|
04-14-2010, 14:07 | #1 |
Küskünüm insana, küskünüm anla Dar günümde dostlarımda yoksa Geçer mi bu hayat çile ve azapla Dayan bebestim huzur yakında Çabalar bazen fayda getirmez İçimde şiddet beni terketmez!!
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
04-14-2010, 14:26 | #2 |
Hani hep itiraz ediyorlar ya meclisten üye seçilmesi yargıyı siyasallaştırır diye. İşte emekli olurken yaptığı açıklama ile AK Parti'ye ofsayttan bir gol atarak giden dönemin başkanı Mustafa Bumin'in hazırlattığı teklifin 146.maddesinin gerekçesine kelimesi kelimesine aynen şu ifade yazılmıştı: "Üyelerin seçimi, yargı bağımsızlığı ilkesi esas alınarak ve ulusal iradenin de katkısı sağlanmak üzere "(Anayasa Mahkemesinin hazırladığı Anayasa Mahkemesi'ne ilişkin anayasa değişikliği Önerisi sayfa 2, paragraf 6)
Yani milli iradenin katkısının gerekli olduğuna işaret etmiştir. Oysa bu değişikliğe itiraz edenler milli iradenin katkısını yargıya müdahale olarak görüyorlar. HSYK üyelerinin doğrudan hâkimler ve savcılar tarafından seçilmesine de aynı mantıkla karşı çıkmıyorlar mı? Hatta şimdiden Anayasa Mahkemesini şartlandırmak için üyelerin seçimle işbaşına gelmesini siyasetin yargıya müdahalesi olarak değerlendirmiyorlar mı? Oysa Anayasa Mahkemesi kendi hazırladığı teklifin gerekçesine milli iradenin katkısının yargıya müdahale değil elzem olduğunu yazmış ve belgelendirmiş. Ama bu belgeyi görmek için göz lazım. Kimilerinin gözleri var görmüyor, kulakları var işitmiyor. |
|
04-15-2010, 09:31 | #3 |
Baykal, anayasa değişikliği taslağının mevcut Anayasa'nın temel ilkelerine aykırı olduğunu ve yargı bağımsızlığını ortadan kaldırdığını, bu nedenle kabul edemeyeceklerini ifade ediyor. Bu tutum, CHP ve liderinin genetik, kalıtsal bir durumudur ve normal karşılanmalı. Peki ya MHP ve liderinin tutumuna ne demeli? Seçmenine, AK Parti ile 'Evren Yasası'nı değiştirme konusunda uzlaşmayacaklarını haber veriyor. General ve yargıçlardan oluşan senfoni orkestrası eşliğinde Baykal ve Bahçeli kol kola girmiş kolbastı mıdır, şemmame midir, belli olmayan bir halay çekiyorlar.
Tek yumurta ikizi olan ancak iki ayrı ortamda büyüyen bu iki parti arasında AK Parti'ye karşı "seviyeli birlikteliğin" nedenlerini "28 Şubat postmodern darbesi"ne giderek anlayabiliriz. Zikrettiğimiz bu talihsiz dönemden beri devam eden bu yaklaşma birleşmeye kadar uzadı. AK Parti'nin Meclis'e getirdiği anayasa değişikliği taslağına/teklifine karşı birleşen bu ikiz kardeşler istiyor ki askerî vesayet devam etsin, 'Milli şef dönemi' devam etsin, darbeler anayasası ilelebet mahkemelerimizi kuşatsın. İstiyorlar ki vatandaşa rağmen yarım yüzyıldır devam eden generaller ve yargıçlar koalisyonu bozulmasın. Özgürlüklere, sivil iradeye, demokrasiye, insan haklarına, değişime, gelişmeye aykırı olan bu mevcut Anayasa'yı halkın ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda değiştirmek her zaman ve şartta Meclis'in görevi ve hakkıdır. Meclis bu işi beceremezse millet bunu referandum ile yapacaktır, bu da milletin demokratik ve temel bir hakkıdır. Değişiklik paketi Baykal'ın iddia ettiği gibi yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak yerine, tam tersine yargıyı normalleştirecektir. Evet, bu taslağın/teklifin mükemmel olmadığını AK Parti de kabul ediyor. Ancak bu bir başlangıçtır ve hep birlikte daha iyiye doğru, el ele birlikte çalışmak gerekiyor. İyi niyetin, milletten yana, hukuktan, özgürlük ve demokrasiden yana olmanın göstergesi ve gereği de budur. |
|
04-16-2010, 17:31 | #4 |
Uyarmalıyız; statüko ile pazarlık olmaz. Pazarlık demek, statükoya nefes aldırmak, kendini tahkim etmesi ve yeniden üretmesi için suni teneffüs yapmak demek. Demokratik siyasete, açık topluma, piyasa ekonomisine ve dünya ile bütünleşmenin yarattığı 'aydınlanmaya' yenik düşen bir yapı var karşımızda. Statükoda hâlâ müzakere edilecek güç görmek yanlış, temsilcilerini muhatap almak abes.
