AK Gençliğin Buluşma Noktası
Köşe Yazıları Köşe yazıları burada paylaşılıyor.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 03-01-2011, 22:47   #401
Kullanıcı Adı
HaArP
Standart Batı Kaygılı (!)
Bizim dünyamızda, yani Ortadoğu"da, daha geniş anlamda İslam Dünyasında 20. yüzyıl başlarında bir düzen kurulmuş.
Ülkelerde bu düzenlerin (rejimlerin) halktan korunması ve halka rağmen ayakta tutulması görevi batı yanlısı ordulara verilmiş.
Batının yapılandırdığı bu sistemlerin yürütülmesi işi ise batıcı, laikçi, sivil bürokratlara ve aydınlara emanet edilmiş. Yıllarca halk yok sayılmış, kaale alınmamış. Halkın kültürü, değerleri, geçmişi tu-kaka edilmiş. Batıya ait olan, batılı ne varsa reklam edilmiş, topluma dikte edilmiş. Batının değer yargılarına itibar etmeyenlere “gerici”, “yobaz”, “fundamantalist” denmiş.
Türkiye dahil, hemen bütün İslam ülkelerinde ve Ortadoğu coğrafyasında kritik kurumlar, önemli mevkiler, stratejik noktalar batı kafalı, laikçi, inançları ve değerleri tahkir eden kimselerle doldurulmuş.
Devlet başkanları, Krallar, başbakanlar, bakanlar hep batı kompleksi taşıyan, batılılar karşısında ezik, geçmişinden, toplumundan, kültüründen utanan kimselerden seçilmiş.
Halk baskılanmış, itilip kakılmış. Bu ülkelerde güya seçimler yapılmış; ama halka zulmeden diktatörler tuhaf bir şekilde %90"ların altına düşmeyen oy oranlarıyla yeniden seçilmişler ve 30-40 yıl iktidarlarını devam ettirmişler. Yaşlandıklarında ezdikleri halk tuhaf şekilde hep bunların oğullarını kızlarını seçmiş!...
Tunus"ta yaşananlar başta ABD, Fransa, İngiltere gibi eski sömürgeci, Neo-emperyal güçleri tedirgin etti.
Demokrasinin yılmaz savuncuları(!), insan haklarının bekçileri(!) oldukları için açıktan halk hareketlerine tavır alamadılar. Ama el altından halka karşı (kendi kontrollerindeki) otoriter yönetimleri desteklediler. Dünya kamuoyuna bu türden halk hareketlerinin ülkeleri de-satabilize edebileceği, kaos ve kargaşa çıkarabileceği veya bu ülkelerin radikal İslami akımlara kapılabileceği yönünde haberler-yorumlar pompaladılar. Demokratik talepleri, meşru eylemleri bile “radikal dinci tehdit!” gösterme gayretine girdiler.
Tunus"taki halk ayaklanması bir sonuca varmış değil. Demokratik bir yönetime, halka dayalı bir rejime kavuşup kavuşamayacağı meçhul.
Belki de 1990"lı yıllarda Cezayir"de yaşandığı gibi, batı destekli derin karanlık yapılar burada da devreye girecekler ve batı destekli diktatörlere başkaldıran halk bir güzel ezilecek, terbiye edilecek. Batının diktiği kuklalara baş kaldırmanın ne anlama geldiğini bir güzel öğrenecekler. Batı ve kuklası yönetimler “cihadist”, “radikal dinci” guruplarla savaştığını söyleyecek ve ayaklanan halkı yine “demokratik bir şekilde!” sindirecekler, presleyecekler. Batı, kukla yönetimlerle bu coğrafyaları sömürmeye devam etmek isteyecek!..
Batı medyası ve bizim gibi ülkelerdeki sömürge artığı aydınlar “her devrim iyi değildir!” vs gibi söylemler geliştirmeye başladılar bile... Ama işler çok da batının istediği gibi gitmeyebilir!….
Tunus"ta başlayan eylemler, halkın rahatsızlığı yine batı desteğinde halkı ezen Mısır"a da sıçradı. Olaylar Libya"ya, Cezayir"e, Fas"a, Ürdün"e, Suudi Arabistan"a yayılabilir.
Globalleşen dünyada Araplar, halklar göz göre göre ezilmek, güdülmek istemiyorlar. Tunus"ta başlayan ve diğer Arap diktatörlüklerine yayılma potansiyeli taşıyan hareket kanla-şiddetle bastırılsa bile, gereken rüzgarı yakalayabilirse, halklar batı yanlısı otoriter yönetimleri birer birer devirebilirler. Arap dünyasında batıya rağmen demokratik devrimler silsilesi başlayabilir!..
Batıcı aydınlar ve batılılar Arap sokaklarında başlayan eylemlerden oldukça kaygılı görünüyorlar!... Olaylara farklı anlamlar yüklemeye çalışıyorlar. “Durun bakalım nereye gidecek?” diyerek olayları maniple etme derdindeler.
Bence bu eylemler devam etmeli, bütün Arap sokaklarına yayılmalı!...
Araplar her halükarda batı kuklası diktatörlerce idare edilmekten daha iyi noktalara gelirler!....


