![]() |
#61 |
![]() Deprem
Çok cesur ve tevekkül sahibi idi. 1898 depreminde nice ev, han,cami ve medreseyle beraber Kapalıcarşmın yıkılmasına kadar giden ve Büyük Zelzele diye anılan bu deprem esnasında Dolmabahçe Sarayı'nın büyük muayede salonunda Sultan, devlet erkanı, subaylar, paşalar, yüzlerce yerli ve yabancı temsilcilerle toplantı halinde bulunduğuyordu. Sultan, birkaç tonluk avizenin tam altında bulunuyordu ki, avize sağa , sola saat rakkası gibi sallanmaya başladı. Kahraman paşalar, cesur subaylar, ömrünü savaşlarda geçirmiş gaziler birbirlerini çiğneyerek dışarı kaçarken, Patişah yerinden bile kımıldamadı, istifini bozmadan: Allahu tealnın kelamından bazı ayet-i kerimeler okuyarak, büyük bir vekar ve tevekkül ile neticeyi bekliyordu." |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#62 |
![]() Merhamet Ve Adalet
Sultan'ın başka bir sırrı da merhametinin çokluğu ve düşmanını dahi af etmesiydi. Abdülhamid Han'ın en önemli özelliklerinden biri düşmanını af ederek tekrar cemiyete kazandırma çabasıydı. O, hiçbir insanın zarar görmesini istemiyordu. Bomba olayı sonrasında suikastı düzenleyenler ele geçiyordu. Bunlardan biri olay anında cami helasına saklanıyor ve yakalanacağını anlayınca oradaki bir ibriği taşa vurup keskinleterek onunla damarlarını deşmek suretiyle intihar ediyordu. Bazıları yakalanıyor mahkeme huzuruna çıkarılıp hesapları görülüyor. Halife ve Sultana karşı suikasttan başka bir sürü cana kıyan bu anarşistler sehpaya götürülmüyor, hepsi de çok kısa süren hapisler ve birkaç sürgünle kurtuluyordu. Mahkeme Merhum Necip Fazıl, 1935 yılında Necmeddin Molla ismindebir zatla tanışır. Bu beyfendi Abdülhamid Han döneminde cinayet Mahkemesi Reisi Hilmi Efendi'nin bomba muhakemesinde savcısıdır. Şöyle anlatır; " Muhakeme esnasında, Reisin tam celseyi açacağı sırada, mahkemenin hakimlere mahsus kapısı açılıyor ve içeriye bir Ma-beyn (Saray) paşası giriyor. Asker paşası...Paşa şef'"ler, yabancı gazete muhabirleri, hükümet ileri gelenleri ve yüksek sınıfların doldurduğu salonda, mevki ve rütbesiyle mütenasip biryere geçip oturacağına , hakimler kürsüsünün arkasındaki bir koltuğa kuruluyor ve duruşmayı oradan takip etmeye hazırlanıyor.Bunun üzerine Reis, mübaşiri çağırıp, kulağına fısıltı halinde şunları söylüyor; -Git de paşa hazretlerine de ki, orası mahkeme heyetine mahsus bir yerdir ve başkaları tarafından kullanılamaz. Lütfen o koltuğu terketsinler; ve mahkemeyi takip etmek istiyorlarsa rütbeleriyle uygun biryere geçsinler!.. -Mübaşir, kimsenin duymadığı bu sözleri paşaya bildiriyor, fakat buna karşı paşa. yüksek sesle,-Git de Reise de ki, ben burada "Zat-ı Şahane"nin (Padişah) temsilcisiyim ve dilediğim yerde oturabilirim; Hilmi Efendi, bu defa, paşanın sesinden daha yüksek sesle mübaşire haykırır; -Paşaya de ki, burada "Zat-ı Şahane"nin temsilcisi, onun adına kaza icra eden Reistir. Eğer hemen o yeri terketmeyecek olurlarsa, rütbelerine rağmen kendilerini bir jandarma neferiyle dışarıya attıracağım! Paşa bunun üzerine oradan çıkıp gider. Aradan bir kaç saat geçtikten sonra, hakimler odasında Hilmi Efendinin karşısına çıkan başka bir Mabeyn Paşası "Zat-ı Şahane" den şu iradeyi getiriyor; -Paşaya edilen muameleden dolayı utufetlu Reis Efendi Hazretlerini takdir eder ve kendilerine bu hareketlerinden ötürü birinci rütbeden Mecidi nişanını ihsan ederim!" |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#63 |
![]() Fitne Fesat Kargasasi
Osmanlı Devleti, bütün halkını huzur ve refah içerisinde asırlar boyunca bir arada yaşatmasını başaran nadir devletlerden. Osmanlı devletinin âdil, merhametli ve hoşgörülü yönetimi bugün dahi dünya gündeminde Balkanlardan Orta Asya, Afrika içlerine kadar Osmanlının özlemini duyan insanların sayısı hergeçen gün artmakta. Osmanlı devletinin zulüm gören milletleri himaye ettiği ve hangi dinden olursa olsun zulme rıza göstermediği Osmanlı Arşivlerinde çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. . Yahudiler 1492'den sonra İspanya'da barınamadılar ve Osmanlıya sığındılar. Fransa'da 1572'de St. Barthelemy katliami yaşandı. Avrupa din harpleri ile 1648'lere kadar çalkalandı. Diğer taraftan bu yıllarda gayri Müslimler, Osmanlı devletinin âdil idaresi altında huzur ve güvenlik içerisinde yaşıyordu. Osmanlı devleti tüm bunlara rağmen emperyalist Batılı devletlerin sinsi oyunlarından kurtulamadı. İçteki yozlaşma neticesinde başlayan yıkım rüzgarları Batılı devletler için kaçınılımaz büyük bir fırsat oldu. Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan halkları ve bilhassa azınlıkları Batılı güçler, Osmanlıyı parçalamakta maşa olarak kullanmaya çalıştılar. Asırlarca bir arada huzur içerisinde yaşamış bu azınlıkların bazıları maalesef oyuna gelerek kendi kuyusunu kazmaya başladılar. Bilhassa Rusların Ermenilere karşı güttüğü politika onların felaketine sebep oldu. Yıllarca yaşadıkları bölgeleri terket-melerine, yine asırlarca beraber yaşadıkları Müslüman komşularına zulmetmeye başladılar. Rusya, 93 harbinde, bâzi Türk şehirlerini işgal ettikten sonra, buradaki Ermenileri kendi emellerine âlet ederek bağımsızlık amacı ile Osmanlı devletine karşı isyana teşvik etti. Ayastefanos ve Berlin antlasmalarana, Ermenilerin bulunduğu yerlerde ıslahat yapılmasına dâir şartların konulması, bu hükümlere dayanılarak büyük devletlerin Osmanlı Devleti'nin iç işlerine müdahalede bulunması ile Ermeni meselesi ortaya çıktı. Aslında Ermeni meselesi, 'Şark Meselesi'nin bir parçasıydı. 48 Ermeni meselesinin ortaya çıkış sebeplerinin, Osmanlı Devleti top-• rakları üzerinde yaşayan Ermenilerin sosyal, kültürel, ekonomik, idarî ve siyasî statülerinden kaynaklanmadığı; bu meselenin temelinde, yapay olarak oluşturulan ve 'Şark Meselesi' adı ile anılan milletlerarası bir emperyalist stratejinin, güçler dengesi politikasını oluşturmaktadır. 'Şark Meselesi' gayri müslimler için Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını ve kendi lehlerine reformlar yapılmasını, bu çerçevede kendilerini muhtariyete veya istiklâle götürecek taviz ve imtiyazlar koparmayı ifade etmektedir. Ermeni kavmini, asırlarca beraber yaşadığı Osmanlı devleti ve Türk milletine kin, nefret ve intikam duygusu ile peşinen mahkûm edip, kanına kastettirenler Rus, ingiliz ve Fransiz menfaatleridir. Osmanlıya karşı hazırlanan komploda Ermeniler maşa olarak kullanılmışlardır. Ermeni meselesinin ortaya çıkışını hazırlayan sebeplerin başında Rusya, ingiltere. Fransa ve Amerika'nın Osınanli Devle-ti'ne ve Ermenilere karsı takip ettikleri siyaset gelmektedir. Bu devletlerin uyguladıkları siyasetin seyrini özet olarak tespit etmek faydalı olacaktır.Rusya'nin Takip Ettiği Siyasetin Tesirleri: Çar I. Petro (1682-1725) zamanında kendisini Avrupa'da nüfuzlu bir devlet hâline getiren Rusya'nin gözü daima Boğazlarda oldu. Balkanları da ele geçirmek veya kendi yönetimine tâbi kılmak isteyen Rusya, bu gaye ile Balkan ülkelerinde konsolosluklar kurarak onları Osmanlı Devleti'ne karşı teşkilatlandırdı. Böylece Slav-Ortodoks birliğinin ve halkının hamisi rolünü üstlendi. Bu politikasını tatbik için bölgedeki bütün huzursuzluklardan ve bozulan dengelerden istifadeyi de ihmal etmeyen Rusya, 1806'daki Sırp, 1827'deki Yunan isyanının ve 1875-1876'daki Bosna-Hersek ile Bulgar ve Sırp isyanlarının çıkarılmasını temin etmiş ve bunların yayılmasını körüklemiştir. Bu isyanlar sonunda adı geçen halklar namına Osmanlı Devleti'nden toprak koparmak isteyen Rusya'nin bu siyaseti, zaman zaman İngiltere ve Fransa'nın menfaatleri ile çatıştığı için her zaman başarılı olamamış, bunun üzerine Rusya, Osmanlı Devleti'ne karsı harekete geçmeden evvel, elde edilecek pastayı diğer devletlerle bölüşme siyasetini uygulamaya koymuştur. Sıcak sulara inmek, Akdeniz ve Orta Doğu'da hâkim güç olmak emelini, Anadolu topraklarını parçalamakla gerçekleştireceğine inanan Rusya, bu maksatla Ermenilerin yaşadığı Erzurum-iskenderun Hattı'nı ele geçirmeye teşebbüs etmiştir. Böylece Rusya'nin Osmanlı Devletindeki Ermeni kiliseleriyle teması ve Ermeni terör unsurlarını desteklemesi başlamıştır. Doğu Anadolu üzerindeki emellerini. Çar'ın hizmetine giren Ermenilerin öncülüğünde gerçekleştirmeye çalışan, İran ile savaşlarında Ermenileri ön saflarında kullanan Rusya, 1828 Türkmençay Antlasması'yla Doğu Ermenistan kendisine verilip. Iran Ermenileri de bu birliğe katılınca elde ettiği bu yeni güçle Osmanlı Devleti'ne saldırmıştır. 