04-08-2010, 14:44 | #281 |
Nerden bulursun bu kesitleri gönülden
Bu dünya komitacıların dar, sınırlı, ebleh kafalarının cirit attığı akıl dışı bir dünya. Elindeki silahla, vurarak, bir yerleri havaya uçurarak, öldürerek, katliam yaparak, insanları kin ve öfke ile birbirine düşman ederek bir ülkenin yönetilebileceğini, her problemin çözülebileceğini zanneden hasta bir kafa. Bir dış sorununuz mu var? Çözüm bir-iki kişiye suikast düzenlenecek. Bir siyasî sorun çözülemiyor mu? Bir-iki yere bomba koyarak çözülecek. Toplum kaos içine sürüklenerek daha kolay yönetilecek. Korku ve endişe içindeki insanlar silahın namlusuna biat edip huzura ve refaha kavuşacak. Biz de, deli gömleği giydirilip tımarhaneye tıkılması gereken bu adamlara boyun eğeceğiz öyle mi? Boyun eğmedik, eğmiyoruz ve eğmeyeceğiz. Bu kundakçılara ülkeyi teslim etmeyeceğiz. Ergenekon davası bunun için devam ediyor. Balyoz soruşturması bunun için yürütülüyor. Tutuklamalar bunun için yapılıyor. Tartışmalar bu yüzden sürüyor. Ve en önemlisi, anayasa paketi bunun için hazırlanıyor. Anayasa'nın en başta 145. maddesi olmak üzere, yargıyı bu tür suçlara karşı etkili hale getirecek düzenlemeler, kafayı sıyırmış komitacılardan bu ülkeyi korumak için yapılıyor. Balyoz soruşturması etrafında dönen dolaplar, peş peşe patlak veren skandallar bu gözle değerlendirilmeli. Kafadan çatlak komitacılara karşı benim vatandaş olarak tek güvencem, o soruşturmaları yürüten savcılar. Elindeki dosyanın gereğini yapan savcı engelleniyor, yüksek yargı bürokrasisi elinde silah olanlardan yana müdahalelerde bulunuyorsa, yapılacak tek şey yüksek yargıya çekidüzen vermek olmalı. Başbakan'a ve Genelkurmay Başkanı'na suikast düzenlemenin ne kadar basit bir iş olduğunu anlatan, Türk-Kürt çatışması çıkartarak, cami bombalayarak ülkeyi kaosa sürüklemekten bahseden komitacılardan bu ülkeyi nasıl korursunuz? Bu soruya vereceğiniz cevap, Balyoz soruşturması hakkında size ölçü verecek. Balyoz savcıları, bu hezeyanların 1. Ordu Komutanlığı'nda geniş bir kadro eşliğinde planlandığı iddiasını soruşturuyor. İddialar soruşturulur ve suçlular yargılanırsa, kundakçıların aklı başına gelecek. Anayasa paketi, anarşi çıkartarak refah sağlamaya niyetlenen ruh hastalarını cezaevine tıkmasa bile hiç olmazsa -moda olduğu üzere- doktor gözetimine alacak. |
|
04-08-2010, 15:51 | #282 |
CHP ve MHP tarafından sahiplenilen, tasarının içeriğinden çok iktidara atfedilen siyasi amaçlarını tartışan siyasal tavrın halk nezdinde fazlaca yankı bulmadığını açıkça göstermektedir. Bu durumda, CHP ve MHP'nin siyasi tavrını paket içeriğine yönelik demokrasi odaklı muhalefetten çok, anayasal reforma yönelik blokaj hamlesi olarak değerlendirmek olasıdır. Aslına bakılırsa, değişiklik için hazırlanan anayasa taslağını rejim için tehdit olarak lanse eden CHP ile mevcut Meclis'in demokratik ehliyetsizliği bahanesini dillendiren MHP'nin darbe mirası Anayasa'yı muhafaza etmek istemesi pek yadırganacak bir durum değildir; ancak değişikliklerden doğrudan yarar sağlayacak olan BDP'nin sırf "demokrasi havariliğini AKP'ye kaptırmamak" kaygısıyla destek için karşılanamayacak koşullar öne sürmesi ve anayasa değişikliğini zımni olarak engellemek istemesi, tutarlı bir siyasi tavır değildir.