Mahmut KARAKÖSELİ
HaArP isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-02-2011, 05:17   #402
Kullanıcı Adı
İntifada
Standart
Gönültaş Kaddafi hakkında şu bilgileri paylaşıyordu:
"Kaddafi bir Arap milliyetçisiydi ama bir Türk düşmanı değildi. Askeri eğitimini Türkiye`de yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Kaddafi bir harp okulu öğrencisiydi. Kaddafi Ankara`daki Kara Harp Okulu`nun 1962 mezunudur. Kaddafi ile birlikte Libya`da ihtilali gerçekleştiren Abdüsselam Callud da Türk harbiyesinden mezun. 1962-63 eğitim yılında Harbiye`nin dil okulunda da kurs gördüler. Kendisi ile birlikte, daha sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde önemli görevler alacak olan 11 Arap daha vardı. Talat Aydemir Türkiye`de ihtilale kalkıştığında Kaddafi ve arkadaşları harp okulunda eğitimlerini sürdürüyorlardı. İhtilal için havalanan savaş uçakları gökyüzünde dolaşırken Dil Okulu`nun yetkilileri onları koruyabilmek için sığınaklara gönderdi"
  Alıntı ile Cevapla
Alt 03-14-2011, 17:23   #403
Kullanıcı Adı
HaArP
Standart
Devrim dalgaları Riyad'ı vurmadan Tel Aviv'e ulaşmaz


Mısır devriminden önce, Hüsnü Mübarek’in sağlık durumuna ilişkin hayli bilgi dolaşıyordu ortada.
Bunların çoğu ciddiydi ve hepsi sâbık liderin yaşına göndermeler yapıyordu.
Evet Mübarek hasta ve yaşlı ama..
Devrim ecelden hızlı geldi…
Tersi de olabilirdi.
'Domino taşlarının doğal dizilişinde' olmadığını düşünsem de, bugün alevler Libya’yı kavuruyor.
Oysa ‘bitmiş’ sayıp biraz ileriye bakmak lazım…
(Bundan gayrı olarak; Libya’daki olası sonuca ABD iç dinamikleri açısından da bakmak gerekir! Kaddafi’yle beraber bölgede Obama’ya muhalif “Amerikani” ilişkiler de temizleniyor!)
Ortadoğu’nun kadim ve kangren sorunu İsrail-Filistin meselesinin barışa ulaşması için "daha" devrim gerekiyor..
Ama nerede?..
Yaşanan devrimlerin ardında Batı/ABD mühendisliği var ise, nihai barışın ana aksamı İsrail’e bu mânada diz çöktürülmesi olmalı.
Bunun için de evvela Arap dünyasının en büyük monarşisinin zorlanması gerekiyor…
Riyad değişmeden Tel Aviv’in değişmesi zor.
Tüm bu değişim yelkenlerine devrim rüzgarlarının yetip yetmeyeceği merak edilebilir..
Bu konuda tutucu olmamak gerekiyor; çünkü bu rüzgarlar daha "Batı Avrupa"ya da sıçrayacak!... (İzlediğimiz gibi değil ama kendi formatında. Hatta yaşanıyor.)
Batı’nın güçlü 'kolları' Türkiye’yi tüm bölgeye örnek gösterirken, muhalif kolu 'sessiz' kalırken, "zayıf kolu" Ankara’yı içine bile almazsa, ikisinden biri değişir!
İsrail’in devrimler sırası ve sonrasındaki duruşuna ilişkin hassas tartan analizlerde iki tema var…
Bir, Değişen sistemin bir kısmının yine İsrail tarafından dizayn edildiği
İki, İsrail’in öyle veya böyle yalnızlaştırıldığı!. "Yalnızlaştırılmayı"; 'en çok' ABD’ye bağlı olma diye tercüme edebiliriz.
Ki, bu devrimler tamamlanamadan seçime girecek Obama’ya sorun çıkarılmasın.
Peki Suudi Arabistan?..
Krallığa dalganın ulaşacağı açık!
Gücü ve zamanı tartış(ıl)malı.
Suudiler siyasi reform istiyorlar.. Ancak Kral seviliyor ve en önemlisi para var.
Kimi devlet organları için seçim, kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi, yolsuzluklar, vergiler, şeffaflık, yönetim kadrolarının-bakanlar kurulunun yaş ortalaması 65! Kral ve ardışık 2 veliahtın 80’in üzerinde-gençleştirilmesi, siyasi partilerin kurulması, eşitlik, vb konularda yükselen talepler var ülkede.
Bunun dışında geniş Kraliyet ailesinin içinde narin dengeler var!
Bunlar monarşiyi yıkmaya yeter mi?. Şimdilik öyle durmuyor.
Değişim duvar kağıdı yırtmak gibidir.. Duvardan ayrılmış bir ucu olsun yeter.
Bir çekişte hepsi de aşağı inebilir… Küçük bir parça da yırtılabilir.
Saray’ın duvar kağıtlarında kalkmış uçlar var.
Biri de Kral’ın sağlığı…
HaArP isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-16-2011, 11:47   #404
Kullanıcı Adı
HaArP
Standart
Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı. Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti!