1829'da yapılan Edirne Antlasmasi'yla Rusya'ya göç eden 40.000 Ermeni, muhtar bir Ermenistan kurmak isteyince iş tersine tersine dönmüş, Ermenilerin talepleri geri çevrilmiştir. Böylece Osmanlı devletinin sâdık tebaası olma vasfını kaybeden Ermeniler; Çarlık Rusyası'nda çoğu defa en tabiî haklarına karşı dahi baskı ve zulümler görerek, bu ihanetlerinin cezasını çekmişlerdir. İngiltere'nin Ermeni Siyaseti II. Abdülhamid Han, Bilhassa Rusya ve İngiltere'den çok çekinirdi. Her türlü fitnenin temelinde bu iki güç vardı. Ermenileri kullanarak Osmanlı devletinin dahilinde fitne çıkaran yine bu iki güç idi. Bu güçler, Türk ordusunun devamlı zayıf kalması, Rus donanmasının Boğaziçine gelerek İstanbul meselesinin halledilmesi siyasetini güderken, İngiltere Mısır ve Hindistan sömürgelerinin selameti için Osmanlı devletinin zayıf, her an iç isyan ve meselelerle meşgul olmasını isteyerek fitne tohumları ekerdi. Lider, düşmanını iyi tanımak ve her adımını dikkatlice takip etmek zorundadır. II. Abdülhamid Han, İngilizler'den hiç hoşlanmaz ve İngilizlerin diğer düşmanlaradan çok daha tehlikeli olduğunu belirtirdi. Bu nedenle bu iki güce karşı Almanlarla işbirliği yaparak Ordu'nun güçlenmesini temine çalışmıştır. (70) Rusya'nın ingiliz menfaatlerini tehdit eder vaziyette güneye sarkması ve güçlü bir Karadeniz devleti olması İngiltere'yi dindaşları olarak da harekete geçirmiştir. İngiltere'nin, Rusya'nın kendi çıkarlarım tehdit edecek şekilde gelişmesine mâni olmak gayesiyle, II. Abdülhamid Han'ın takip ettiği usta politikasıyla Osmanlı Devletini Rusya'ya karşı desteklemesi, 1873 yılından, 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşına kadar sürmüştür. 93 harbinde, Avusturya'yı Rus ittifakından ayıran ingiltere, Fransız Ihtilâli'nden sonra Prusya'yı da yanma alarak Rusya'yı sıkıştırmaya başlamasına rağmen, Fransa-Rusya savaşlarında Rusya'yı desteklemiştir. Yunan isyanında Osmanlı Devleti'ne muhalif olan ingiltere'nin bu tutumunu devrin ingiliz Başbakanı Caning: "ingiltere'nin bu tavrının Rusya ile bağdaşmak olmadığı, bağımsızlığını kazanacağı muhakkak olan Yunanistan'in Rusya'ya borçlu olması yerine Akdeniz'de kendilerine dost bir devlet olan ingiltere'ye borçlanmasının daha doğru olacağı" seklinde değerlendirmiştir. İngiltere, 1853'de Rus Cari II. Nikola'nın Osmanlı Devleti'ni paylaşma teklifini reddederek , Kırım Savaşı'nda Osmanlıları desteklemiştir. Ancak 1870'li yıllarda değişen Avrupa'nın siyasi dengesi ingiltere'yi de değiştirmiş ve ingilizler 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarından sonra, Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü savunmaktan vazgeçerek, onu parçalama ve bu topraklar üzerinde kendisine bağlı devletler kurma politikasını benimsemiştir. İngiltere'nin Osmanlılarla ilgili siyasetinin değişmesindeki önemli bir sebep de, Ermeni meselesinin Avrupa'da, 1880 tarihinden itibaren ön plâna çıkmasıdır. Osmanlı Devleti içerisindeki Katoliklerin koruyuculuğunun Fransa'nın, Ortodoksların koruyuculuğunun ise Rusya'nın üzerinde bulunması; ingiltere'nin Islahat Fermam'na din değiştirme serbestisini koydurtarak Protestan Ermenilerin sayılarının arttırılmasını hedeflemesine yol açmıştı. İngiltere bu sayede Protestanlara sahip çıkma siyaseti güderek, Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışma im- kanı elde etmiş, takip edilen bu Protestanlık politikası da Ermeni kültürünü öncelikle ele aldığı için, en ziyade Ermenilerin millî duygularını kışkırtmıştır. Rusya'nin, Osmanlı Devleti'ne karsı tecavüzkâr hareketlerine tek başına karşı koyamayacağını ve kendi çıkarlarım gözetemeye-ceğini gören İngiltere, böylece Ermeni meselesini fiilen kabul etmiştir. Bu yolda ilk adımı da hemen atmış ve Osmanlı devletini tehdit ederek, Rusya'ya karşı üs olarak kullanmak üzere Kibrıs'ı almıştır. Bunun yanında, Doğu Anadolu'daki eyaletlerde yaşayan Hristi-yanlarm lehine ıslahat yapılması hususunda Osmanlı Devleti'nden bir de taviz koparan ingiltere, böylece Ermeni meselesini âdeta ingiliz meselesi hâline getirmiştir. Osmanlı-Rus Savaşı'ndan önce, Ermenilerin Osmanlı Devleti'nden ayrılmak ve bağımsız bir devlet kurmak gibi bir niyetleri olmadığı halde, Ruslar, Ayastefanos Antlasması'na Ermeni meselesini dahi] etmişlerdir. İngiltere de Ermenilere sormaya gerek görmeden Kıbrıs Antlaşmasına Ermeni meselesini dahil etmiştir, ingiltere, bağımsız bir Ermenistan'ı, bunun Rusya'yı zor durumda bırakacağınıOsmanlı Devleti'nin de ilerlemesine mâni olacağım düşünerek desteklemiştir. Fransa'nın Ermeni Politikası . 1870'de Almanya'ya yenildiği için bir süre siyasî manevra yapma ve diğer devletleri etkileme rolünden mahrum kalan Fransa, bu arada Berlin Kongresi'ne katılmasına rağmen tesirli olamamıştır. Ancak, Cumhuriyetin yeniden ilanıyla, tekrar eski rolünü elde eden Fransa, muhtelif grupların siyasî mücadelelerini desteklemeye ve onların sığınak merkezi olmaya başlamıştır. Bu arada Osmanlı Dev-leü'ndeki Katoliklerin koruyuculuğunu da üzerine almış olan Fransa, Kırım savaşına sebep olan Kutsal Yerler Meselesi'nde önemli bir rol oynamıştir. Almanya'ya karşı mağlubiyetini hazmedemeyen Fransa, 1878 Berlin Kongresi nde Almanya ile ihtilâfa düşen Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ingiltere ile de görüş ayrılıklarını hallettikten sonra her üç devlet, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına birlikte gayret sârfetmeye başlamışlardır. Bu bölme ve parçalama planlarında Fransa'nin rolü bir hayli aktif olmuştur. 