Şimdi durduramadıkları değişimin siyasal aktörü görünümündeki AK Parti ile pazarlık yapıp iktidarı 'paylaşmak' istiyor. Oysa statükonun ne pazarlık yapacak gücü kaldı ne de yaşama imkânı ve değişime karşı 'şart' öne sürme şansı. Her türlü pazarlık, kendi anakronizmasında can çekişen statükonun ayağa kaldırılması demek olur. Türkiye 1989'un Doğu Avrupa ülkelerini andırıyor şu sıralarda; prangalarından kurtulmak üzere olan bir toplum var yeni ekonomik gücü ve siyasal temsiliyle. Vesayet rejimi çatırdıyor. 'Ara yolcu' yaklaşımlar geç kalmış bir yıkımı daha da geciktirecek. Statükoyu yıkacak dinamikler durdurulamaz nitelikte. Türkiye'nin sosyolojisi, ekonomisi ve siyaseti artık üzerine giydirilen deli gömleğine sığmıyor. Uluslararası konjonktür de değişimden yana. Statüko güçleriyle yaptıkları ittifak soğuk savaşın bitimiyle işlevsiz, anlamsız hale geldi. Despotik, oligarşik bir Kemalist rejimin şiddet ve istikrarsızlık kaynağı olduğunu dünya biliyor. Ortadoğu, Kafkasya, Karadeniz ve Balkanlar'da barış ve işbirliği yerine çatışma ve gerginlik yaratmayı iş edinen bu kesimlerle artık 'iş tutmuyorlar'. Türkiye'nin demokratik istikrarı bölgesel ve küresel barış için şart. Vesayet rejiminin yerine tam demokrasiyi kurmak için daha uygun bir konjonktür bulunamaz. |
|
01-04-2010, 20:34 | #5 |
Bugün ümmet olarak yaşadığımız parçalanma çok vahimdir
--- Bu bir soru olsaydı cevaplardım. Bu bir sorun, sorunlar ise cevaplanarak çözümlenemiyor maalesef. Hakikaten bu gün ümmet olarak yaşadığımız parçalanma ve bölünme tarihte belki de hiç olmadığı kadar vahim sonuçlar üretiyor. Bugün Müslümanların en büyük problemi nedir diye sorsanız, “tefrikadır” derim. Bugün Müslümanlara yapılacak en büyük ikram nedir diye sorsanız, “vahdettir” derim. Ümmeti tefrikadan kurtaracak ve onları vahdete iletecek her türlü çaba ve gayretin gözleri, elleri ve ayakları öpülmelidir derim. Eğer vahdet yoksa temsil problemi kendiliğinden doğar. Çünkü mahşerin dört atlısı gibi herkes hakikatin elindeki parçası ile övünmeye başlar. Kur’an’ın ifadesi ile ‘Kullu hizbin bi-ma ledeyhim ferihun’ (her hizip kendi elindeki ile övünmeye başlar). Ve hakikatin bütününü temsil ettiğini düşünür. Çünkü hakikate ait olmak yerine hakikate sahip olmaya kalkar. Hakikat mülkiyet değildir --- Hakikat mülkiyet değildir. Hakikat kimsenin mülkiyetine geçmez ki. Hakikate sahip olmaya çalıştığınız da sahip olduğunuz yerden hakikati böler, parçalar ve kırarsınız. Ama hakikate ait olmaya çalıştığınızda bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna varırsınız. Bir bütüne ait olduğunuzun şuuruna vardığınızda işte o zaman vahdet şuuru gerçekleşir, ümmet şuuru gerçekleşir ve fedakârlık yapabilirsiniz. O zaman sizin gibi düşünmeyenlere tahammül göstermekten öte zenginlik olarak bakabilirsiniz. O zaman kardeşlerinizin farklılıklarını, bizim bahçenin farklı çiçekleri ve kokuları diye görürsünüz. Ama öbür türlüsü kapalı havza toplumları üretir. İçine kapanır, kendisini kutsar başkasını yok sayar. En kötüsü de budur ve aslında bu bir iç cinayettir. İçinde cinayet işlemeyen adam eliyle cinayet işleyemez. Yüreğiyle önce cinayeti işler sonra onu eline bulaştırır. Dolayısıyla yüreğindeki harita parçalanmadan dışarıdaki harita parçalanmaz. Tersi de geçerlidir. İçimizdeki haritayı bütünleştirmeden dışımızdaki haritayı bütünleştiremeyiz. Mustafa İslamoğlu |
|
04-22-2010, 10:41 | #6 |
Danıştay binasının güvenliği OYAK'a ait olduğuna göre hesap verecek kişi ve kurumlar belli demektir. Kim, hangi hakla, hangi endişeyle güvenlik kamerasındaki görüntüleri silmeye cesaret edebildi?
Bilindiği gibi Danıştay davası, Ankara'da görülmüş ve bir sonuca bağlanmıştı. Ergenekon davasına bakan yetkililer elde ettikleri bilgi ve belgeler ışığında dosyayı İstanbul'a istedi. Eğer bu dosya Ergenekon soruşturmasının kapsamına alınmasaydı kamuoyu asla bazı gerçekleri öğrenemeyecekti. Düşünebiliyor musunuz önce seyredilmiş, sonra başka dosyalarla karıştırılmış, daha sonra da silinmiş güvenlik görüntülerini hiç bilemeyecekti! Çünkü Danıştay saldırısı adeta örtbas edilmişti. Ülkeyi kaosa sürüklemek, darbe şartlarını oluşturmak ve psikolojik harp taktikleriyle masum kitleleri sindirmek isteyenler Danıştay saldırısını vesile ederek korkunç bir proje ortaya koydu. O kadar ki, cinayetin yaşandığı ilk saniyelerden itibaren kara bir propaganda başlatıldı. Apar topar sokaklara dökülenler, lanet okuyanlar, faturayı muhafazakâr kitlelere kesenler... Bugün ortaya çıkan gerçekler karşısında büyük bir üzüntü duyuyorlar mı acaba? Hele kendini toplumun önüne atarak insanları hedef gösterenler o gün yaptıkları yanlıştan pişman oldular mı? Keşke herkes o gün konuştuklarını, yazdıklarını hatırlasa. Ve sorsa kendi kendine: "Cumhuriyet tarihimizin en korkunç cinayeti işlenirken neden x-ray cihazları çalışmadı? Neden güvenlik kameraları silindi? Neden?" |
|
04-22-2010, 10:43 | #7 |
Hatırlayalım. DTP'nin kapatılması için düğmeye basıldığında, Tokat'ın Reşadiye kasabasında çarşıdan dönen silahsız askerlerimiz, tuzağa düşürülerek şehit edildi. İki günlük tereddütten sonra, PKK eylemi üstlendi. Kürt açılımının konuşulduğu sırada, bu şaibeli eylem, Kürt sorununun barışçı çözümünü isteyenleri sarstı. Taraf gazetesi, olay üzerine, "PKK, iki halkın düşmanı" diye manşet attı. Sonrasını, Ahmet Altan 4 gün önce Taraf'ta yazdı. PKK'ya yakın internet sitelerinde ve Roj TV'de, Taraf'a yönelik bir saldırı kampanyası başlatıldı. Taraf, daha sonra Öcalan'ın, "bu Reşadiye işini ben anlamadım" diyen açıklamasını yayınladı. Bu defa bir PKK yöneticisi, Reşadiye baskınına sahip çıktı. İki gün önce de, Habertürk gazetesinde Amberin Zaman'ın, Murat Karayılan ile yaptığı mülâkat yayınlandı. Karayılan, "Hareketin merkezi olarak tertiplediği bir eylem değildi. Bizim tasvip etmediğimiz bir şey olarak eleştirilmiştir. Biz açıklama istedik. 'Neden' diye sorduk..." diyordu. Eylemi PKK üstleniyor ama başka PKK'lar, eleştiriyor. Kaç tane PKK var ve hangileri derin yapılarla irtibatlı?
|
|
04-22-2010, 18:18 | #8 |
Bu mânâda öze dönüş, milletçe varlık ve bekâmızın önemli bir şartı olduğu gibi, yabancı değerlerin hücumundan kurtulma ve zaman zaman millî ruh şahikalarını bir duman gibi saran yabancı düşünce ve asimilasyonlardan da zarar görmemenin tek yoludur. Öze dönme hamlesinde muvaffak olan toplumlar, aynı zamanda, yitirdikleri tabiatlarını da kazanmaya, kendileri gibi düşünmeye, kendileri gibi konuşup kendileri gibi soluklamaya muvaffak olurlar.
Ne acıdır ki, yıllar yılı bu ülkede, kendinden kaçan bir kısım müstağripler, hep başkalarının nefeslerini solukladı, hep sun’î teneffüsle yaşadı; bir kere olsun kendileri olarak tabiî teneffüste bulunamadı ve tabiîlikteki derin zevki duyamadılar. Dolayısıyla da, halkla kendileri arasında ortak idealler köprüsü kurulamadı; bu ideallere varış yolları belirlenemedi; yığınların donmuş, hareketsiz ruhlarına onları canlandıracak iman, şuur ve heyecan aşılanamadı. Böylece aydın (!) bir tarafta, halk yığınları diğer tarafta, herkes kendi anlayış ve düşüncesi veya kendi hezeyan ve isyanlarıyla çürüyüp gitti. Bunun neticesi olarak da, kalb, ruh, his ve düşünce dünyamızda kendimizi koruyup kollayamadığımız gibi, kendilerini taklit çizgisinde bulunduğumuz milletlerden de hiç mi hiç yararlanamadık. |
|
04-25-2010, 00:03 | #9 |
"""Biliyorsunuz, dil ile tasdik kalp ile iman etmiş adama “Müslüman” bütün bunların ötesinde ise ibadetlerini aksatmayıp dünyaya ve nimetlerine kör olmuş Müslüman’a da “mümin” diyoruz.
Ben ne zaman bir cümle kursam argo falan deyip edep dersi veriyorlar ama kimse çıkıp da “Umarım” diye sözlerine başlayan bir Müslüman’ın münafıklığından bahsetmiyor. İslamcılık, laik ortamlarda “inşallah” yerine “umarım” kelimesinin kullanılmasıyla başladı. Dilimiz Müslümanken beden dilimiz, beden dilimiz Müslümanken dilimiz Müslüman olamıyor artık. Yani öyle ya da böyle dilimizi kaybettik, büyüdükçe korkuyor, oy aldıkça tırsıyoruz.""" B.Akyürek |
|
04-26-2010, 18:21 | #10 |
İnsan hayatı her zaman sakin değildir. Bazen bu denizde fırtınalar kopar.
Böylesi durumlarda size, sığınılacak bir liman olacak dostlar edininiz. Öyle dostlar ki, düştüğünüzde kaldıracak, tökezlediğinizde tutacak ve hatta dizleriniz tutmaz olduğunda sırtına alacak… Bireysel saldırıya savunma yapabilirsiniz. Ancak toplumsal saldırıya karşı bireysel savunma işlemez. Toplumsal savunma yapabilmek için karşı-toplum oluşturmak zorundasınız. Caddelerin, yığınların ruhunuzun üzerindeki olumsuz etkisinden arınmak için, vizesiz, pasaportsuz kendinizi kaldırıp atacağınız gönül okyanusları taderik ediniz. Müslüman girdiği çevreye uyan değil, girdiği çevreyi inancına uydurandır. Bu anlamda etken ve etkin insandır. Eğer etken olabiliyorsanız, imanınız iktidarda demektir. Kötülülüğü yaşayarak öğrenmeye kalkmayınız. Bu,ölümü denemeye benzer. “Bir kez ölümü deneyeyim, eğer hoşuma gitmezse bir daha ölmem” diyemezsiniz. Günah denenmez. Herkes için kötü olan, sizin için de kötüdür. Kötünün ve iyinin belirlenmesinde ALLAH’a itimadınız tam olsun. Zaten iman da bu değil midir? Sadece insanî değil tabiî çevrenize de ihtimam gösteriniz. Biliniz ki tabiatla aynı dine mensupsunuz. Onlar şuursuz din kardeşlerinizdir. Bir ağacı keserek kıyamına, gereksiz yere zararsız bir hayvanı telef ederek rükuuna, bir bardak suyu israf ederek secdesine engel olmayı nız. Doğal çevre ALLAH’ın size emanetidir, ona ihanet etmeyiniz. Irmak kıyısında abdest alırken dahi suyu israf etmemeyi öğütleyen bir din olan İslam’ın bu hassasiyetinin dünyevi hikmeti, tüm nüfusu yaklaşık 80 milyon olan 1400 yıl önceki dünyada bilinemezdi. Bu hikmet günümüzde olanca çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Öyle ki, parasını ödeyerek dahi olsa, bir istanbullu’nun israf ettiği bir kova su, bir başka ailenin hakkına tecavüz olabilmekte, dolayısıyla israf’ın haramlığının hikmeti hayatımızda tecelli etmektedir. |
|
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|