“Objektif” takılmanın müptezelliği
Her “nesnel” olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder.
“Kendi nefsi için” bir şey istiyorsa “namerttir.”
Nesnel olmak iddiası, yarışa bir adım önde başlama isteğidir.
İddiayı yapan, “nefsini” muhataplıktan çıkarmaktadır.


Amacı zaten “aşikâr” olan “gerçeği” dile getirmek stratejisidir.
Bu algı, Batı’nın Doğu’ya bakışında yoğun olarak işletilir.
Ayrıca Doğu’nun “bireyleri” arasında birbirine karşı da etkili olur.
Her zaman böyle miydi peki?
“Nesnel” bakmanın bir üst değer olması, özellikle pozitif bilimlerle gelişti.
Laboratuar bilimleri nesneyi gözlem altına aldı, reaksiyona soktu.
Çıkan sonuç, gerçeğin “nesne” olarak varlığıydı.
Sonra, endüstriyel üretim mekanizmalarına yansıdı.
Sonra, siyaset ve toplum mühendislerinin dilinde pelesenk oldu “nesnellik”.
Giderek toplum, sermaye ve siyasetin elinde “nesne” oldu.
İma ettiği ciddi bir yargı vardır “nesnel”in…
Gerçek yeknesak bir algıdır, demekti.
“Üretim hatları” mantığı toplum algılarına geçerli kılındı.
Ham madde olarak alınan algının kendisi, genel gerçek oldu.
Gerçeği bulmaya çalışan kişi veya özne, gerçeğin algı sürecinde değildi.
Özne dâhil değildir artık.
Özne aletsel bir nesneliğe ilişir zamanla.
Gerçeğe “fotoğraf çeken” bir nesne bakmaya başladı.
Yani nesne-insan nesne-maddenin fotoğrafını çekmesi gibi…
Artı veya eksi katkıları olmazdı.
Oysa…
Öznenin “kendiliğinden” gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedirliği yanılsamadır.
On dokuzuncu yüzyılda “Deneysel tıp,” “Deneysel roman,” gibi akımlar, realist, natüralist ve pozitivist ekollerin temel bakış açısı nesnellik üzerine kuruldu. Pozitif bilim kavramları bu “nesnel gerçeklik” iddiasıyla ortaya çıktılar. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanları, “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan etti. Bireysel adlarını almaya başladılar: sosyoloji, psikoloji, biyoloji gibi bilim dalları bu ayrışmayla meydana geldiler.
Avrupa Orta Çağında gerçek, önceleri “Tanrı’nın elinde” ve “kurumlarında” idi. Rönesans, Reform ve Aydınlanma teorileriyle farklılaşan yorumla oluştu. Bu süreçte, insanın akıl ve mantığıyla“İlahi olanı” akılla tercüme etme fikri doğdu. Evreni anlamak için sadece İlahi kaynak değil, insan aklının da telif yeteneği olduğu fikri çıktı. Bilgi ve fikir Kilise sultasından çıkarak “özne”lerin ellerinde şekillenmeye başladı. Kilise dışı, yani seküler düşünürler özneler olarak düşünmeye ve yazmaya başladı.
Papaz ile düşünür arasındaki çatışmada Papazın “Tanrı kelamıyla” kendini tartışılmaz kıldığı bir gerçeklik algısı vardı.
Papaz kaybetti. Onunla beraber Papalık ve din de kaybetti.
Çünkü Kilisenin aklı, Papanın direktiflerinden ibaret kalmıştı. Aristokrasi de Papazın sultasından bıkmıştı. Kilisenin taşınmazlarını da elde etmek istiyordu. Papaz kendini, “Tanrı kelamını” temsil eden nesne olarak ifade ettiği için o “özne” olarak zaten yoktu. Papazın tartışılması, Papanın tartışılması, Papanın tartışılması ise doğrudan Tanrının tartışılması anlamına geliyordu.
Kilise bu kavgayı on dokuzuncu yüzyılda, düşünür özneye karşı kaybetti. Sonra düşünürün yerini “bilim adamı” almaya başladı. O noktada, sermaye kendini “özne” olarak merkeze koymak istedi. Bilimin nesnelliği tartışmaları bu dönemde başladı. Darvin’le insan, “insan” köklerini bıraktı. Marks'la kültürel sanılanın aslına natürel yaşam kavgasından ibaret olduğunu düşündü. Freud’la ise, şuuruna da hâkim olamayan “natürel” varlık olduğunu dehşetle keşfetti “bilim”. Sosyoloji verileri topladıkça, antropolojiden gelenlerle birleştirdi. Folklor çalışmaları tepsiyi sundu ikisine ve artık “öznel” durumlar “genel” hükümler haline dönüştü.
Öznel demek “genel” olanın bir küçük nüvesi oldu.
Birini bilince, hepsini bilmek demekti.
Sanayide üretilen maddelerin standartları insana uygulanır oldu.
Özne nesneleşti yani…