1830'dan 1921 yılına kadar, Orta Doğu ve Akdeniz'deki dengeyi, Ermeni meselesinde olduğu gibi, yapay bir şekilde ortaya atarak muhafazaya çalışan, bu arada Anadolu'nun işgaliyle, bu topraklarda kendi siyasî nüfuzunu da artırmaya gayret eden Fransa, özellikle Mondros Antlaşmasi'nin imzalanmasından sonra, Ermenilerle münasebetlerini geliştirmiş ve Fransız işgal kuvvetleri, Ermeni milis ve teşkilâtlariyla Türk topraklarının işgaline girişmiş, bu arada milletlerarası görüşmelerde Fransızlar bilindiği gibi, Ermenileri büyük ölçüde desteklemıkşlerdir. Neticede Rusya, ingiltere ve Fransa'nin takip ettikleri siyasetin uzantısı olarak ortaya çıkan ve Ermeni meselesinin de başlangıcı sayılan 1877-1878 Osmanh-Rus Savaşı sonunda yapılan Ayaste-tanos Antlasması'nda, istedikleri bağımsızlık hakkını elde edemeyen Ermeniler, bununla birlikte 3 Mart 1878 tarihli bu antlaşma ile milletlerarası bir antlaşmaya dahil olma şansım yakalamışlardır. Joan Haslip'in bu husustaki görüşleri; "Ermenistan. Patişahın başında devamlı bir gaileydi. Çünkü Abdülhamid'in çok adil ve in- -sani bir şekilde muamele ettiği Ermeniler, Rus ajanlarının tahrikinden ve Amerikan misyonerlerinin verdiği demokrasi bilgilerinden aldıkları cesaretle istiklal istiyorlardı..." (71) "Din ve Irk Ayırım Yapan Avrupa Devletleridir." II. Abdülhamid Han, Ermeni meselesi hakkında İngiliz ajanı Yahudi Vambery'ye şunları söyler; "...Ermeniler aslında Şark gelenekleriyle bütünleşmiş, beşyüz seneden beri bizimle barış içinde kaynaşmış, hiç de savaşçı ve saldırgan olmayan bir Şark ırkıdır. Eğer, orada bir üzücü hadiselere rastlanabiliyorsa, bunların müsebbibi Ermeni milletinin karakterini bilmeyen yabancı politikacıların kışkırttığı ajanlardır. Siz gayet iyi biliyorsunuz ki, ben bir bağnaz değilim; benim için tüm yurttaşlarım, dinleri, mezhepleri ve ırkları ne olursa olsun birdir. Din ayırımı yapan ben değil Avrupa güçleridir. Buna örnek olarak, size bir-kaç gün önce bana ulaşan bir haberi verebilirim. Petersburg'a katip olarak aslen Ermeni olup da sonradan İslam dinini seçmiş birini göndermek istemiştim. Rusların bu adamı kabul etmediğini ve böylece onun yerine başkasını yollamak zorunda kaldığıma inanabilir misiniz? Yine, aynı şekilde bir hadise de Roma'da oldu; Vahan Efendi yerine Müslüman biri elçi gönderdik... Ermenistan'daki kötü şartları düzeltmeye amadeyim; ama bağımsız bir Ermenistan'ın kuruluşuna müsaade edeceğime şu kellemi keserim, daha iyi! Ermenistan'ın kurulması yalnızca dindaşlarımın açısından çok büyük bir adaletsizlik örneği değil, aynı zamanda iktidarımın ve Türkiye'nin varlığının sonu demek olur." (72) Ruslar, Yeşilköy'e kadar gelince, Ermeniler İstanbul içinde sevinç gösterileri yapmaya başlamış; Ermeni Patriği, yanında bir heyet, Rus Başkumandanını karşılamaya gitmiş, Rus zaferini vecd içinde kutlamış ve kendisiyle bir saat kadar başbaşa kalmıştır. Bu konuşma sonucunda "Ayestefanos Muhadesi"ne 16'ıncı madde olarak Ermeni himayesine ait hükümler eklenmiş. Abdülhamid'in ondan sonra kullanılmasına asla müsaade etmediği "Ermenistan" tabiri muahede üzerinde resmileştirilmiştir. (73) Rusya, Kafkasya'daki Ermenilerin daha fazla çoğalmaması ve o yerlerin gitgide asli Ermeni vatanı yerine geçmemesi için, sınırlarını Osmanlı Ermenilerine kapattı. Abdülhamid Han Rusya'yı bu zayıf noktasından yakalayarak onlarla bir anlaşma yaparak Ermenilere karşı sert tedbirler almaya başladı. Ermeniler hakkında ıslahat isteyen Said Paşa'yı Ermenilerden rüşvet aldığı şüphesiyle kuvvetten düşürdü. Bütün Ermeni müesselerini bilhasas okullarını gözaltına aldı ve kapattı. 1890'da Partik Aşkıyan Efendi babıali'ye kafa tutmaya giderken Abdülhamid Han, Bütün Ermeni kiliselerini aynı saat, aynı dakikada, temelinden çatılarına kadar arama emrini verdi. Kiliselerin bazılarında zararlı evrak, gizli muhabereler, silahlar ve bombalar bulundu. Ermenilerle tamamen arası açılan Abdülhamid Han'a "hain" "müstebid" "zalim""gaddar, "kızıl sultan" lakapları takılmaya başlandı. Böylece "Kızıl Sultan" tabirini doğrudan doğruya Ermeniler tarafından bulunmuş ve kendisini sevmeyenler de bu tabiri devamlı kullanmışlardır. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#64 |
![]() Banka
Düşmanın zaaflarını tespit ve bunları yerli yerinde kullanmak en büyük sırlarından biri. Abdülhamid Han'ın Batılı devletlere karşı takip ettiği başlıca siyaseti, her iki tarafın zaafını ayrı ayrı kullanmak ve bunlardan müstakil bir hareket yolu çıkarmaktı. (75) 26 Ağustos 1896'da Ermeniler, yabancı sermayenin bir nevi devlet bankası rolünü oynadığı ve kapısında hükümet kuvvetlerinin nöbek beklediği Osmanlı Bankası'nı bastılar. Genel Müdür Edgar Vensan'ın odasına girerek eline bir liste verdiler. Listedeki isteklerimiz yerine getirilmezse bankayı havaya uçuracağız tehdidinde bulundular. Herkesin şaşırıp kaldığı ve hükümet kuvvetlerinin de ne yapacağını kestiremediği bir sırada Abdülhamid Han bu hayati anında bile son derece sakin ve telaşsız beklemekteydi. Hemen Vükela "Bakanlar" meclisini sarayda topladı ve darhal karar istedi. Bütün fikirler, komiteceliren, jandarma ve asker kuvvetleriyle, son ferdine kadar öldürülerek ezdirilmesi merkezindeydi. Bu da çok kısa sürecekti. Fakat bankanın havaya uçurulma tehlikesi ile dünyaya nasıl bir cevap verilecekti. Bu sırada Abdülhamid Han'a Rus sefareti baştercümam Maksimofun saraya geldiği haberi verilince: O her şeyden haberli, hatta hadiseyi tertip edenlerin başında-dır.Rüşvete de bayılır. Derhal anlayacağı lisanla konuşup gözünü doyurunuz ve komitecilerin Bankayı boşaltmalarını sağlayınız! Emir yerine getirildi, Maksimof saraydan alacağını alarak Komitacı'yı bankadan uzaklaştırdı ve bu hadise böylece kimsenin burnu kanamadan Abdülhamid Han'ın ince siyasetiyle kapanmış oldu. Bankayı işgal edenlere de hiçbir şey yapılmayacağı sözü verilmiş olduğundan bu söz de yerine getirildi. (76) Sultan, Ermeni meselesinde Rusya ile de aynı tebaaya sahip bulunması ve aynı şartlarla karşı karşıya gelinmesi ile Rusya ile sözleşmeksizin anlaşmıştı. İngiltere bu vaziyetten hoşlanmıyor ve Rusya'yı darıltacak, hatta onun hakimiyet hakkına dokunacak faaliyetlerde bulunuyordu. Balkanlar yoluyla İstanbul'a ve Ege denizine inmekten ümidini kesen Rusya, Doğu Anadolu yolundan İskenderun ve Kudüs yönünü kollamaya başlıyordu. Bu da İngiltere'nin Doğu müstemlekeleri ve nüfuz sahası bakımından işine gelmiyordu. Ruslar, istila yollarında daima kargaşalık ve arkalarında emniyet 55 aradakları için Abdülhamid han ile karşılıklı olarak ermenileri baskıya almak fikrinde birleşmişlerdi. İngiltere ise, Doğuda, Afganistan, İran ve Türkiye üzerinde Rus nüfusuna tahammül edemediği için daima aleyhtar tavır alıyor, ve bu dolambaçlı vaziyet, her iki tarafı idare yoluyla istediği gibi hareket etmek niyetindeki Abdülhamid Han'ı sevindiriyordu. Liderler, hayati mesele arzeden olayların üstesinden rahatlıkla gelebilecek kabiliyette sahip olmalı. Osmanlılara imzalattırılan 3 Mart 1878 Ayastefanos [Yeşilköy] mu'âhedesini sultân Abdülhamîd hân bir türlü hazım edemedi. Dâhiyane bir kurnazlıkla 4 Haziran 1878 de İngiltere i!e gizlice anlaştı. Kıbrıs adasının idaresini İngiltere'ye bıraktı. Adanın gelirleri her yıl İstanbul'a yollanacak, ada Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası kalacaktı. Buna karşılık, İngiltere Ayastefanos mu'âhedesinin Türkiye lehine değiştirilmesine yardım edecekti. Böylece, Berlin mu'âhedesi, 13 Temmuz 1878 de imzalanarak, topraklarımızın çoğu geri alındı. Bu harpte, para tazminatı çok ağır oldu. Sultân Abdülhamîd, buna da pek dâhiyane çâre buldu. 1881'de Düyûn-i umumiyye idaresi kurarak, borçlan, ikiyüzelliiki milyondan, yüzaltı milyona indirdi. Bu büyük başarısı, memlekete unutulmaz bir hizmet oldu. idaresi kurarak, borçlan, ikiyüzelliiki milyondan, yüzaltı milyona indirdi. Bu büyük başarısı, memlekete unutulmaz bir hizmet oldu. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#65 |
![]() Tedbir