Diğer taraftan halkın çoğunluğunun yargı reformu ve anayasa değişikliğine taraftar olması referandumda evet oyu vereceğinin güvencesi olamaz. İktidarın süreci yönetme biçimi ve halka yönelik iletişimi son derece önemlidir. Bu süreçte yapılacak hatalar referandumun sonucunu olumsuz etkileyebilir. Prof. Dr. Özer SENCAR / Metropoll Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi |
|
04-09-2010, 09:17 | #283 |
Haberi okuyunca pek çokları gibi aklıma Elazığ'da yaşanan 'eğitim zayiatı' geldi. Hatırlarsanız, dört askerimizin şehit olduğu olayın el bombasının kazayla patlaması sonucu yaşandığı bildirilmişti. Zaman dahil bütün gazeteler de böyle yazdı. Aylar sonra Taraf muhabiri Mehmet Baransu, iç burkan bir haberle gerçeği ortaya çıkardı. Nöbette uyuyan askere 'ders vermek' isteyen teğmen, el bombasının pimini çekip eline tutuşturmuştu. Teğmenin 'fırsat eğitimi'nin faturası dört şehit ve yerle bir olan itibardı. Gerçeğin ailelerden ve kamuoyundan saklanması, TSK'nın güvenilirliğine darbe vurdu.
7 askerin şehit olduğu mayın patlaması daha büyük etkiler doğuracaktır. Zira ilk olayda hiç olmazsa kaza dendi. Mayın patlaması ise doğrudan terör örgütüne mal edildi. Türkiye'nin siyasi ve sosyal ortamının gerilmesine yol açıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'le yapacağı görüşmeyi erteledi. Şehit cenazeleri sloganlar eşliğinde kaldırıldı. Eminim sorulduğunda "kendi mayınımıza bastık" açıklamasını yapmanın zorluklarından dem vurulacaktır. Bu ülkede gemisi kendi uçaklarımız tarafından batırılan komutan Güven Erkaya, kuvvet komutanlığına kadar bile yükseldi. Bir şekilde izah edebilirlerdi. Şimdi bu durumu o şehitlerin ailelerine nasıl anlatacaklar? Geldiğimiz noktanın en büyük zararı ne biliyor musunuz? Neredeyse bütün şehit yakınlarının içine aynı kurt düşürüldü. Acaba benim eşim, çocuğum, kardeşim de böyle bir beceriksizliğin ya da art niyetli komutanın kurbanı mı oldu? Bundan sonra gelecek her şehit cenazesinin arkasında saf tutanların zihnini aynı şüphe kemirecek. Genelkurmay'a karşı birilerinin asimetrik savaş yapmasına filan gerek yok. Dış müdahalelere de ihtiyaç kalmıyor, şahsi hataları kurumu yıpratmak için fazlasıyla yetiyor. |
|
04-09-2010, 09:24 | #284 |
Üç gün önce, tekrar tutuklanma kararı çıkan, apar topar GATA'ya yatan ve "Balyoz komutanı" diye belgelerde adı geçen e. Org. Çetin Doğan, medyaya bir mektup gönderdi. Balyoz operasyonunda ortaya çıkan belgeleri, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün sızdırdığını iddia etti. Hürriyet, önceki gün Özkök'ün cevabî beyanatını yayınlandı.