On dokuzuncu yüzyıl resimden fotoğrafa geçti. Bu dönem ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan “nesnel fotoğrafçı” edasıyla yaklaşmanın dönemi oldu. Ellere değil, ellerin yaptığı makineye önem veren gerçeklikti bu. 1825’te çekilen ilk fotoğrafın-- Eflatun’un taklit teorisini andırırcasına-- bir atı geminden tutan adam resmine ait olması bu nedenle manidardır. Yani, fotoğraf makinesi bir resmi fotoğraflamıştı!
Giderek “bilimsellik” ve onunla aynı koşumları taşıyan “nesnellik”, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulundu. Değişen atom teorileri ve post modern yaklaşımlara rağmen, harcıâlem her konuda, “tarafsızlık,” yani gerçeğe sadıklık, yani dürüstlük ve “adil” bakışla özdeş hale geldi. Hem bilimde hem edebiyatta --bir dönem taklitçisi olduğu mutlak gerçeğin “not edicisi”, “yansıtıcısı” sanılan insanın-- gerçeği “yaratma” çabaları on dokuzuncu yüzyılda çıktı. “Objektif”le beraber anılan fotoğraf makinesinin ilk modelleri kullanıma girdi.
Dahası…
Sanayileşme, sömürü ve kolonizasyonla beslendi. Etkilerini Avrupa’da toplumun --kendini koruyamayan-- her kesiminde hissettirmeye başlamıştı.
Sermaye “özne” olmuştu.
On dokuzuncu yüzyılda “Romantik” dönem tasavvurları hala vardı. Ancak onlarda bile, artık nostaljiyle anılan kırsal cennetler bitmiş, hayata ve edebiyata giren acı, soğuk, vahşi yaşantılara bıraktı.
Cinsellik alenilik kazanarak şuuraltından edebiyat ve sanat döküldü. O da meta olmuştu…
Zola’nın seri romanları ve Gustave Courbet’in Dünyanın Menşei adlı resmi bu durumu anlatır. Türlerin Menşei ile başlayan süreçle, insan toplumlarının “güçlü olanın” hayatta kalacağına dair Darvinist gözlemle tasvir edildi.
Önceleri insanlar “kader”i “varlığın silsilesi” doğrultusunda muğlâk ve soyut bir yön tayin edici olarak görüyordu. Birçok farklı etkenle beraber “kaderi” yeniden anlama çabaları çıktı. Arkasından gelen Marksist yorum ve başkaldırı “tarih”i, insan eliyle yazma çabalarına dönüştü.
“Realizm (Gerçekçilik)” deki “real (gerçek)” kelimesinin “materyal (maddi)” olanla eş düzeyliğine iman eden yeni bir anlayışın, Romantizm ve Sürrealizme tepki olarak çıkması ve akabinde gelen sembolizm ve ekspresyonizme kayması aslında, “izafiyet teorisi” öncesinde gelişen “gerçeği” anlama ve aktarmadaki bireysel tavırların, katkıların, hatta “yansıtmanın” (reflection) aksine, yansıyanı kırmayı (“refraction”) ve hatta “real” olana bir direnişi ifade eder.
“Real” olana direnişin özünde, “real” olanın ona direnene verdiği acı ve kaçıma hissi ve o tür gerçekliğe yaratan unsurlara direniştir.
Direniş, diretileni muhayyilede, edebiyatta ve sanatta onu yeniden şekillendirme şeklinde tezahür eder. Yirminci yüzyıl başlarında, Eski Yunan’da beşinci yüzyılda nispiyetçi sofistlerin, bilimsel anlamda Galileo’nun “tep tip hareket”lerin nispiyetine değinerek ele aldığı nispiyetçilik, Einstein ile atoma ve sonra hayata uygulanarak yeniden tanımlanması, “bilimsel” verilerle desteklenmesi bir anlamda “real” olana dair tekeli kırdı. Kutsal Kitap’ın tanımladığı evren tekeli çoktan kırılmıştı. Artık “evrensel, monistik, mutlakıyetçi, objektif”lik iddiaları anlamsızlaştı.
Dilerim artık Türkiye’de de “objektif”lik kaçak güreş taktiği olmaktan çıkar ve yerini “sübjektif” hakkaniyete bırakır. Dilerim ki gerçek, suret ve hologramlarda değil, “gerçek” öznelerin dilinde varlık hüviyetine bürünür.
HaArP isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-16-2011, 23:16   #405
Kullanıcı Adı
Gönülden
Standart
Bugünün dünyası emperyalizm çağının başladığı 1870’li yıllardan bu yana, beyaz Hıristiyan-Avrupa düşüncesinin ideolo*jik dayatması altında bulunuyor. Laiklik kavramının da ilk kez 1870’li yıllarda kullanıldığına dikkat etmek gerekiyor. Modern*likler bugünün dünyasında zihinsel/entelektüel iktidarı temsil ediyor. Batı, kendi siyasal/ekonomik/ kültürel modelini Batı dışı dünyaya tek model olarak dayatınca, Batı dışı dünyayı an*lama, çözümleme ve bu dünyaya saygı duyma düşüncesi ortadan kalkıyor. Modern zihinsel iktidar, siyasal/kültürel yapılar modeller arasında farklılıklar olabileceğini kabul etmiyor.