II. Abdülhamid Han, İçteki ve dıştaki saldırılara karşı dahiyane tedbirler almakta ustaydı. Aldığı bu tedbirleri dünya tarihçileri hayranlıkla dile getirmişlerdir. Bunlar dan biri de şüphesiz ki "Hamidiye Alayları" olmuştur. Araplar ve Kürtler Müslüman oldukları halde onların sosyal yapı ve coğrafi özellikleri dolayısıyla Osmanlı devletinde askerlik yapmazlardı. Devlete sadık olan ve Doğu Anadolu'nun dağlık alanlarında göçebe ve aşiret hayatı yaşıyan Kürtler'in özel hayatlarına karışılmazdı. Buna rağmen Berlin Andlaşması sonrasında meydana gelen yeni sosyal, iktisadi ve siyasi şartlar, Arap ve Kürtler'in de askere alınmasını gerektirdi. (77) Müslüman Osmanlı Milleti batılı tabirle "panislamist" siyaseti gereği bütün milletin devletin herşeyine iştirak etmesi, toprağını,vatanını koruması bilincine sahip olmalıydı. Sultan bu politikası gereğince Kürtleri ve Arapları askere almaya baslıyarak Libya'da yerlilerden "Koloğulları'nı ve Doğu Anadolu'da da "Hamidiye Alaylanrını kurdu. Lider, vatan topraklarını iyi bilmek ve milletinin karakterini iyi kavrayıp şartlara uygun tedbirler almak zorundadır. II. Abdülhamid Han, Doğu Anadolu'ya büyük bir ehemmiyet veriyordu. Ve Berlin Antlaşması sonrasında buralara göz diken en büyük emperyalist güç Rusya idi. Rusya, Doğu anadolu üzerinden İskenderun ve Basra Körfezleri'ne inmek istiyordu. Ermenileri kışkırtan İngiltere, Rusya'nın Güney Yolu'nü tıkamak için Doğu Anadolu'da tampon bir Ermeni devleti kurmak istiyordu. Daha da önemlisi ortaya çıkan Ermeni Meselesi'ne karşı bu toprakların korunması da bizzat toprak sahipleri tarafından yapılmalıydı. Askeri sahada teşkilatsız ve disiplinsiz olan kürtlerin eğitimi ve topraklarının korunması için 60-80 adet Kürt aşiret reisi Yıldız'a cagrilarak Abdulhamid Han bunlarla bizzat görüşerek düzenli süvari alaylarının kurulması için kendilerine devletin üniforma ve teçhizat vereceği, onların Osmanlı ordusunun bütün haklarına sahip bireyler olacaklarım, bu alaylardan herbiri her yıl sırayla, şehri korumak şerefine erişmek için İstanbul'u ziyaret edeceklerini belirtiliyordu. İslam Halifesi ile görüşmekten aşırı derecede memnun Kürt aşiret reisleri: "Bundan Böyle Sultan'ın dostları benim de dostlarım, düşmanları benim de düşmanlarımdır" şeklinde Sultan'a tezahüratlarda bulundular. " (78) II. Abdülhamid Han'ın Kürt aşiret reislerinin kuracağı alaylara "Hamidiye Alayları" adını vermişti. Hamidiye Alayları, Doğu Anadolu'yu Rusya ve Ermeniler'in saldırılarından korumakla kalmayacak, "İslam Birliği" siyasetinin bir gereği olarak merkezi otoritenin tesisi, Doğu Anadolu'da devletin etkin olabileceği yeni bir sosyopolitik dengenin kurulması temin edilecekti. Bununla birlikte askeri disipline sokulan aşiretler bölgede kolluk kuvveti olarak kullanılacaktı. Aşiretleri iskan etmek, onları disiplin altına alarak yerleşik ve medeni bir hayata alıştırmak, eğitmek, aşiret kavgalarına son vermek, bölgenin imarına çalışmak gibi amaçları da güdüyordu. (79) Hamidiye Alayları, 1891'de çıkarılan "Nizamname"ye göre kurulmaya başlandı. Buna göre her aşiret 4 bölükten az, 6 bölükten fazla askeri birlik kuramayacaktı. Kesinlikle alay tesis edilmeyecek, eğitim maksadıyla aşiretler birleştirilmeyecek, komutanları İstanbul'dan gönderilen subaylar olacaktı. Pat i şah, alay kuran aşiretleri ödüllendiriyor, bunlara hediye, nişan ve silah veriyordu. Sultan'ı İstanbul'da ziyaret, imtiyaz ve övünme vesilesi olmuştu. Bu sebepten alay kurmak, bir yarış halini aldı. Karargahı Erzurum'da bulunan 4.Ordu'ya bağlı bu alayların sayısı 1895'de 56'ya yükseldi. Bunlardan beklenen tam disiplin ve başarı sağlanamadıysa da pek çok aşiretin merkezi otoriteye bağlılığı gerçekleştirilmiş oldu. (80) Sultan, Hamidiye Alayları'ndan sonra İstanbul'da Aşiret Mektepleri kurdu. Bu mekteplerin kurulmasının maksadı, emperyalist devletlerin tahriklerine açık olan gerek Arap ve gerekse Kürt aşiret reis ve ağalarının çocuklarının Osmanlı kültürüyle yetiştirilerek devlete ve saltanata bağlamak ve bölgeyi düşmanlardan korumaktı. Bu şekilde Kürt ve Arap aşiretleri merkezi sisteme daha iyi bağlanacaktı. (81) 8 Temmuz 1892'de çıkan nizamnameye göre yönetilen bu okullar, 5 yıl süreli ve parasız yatılı idi. 12-16 yaşındaki aşirete mensup çocukları alınıyor, Türkçe öğrenimine de önem verilen bu okullardan beklenen fayda tam olarak görülemediği için 1907'de kapatılıyordu. Hamidiye Alayları'nın kurulmasıyla Kürt halkının Osmanlı devletleriyle ilişkileri daha sıklaştırılmış, Osmanlıya bağlılıkları pekiştirilmiştir. En önemlisi de Bu alaylar bölgede bir bağımsız Ermenistan devletinin kurulmasını engellemişlerdir. Bölge şartlarını çok iyi bilen Kürtlerin oluşturduğu Hamidiye Alayları, Ermeni saldırıları karşısında Müslüman halkın müdafaasını yerine getirerek büyük bir katliam ve zulümlerden kurtulmalarına sebep olmuştur. Hamidiye alayları olmasaydı silahsız ve disiplinsiz Kürtler, kendilerini eğitimli ve silahlı Ermeni komitacıları karşısında kolay kolay savunamaycaklardı. Sultan Abdülhamid Han'ın ileri görüşlülüğü ile kurduğu Hamidiye Alayları sayesinde ülkenin bütünlüğü ve Müslüman halkın korunması sağlanmıştır, l. Dünya ve İstiklal Harplerinde de büyük faydaları görülen Hamidiye Alayları ile bölgede aynı zamanda İslam Birliği politikası hedefine ulaşmıştır. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#66 |
![]() Icraatlar Lider'in Aynasidir
II. Abdülhamid Han, laf değil, icraat seven bir Sultan'dı. Halkın duasını almak için ona hayırlı hizmetler etmek biricik gayesiydi. O halkı için vardı. Halkına samimi bir şekilde ve hiçbir şey beklemeden hizmet etmek onu çok mutlu ederdi. Hizmetin de ancak kendisine hazırlanan komploların bertarafı ile mümkün olabileceğine inanıyordu. Bu nedenle fevkalade olan aklı, zekâsı ve ilmi ilmiyle memlekete karşı asırlar boyunca hazırlanmış olan sinsi planları görmekte gecikmedi. Memleketin felaketine çalışan ve Batılı devletlerin masası haline gelmiş yöneticileri iş başından uzaklaştırdı. İslâm bilgilerini, ya'nî din ve fen ve ahlâk bilgilerini memleketin her yerine yaydı. Çok sayıda kültürlü din adamı yetiştirdi. Milleti otuzbir sene adalet ile idare etti. Bilgili, temiz bir gençlik yetiştirdi. Haksızlığa, kötülüğe, ahlâksızlığa karşı amansız bir mücadele yerdi. Bu yüzden bazı kimselerin hedefi oldu. Yıllarca kötülendi. İftiralara uğradı. Gelecek nesillere farklı şekilde tanıtıldı. Fakat, insaf ehli tarihçilerin yazılarım okuyanlar ve onun ilme, fenne, sanayiye, ticârete, ahlâka, kısaca insanlığa bıraktığı eserlerini görenler, bu iftiralara aldanmadı. Onun büyüklüğü karşısında hayran kalarak örnek aldılar. Hizmetler II. Sultan Abdülhamid Han, bilim ve teknolojide, medeniyette ilerleme hususunda çok hassas davrandı. Devletin imarı, kalkınmasına yönelik ıslahat prensipleri; dengeci, çağdaş, bağımsız, kendine has ve Avrupa medeniyetinden faydalanma esaslarına dayanıyordu. İyi bir lider, halkına babalık şehfatı ile hizmet edendir. Sultanın gayesi, halkını huzur ve refah içerisinde yaşatmaktı. Bu hususta şöyle diyecektir: "Bir devlet ve milletin varolabilmesi için ancak birkaç şey lazımdır. Din ve dini korumak için bir parça taassup, maarif, milliyet, servet ve sanat" (83) "İyi bir hükümdarın vazifesi, tebaasına babalık etmektir" " Benim esas çabalarım ise, barış ve medeniyet yolunda sarfedilmektir" (84) sözleri maksadının temelini oluşturmaktadır. Ordu, eğitim ve sanayi alanında temel kalkınma hamlelerine hız verdi. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Maliye, Baytar okullarını açtı, Darülfünun (Üniversite) ıslahı, demiryollarının inşası, fabrikaların kurulması, mülkiye ve adliye teşkilatının yeni esaslara bağlanması gibi teşebbüslerle halkın sevgisini kazandı. Sultan, aşırı derecede propagandası yapılan Batı kültür ve medeniyeti baskısının bertarafı için çok gayret sarfetti. Batı'nın tüm yenilik isteklerinin Gayri Müslim tebaanın yararına olduğunu görerek farklı bir politika takip etti. Bu politikanın esası, hizmetlerden sadece gayri müslimlerin değil memleket sınırları dahilinde bulunan tüm insanların faydalanması amacına yönelikti. Batılı devletlerin reform paketleri yerine ülkenin kendisine has reform paketlerini uygulamaya çalıştı. Bir ilaç, her bünyeye aynı faydayı sağlamaz. Abdülhamid Han; Avrupalı devletlerin devamlı hürriyet ve sefbesti taleplerinde samimi olmadıklarım, zaten onlarda olmayan bu serbstilerin kendilerinde olduğunu belirterek, ilerlemenin, bilim ve teknolojide Batılı devletler seviyesine gelmenin yavaş yavaş olacağını, bunda acele etmenin ise memleket için felaket olacağını belirtiyordu; "Memleketimiz, Avrupa ölçüleriyle mütaala edilemez...Bazı yerlerde, Avrupa ortaçağı hayatım sürdüren vahşi, barbar insanlar yaşar. Bu insanlar, Avrupa'nın bugünkü hayatına nasıl intibak edebilirler...Batı'dan gelen bütün yeniliklere düşman olduğumuzu söylemek haksızlık olur" (85) Esaretin diğer bir versiyonu milletleri borçlandırmaktır. Borç para alan devletler, borçlandıkları ülkelerin hizmetkarı ve bir nevi sömürgesi haline gelirler. Abdülhamid Han bunun idrakinde olarak ülkeyi borçla değil, öz kaynakları ile (bağımsız olarak) kalkındırma hedefini seçti. Taklitten kaçındı. Batının kültürü değil, bilim ve teknolojisinden istifade ile en iyisini yapmaya gayret etti. 60 Müesseseleri ve gelenekleri bozmadan memleketi maddeten kuv-* vetlendirecek teşebbüslere girişti. Dış borçların bir kısmını ödedi ve yeni borç almadan ülkeyi kendi imkanları ile kalkındırdı. Onun zamanında kurulan meslek okulları, yapılan kara ve demir yolları, kurulan işletmeler Osmanlı devletini zamanın devletleri ile yarış eder hale getirdi. Düşman tarafından tavsiye edilen kurtuluş reçetesi öldürmek içindir. II. Abdülhamid Han anlatıyor; "İnkişaf (ilerlemek) dış tesirler ve tazyikler neticesinde olamaz; içimizden gelmeli, kendiliğinden tabii olmalı ve kendi yolunu takip etmelidir. İnkılap diye kabul ettirmek istedikleri yenilikler, muhakkak ki bizim felaketimize sebep olacaktır. Neden bunlar bize, bizi mahvetmeye ahdetmiş düşmanlarımız tarafından tavsiye edilmektedir? Çünkü onlar, o inkılapların felaketimize sebep olacak hastalık olduğunu bildiklerinden bilhassa tavsiye etmektedirler. Bizim güya geri kalmış halimize herkes acımakta, Avrupa memleketleri asıl kendilerinde birçok reform ihtiyaçları olduğu halde riyakarca bizim kalkınmamız için bir şeyler yapmamızı istemektedirler. Büyük Devletlerin inkılap talepleri hiç bit- miyor. Memleketimizin teşkilatı hakkında hiçbir şey bilmedikleri halde, nasihatçı rolü oynamaktan vazgeçmiyorlar. Sefirler, sanki hükümdar imişler gibi saraylarında oturuyorlar, ancak birkaç yüksek memurla münasebetleri oluyor ve oturdukları yüksek yerlerden hükümler veriyorlar. Memleketimize ait bütün bildikleri İstanbul ve Adalar'dan ibarettir. Hayatımızın içyüzü hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Dinimizi tanımazlar, dilimizi anlamazlar. Bütün bunlara rağmen, tavsiyelerini muhakkak kabul ettirmeye çalışırlar. Allah'tan kendi aralarında da hiçbir zaman anlaşmazlar. Günümüze ait meselelerde, hepsi kendine göre ayrı bir fikir verir. Müşterek oldukları yegana nokta şudur: Efkar-ı umumiyede, sanki bütün inkılaplar, onların teklifleri ve baskılarıyla yapılıyormuş gibi bir tesir uyandırarak bizi milletimizin önünde küçük düşürmek, buna mukabil Hıristiyan-lar'ı yükseltip, büsbütün güçlenmelerine vesile olmak. Bu inkılap mevzuu şeytanca bulunmuş bir desisedir. Bizi kendi halimize bıraksalar çok daha iyi ederler. Çünkü kabul ettirmek istedikleri bu inkılaplar, milletimizin menfaati bakımından ciddiye alınıp tatbik edilebilecek şeyler değildir. Halbuki kendi irademizle hareket edebilsek yavaş fakat devamlı bir şekilde ilerleyeceğimizden eminim. Eğer bizde bazı inkılaplar kabul edilecekse, memleketin hakiki şartları göz önünde tutularak yapılmalıdır. Yani teferrut etmiş birkaç idarecinin fikir seviyesi değil, halkın medeniyet seviyesine nazarı itibara alınmalıdır. Avrupa'dan gelen her şeyi şüphe ile karşılayan, pek çok defa fermanlarımızı aldığı anda yakın ulema sınıfın aksül emelini de hesaba katmak lazımdır. İnkılapların tatbikinde her adımı atmadan evvel zemini yoklayarak, yavaş, yavaş hareket etmekle haklı olduğuna kaniyim." (86)kuvvet, ayrılıkta sıkıntı ve felaket Birlik ve beraberlikte vardır. Abdülhamid Han maddi ve manevi alanda ilerlemenin ancak birlik ve beraberlik içerisinde çalışmakla, yavaş yavaş olacağım, birden bire inkişafın mümkün olmadığını, emperyalist devletlerin ülkedeki menfaatleri icabınca buna müsaade etmediklerini, devletler arasında güçlü olan yaşar ve güçlü olan haklıdır prensibinin yürürlükte olduğunu belirterek sık sık şunu dile getirirdi; İlerlemek, büyümek ancak iç bünyedeki hu/urun temini ile mümkündür. Allah bize sulh ve sükunet nasip eylesin. Hiçbir memleketin, bizim kadar buna ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum. İdaremizin pek çok eksikliği olduğu, memurlarımızın gevşek çalışmalarında, devletimiz içindeki ebedi ve tahammülsüz kaynaşmayı meydana getirmeyi sebep olduğu tarafımızdan biliniyor. Fakat bizi herşeyden fazla felakete iten, Büyük devletlerin entirikalarıdır. Bu devletler, tabiye-timizdeki milletleri, arka arkaya isyana teşvik etmek suretiyle, bizi her sene daha fazla sıkıntıya düşürmektedirler. Her sene, bu uğurda hiç faydasız sarfettiğimiz milyonlarla ne kadar lüzumlu şeyler yapılabilir. Fakat Büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar ne de sükunet! Gene Büyük devletler sebebiyle halkımızı ilerletmeye imkan bulamadık. Bütün bunlar bizim zayıf kalmamıza sebep oldu. Bize de hiç olmazsa 10 senelik bir sulh tanınsa Japonların o kadar methettikleri ilerlemelerini biz de yakalayabilirdik. Onlar, Avrupa'nın pençesinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyar, emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, tam Avrupa sırtlarının geçiş yerinde çadırlarımızı kurmuşuz." Kuvvet, hayatta kalmanın temel direğidir. Abdülhamid Han anlatmaya devam ediyor; "Hükümran olan tabiat kanunudur. Kuvvetli daima haklıdır. Şimdi biz zayıf olduğumuz için Avrupa korkusuzca sertlik gösterebiliyor. Geriye baktığımız vakit, vaziyetimizin, Büyük devletlerle yaptığımız andlaşma-larla garanti altına alınmış olunduğunu görürüz. Fakat bu andlaşma-lara ve verilen sözlere rağmen, büyük devletler, millet hakkı kanununa hiç aldırış etmeksizin eyaletlerimizi teker teker elimizden aldılar." "Hukuk işlerimizde, yabancıların vesayet iddiaları bizim için haysiyet kırıcıdır. Japonlar bu dertten kurtulalı epey sene olmuştur. Osmanlılara bu hakkı tanımak istememektedirler. Bütün devletlerin tarafgirliği hakikaten sınırı aşmaktadırlar." "Kuvvetli olursak kapitülasyonlar da yavaş yavaş kaldırılır. Gümrük andlaşmaları da değiştirilir. Yabancılara verilmiş bir çok zayıf zararlı imtiyazlar da kuvvet sayesinde hafifletilerek varlığı, yokluğu bir hükümde kalır. Devletin itibarı da o ölçüde artar. İç ve dış işlerimize karışmazlar. Devletin işleri kolaylaşır. Halbuki, bugün sokakta bir Müslüman ile bir Ermeni kavga etse, bir tercüman işe karışıyor. Bunlar devletin tebaasıdır, sizin karışmaya na hakkınız var? Denildiğinde "eli hükm-i limen galabey' (hüküm galibindir) diye cevap veriyorlar." |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#67 |
