deviriyor mazlumlar. Perdesiz semaya yükselen mazlumların ahları, devrim devrim geziyor coğrafyaları. Devrimlere gebedir zalimlerin ufukları... Devrildiyse Mısır`ın Firavunları, devrilecektir zulmün cebbarları/tiranları... Yine de sen, ey gözyaşım! Ey bağrı kan ve kin dolu çocuk... Taşın, Siyonist zalime Filistin`de bir kurşun bedduan bir lanet, şehadetinse mazlumlara bir berekettir, üzülme... Sen ey Halepçeli, ey çocuğuna sarılmış gözleri açık anne! Sana zulmeden asıldı bir başka zalimin eliyle. Sahibiniz Allah (cc)`tır, üzülme... Sen ey Irak`ta Afganistan`da, Keşmir`de hergün öldürülen toplarla, füzelerle yok edilen! Ey isimsiz coğrafyamın isimsiz mazlumları! Zulüm payidar olmaz. Zalim de ilelebed yaşamaz. Ve unutmayın bilin ve bildirin ki "ALLAH`I ZALİMLERİN YAPTIKLARINDAN HABERSİZ SANMA!!" (İbrahim, 42) |
|
![]() |
![]() |
#10 |
![]() Kerbela uyarısına dikkat!
Başbakan Erdoğan’ın olayların sıcaklığı sürerken yaptığı “yeni Kerbelalar istemiyoruz” çıkışı, Türkiye’den beklenilen çıkıştır. Türkiye, bu açıklamayla, Şii nüfuslu Bahreyn’in başkenti Manama’daki İnci Meydanı’nda demokrasi talep eden kitlelere Sünni askeri güç kullanılmasının yaratacağı büyük yıkıma da dikkat çekti. Türkiye, Tahran-Riyad hattında şekillenen Şii-Sünni gerginliğinin bölgede sadece İsrail’e yaradığını da çok iyi biliyor. Ankara’ya düşen, İran ve Suudi Arabistan’ı izledikleri politikalardan vazgeçirmektir. Bahreyn’de yaşanılacak bir trajedi, Müslümanlar’ın önümüzdeki bin yılını esir alacaktır. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|