Avrupa modeli, modern model, farklı modellerden bi*risi olarak değil, tek model olarak dayatılınca gerilimler, karşıtlıklar ve çatışmalar ortaya çıkıyor. Modern zamanlarda, modernizmin oluşturacağı türdeşliğin, etnik çatışmaları yok edeceği iddia ediliyordu, uluslar üstü popüler kültür aracılı*ğıyla kapitalist kültürün dünyayı türdeşleştireceği sanılıyor*du. Bu kibirli iddialara rağmen, bu günün dünyası etnik çatış*malar, kültürel çatışmalar ve ırkçı çatışmalara sahne olmaya devam ediyor. Batı dışı dünyanın, Batılı kavramsal çerçeveler*le çözümlenemeyeceği, yapılandırılamayacağı gerçeği üzerinde neoliberalizmin diktatörlüğü, neoliberal hayat tarzı, seküler dünya görüşü, özgürlük kavramını ve düşüncesini yozlaştırıyor. Özgürlük adına herkesin dilediği gibi hareket etmesi durumunda sorumsuzluklar ve karmaşa kaçınılmaz hale geliyor. Kişisel ihtirasları ve çıkarları tatmin uğruna her yola başvur*mak özgürlük fikrine zarar veriyor. Her şeyi mubah telakki eden bir özgürlük yaklaşımı, bugün olduğu gibi, toplumları derin bir fesad'a sürüklüyor. Ahlaki sınırları olmayan bir özgürlük ya da serbestlik anlayışı, amaçsızlık temelinde yaşanan bir hayat tarzı oluşturur, bu hayat tarzı her tür sapmaya ve sapkınlığa zemin hazırlar. Değerlerden bağımsız bir özgürlük anlayışı savunulamaz. Her tür aşırılığa, amaçsızlığa, sapkınlığa izin veren bir özgür*lük düşünülemez. İnsanlığın ahlaki anlamda mahvına yol açabilecek bir özgürlükten söz edemeyiz. Özgürlük, insanı anlamlı, amaçlı, düzenli bir hayata hazırlar. Başkalarına zarar verme, başkalarını tahkir ve tezyif etme, başkalarını taciz etme, başkalarına saygı*sızlık etme özgürlüğü olamaz. Kör ve kirli bencilliklerle özgür*lükler arasında bir ilişki kurulamaz. Özdenetim yeteneği olmazsa, insanlar iradelerine hakim olamazlar. Değerli, erdemli, makûl, doğru, güzel, meşru ve haklı olanı yapmakta özgür oluruz.

Batı referanslarına dayalı kültürel, siyasal, ekonomik, hukuksal kurumları ihraç amacına yönelik "insan hakları emperya*lizmi" batı değerleriyle uyumlu rejimler, toplumlar, yapılar oluşturmaya çalışıyor. İslam ve Müslümanlar söz konusu olunca Batı dünyası hemen ideolojik ve ırkçı gündemi, ideolojik/ırkçı yaklaşımı seçiyor. Modern-seküler-liberal zihinsel iktidarın sistematik baskıları sebebiyle maalesef İslamî temellendirmeleri kullanamıyoruz, kendi meşruiyet referanslarımıza itibar et*miyoruz.

Müslümanlar, İslamî anlam ve amaçları kavramsal ve kurumsal anlamda somutlaştırmaksızın, İslamî varoluştan söz ede*mez, İslamî anlamda kendilerini gerçekleştiremezler. Neoliberal diktatörlüğün izni ve himayesi altında bir İslami dünya kuramayız. İnsanlığa ve tarihe bir bütünlük içerisinde bakarak, analitik bir perspektife sahip olarak dünyada neler olup bitti*ğini anlamaya ve çözümlemeye çalışmalıyız. Tarihi geriye doğru ilerletmek mümkün olamaz.

Müslümanlar olarak bugün, İslamî mirasın/birikimin/bilincin, modernliklerle hesaplaşabilecek bir noktaya gelmesi için çok çaba harcamamız gerekiyor. Müslümanların geçmişte neler yaptık*larını anlatmak yerine, bugün ne yapmaları gerektiğini, bugünü nasıl dönüştürmeleri gerektiğini tartışmaya açmamız gerekiyor. Tarihi oluşturma iradesine ve eylemine sahip olmadığımız takdir*de, emperyal güçler, insanlığın geleceği üzerinde tahakkümlerini sürdürecekler. Zulme, adaletsizliğe maruz kalanların, zulme ve adaletsizliğe rıza göstermeleri beklenemez, zulme ve adaletsiz*liğe maruz kalanlar elbette muhalefetlerini; rahatsızlıklarını, öfkelerini dile getirecek, elbette direnişe geçecekler. Günümüz*de gelenekçi, teslimiyetçi unsurlar her durumda “ne yapabiliriz ki”, biçiminde mazeretler üretirler; direnişçiler ise, her şartta ya*pabileceğimiz şeyler var diyerek eylemlerini sürdürürler. İslamî dilin/söylemin gerçeklikle bir biçimde ilişki kurması gerekir. İslamî dil/söylem duygusal bir içerikle sınırlandırılamaz.