![]() Medeniyet
Marifet, yabancı medeniyetleri körü körüne taklit değil, faydalı olanı alarak bünyeye adapte etmektir. II. Abdülhamid Han Batı'nın bilim ve teknolojideki ilerlemesine hayrandır ve Osmanlı Devleti'nin bu alanda geri kaldığına üzülmektedir. Ve hatta Batı'daki Bilim ve teknolojideki ilerlemenin sebepleri ve teknolojideki yenilikleri ülkeye getirmek için öğrenciler gönderir. Ne yazık ki giden bu öğrencilerin çoğu Batı'nın bilim ve teknolojisini alacakları yerde Batılı ajanların tuzaklarına düşerler. Bu gençlerden bazıları ülkelererinin terakkisi için gönderdikleri Sultanlarını devirmek ve hatta öldürmek için çalışan İngiliz, Alman ve Ruslarla işbirliği yapmaktan çekinmeyecek ve nihayetinde kendisini tahttan indireceklerdir. Sultan, Batı medeniyeti hakkında şunları söylemektedir: "Avrupa'nın medeniyetine (bilim ve teknoloji alandaki) daima takdir ederim. Fakat Hıristiyanlığı (kültürlerini) hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün taraflarını da görmedim. Başkalarını gelişi güzel taklit etmekten hoşlanmadım. Marifet, bu medeniyeti kendimize uydurabilmektir. Ben bu medeniyetin iyi taraflarını hatta sarayıma getirdim. Yıldız'da cuma ve pazartesi geceleri, temsil-ler,konserler verilmesini emretmiştim." (88) "Avrupa medeniyeti'nin en iyi taraflarını alıp, Şark kültürüyle karıştırmak suretiyle meydana gelecek ve olgunlaşacak yeni bir medeniyeti, bizde ancak gelecek nesiller görebileceklerdir." (89) Gelişi güzel taklit felaket getirir. Birinci Dünya Harbinin başında Başkumandan Vekili Enver Paşayı Beylerbeyi sarayına davet ederek şu tavsiyede bulunur; "Oğlum Enver. 33 sene saltanat sürdüm! Padişahlığım müdde-tince ferdin hürriyetine, şahsiyetine daima taraftar idim. Fakat key- femayeşe bir hürriyeti, gelişi güzel bir serbestiyi de hiçbir zaman hoş görmedim. Hele matbuatta (basında) pek revaçta görülen müstehcen resim ve yazılara sinsi fikirlerin hakim olmasına asla müsaade etmedim. Avrupalıların medeniyetini daima takdir ederim. Fakat Hıristiyanlığı hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün tarafını da görmedim. Başkalarını gerişi güzel aklit etmekten hoşlanmam. Marifet bu medeniyeti kendi bünyemize uydurabilmektir. Ben de bu medeniyetin iyi taraflarını hatta sarayıma getirdim. Yıldızda Cuma ve Pazartesi geceleri, temsiller, konserler verilmesini emretmiştim. Garbın sanatkarlarını, bizzat sarayda hem seyrettim hem müziklerini dinledim. Bu toplantılara haremi, sultanları, damatları hatta harem ağalarımla kalfalarımı dahi davet ettim.Padişah olarak bu memleketin tarihinde ilk Meclis-ı Mesubam ben açtırdım. Fakat mebusların kafi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce aynı Meclisi ben kapattırdım.Bilir misin, Osmanıl Meclis-i Mebusanının verdiği ilan-ı harp kararı bize neye mal oldu? Bu Rus Harbi ile Balkanları, Rumeli'yi kaybettik, Mithat Paşa bu hususta çok ısrar etmişti. Harbin korkunç netayicini (neticesini) ça-64 bük gördüm. Plevnenin şanlı müdafaasına, Karsın kahramanca sa-• vaşına rağmen mağlup olduk. Rus orduları Ayastafanosa (Yeşilkö-ye) kadar geldiler." "Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!..." Sultan anlatmaya devam ediyor: "Evet, Enver Paşa, şimdi siz de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Fakat bu iş acele olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştı. İnşaallah devletimiz ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah felaketli biterse, ister misin ki, bu da bize Anadoluya mal olsun? O zaman elimizde ne kalır? Hareket ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri zapttettiniz.Saraya kadar dayandınız, beni de hal'ettiniz...Unutmayın ki, emrimdeki kuvvetlere asla ateş etmemelerini, kan dökmemelerini bildirmiştim.Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı. Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarınızın gözü hiçbir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler.Beni kaldırıp bir paçavra gibi sokağa attılar.Üstelik 31 Mart hadisesini benden bildiler. Halbuki bunda hiçbir alakam yoktu. Asileri tahrik edenler elbet de vardı. Fakat bunlar asla saraya mensup kimseler değildi. Her devir- de devletin düşmanları olacaktır. Bunları tahkiksiz, mesnetsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdanı bir hareket değildir. Beni en çok üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karasudur. Bu Yahudiyi ne diye karşımıza çıkardınız? Bununla makam-ı hilafet vesaltanatı elin Yahudisine tahkik ettirdiniz. Selanikte bir mason locasının üstad-ı azamı olan bu kişi ile, Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutagelen hilafet, ancak bir Musevi-nin tebligatı ile Hanedan-ı Ali-i Osmanının bir rüknünden alınmış oldu. İftihar edebilirsiniz.Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur içindesin. İstikbalin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum, sana son bir nasihat vereyim: Bugün insanı alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!...Dikkat et!...Allah millete, devlete zeval vermesin!..." (90) Ben Edebin Değil, Edepsizliğin düşmanıyım. Abdülhamid Han'ın sadrazamlarından Halil Rifat Paşa torunu yazar Vedat Örfi Bey tarafından 1922 tarihinde neşredilen ve 72 sayfalık Abdülhamid Han'ın Beylerbeyi sarayında yazdığı bildirilen Hatıratından bir pasaj: "...Beni Edebiyata düşman zan ve böyle ilan ederlerdi. Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve üdebanın değil edepsizliğin düşmanıydım!...Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Beye (Namık Kemal) vefatı gününe kadar kesemden maaş vermez ve oğlunu hizmetime almazdım. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak •Hamid Beyi dolgun maaşlarla terfih ettikten sonra arasıra borçlarını vermek gibi hayrhahlıklarda bulunmazdım....Hayır, tekra ederim ki, ben üdebanın hakiki ve müşfik bir dostuydum.Eğer onlara düşman olsaydım benim de sokak ortalarında edip ve muharrir öldürecek adamlarım yok değildi!" (91) Tasarruf Zenginliğin Sırrı "Dikkatli bir muhasebe ve akıllı bir tasarruf II. Abdülhamid han, çok sade bir hayat sürer, İsraftan ve gösterişten hoşlanmazdı. Zenginliğinin sırrı dikkatli bir muhasebe ve akıllı bir tasarrufa borçlu olduğunu söylerdi. Tahta geçişinden sonra uyguladığı muazzam tasarruf politikasıyla saray başta olmak üzere ülkedeki israfları kıstı. Sarayın masraflarını asgariye indirdi. Saray memurlarının sabah-akşam evlerine yemek götürmelerini dahi yasakladı. Valide sultanlara muhsus imtiyazları kaldırdı. Saray'ın merasim usulü ve teşrifatını sadeleştirdi. Galata bankerlerinin en zengini zeki ve kurnaz George Zafiri'yi kendisine mali danışman tayin etti. Kendi şahsına ayrılan para miktarında indirim yaptı. Yıldız Sarayı masraflarının üçte birini kendi emlak gelirlerinden karşıladı. Kendisine ait işletmelerden 1902'de 8 milyon servet yapmış, bunu devlet haracamalarında kullanmıştı. (92) Dış müdahalelere meydan vermemek için ve alacaklılara emniyetli