Özkök özetle şunu söyledi: ''Bu konular hakkında gerçekleri açıklamak yerine, işin kolayına kaçıp olayı başkalarına havale etme anlayışı var. Hepimiz, orduya hizmet etmiş bir generalin bu hale düşmesine üzülüyoruz. Kendisine sorulan soruları yanıtlamak yerine, topu sağa sola atmaya çalışması çok üzücü. Daha önce Çetin Doğan Paşa televizyonda çıkıp, ses kaydıyla ilgili olarak 'evet bu konuşmayı ben yaptım' demedi mi? Böyle bir konuşmayı yapan insan, altındaki personelin bundan motive olarak olumsuz şeylere yol açabileceğini düşünmez mi?" Bu ifadeler, Balyoz'un varlığını ilan eden ifadelerdir. Şimdi durum hayatî bir noktaya geldi. Balyoz planında; "ezmeli, çökmeli, İsrail gibi yapmalı" diyenlerin, adil bir yargılamadan geçmesi gerekiyor. Hâlbuki ne görüyoruz? İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, başlayan bir gözaltı sürecine el koyuyor. Savcıların görevlerini değiştiriyor. Ve bunu Star'da Şamil Tayyar'a izah ederken; "Gözaltına alınması istenen subayların 78'i muvazzaf... Bunların 25'i amiral ve general rütbesinde... Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların, iyi değerlendirilmesi gerekir." diyor. Yani hukuk, emeklilere işliyor, görevdekilere işlemiyor. Yani gözleri bağlı adalet, gözündeki bandı bir ara kaldırıp yargılayacaklarını görüyor ve ona göre muamele mi yapıyor? Pekiyi o zaman hukukun üstünlüğü ne oluyor? Bu ülkede bazıları hâlâ lâyüsel ise, hangi hukuktan, hangi yargı bağımsızlığından bahsediyoruz? Bir şey daha var. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ, geçen ay Milliyet'ten Fikret Bila'ya verdiği beyanatta, asıl rahatsızlığın, görevdeki generallerle ilgili olduğunu ısrarla söylemişti. Genelkurmay Başkanı'nın talimatıyla savcılarla oynanıyor, görüntüsü altındaki bir yargılama sürecinde, davaların savcı ve hâkimleri nasıl görev yapacak? Vesayet güçleri tarafından kuşatılmış bir yargıdan söz ediyoruz. Adaleti değil, vesayet rejimini tercih eden zihniyet bitmeli artık. Yargı da, asker de, siyaset de ağır yara alıyor. Dananın kuyruğu kopuyor, anlayın artık... |
|
04-10-2010, 11:16 | #285 |
Yedi canın üzerine bir bardak su içirecekler önce... Sonra anaların-babaların yürekleri kavuran acılarına çok da aldırmadan ağızlarından 'vatan sağ olsun' diye bir cümle alacaklar. Bak ne kadar da kolay bir şey başkasının acısına katlanmak... Savaş ağalarının bir günlük uykularını kaçırmaya bile değmeyecek kadar kolay bir şey bu. Onların olaya bakışı belli: "Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez. Geçin bakayım hizaya. Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez. Siz hâlâ mı hizaya geçmediniz? Sayın Cumhurbaşkanı, ne demek bu meseleyi çözmek istemek? Ya sen Başbakan; hâlâ o Kürtlerle irtibat mı kurmaya çalışıyorsun? Haddinizi aştığınızın farkında mısınız? Ne yani bu meseleyi çözeceksin ve bize ekmek kalmayacak. Türkiye yeniden dizayn edilecek öyle mi? Yok öyle yağma. Ne diyorduk; şehitler ölmez vatan bölünmez..."