Atasoy Müftüoğlu








Gönülden isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-16-2011, 23:39   #406
Kullanıcı Adı
Özgür Çağrı
Standart
Sen, ey zalim, ey müstekbir!
Şehirler yıkıverdin, taş üstüne taş bırakmayan zulümlerle... Milletler siliverdin yeryüzünden adları anılmayacak kavimlerle... Çocuklar öldürdün toprağı doyurmayan ölümlerle... Kadınlar, ihtiyarlar katlettin taş yürekli kalbinle...

Ey zulüm, ey zalimin sermayesi...
Mazlumlar hep izzetle direnirken bugüne dek Filistin`de Irak`ta, Afganistan`da, Keşmir`de... Kaybeden sen oldun, kaybeden zalimler oldu izzetsizce.

Ve Halepçe... Ey Hama...
Yürek yakan vaka. Çocuk, kadın ve ihtiyar demeden insanından hayvanına kadar zulme giriftar olan Halepçe... Zalimlerden bir zalimin zulmüne/gadrine uğrayan mazlumlar... Baharın diriliş kokusunu hardal gazıyla koklayanlar... Toplarla evleri dövülen... Umutları, ümitleri zalimlerce söndürülen nice insanlar... Kimi sokakta bebeğine sarılmış da yerlerde donakalmış, kiminin gözleri açık bakadurmuş semaya... Her yer ceset, her yer ölüm dolu... İnsanlık uykuda, insanlık zevku sefada...

Ey Halepçe...
Kimsesizliğine yanan yürekler, sana ağlayan gözler, ağıtını yakan kadınlar, feryadını duyan mustazaflar adına sen bir ayetsin, bir işaretsin. Sen mazlumların sembolü, sen ezilmişlerin nişanesisin...

Dünya sana sessiz kalmamalı... Unutulmamalısın ki zalimler bir daha cesaret bulmasın. Anılmalı, anlaşılmalısın. Sen, yani Dünya Mustazaflarının adı...
Bak, görüyor musun Tunus`ta başlayan mazlumların öfkesini. Kıvılcım kıvılcım saraduruyor koktuğun her toprağı.

El-Benna`yı, Seyyid Kutub`u şehit eden zalimleri bir bir deviriyor mazlumlar. Perdesiz semaya yükselen mazlumların ahları, devrim devrim geziyor coğrafyaları. Devrimlere gebedir zalimlerin ufukları... Devrildiyse Mısır`ın Firavunları, devrilecektir zulmün cebbarları/tiranları...

Yine de sen, ey gözyaşım!
Ey bağrı kan ve kin dolu çocuk...
Taşın, Siyonist zalime Filistin`de bir kurşun bedduan bir lanet, şehadetinse mazlumlara bir berekettir, üzülme...
Sen ey Halepçeli, ey çocuğuna sarılmış gözleri açık anne! Sana zulmeden asıldı bir başka zalimin eliyle.
Sahibiniz Allah (cc)`tır, üzülme...
Sen ey Irak`ta Afganistan`da, Keşmir`de hergün öldürülen toplarla, füzelerle yok edilen!
Ey isimsiz coğrafyamın isimsiz mazlumları!
Zulüm payidar olmaz. Zalim de ilelebed yaşamaz.
Ve unutmayın bilin ve bildirin ki
"ALLAH`I ZALİMLERİN YAPTIKLARINDAN HABERSİZ SANMA!!" (İbrahim, 42)
  Alıntı ile Cevapla
Alt 03-17-2011, 12:59   #407
Kullanıcı Adı
HaArP
Standart
Kerbela uyarısına dikkat!





Başbakan Erdoğan’ın olayların sıcaklığı sürerken yaptığı “yeni Kerbelalar istemiyoruz” çıkışı, Türkiye’den beklenilen çıkıştır. Türkiye, bu açıklamayla, Şii nüfuslu Bahreyn’in başkenti Manama’daki İnci Meydanı’nda demokrasi talep eden kitlelere Sünni askeri güç kullanılmasının yaratacağı büyük yıkıma da dikkat çekti.
Türkiye, Tahran-Riyad hattında şekillenen Şii-Sünni gerginliğinin bölgede sadece İsrail’e yaradığını da çok iyi biliyor. Ankara’ya düşen, İran ve Suudi Arabistan’ı izledikleri politikalardan vazgeçirmektir.
Bahreyn’de yaşanılacak bir trajedi, Müslümanlar’ın önümüzdeki bin yılını esir alacaktır.
HaArP isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-20-2011, 17:34   #408
Kullanıcı Adı
HaArP
Standart
Arşiv bir açılsa görürsünüz

Bugün Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet İstihbarat, Jandarma İstihbarat ve Genelkurmay Askeri İstihbarat arşivlerini açsa, bugün efelene efelene aramızda dolaşan anlı şanlı çok sayıda gazetecinin görev kağıtları, ibret vesikası olarak alınlarına yapışacaktır.
HaArP isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-20-2011, 23:03   #409
Kullanıcı Adı
Gönülden
Standart
İslami tarihi yeniden başlatmak, bilinçli/bütüncül/kuşatıcı/nitelikli tercihler yaparak, nitelikli bir dönüşüm için bü*yük çabalar harcayarak, bugünü etkileyebilecek bir düşünce/kültür/bilgelik üreterek mümkün olabilir. Güçlü bir bilinç olmadığı takdirde, gerçek bir değişim olamaz. Tarihin tahakkümünden her hangi bir eylemde bulunmaksızın kurtulamayız. Bu nedenle tarihi nasıl biçimlendirebileceğimize ilişkin yaklaşımlar üzerinde ça*lışmalıyız. Toplumların yenilenmesi, yeni kültürel biçim ve içerik*lerle mümkün olabilir. Yeni kültürel biçim ve içerikler, yerel kültürel sınırları aşmamız için de çok gereklidir.