bir çare olmak üzere Duyun-i Umumiye İdaresi'ni kurdu. Bu idare o dönemde devletlerin fiili müdahalesine kısmen mani olduğu için memlekete faydalı bir kuruluş olmuştu. İktidarı süresince, Avrupa'nın politik kontrolünü sürekli red-66 detti ve bağımsız bir politika takip etmeye çalıştı. Dış güçlerin mü--* dahalesini önlemek gayesiyle dış borçları bir daha almamaya ve aldığı borçlan da vaktinde ödemeye, ülkenin öz kaynakları ile kalkınmaya özen gösterdi. Takip ettiği bu politika sayesinde devlet borçlarının dörtte üçü ödendi. II. Abdülhamid Han, Kapitülasyonlar sebebiyle verimli bir vergi reformu yapmaya muvaffak olamadı. Vergilerin çoğu Müslüman tebaadan toplanıyordu. Gayri Müslim teba Batı'nın adeta şımarık çocukları haline gelmişler ve pazarlıkla çok az vergi vermeye çalıştılar. Adam başına senede 50 TL. ödemesi icap ederken 20 TL ödüyorlardı. (93) Halkın Menfaatini düşünen yöneticiler iş başına getirilmeli. Mister Tomson Sultan Abdülhamid Han'dan şunu nakleder: "Şahsi menfaatlerinden ziyade amme faydalarını düşünenleri işbaşına getirmek lazımdır. İlk vazifem devlet maliyesini yeni baştan tesis ve tanzim etmektir.Türkiye'den alacaklı olanların hakkını korumak, bunları temin için de ciddi surette tasarrufa riayet etmek şarttır. Ben bu sahada en iyi misal olacağım." |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#68 |
![]() Fedakarlik
II.Abdülhamid Han, hesabını bilen, tek kuruşun israfına razı olmayan, buna rağmen yerinde ve sırasında hiçbir fedakarlık ve cömertlikten kaçınmayan hayırsever bir patişah idi. (95) Aynı zamanda halkının dertleriyle yakından ilgilenir, yardım talep edenlerin ihtiyaçlarıyla bizzat alakadar olurdu. Sultan, tahta geçtiği sıralarda Bosna-Hersek ayaklanmış, Karadağ orduyu sarmış ve yenmiş, Sırbistan düzenli ve tehlikeli bir kuvvetle ülkeye savaş açmıştı. Bunu Osmanlı-Rus harbi takip etti. Ulaşım araçlarının eksikliği, Rumelilideki Müslüman halkın dışında kalan azınlıkların ta Edirne'ye kadar uzanan ayaklanmaları ülkeyi bir alev topuna dönüştürmüştü. Ve ülkeye akın eden göçmenler de buna ekleninice içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bu felaketler döneminde göçmenlerin barınma ve iaşelerini temin aynı zamanda ülkeyi borç batağından kutarma çabaları büyük bir hayranlık uyandırdı. Ülkeleri iflasa sürekleyen amillerin başında israf gelir Borç batağına saplanan ülkeyi takip ettiği usta siyasetiyle kısa bir zamanda kurtararak dünyada eski güvenini kazanmasına sebep oldu. Ülkenin felakete sürüklenmesinin sebeplerinden birinin israf olduğunu belirterek; "müsrifliğin ne feci bir kusur olduğunu çok yakından gördüm. Maliyemizi mahveden ve İmparatorluğumuzu iflasın iki parmak ötesine kadar götüren bu israfil hayat değil midir?" diyordu. (96) Osmanlı Devleti, 1854-55 Kırım Harbi yıllarında ilk defa dış borç almaya başlamış ve alınan borçların yanlış kullanımı neticesinde 1880 li yılların başında 250 milyon liraya yükselmişti. Rusya ile yapılan savaş, Osmanlı devletininin ekonomisini çökertti. Yapılan anlaşma neticesinde Rusya'ya ödenecek harp tazminatı 300 milyon ruble idi. Devletin tüm gelirlerinin dahi karşılayamadığı bu ağır savaş tazmitanını Sultan Adülhamid Han vermemekte direndi. Nihayetinde Rus Çar'ı ile kurduğu yakın şahsi dostluğu sayesinde 34 milyona indirildirilen tazminatın faizi ile birlikte yüzyılda ödenmesi karara bağlandı. Yıllık Taksit tutarı ise 350 bin idi. (97) II. Abdülhamid Han bu hususta şunları söylemektedir: "...Ben 1324 (1908) senesinin Temmuzunda hükümeti bu mücahitlere, 1325 (1909) Nisanında da saltanatı şefketli biraderim hazretlerine teslim ettim. Benim zamammda hududumuz, İşkodra'dan Basra körfezine, Karadeniz'den Sahra'yı Kebir çöllerine imtidad ederdi. (Almanac de Gotha) nın 1908 senesinde neşrolunan nüsha-sıyla bu sene çıkanı karşılaştırılırsa, ahlafıma yangın değil, büyük bir ülke, otuz milyonu mütecaviz nüfus, bir ordu terketmiş olduğum anlaşılır. Şöyle böyle on sene oldu. Yani müddet-i saltanatımın bir sül-sü...Asarımın üçte değil, onda birini vücuda getirdiler mi? Makanı-ı hükümdariye geldiğim zaman, üç yüz milyon liraya takarrup etmiş olan düyun-u umumiyemizi, iki büyük harbin ve birçok dahili kı-68 yamlardaki sevkiyat-ı askeriyenin icap ettiği masrafi, tediye ettikten • sonra, otuz milyona indirdiğime muvaffak olmuştum. Yani, bir öşrüne...Nazım Bey'le rüfekası ise, benim bıraktığım otuzmilyon bor-ru bugüne kadar dört yüz milyona çıkardılar.Yani on üç misline. Demek ki, haleflerim, (Makam-ı saltanatta icraya hükm-i nüfuz eden yalnız biraderim olmadığ için haleflerim diyorum) yalnız mik-dar-ı duyunu tezyid hususnda ibzal-i faaliyet ve ihraz-ı muvaffakiyet etmiştir. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#69 |
![]() Güçlü Bir Ordu
Abdülhamid Han, ülkenin içerisinde bulunduğu darboğaza rağmen, ordunun ıslahını, güçlenmesini temin etti. 1897'deki Türk-Yunan savaşının kazanılması Osmanlı ordusunun gücünü ortaya koymuştu. Almanya'dan gayet ucuz ve elverişli şartlarla alınan modern top, tüfek, askeri araç ve gereçlerle ordu donatılmıştı. Milyonlarca mavzer, yüzlerce ateşli toplar dahi tedarik edildi. Ordu güçlendirildi. Her türlü araç ve gereç mükemmel hale getirilmeye çalışıldı. Kısa zamanda toplanıp yığınak yapabilme imkanı sağlandı. Gereğinde bir milyon askeri kuvvetin eğitilmiş ve mükemmel olarak toplanabilmesi için, gerekli komutan ve subaylar daima elde bulun- duruldu. Islahatlar çerçevesinde bilhassa harp okulları ve diğer askeri okullara, ordunun belkemiğini oluşturan kurmay subay yetiştirilmesine büyük önem verildi. 1. Dünya harbinde büyük kahramanlıklar gösteren komutanların çoğu bu okullarda yetişmişti. Gayri Müslimlerden askerlik hizmeti istemek intihardan farksızdır. II. Abdülhamid Han, gayri Müslimlerin askere alınmasına ve asker sayısının indirilmesine şiddetle karşı çıkmış ve "Müslüman olmayanlardan askerlik hizmeti istemeyi düşünmek, hayal kurmaktır ve bizim için intihardan farkı yoktur" derdi. (99) II. Abdülhamid Han, donanmayı da yenilendirme ve güçlendirmede büyük çabalar sarfederek çürüyen gemileri iç ve dış tersanelerde tamir ettirdi. Sultan Abdülazizden sonra dışarıya, Osmanlı tarihinde en çok harp gemisi siparişi veren Abdülhamid han, bir kısım gemilerin de iç tersanelerde üretimini sağladı. Abdülhamid Han'ın bu yöndeki yenilikleri ve donanmayı kuvvetlendirmesi bu- 69 yük takdir topladı. İç tersanelerde Batı ile rakebet edebilecek şekil- • de üretimi mümkün olmayan donanma için Batılı ülkelere yeni harp gemileri siparişi verilerek donanmanın modernizasyonu sağlandı. Ve dışardan temin edilen bu gemilerle de Balkan ve Birinci dünya harbinde büyük başarılara imza atılacaktır. (100) "Orduyu Siyasetin Dışında Tutunuz" II. Abdülhamid Han, ordunun siyasete karıştırılmasının büyük bir hata olduğunu ve kesinlikle siyasete karıştırılmaması gerektiğini bildiriyordu. Fethi Bey'e bu hususta şunları anlatmaktadır: "...Orduyu siyasetin dışında tutunuz. Sizin bugünün zimmam-daran-ı umur (ön plandaki kişiler) arasında olduğunuz hakikatini derpiş ederek (gözönüne alarak) diyeceğim ki, bu hususu ternin için icap ederse her türlü fedekarlığı icap ediyorsa menfi akıbetleri de gözönüne almız. İfade edilmek istenmeyen hangi ahval ve şerait içinde olursa olsun, beni buraya getirmeye vesile olan son askeri hadisede eğer ben, size tavsiye ettiğim askerin