Çünkü onların yüreklerine acı düşmez, onların çocukları emin ellerde, emin yerlerde durur. Onların çocukları da kendileri gibi ölüm kaygısı, pusu endişesi, gece nöbeti hiç bilmezler. Vazgeçtikleri canlar da zaten karşı tarafın çocuklarıdır çoğunlukla... 7 erin şehit edilmesi olayı da; tıpkı 33 erin şehit edilmesi gibi, tıpkı Reşadiye katliamı, tıpkı Aktütün, Dağlıca katliamları gibi... Kimse hesap vermeyecek. Kimse '25 senedir ne oluyor o Güneydoğu'da?' diye sormayacak. Anneler, evlatlarının üzerine bardak bardak kezzap içmekten başka bir şey yapamayacak. Belki bir gün bir ana da çıkıp o türküyü söyler: "Beni yardan ayıranın evine şivan düşe" |
|
04-11-2010, 10:14 | #286 |
İlginç bir gelişme, 1962 yılında yaşanmıştır. O tarihlerde 'Cumhuriyet' gazetesinde Dış Haberler sorumlusu ve gece yazı işleri müdür yardımcısı olarak çalıştığım için çok iyi hatırlıyorum. O yıl,'Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru Bozan Fiiller Hakkında' 38 sayılı kanun çıkarılmış ve bu kanunun bazı hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olduğu öne sürülerek üç ayrı iptal davası açılmıştı. Anayasa Mahkemesi, bu davaların üçünü de reddetmiştir ve her üç red kararında da şu ibare bulunmaktadır:
'Anayasa Mahkemesi'nin görevi, Anayasa Hukuku bakımından, yasama organını denetlemektir'. Dikkat edilsin: 'Yasama organını denetlemek'! Söyler misiniz bu, kanundan vazife çıkartmak yerine, durumdan vazife çıkartmak değilse, nedir? Şimdi sormak gerekiyor: Yargıyı siyasallaştıran kim? Siyaset mi, yoksa Yargı'nın bizzat kendisi mi? Yargının kendi kendisini siyasallaştırmasının başlangıç tarihi, 1962 yılına çıkmaktadır. Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Afa Yayınları arasında çıkan 'Rejim ve Asker' adlı kitabında, 1961 Anayasası'nın 147. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi'nin 'yasama organını denetlemek' gibi bir görevi ve yetkisi bulunmamasına rağmen, 1962 tarihli üç Anayasa Mahkemesi kararında da bu ibarenin yer almasını 'tuhaf' bulmaktadır. Sadece 'tuhaf' değil! Bu, düpedüz yetki aşımıdır ve yetki sınırlarının dışına çıkarak, kendini 'yasama organını denetleme' iktidarına sahipmiş gibi görmek ve göstermek, Anayasa Mahkemesi'nin son üç yıldır ve herhalde 1961 tarihli kararı bir nevi içtihad farzedip bu yetkiyi kendinde vehmederek hayata geçirdiği kararları, en hafif tabirle, şaibeli hale getirmemiş midir?Üstelik Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'ya aykırı kararlarını denetleyecek bir merci de yoktur! İyi mi? Şimdi, yazıya başlarken sorduğumuz soruyu tekrar soralım: Siyaset ya da Yasama mı yargıyı köstekliyor, yoksa kendisini, Anayasa'da olmadığı halde 'yasama organını denetlemek'le görevli zanneden yüksek Yargı mı yasama organını (TBMM'yi) vesayet altına almaya kalkışıyor? Cevap apaçık ortada... Prof. Dr. Kemal Karpat, Timaş Yayınları arasında çıkan 'Asker ve Siyaset' adlı kitabında, '[b]ağımsız yargının da yeni anayasal sistemin işleyişini kolaylaştıran bir araç olmaktan çok, işleri aksatan bir engel olduğu[nun] zamanla anlaşıldı[ğını]' belirtiyor ve 'Yasama organının her türlü denetiminden kurtulmuş olan Yargının (...) çıkmaza girdi[ğini]' ifade ettikten sonra tastamam şunları yazıyor: 'Bir avuç yargıç, her ne kadar, görünüşte kamuoyu baskısı ve siyasal görüşleri dikkate alma zorunluluğundan kurtulmuş olsalar da, dışardan gelen siyasal etkilere, hukukun kendisinden daha çok ağırlık vermekteydi. Bilhassa yeni Anayasa Mahkemesi genellikle çeşitli çıkar grupları tarafından kendi görüşlerini desteklemek için kullanılmaktaydı.' Başka söze hacet var mı? |
|
04-11-2010, 10:31 | #287 |
.....
|
|
04-11-2010, 10:31 | #288 |
Türkiye 1960 ihtilali ve Adnan MENDERES'in idam edilmesinden sonra sistem çökmeye başlamış sözde vatansever geçinen gladiocular at koşturmuştur vatanın her karış toprağında.
Kendi yazdıkları senaryoları sağdan ve soldan faaliyete geçirip ülkeyi kaosa sürüklemektir aslında onların vatanseverlikleri.Devleti yaşatmak için Halkı öldürmek nasıl bir vatanseverlik ise... Evet yargı siyasallaşmıştır ve Türkiye sancılı bir normalleşme sürecine girmiştir.Bugün hak ve hukuk tan adaletten dem vuranlar daha önce neredeydiler yaptıkları bütün hukuksuzluklarına rağmen . Yıllarca ülkede binlerce fail-i mechul cinayetleri kendi kılıfına uyduranlar bugün foyaları meydana çıkınca adaletten söz etmeleri ilginçtir. |
|
04-11-2010, 10:34 | #289 |
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin mahkemeleri böyle bir davayı görmeye muktedir değildir. Bir yerden sonra uluslararası baskılar devreye girer ve siyasiler, siyaseti rafa kaldırmak isteyenleri "anlama" gereği duyar. Her ne kadar Ergenekon ve Balyoz sanıkları emperyalizm karşıtı, ulusalcı ve bağımsızlık sevdalısı görünseler de Türkiye'de ulus aşırı dostlarının hatırı sayılır. Kurtlar Vadisi'nde bile İskender, Feller'in emrine girmek zorunda kaldı.
Zaten, Baykal'ın tehditleri, Bahçeli'nin meydanlarda ip atması, buna karşılık Erdoğan'ın "Beyaz çarşafı göze aldık." açıklamaları siyasiler tarafından durumun ciddiyetinin kavrandığını gösteriyor. Geriye bir tek şey kalıyor. Sonucu belirleyen ne olacak? Kongar'ın ima ettiği gibi ulus aşırı güçlerin hatırı mı? Yoksa "Başkalarının savunmadan ümidini kestiği yerde Türklerin taarruzu başlar." sözünde olduğu gibi, iktidar ve muhalefetiyle tüm siyasetin, en azından iktidarın, siyaseti rafa kaldıran müdahaleleri kökünden çözmek için mahkemenin rahat çalışmasını sağlamak üzere ne lazımsa yapması mı? Eğer ikincisi gerçekleşirse bu aynı zamanda siyasetin rüşt ispatı olacak. |
|
04-11-2010, 10:57 | #290 |
Başsavcı'nın ileri sürdüğü "uzlaşma efsanesi" de yeni ve önemli bir fark. Uzlaşmanın aranması, sonuçta uzlaşmayı sağlayacak olan halka müracaat edilmesini getiriyor. İdeolojik bir devleti ve ideolojik endişeleri savunmak yerine "uzlaşma" ihtiyacından bahsetmek bile demokrasiye bir katkı niteliğinde. Gerçi uzlaşma efsanesi halkın anayasa yapma iradesini iptal etmek ve 12 Eylül diktasının koyduğu kuralları sürdürmek için kullanılıyor; ama olsun, hiç olmazsa halk bir aktör olarak devreye giriyor. Eğer uzlaşma arıyorsanız bırakın halk referandumda bu uzlaşmayı denesin. Öyle değil mi?
Türkiye'de artık birçok şeyin değiştiği anlaşılıyor. Başsavcı'nın Avrupa hukukunu referans göstermesi ve halk arasında uzlaşma araması, eskimiş ideolojik gerekçelerin devre dışı kaldığının önemli göstergelerinden biri. Sebep, askerî vesayet düzeninin çökmüş olması. Cuntacılar paçalarını kurtarma telaşında olunca, onların kurdukları düzeni sürdürmenin anlamı kalmıyor. Silahlı zorbalığı meşrulaştırmak için yerlerde sürünen hukuk ve akıl yeniden ayağa kalkıyor ve gücünü göstermeye başlıyor. Çok önemli bir anayasa değişikliği paketi etrafındaki tartışmaların bile, rejime bulaştırılmadan sürmesi, tüketici laiklik tartışmalarına girilmemesi, Türkiye'deki değişimin bir göstergesi değil mi? |
|
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
Konuyu Toplam 3 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir) | |
|
|