Etnik rekabetlerin, mezhep rekabetlerinin, çatışmalarının gerilimlerinin yaşandığı, sürdürülebildiği, kışkırtılabildiği bir dünyada/dönemde, İslamın yeniden tarihe dönüşünü beklemek umutsuz bir nostalji içerisinde olmak demektir. Kültürel yerelliklerle, mezhepçi yerelliklerle, dini yerelliklerle İslami bir tarih başlatılamaz. Müslümanlar olarak bugün karşı karşıya bulunduğumuz ağır sorunları hep emperyalist küreselleşmeye bağlamak çok yanıltıcı sonuçlar verebilir. Sorunlarımızın temelinde halen içerisinde yaşamakta bulunduğumuz etnik bencillikler/bağnazlık*lar, mezhep bencillikleri/bağnazlıkları, bilinçsizlikler, bilinç parçalanmaları, teslimiyetçilikler, muhafazakârlıklar, sağcılık*lar gibi çok derin yapısal konular var.



Modernite kendi bağlamında göreceli bir bütünlük sağladı, ancak, İslami bünye paramparça. Tarihi yeniden başlatabilmek için yeni bir tarih ve insanlık bilinci gerekir. Yeni bir tarihi başlatabilmek için çığır açan bir dile, çığır açan bir bilince, ah*laka ve bilgeliğe ihtiyacımız var. Gerçek dünyada yankısı ve et*kisi olabilecek, gerçek dünyada karşılık bulabilecek çözümlemeler yapabilecek niteliklere ihtiyacımız var. Modern tarih, ulus-devlet'le, seküler dünya görüşüyle, bilimsel rasyonalizmle, sık sık büyük bunalımlarla karşılaşsa da belirleyiciliğini sürdürüyor. İran, modern-seküler tarihe alternatif olarak ortaya çıktığı için çok yönlü bir kuşatma altında tutuluyor. İran örneğinde yaşandı*ğı üzere, dünyanın moderniteden farklı olarak kavramsallaştırılması, modern-seküler dünyayı tedirgin ediyor. Modern-rasyonalist dünya İran'ı anlamakta zorluk çekiyor. Tarihçiler, sosyologlar 30 yıldır İran'ı tartışıyor, İran ile ilgili gelişmeleri tanımlayabilmek için uygun kalıplar bulmakta zorlanıyor. Seküler akıl tarihin en büyük halk hareketini çözümleyemediği için İslam Devrimini akıl almaz bir devrim olarak tavsif ediyor. Modern batı dünyası İran'ı tek ve en büyük meydan okuma olarak görüyor. Bu nedenle İran'a ilişkin olarak sürekli önyargı üretiliyor. Muhteris, bencil, kibirli, küstah bir güç anlayışı İran ve İslam söz konusu olduğunda bütünüyle askerileştirilmiş bir dış politika uygulamasını hayata geçiriyor. Bu arada, İran'ın, İslam devrimiyle birlikte gerçekleştirdiği İslami kavramsallaştırmayı, Şiilikle sınırlandırmaması, evrensel bir İslami inşa için bütün farklılıkları içerecek Ümmet anlayışını esas alan bir yaklaşımı benimsemesi gerektiğini de belirtmek gerekiyor.

Atasoy Müftüoğlu







Gönülden isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-20-2011, 23:07   #410
Kullanıcı Adı
HaArP
Standart
Artık Renan’ı aşmak lazım. Sadece onu değil… Sykes ve Picot’ı da.