siyaset harici tutulmasının aksini düşünseydim, oluk gibi kan akardı.Ordu siyasete itilmiş olursa, bu hata münhasıran dahili gaileler tevlid etmekle kalmaz, vatanın müdafaasını zaruri kılan sebepler önünde, maazallah, memleketin müdafaasını gayr-i mümkün, kifayetsiz kılmak gibi telafisi imkansız felaketlere yol açar.Bugün ordumuzun başında olan mirliva, ferik ve müşirler (bütün kor, orgeneral ve mareşallar) bu kaidenin yetiştirdiği emektar askerlerdir.Kendileri makamlarında ve vazifelerinde kaldığı müddetçe hayırlı yolu terketmezler ümidindeyim. İşte, benim saltanatınız amanında en ali askeri mevkiler eline emanet edilmiş olan Mahmut Şevket Paşa'mn, size yazılmış mektuba vesile olan hassasiyeti de bunun isbat ediyor..." (101) II. Sultan Abdülhamid Han, Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Halice çekip, Avrupa'da yeni yapılan üstün vasıflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. O'nun döneminde askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahve önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini çok severdi. Yunan isyanını bastırmak üzere Ethem paşanın kumandasında gönderdiği askeri, kendisi saraydan idare ediyordu. Askeri, 24 saatte Termopil geçidini aşarak Atinaya girdi. Bütün Avrupa kumandanları buna şaşırdı. Çünki, Alman kurmayları, Osmanlı ordu- • su, Termopili altı ayda geçemez diye rapor vermişdi. Ziraate Aşık Olmak "Beşeriyetin zinginliğinın temelini ziraat teşkil eder." II. Sultan Abdülhamid Han'ın üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri de Ziraat oldu. Hatıralarında "Beşeriyetin zenginliğinin esasını teşkil eden ziraat. Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk yeri işgal eder. Çünkü bütün canlıları besleyen odur" (102) diyerek ziraatın Osmanlı devletindeki önemini belirtir. Kendisi de bilhassa ziraatle uğraşmayı pek severdi. Şehzadeliği zamanında çiftliğinde bitki ve hayvan yetiştirerek çok büyük paralar kazandı ve bunu da saltanatı döneminde devletin hizmetinde kullandı. Ziraate olan bu sevgisi dolayısıyla kendi çiftliğinde bir okul açarak zirai eğitim ve öğretime katkıda bulundu. Maslak çiftliğinde kurduğu bu ziraat okulunda dörtyüz talebe rahatlıkla eğitim alabiliyordu. Saltanatı döneminde bu ülkenin geneline yaygınlaştırıldı. Batı'dan modern alet ve makinalar, yeni tarım teknikleri ve ıslah edilmiş tohum, fide ve fidan getirilerek çiftçilere dağıtıldı. (103) Türkiye ziraatçılarının kaynağını teşkil eden "Halkalı Ziraat Okulu" da Sultan Abdülhamid Han tarafından açıldı. Ve burada eğitim görecek bütün talebelerin ücretsiz olarak okuyacaklarını, okulun iyi eğitim verebilmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağını, ziraatte ve diğer islerde faydalı bir tarzda çalışacak bilgili gençlerin yetişeceği ümidiyle büyük gayretler sarf etti. Ziraatın Batıdaki gelişmelerden de istifade için yurtdışına öğrenciler gönderdi. Bu husustaki görüşleri; "Ziraate olduğu gibi hayvancılığa da önem verilmelidir." "Toprak mahsûllerinin inkişafını temin etmek, başlıca gayemiz olmalıdır. Kaldı ki, sahip olduğumuz memleketin toprakları çok bereketlidir. Ziraatımızı icabeden seviyede tutabilmek için, ziraatçılarımızın modern ziraat ilmini tahsil etmeleri lüzumludur. Floksaray'a (bağları mahveden bu" hastalık) karşı mücadele tekniğini öğrenmesi için Fransa'ya birçok talebe göndermiş bulunuyoruz. Diğer bir kısmı da hayvancılık üzerine tetkikat yapmak üzere Almanya'ya gideceklerdir." (104) Bizim kalkınmamızda ziraatın yanında hayvancılığa da büyük bir rolü olmalıdır. Bu memleket gerek küçükbaş, gerek kümes hayvanlarının yetiştirilmesine müsaittir. Bunun için köylümüzün hayvan yemini teşkil eden maddelerin ziraatına büyük ehemmiyet verilmesi lazımgelir. Sonra, hayvansal maddeler olan süt, süt ma-mülleri,yumurla istihsal elzemdir. Bu suretle dahilde gürbüz bir neslin yetimesine imkan verilmiş, harice de bunları ihraç edecek gelir kaynağı elde etmiş oluruz" ( 105) Abdülhamid Han sulama alanlarının genişletilmesine de büyük önem verdi. Nehirlerin kanallar ile birleştirmesi ve Mısır'da Assu- van'da olduğu gibi bir takım barajlar vücuda getirmenin önemli olduğunu, Fırat ile Dicle'yi, Seyhan ile Ceyhan'ı Sakarya ile Kızılırmak'ı daha faydalı bir hale getirilebileceğini belirterek bir nevi GAP projesinin fikir babalığını yapıyordu. Ve ilk defa Abdülhamid Han zamanında ormanlar devlet koruması altına alındı ve ormana zarar verebilecek keçilerin azaltılması yoluna gidildi. Sultan'ın bu konudaki görüşlerini Zünnun Bey'den nakledelim; "Sulama davalarımız da mühimdir. Nehirlerimizi kanallarla birleştirmek ve Mısır'da, Assuvan'da olduğu gibi birtakım barajlar vücuda getirmek elzemdir. Fırat ile Dıcleyi, Seyhan ile Ceyhan'ı, Sakarya ile Kızılırmağı, bilhassa Karadeniz ve Akdeniz limanlarımızı baştan başa inşa etmek, Anadolu ve Rumeli demiryollarını çoğaltmak pek zaruridir.Sizi temin ederim, yüzbaşım, bütün müddet-i saltanatım boyunca hep bunları düşündüm. Bazı imkanlarda aradım. Fakat bu noktada en korktuğum şey, yabancı sermayenin mevcutkapitülasyonları daha tahammül edilemez hale sokması ihtimaliydi. Esasen düşmanlarımızın mali tazyiki altındayız. Borçlarımız pek fazladır. Yabancı sermaye memleketi bu suretle daha müşkül bir vaziyete sokacaktır. Bir müstemleke haline gelmekten korktum." |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#70 |
![]() Ticaret
II. Abdülhamid Han, devletin kalkınması ve gelişmesinin ancak milli sanayi ve ticari kalkınmayla olacağına inanırdı. Adeta günümüz globalleşmesini daha o günlerden görüyordu. Sermayeyi elinde bulunduran güçlerin dünyaya hakim olacağım bunun da ancak ticaretle olacağına inanıyordu. Sanayi ve ticaret alanında kalkınmayı "devletin beka şartı" olarak görürdü. Zenginleri, mülk sahipleri, sanat sahipleri yabancı olan bir ülkenin kalkınamayacağını belirterek Müslümanların ticaretle uğraşmalarını isterdi. "Patişah olmasaydım tüccar olurdum." II. Abdülhamid Han zamanında 6 halı, 17 kumaş ve dokuma, a ve kiremit, l demir, l konserve, l gühercile, l elmas işlem, l yağ, 2 un ve buz, l mum, l makarna fabrikası yapıldı. 7 askeri fabrika ile ayrıca çeşitli konularda 15 büyük imalathane ve atölye açıldı. Hatıralarında bu hususta şunları yazar: "Gençlerimiz, memur, asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar.Neden hiçbir Osmanlı büyük bir tüccar, mahir bir zanaatkar olmayı düşünmüyor? Ben de marangozluk sanatı ile meşgul olduğumdan, halka iyi bir numune sayılırım. Şimdiye kadar böyle çalışmaya alışmamış olmamız çok yazık. Bu tarz alışılagelmiş düşüncelerden kurtulmak çok güç olur." "Ah! Eğer ben serbest olsaydım, hem bir sanayi mektebi açardım. Yıldız'da yaptığım gibi küçük bir fabrika (çini ve demir fabrikası) tesis ederdim. Gençlere marangozluk, tornacılık, demircilik öğretirdim. Ben böyle az adam mı yetiştirmedim?" "Ticaret ve sanayi kalkınmayı kimse düşünmüyor. Rumlar'ın, Ermeniler'in ticaret memlekete şeref getirmiyor ve hiçbir ilerleme olmuyor. Fakat bizim efendilerde de hiç ticaret arzusu yok" Bilindiği gibi Rum ve Ermeni zenginler, Türkiye'de elde ettikleri kazançları yurt dışına çıkarıyor, zenginleşme sonucu ortaya çıkan Rum ve Ermeni burjuvazisinin bölücülük hareketlerine öncülük ediyordu. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 5 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 5 Misafir) | |
|
|