Milletimiz en az iki yüzyıldır savunmadadır.
Bir koluyla kafasını yağan taşlardan korumaya çalışıyor.
Diğer koluyla gözü bağlı yol bulmaya çalışıyor.
Ama buna rağmen, tökezlemelere rağmen yerinde saymıyor.
Ricat da değil bunun adı artık.
İnadına rakibine doğru hamle yapan bir cüreti var.
Bu çok yönlü savunmanın en büyüğü kültürel ve ideolojik savunma olageldi.
Savunmanın bir kısmını, “İslam ümmeti” adına biz yüklendik.
Çağladık, durulduk, kokuştuk, ağladık çağlar boyu.
Çağlar tahterevallide milletlerin yerini değiştirdi.
Karanlık Çağlar sadece Avrupa için geçerliydi.
Müslümanların en parlak çağları ise, Avrupa’nın Karanlık Çağlar’ına denk gelir.
Osmanlı’nın en parlak zamanı 16. yüzyıldı, malum.
17. yüzyılda duraklama oldu.
18. yüzyıla gerileme damgasını vurdu.
19. yüzyıl ise Osmanlı’nın çöküş asrı oldu.
20. yüzyıla Osmanlı’nın sarkması, Osmanlı’nın gücünden olmadı.
Uluslararası siyaset bazen destek verdi suni solunuma.
Sonunda ise, solunum hortumunu çektiği gibi, hançeri de beraber sapladı Osmanlı’ya.
Osmanlı Devleti geriledi.
Müslüman ülkeler geriledi.
19. yüzyıl bu gerilemenin artık zirvede olduğu zamanları ifade ediyordu.
O dönemler İslamlığın bilimde, felsefede, ekonomide, devlet idaresinde geri olduğu belirgin hal almıştı.
Renan gibi filozoflar bu gerilemeyi İslam’a yordular.
1883 yılında Cemalettin Afgani’nin Ernest Renan'a cevabı geldi.
Renan'ın İslam dininin ilmi gelişmeye mani ya da kapalı olduğu yönündeki ifadelerine karşı verilmişti. Afgani’nin iddiası ise aslında ilmin İslam’da olduğu, İslam’ın hem Kur’an ve hem de hadislerle ilmi teşvik ettiği yönündeydi.
Bu mülahazaların özündeki siluet ise, kaynakların ne dediği ve o kaynaklardan beslenen insanların ne halde olduğuna dair oluşan bir kültürel vakumun tarihsel izdüşümü idi. Bir anlamda, yaklaşık bir yüzyıldır askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda yaşanılan gerilemenin getirdiği savunma psikolojisinin ilmi ve dini sahaya yansımasını tarihsel bir çerçeve içine yerleştiriyordu Afgani.
Avrupa’ya karşı yaşanan bu psikoloji sadece Osmanlı’nın değildi. Aynı zamanda bütün Müslümanların endişe ve tedirginlikle izlediği bir savunma, yeni ve en son cephenin kaybedilmesine yönelik kimi endişeleri de beraber getiren bir dil geleneğini teşkil ediyordu tedricen.
Bu dilin adı ürkeklik, kültürel fay kırılması, kendinden, kültüründen şüpheydi.
Renan’ın iddialarını zahiren ve haklı olarak reddeden ve fakat aynı zamanda zımnen teyit eden hayranlık ve düşmanlıkla karışık sosyal-psikolojinin mücessem haliydi bu. Hayranlık veya imrenme ile karışık bir kıskançlık, belki bütün entelektüel çevrelere ve hatta Devlet-i Ali’nin en üst kademlerine kadar sinsice sirayet etmişti aslında.
Sadece zaman ve mekâna göre bu karmaşık duyguların alaşımlarının oranlaması değişiyordu. Eczacıya göre mütemmim cüz şekil alıyordu. Doktor hem çok, hem de yoktu.
Eskiden dil hem lisan hem de gönülü ifade ediyordu.
Şimdilerde ise zilleti, gafleti, şaşkınlığı…
Önceki dönem Topkapı’nın dönemiydi: Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre--lükse olmadan--hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen, Boğaza hâkim tavrıyla mağrur bir saray: Şecaatin sarayı, Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı.
Sonraki ise Dolmabahçe’nin tavrıdır.
Mimarisi ve mimarı yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmıştı. “Tepelerin kartalı” olmayı değil, denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebalepti. Sefahatin ve lüksün, haramzadeliğin eseriydi. Sütunların altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahipti. Sultanın sarayı oldu. Halka değil ona ve avanesine hizmet için yapılmıştır.
Koskoca bir alem, onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan,
Kargılarını semaya sütun yapan alem,
Hakka tapan alem,
Adaleti mabet yapan âlem,
Issız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden bir şeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı.
Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı.
El-Hamra çoktan vaftiz olmuştu.
Granada yerle bir.
Tek bir kükremeye hasretti millet.
Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti devlet ve milleti indirmişti beraberinde...
Devlet-i Âli, Bab-ı Âli ile cedelleşmedeydi.
İlim öğrensin diye Fransa’ya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi.
Kimisi İslamcı, kimisi Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler.
Osmanlı paldır küldür gidiyordu artık.
Ve 16 Mayıs 1916’da bir anlaşma yapıldı gizlice İngiltere ve Fransa arasında.
Rusya’nın rızasını da almışlardı.
Anlaşmayı yapıp ülkelerine bilgi veren biri Fransız diğeri İngiliz iki subay vardı.
Sykes-Picot Anlaşması…
Ve bu anlaşma Osmanlı’nın ölüm fermanı oldu.
Balkanlar gitmişti zaten.
Araplar bir yana düştü, Türkler bir yana düştü.
Dahası Arapları da kendi aralarında ayrı ayrı devletlere böldüler.
Bir masa bir harita, bir kalem ve iki kafa yeterli olmuştu.
Demem o ki…
Artık Renan’ı aşmak lazım.
Sadece onu değil…
Sykes ve Picot’ı da.
Hadi kendimizden başlamalım!
HaArP isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim
bugün, bölüm, bölümler, etkileyen, hayat, hayatınızı, okuduklarınızda


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi