![]() |
#151 |
![]() 1. Hz.İbrahim’in Mısır’dan Ayrılışı :
Hz.İbrâhim, Irak’ta, Kildanilerin Ur kentinde doğmuş, orada vahye mazhar olmuş, kavminin putataparlığına karşı çıkanca Kral Nemrud onu ateşe attırmış, fakat Allah’ın buyruğu ile ateşin yakmadığı İbrahim, karısı Sâra, kardeşinin oğlu Lut as. ve kendisine inananlarla birlikte M.Ö.1800 yılları civarında önce Harran’a gelmiş, akrabalarının bir kısmını orada bırakarak kendisi, ailesi ve yeğeni Lut as. ile birlikte Ken’an iline (Filistin’e) gitmiştir. Bir kıtlık üzerine erzak bulmak için Mısır’a da gitmiş ise de tekrar Filistin’e dönmüş, o yörenin hükümdarı olmuştur. Tek Allah’a inananların atası sayılır. Bugün yaşayan üç ilahi dinin kurucuları, onun soyundan gelmişlerdir.[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/90. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#152 |
![]() 1. Seb’in Yurt Edinilişi :
Hz. İbrâhim ile Zevcesi ve Câriyesi Mısır’ı terk edip Şam’a (Suriye’ye) hareket ettiği zaman Filistin ile Kudüs topraklarında arasında, Şam çölündeki es-Seb’e diye anlan yere varıp indiler.ti.[1] Kardeşinin oğlu Lut b. Haran da Mu’tefike’ye indi. Seb’den Mutefike’ye bir gün bir gecede gidilirdi. Allah Hz.İbrâhim’e bu sırada peygamberlik vermişti ve o Seb’ denilen yerde bir kuyu kazmış, bir de Mescid yapmıştı. Kuyunun suyu temiz bir kaynak suyu idi. Nihayet Seb halkı Hz.İbrâhim’e eziyet edince o buradan ayrıldı ve ayrılışını müteakip kuyunun suyu çekildi. Seb’ halkı Hz.İbrâhim’in peşinden gittiler ve ondan geri dönmesini istediler; Fakat Hz.İbrâhim geri dönmedi ve onlara yedi tane keçi vererek: “Bunları kuyunun başına götürdüğünüz vakit su tekrar ortaya çıkacak ve eskisi gibi temiz bir su kaynağı olacaktır. Bu sudan içiniz, fakat ay başı halindeki bir kadın buradan avucuyla su almasın.” dedi. Onlar keçileri alıp yola çıktılar, keçilerle birlikte kuyunun başına keçiler hem de kendileri içtiler. Nihayet ay başı adeti gören bir kadın gelip bu kuyudan avucuyla su alıncaya kadar bu sudan içmeye devam ettiler. Ancak bundan sonra kuyunun suyu eksilerek bu günkü halini aldı.[2] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.46-47; Taberi-Tarih c.1/127; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.166. [2] İbn.Sa’d-Tabakat c.1/46-47; Taberi-Tarih, c.1/127; Salebi-Arais s.80; İbn.Esir-Kamil c.1-102; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.166. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#153 |
![]() 1. İbrahim as.’ın Yeni Yurdu Filistin :
Hz.İbrâhim, Seb’den ayrıldıktan sonra Filistin toprağında, Remle ile ilya (Beytü’l-makdis) arasında bulunan “Katt” vela “Kıtt” diye anılan beldeye yerleşti.[1] Bu yeni yurdunda da, bir kuyu kazdı. Evine inen konukları, ağırladı. Konuk, konuklayanların ilki idi ve (Konukların Babası) diye de anılırdı. Yüce Allah, ona, rızık ve geçim bolluğu, servet ve hizmetçiler ihsan etti.[2] Gurbetlerdeki davetçilerin nazarında akide, toprak ve çamurdan ibaret olan vatanlarından çok daha önemli, kavmin, aşiret ve aile efradından çok daha kıymetli olmalıdır. Sıkıntılardan dolayı sarsılmamaları, buraya (vatanlarına) olan teveccühlerinde, heva ve heveslerden sakınmaları, bu hususta Allah’a olan güven ve irtibatları daima kuvvetli olmalıdır. Kimbilir belki Cenab-ı Hak orasını fetheder. Allahu Teala şöyle buyuruyor: “Allah yolunda hicret edeneler arzda sığınacak bir çok yerle ve genişlik bulurlar. Allah’a ve Rasülüne muhacir olarak evinden çıkan ve sonra kendisine ölüm erişen kimsenin mükafaatı Allah’a aittir. Allah, bağışlayıcı ve merhametlidir.”[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Sa’d-Tabakat c.1/47; Taberi-Tarih, c.1/127; Salebi-Arais s.80; İbn.Esir-Kamil c.1-102; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.167. [2] Taberi-Tarih c.1, s.127; Sâlebi-Arais s.80; İbn.Esir-Kâmil c.1, s.102; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.166-167. [3] Nisa, 100. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#154 |
![]() 1. Siz Halâ Hicret Etmediniz mi ?
"...(İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi.[1]" "(İbrâhim ![]() Hz. İbrâhim, kendi kavmine Allah’ın dinini anlatmada hiçbir engel tanımamış, Nemrut’un zorbalığına boyun eğmemiş, her çeşit işkencelere mâruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat onun bütün gayretleri dünyevî bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip kurtarmaya yetmemiştir. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi sapıklıkları istikametinde gitmektedir. Hz. İbrâhim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir. Hz. İbrâhim, kavminin iman etmesine ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve şirk diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için hicret etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer, bir karış yer de olsa, Cennette İbrâhim ve Muhammed (s.a.s.) onun arkadaşı olur.” “Muhâcir, Allah’ın kendisini nehyettiği şeylerden hicret eden/uzaklaşan kimsedir.” İbrâhim (a.s.) ve ona uyan mü’minlerde dünya-âhiret dengesine dair güzel numûneler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, Rabbimiz tarafında övgü ile dile getirilen bu tercih, onların âhiret bilincini kuşanmış olmalarından güç almaktadır. Onlar “putperest toplumdan berî/uzak olma” ilkesini kendileri için tavır olarak belirlemişlerdir. Müşriklerin değer verdiği şirk unsurlarını inkâr etmişler, kötülüğe olan ilgilerini düşmanlık ve nefretle karşılamışlardır. Toplumun kirliliklerinden kesin bir beraat ile Allah’a hicret eden İbrâhim (a.s.) ve arkadaşlarında, âhiret gününü korku ve ümit ile bekleyen bütün zamanların mü’minleri için “müşrik toplumun kirliliklerinden berî olup onlardan tam bir kopuş ile uzaklaşmak” hususunda -güzel örnek bulunmaktadır. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir...[3]" Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, birlikte yaşadıkları halkın olumsuz değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir. Öte yandan ahlâkî hicret ile kendisini arındıran mü’minler, Allah’a ve âhirete öncelik vermelerinden dolayı gerektiğinde bulundukları şehirleri ve ülkeleri dahi terk edebilmelidirler. Çünkü Allah yolunda kararlı bir şekilde mücâdele edip zulüm diyarını terk eden muhâcirlere, hem bu dünyada hasene/güzellik, hem de âhirette güzellik vaad edilmiştir.[4] İster mânevî olarak günahların ve kötülüğün yurdundan uzaklaşmak anlamındaki hicret olsun, isterse mekânsal hicret olsun bu göç, çok büyük Rabbânî bereketlerle donatılmıştır. İbrâhim (a.s.)’in şirkten ve şirk değerlerinden i’tizâl edip uzaklaşmasının nasıl büyük ilâhî lütuflara yol açtığı uzun uzun mübîn olan kitabımız Kur’an’da anlatılmaktadır. Meryem sûresinde İbrâhim (a.s.) ile müşrik babası arasında geçen uzun ve hikmetli konuşmaya yer verilmektedir. Bu âyetlerde ifade edildiğine göre müşrik babasının kendisini çağırdığı yozlaşmaya karşı hicret eden bu hanîf genç, şirkten i’tizâl etmiştir. İ’tizâl, mânevî hicret ile eş anlamlı bir kelime olup; ayrılmak, uzaklaşmak, berî olmak demektir. Müşrik toplumun değer verdiği, ama asla bir kıymeti olmayan tapınma ve sömürme aracı olan putlardan Allah’a i’tizâl/hicret eden, sonra da ıslah olmamakta direten toplumun yaşadığı diyarı terk ederek mekânsal olarak da onlardan ayrılan İbrâhim (a.s.)’in, çağları aşan örnekliği Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: "Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası ![]() İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de i’tizâl ediyorum/uzaklaşıyorum ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.’ Nihayet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden i’tizâl edince/uzaklaşınca (hicret ettiği zaman) Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık.[5]" Her mü’min, muhâcirdir. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Bu yönü ile, yaşadığı şehri hiç değiştirmemiş bir peygamber veya herhangi bir mü’min bile muhâcir sayılmalıdır. Ahlâkî hicret de diyebileceğimiz bu ibâdetin zamanını, zeminini beklemeye hâcet yoktur. İman eder etmez hemen işe koyulmaktır, nefsi kötülüklerden arındırmaktır, nihâî gâye. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. Kısacası, mânevî hicretin genel ilkesi; “halk içinde, ama Hakka uygun yaşamaktır.” Mânevî hicret; mekânsal göçten ve kıtal cihadından önce gerçekleştirilmesi gereken kutlu bir tavırdır. İnsanların hayatında rastlanan şeytanî her hale, her davranışa, her görüntüye karşı alınması gereken bir duruştur mânevî hicret. Bu duruş, büyük bir cihaddır. Öyle ki, iç ve dış diye bölünüp parçalanamayacak bir bütünlük, bir karşı koyuştur. İç âlemimizde ve dış dünyamızda ne kadar kötülük varsa onlardan kaçınmak, her tür şerden ve şer taraftarından hicret ederek uzaklaşmaktır. Ancak bu uzaklaşmadır, bizi Allah’a yaklaştıracak olan. “Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler.[6]” “Odur, doğunun da batının da Rabbi. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O’na yönel, O’nu vekil kıl, O’nun himâyesine sığın. Halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla tahammül et ve onlardan uygun bir şekilde hicret et/uzaklaş![7]” “Ey yalnızlığına bürünmüş olan! Kıyam et/kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an! Elbiseni/özbenliğini temiz tut! Ve ruczden/bütün pisliklerden hicret et/kaçın![8]” Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir. Dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla yârenlik eden yarım gönüllü, kararsız ve kişiliksiz insanları velî edinmek biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Değil mi ki, Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. Öyleyse, şeytanî olan her şeyden, tüm haramlardan hicret etmek lâzımdır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi[9].”[10] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Ankebût: 29/26. [2] Sâffât: 37/99. [3] Mümtehıne: 60/4. [4] Nahl: 16/41. [5] Meryem: 1942-49. [6] Bakara: 2/219; Tevbe: 9/20. [7] Müzzemmil: 73/9-10. [8] Müddessir: 74/1-5. [9] Mümtehine: 60/13. [10] Furkan Eren, Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi?, Haksöz, sayı 114 (Eylül, 2000). |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#155 |
![]() 1. İbrahim’in Tağutu ile Asrımızın Tağutları Arasında Bir Karşılaştırma :
İbrahim’in tağutu dedi ki, “Ben de diriltir ve öldürürüm.” Yani dilediğimi öldürürüm ve dilediğime de idamla hükmeder, sonra onu affederim. “Ben öyle biriyim ki gökleri, yeri, insanı, hayvanı ve nebatı ben yarattım” demedi. Asrımızın tağutları ise; dilediklerini öldürüyorlar ve dilediklerini de idama mahkum edip sonra affediyorlar. Bütün bunların üstünde de kendi nefislerinden Allah’a ortaklar edinmişlerdir. Çünkü onlar kanunlar ve şeriatlar koymuşlardır. Ve bunların tamamının Alllah’ın haklarından değil de kendi haklarından olduğunu iddia etmişlerdir. İbrahim as.’ın tağutu uzun seneler O’nun hakkında konuşmadı, sustu. İbrahim as.’ın bu müddet içerisinde devamlı kavminin ilahlarını kötülüyor ve Nemrud’un tuğyanını her tarafta konuşuyordu. Bundan dolayı tağut İbrahim as.’la münazarayı kabul etti. Uzak ve yakından herkesin şahit olduğu münazara bitti, İbrahim as. muzaffer oldu ve zalimin meclisinden afiyetle sağ salim çıktı. Ama asrımızın tağutları; ağızları kapatıyorlar ve hürriyetleri kısıtlıyorlar, insanalara baskı yapıyorlar. Liderlerden herhangi birine hücum eden birkaç gün ya da birkaç saat kendisini karanlık hapishanede buluyor. Ailesi ve akrabaları onu sorduklarında cevap bulamıyorlar. Mücerret olarak kendilerine sor sormaktan men etmeseler de, tağutla münazaraya gelince bundan daha büyük bir cürüm yoktur. Bundan dolayı biliyor ve anlıyoruz ki, asrımızın tağutları baskı ve zulüm bakımından İbrahim as.’ın tağutundan çok daha şiddetli ve çok daha fazladırlar.[1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 187,188. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#156 |
![]() 1. İbrahim as. Örneğinden Almamız Gereken Üç Misyon :
Birincisi: Onlardan (Allah’a şirk koşanlardan) ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinden beri olmak (yüz çevirmek). İkincisi: Onları reddetmek. Üçüncüsü: Onlar tek olan Allah’a inanıncaya kadar düşmanlık ve buğzu başlatıp sürdürmek, bunu ebedi olarak açıkça ve üst seviyede söyleyerek ilan edip açıklamak. İşte bu, kendileriyle kavimleri arasındaki ilişkiyi kesmede en ileri bir derecedir. Buna ilaveten, ebedi bir düşmanlık ve buğzun başlamasındaki yegane sebep, küfrün ta kendisidir. Eğer onlar bir tek olan Allah’a inansalar, bunların tamamı aralarında son bulur.[1] İbrahim as.’ın babası için istiğfar etmesine gelince, o daha babasını davetteki ilk dönemindeydi. İbrahim as. babasının şirk üzere ısrar etmesini beklemiyordu. Ve zaten sadece onun için hidayet temenni ediyordu. Cenab-ı Hak: “İbrahim’in babası için istiğfarı, ona söylediği bir vaadden dolayı idi. Babasının Allah’ın düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. İbrahim cidden çok niyaz eden ve çok halim selim bir insandı.”[2] Buyurmaktadır. İbrahim as. babasından beri oldu, yüz çevirdi. Tıpkı Nuh as.’ın hanımından ve oğlundan beri olduğu ve Rasûullah Sallahu Aleyhi Vessem’in en yakın müşrik akrabalarından yüz çevirip beri olduğu gibi. Üstad Seyyid Kutub bu ayeti-i Kerimelerin tefsirinde şöyle diyor: “Müslüman, İbrahim as.’ın kıssasına bakarken O’nun asıl bir nesebi olduğunu, uzun bir geçmişinin bulunduğunu ve hayatının zaman boyunca uzanıp gelen güzel bir örnek olduğunu görür. Sadece İbrahim as.’ın inancı konusunda değil; bilakis karşılaştığı tecrüberinde de bunu görür. Neticede müslüman, O’nun büyük bir tecrübe birikimi olduğu şuuruna varır ki, bu birikim kendi şahsi tecrübe birikiminden ve içinde yaşadığı neslin tecrübelerinden daha da büyüktür. Bu taife Allah’ın dinine inanarak zaman boyunca uzanıp gelirken O’nun koruyuculuğunda ve himayesindedir. Bazen olur ki müslüman yaşamakta olduğu olayın aynısı daha öncede geçmiştir. Bazen de bu taifenin tecrücbesi öyle bir kararda son bulur ki, o kararın aynısını ve bu tecrübeyi bugün herhangi bir müslüman da elde etmiştir. Çünkü yeni veya ilk defa ortaya çıkan bir şey değildir. Ve mü’minlere meşakkat veren bir külfet de değildir... Sonra müslümanın uzun ve geniş bir ümmeti vardır ki kendisiyle inancının düşmanları arasında irtibatlar yeşermeye başladığında, o, bu ümmetle birlite akidede buluşur ve o akideye döner. Çünkü müslüman, bu yüce, geniş, derin, köklü, pek çok dalları olan tam ve mükemmel gölgeli ağacın bir dalıdır. Öyle bir ağaç ki ilk müslümanlar bu ağacı dikti... İbrahim de, (as.)...”[3] İşte iman, muttakilerin imamı olan İbrahim as. ile, şekli en çirkin bir hale döndürülmüş olarak helak olanlardan babası Âzer’in arasını, işte böyle ayırdı. Ebu Hureyre’den, radıyallahu anh, gelen bir rivayete göre Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurudu: “Kıyamet günü İbrahim babası Âzer ile, yüzünde korku ve toz toprak olduğu halde karşılaşır. Ve İbrahim ona der ki: Ben sana, bana asi olma demedim mi? Babası da O’na der ki: Bugün sana isyan etmeyeceğim. İbrahim der ki: Ey Rabbim, muhakkak, insanların haşrolunduğu günde beni rezil etmeyeceğini bana vaad ettin. Peki, uzaklaştırılmış (rahmetten kovulmuş) babamın rezilliğinden daha büyük rezillik mi var? Bunun üzerine Cenab-ı Hak da buyurur ki: “Ben Cennet-i kafirlere haram ettim.” Sonra İbrahim’e denilecek ki: Ey İbrahim, ayaklarının dibinde ne var? O da bakar ki kesilmiş, pisliklere bulaşmış bir hayvan. Derken o hayvan sırt kısmından tutulap Cehennem’e atılır.” [4] Hafız İbn-i Hacer diyor ki: “İbrahim bin Tahman’ın rivayetinde ise; Cenab-ı Hak İbrahim’in babasını İbrahim’den alır ve O’na; “ey İbrahim baban nerede?” diye sorar. O da: “Sen onu benden aldın” der. Cenab-ı Hak da “aşağıya bak” der. O da bakar ki bir kurt, leş kokulu ağzıyla toprağı karıştıryor, pis salyaları etrafa dağılıyor.” Ve Eyyub’un rivayetinde ise; “Cenab-ı Hak İbrahim’in babasını ayıı şekline koyar. İbrahim de o leşin pis kokusundan nefret ettiğinden parmaklarıyla ayının burnundan tutar. O anda Cenas-ı Hakk O’na, “Ey kulum, o senin babandır” der. İbrahim de “senin izzetine yemin olsun ki bu benim babam değildir, der.” Said’in rivayet ettiği hadiste de: “Cenab-ı Hak onun şeklini çok kötü bir surete çevirir ve kokusu ise iki tane sırtlan suretinde etrafa yayılır. İbn-i Münzir de bu son veche şunu ilave eder: İbrahim babasını bu şekilde gördüğünde ondan yüz çevirir ve der ki, sen benim babam değilsin.” Hafız İbn-i Hacer devamla der ki: “Deniliyor ki, babasının suretinin böyle değiştirilmesindeki hikmet; İbrahim’in kendisi dahi ondan nefret etmesi ve kendi suretinde Cehennem’de kalıp bundan İbrahim’de bir üzüntü bırakmaması içindir.”[5] İbrahim ki, Halilür Rahman olduğu halde, Kıyamet gününde babasına hiçbir fuayda sağlayamıyorsa, onu ebedi olarak Cehennem ateşinde yaanmaktan kurtaramıyorsa!.... Cenab-ı Hak İbrahim’in lisanı üzere şöyle buyuruyor: “Ne peygambere ne de mü’minlere akrabaları bile olsa, onların Cehennem ehli oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra müşrikler için istiğfar etmeleri doğru ve caiz değildir.”[6] Peki bazı insanalar ne oluyor ki, evliyaların ve salihlerin kabirlerini ziyaret için izel olarak seyahatlar yapıyorlar, o kabirlerin etrafında tavaf ediyor, o kabirler için kurban kesiyor ve Allah’tan başka hiç kimsenin günün yetmeyeceği şeyleri ölülerden istiyorlar. Kabirlere tapanlar, duanın da bir ibadet olduğunu ve sadece Allah’a yapılacağını unutuyorlar. Allah’ın Nebileri ve evliyaları ise hiç kimseden herhangi bir zararı gidermeye malik değildir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “De ki: Allah’tan başka ilah oldukları zannetiğinizi çağırın. Onlar, sizden bir zararı gidermeye ve değiştirmeye güç yetiremezler. Gerçek şu ki, onların o taptıkları da Rabb’lerine –hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar. O’nun azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.”[7] Şunu söylemek de çok yerinde olacaktır. Muhakkak Kureyş müşrikleri Allah’a inanıyorlar ve putların kendilerini Allah’a yaklaştırdıklarına inanıyorlardı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “...O’ndan başka mabud edinenler; “biz bunlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” derler.”[8] Muhakkak ki Allah’ın indindeki mes’uliyet tektir ve her nefis kazancına göre rehindir. Ahiret’teki kurtuluş mihveri ise; Peygamber as.’ın getirdiği üzere sahih bir iman ve imanın gereği salih amel iledir. Yoksa şahıslara, evliya ve Enbiyalara ibadette değildir. Şefaat ise, ancak Cenab-ı Hakk’ın izniyle olur. Müşrikler küfürleri üzeri ölürlerse, Allah onları bağışlamaz ve hiçbir şefaatçının şefatı da asla fayda vermez.[9] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Edvau’l-Beyan, c.8, s.138; M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s.162. [2] Kur’an-ı Kerim: Tevbe, 9/113. [3] Seyyid Kutub, Fi Zilalil Kur’an, c.2, s.62. [4] Buhari Sahih’inde rivayet etmiştir. Fethü’l Bari, 7/197, El-Ebad (uzaklaştırılmış) babasının sıfatdır. Çünkü Cenab-ı Hak’dan (Rahmetten) çok çok uzaktır. Ve denildi ki, o helak oldu da onun için ona bu sıfat verilmiştir. [5] Fethu-l Bari, c.10, s.115 ve c.7, s.197; M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s.165. [6] Kur’an-ı Kerim: Tevbe, 9/113 [7] Kur’an-ı Kerim: İsra, 56,57. [8] Kur’an-ı Kerim: Zümer, 39/3. [9] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s. 166, 167. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#157 |
![]() I. BÖLÜM: İBRAHİM AS.’IN SINANMASI
1. İbrahim Aleyhisselâm’ın Gücü ve Cesareti : İbrahim as.’ın hayatı; babası, kavmi ve Nemrud’la yaptığı münazaraların çokluğuyla özellik arzetmektedir. Bütün bu münazaraların tamamında da hasımlarının ağızlarını hak ile kapatıyor, kat’i deliller ile onların dillerini (ağızlarını) dizginliyor. Bundan öte, İbrahim as. kavmine karşı istidrac metodunu (akıllarına göre derece derece ve yavaş yavaş) uygulardı. Sonra onlara çeşitli planlar uyguluyor, O’na karşı hiçbir şey yapmıyorlardı. Aralarında suçluyken birden bire yargı makamı olur, onlar sanık durumuna düşerlerdi. Yarışın ipleri (dizginleri) hep O’nun elindeydi. Öyle ki, mücadele zamanını ve yerini onlara İbrahim as. tayin eder, sonra da aralarından muzaffer olarak çıkardı. Cenab-ı Hakk’ın tebliğiyle emrettiği hücceti onlara hakkıyla anlatmış ve tebliğ vazifesini ifa etmiştir. Nemrud’la münazarasından bahseden ve delileri Nemrud’a hakkıyla göstermesinden sonraki durumu anlatan şu ayete bak: “Ve kafir şaşarıp kaldı”[1] Bir de delil kendilerini çaresiz bıraktıktan sonra İbrahim as.’ın kavminin zayıf halini ortaya koyan şu ayet: “Bunun üzerine vicdanlarına dönüp kendi kendilerine: Şüphesiz zalimler sizsiniz, dediler. Sonra başlarını önlerine eğerek; buunların konuşamayacaklarını sen de bilirsin, dediler.”[2] İbrahim as.’ın gücünün sebebi baştan sonuna kadar Cenab-ı Hakk’a aittir. Allahu Teâla, İbrahim as.’a ikna etme gücünü ihsan buyurmuştur: “Bunlar, kavmine karşı, İbrahim’e verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derece derece yükseltiriz. Muhakkak ki senin Rabb’in Halim ve Alîmdir.”[3] Şüphesiz ki Cenab-ı Hak kullarına ve Peygamberi İbrahim’e ihsan buyurduğu mevhibeleri (kendi katından verilenleri) en iyi bilendir. İbrahim as. geniş kalpli ve halis niyetliydi.... İşte bundan dolayı bütün insanlar O’nun aleyhinde olsalar da, kendisiyle birlikte hanımı ve kardeşinin oğlundan başka hiç kimse olmasa da, O, kavminin arasında başlı başına bir ümmet idi. Buna mükabil zamanımızda, milyonlarla ifade edilecek kadar pek çok davetçi buluyoruz fakat, bunların tamamı İbrahim as.’ın kuvveti seviyesinde olamamışlardır. Bu da, meselenin keyfiyyeti, (niteliği) olup, kemmiyyet (sayı) meselesi olmadığını kuvvetle izah ve ispat eder. Kendisinde halis niyet, engin bir ilim ve geniş bir vukufiyetle meselelere çözüm getirilebilecek gücün ve hakkı haykırabilecek cesaretin toplandığı davetçiler gerçekten çok azdır. Bazen de sadık mücahidler olur; fakat ilimlerinin azlığından ve dinin hükümlerini kuşatamadıklarından olayları karıştırırlar. Bazen de isim sahibi olur; fakat hakkı haykıramaz... İyi bilin ki, İslâm ümmeti, İbrahim as.’ı örnek alacak, her yer ve zamanda Allah’ın hüccetini kullarına gösterecek bununla karşılarına dikilecek erlere acele ihtiyaç vardır. Böyle erlere ne kadar da muhtacız.[4] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: 2/258. [2] Kur’an-ı Kerim: 64,65. [3] Kur’an-ı Kerim: En’am, 83. [4] M. Surur b. Naif Zeynelabidin, Allah'a Davette Peygamberllerin Metodu I, Guraba Yayınları: s.251-253. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#158 |
![]() 1. Allah-u Teala’nın Nimetini Tamamlaması :
“Rabbin seni böylece beğenip seçecek, sana rüya yorumuna dair bilgi öğretecek, nimetini daha önce ataların İbrâhim ve İshak’a tamamladığı gibi, sana ve Yakub oğullarına da tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[1] Meâl/ Tefsiri: “Demek ki, Rabbin seni böylece onbir yıldız, güneş ve ayı sana secde ettirdiği gibi, gönülden itaat eden kullarından olasın diye beğenip risalet görevine seçecek, sana meselelerin, olayların tahlilini, ilmi esaslara dayalı yorumunu, akıl yürütmeyi, rüya yorumuna dair bilgileri öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetini, peygamberliği ve devletini tamamladığı gibi seni rasul yapmakla, senin ve Yakup ailesinin üzerindeki lütuf ve nimetini, peygamberliği ve devletini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin gizli açık her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan, her şeyi yerli yerinde yapandır.”[2] Süleyman Ateş diyor ki: “Bu ayette Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’a atası İbrâhim’e ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi kendisine de nimetler vereceğinin, olayların yorumunu öğreteceğini söylediği anlatılmaktadır.”[3] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi diyor ki: “Hz. İshak, Hz. Yusuf’un dedesidir. Hz. İbrahim ise Yusuf’un dedesinin babasıdır. Yüce Allah bunlara büyük nimetler bahşetmiştir. Bu nimetlerin en göz kamaştırıcıları ise peygamberlik nimetidir.” [4] Mahmut Toptaş diyor ki: “Peygamberlik insanların seçimiyle olmaz. İnsanları yaratan, yaşatan ve yöneten Rabbin seçimiyle olur. İlimde demokrasi olmadığı gibi dinde de demokrasi olmaz. Bir tane ilim adamı “Su, iki hidrojen bir oksijenden meydana gelir.” dese, milyonlarca insan da: “Hayır biz bu görüşü kabul etmiyoruz” deseler halkın sözü değil, alimin sözü doğrudur. Ama ucuz politikacılara göre yanlışta ısrar eden çoğunluğun dediği doğrudur. Yusuf’u (a.s.) Mısır’a peygamber olarak seçen Allah’tır. Bugünkü toplumların, milletlerin de en hayırlısının Muhammed ümmeti olduğunu Allah haber vermiştir[5].Yusuf’un Mısır’ı müslüman yaptığı gibibu ümmet de dünyanın İslam’a göre yönetimini sağlayacaktır. İnşaallah.”[6] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Yusuf, 12/6. [2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/95. [4] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 4/221. [5] Al-i İmran: 3/110. [6] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 4/124. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#159 |
![]() 1. İbrâhim as.’ın Sünnet (Hıtan) Oluşu :
Erkek üreme organının da bilinen o deriyi (gufle)’yi kesilmesine hitan denir. Kur'ân'da "Sünnet" (hıtan) ile ilgili bir âyet bulunmamakla birlikte, müslümanlığın simgesi olarak kabul edilmiştir. Geçmişi Hz. İbrâhim'e kadar varan sünnet, câhiliye devri arapları arasında da devam edegelen bir âdetti. Araplarda hem kadın hem de erkekler sünnet edilirdi. Erkeğin sünneti için "hıtan" kadınların sünneti için "hafd" kelimesini kullanmaktaydılar.[1] Günümüzde sünnet tıbbî ve geleneksel olmak üzere iki amaçla yapılmaktadır. Tıbbî olanı şüphesiz bazı hastalar için zorunlu görülen bir operasyondur. Geleneksel olanı ise Hz. İbrâhim’in insanlığa bıraktığı bir adettir ve bugün yaygın olarak “Sünnet” tabir edilmektedir. Bu adet, Yahudiler’in kaynaklarında, Tanrı, Yahova ile Peygamber İbrâhim arasında, İsrailoğulları’nın seçilmişliği hususunda yapılan ittifakı temsil eden bir sembol olarak gösterilir. [2] Tevrat’ın İbrâhim’in sünnet olması hakkında söyledikleri yıl itibariyle farklılık gösterir. “Ve Allah İbrâhim’e dedi : Aranızda her erkek sünnet olunacaktır. Ve gulfe etinizden sünnet olunacaksınız; ve sizinle benim aramdaki ahdin alameti olacaktır. Ve aranızda evde doğmuş, yahut senin zürriyetinden olmayıp her yabancıdan para ile satın alınmış olan sekiz günlük her erkek çocuk nesillerinizce sünnet olunacaktır. Ve ahdim, ebedi bir ahid olarak sizin etinizde olacaktır.”[3] İsa (a.s)'ya kadar böyle devam etmişken sonradan hıristiyanlar bu âdeti bozmuş ve "hıtan", kalbin guflesini (kalbi bürüyen perdeyi) atmaktır, şeklinde yanlış bir yorumla sünneti bırakmışlardır.[4] Netice olarak diyebiliriz ki, Yahudiler hitan Tanrı tarafından seçilmiş olmaktan dolayı üstün ırk olmanın bir sembolü görüp onu sürdürmeyi dini bir vecibe sayarak, ifrada düşmüşlerken, Hıristiyanlar onu tamamen iptal ederek tefrite varmışlarıdır.[5] Sünnet olmayı, İbrâhim as.'ın sınandığı kelimeler arasında sayan müfessirler, ilk sünnet olanın İbrâhim as. olduğunu; onun, 120 yaşında sünnet olduğunu, ondan sonra seksen yıl yaşadığını söylüyorlar. Bu konuda rivayet edilen hadisler arasında karışıklık vardır. Şöyle ki; Abdu'r-Razzak'ın Ebu Hureyre'den çıkardığı hadise göre İbrâhim 120 yaşında iken sünnet olmuş; Müslim'in yine Ebu Hureyre'den çıkardığı daha sağlam bir hadise göre de İbrâhim as. 80 yaşında iken sünnet olmuştur. İbrâhim as. Kadum veya Kaddum (Keser) ile kendisini sünnet etmiş, bundan sonra da, seksen yıl daha yaşamıştır. İbrâhim as. ilk sünnet olan insandı. İbrâhim as.'ın, Amâlikalılarla yaptığı savaşta, iki taraftan pek çok ölenler olup kendi adamlarını gömmek için tanıyamadığından, müslümanlık alameti olmak üzere sünnetle emrolunduğu da, rivayet edilir.[6] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Şamil İslâm Ansiklopedisi cd. Sünnet Maddesi c.5. [2] Bkz. Tesniye, 30/6; Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.49. [3] Tekvin 17/9,13, 22,26; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/137. [4] Buhari, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 112; Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Maddesi c.5. [5] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 50. [6] Şamil İslâm Ans. Sünnet Maddesi c.5; Kur’an Ans. Süleyman Ateş c.9 s.136; Kurtubi el-Câmi c.2, s.99. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#160 |
![]() 1. Sünnete Aid Bazı Hükümler :
Sünnet olayı; "bir canlıya acı çektirmek, ancak o canlıya yarar sağlar ve yarar canlıya çektirilen acıdan fazla olursa caizdir" şer'i kaidesine dayanmaktadır. Peygamberimiz (s.a.v) bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar: "Dört şey var ki, bunlar peygamberlerin sünnetlerindendir. Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek[1]"[2] Sünnet olmak, erkekler için sünnetir.[3] Sünnet olmak, Müslümanı, Müslüman omayandan ayırt ettiği için, dinin şiârından olmakla beraber farz değil, sünnettir.[4] Sünnet’in Vâcib ve Müstehab olmak üzere, iki vakti vardır ; Sünnet’in Vâcib vakti, büluğ çağıdır ve onu, geçiktirmemek gerekir. Sünnet’in Müstehab vakti, büluğ çağından öncedir. Çocuğu, doğumun yedinci günü veya kırkıncı günü sünnet ettirmek, müstehabdır. Sünnetin, müstehab vakti, özürsüz geciktirilmemelidir.[5] Peygamber (a.s) torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i doğumlarının yedinci gününde sünnet ettirmişti. [6] Hattabî diyor ki; "Sünnet olmak fiili her ne kadar öteki sünnetler arasında sayılıyorsa da ilim adamlarından bir çoğuna göre vacibtir. Çünkü sünnet olmak hem dinin ve hem dindarlığın şiarıdır. Müslüman kimsenin kafirden ayırdedilmesi buna bağlıdır. Savaş alanında öldürülenler arasında sünnetli bir kimseye rastlanılırsa, diğeri de sünnetsiz bulunursa, böyle bir durumda sünnetli kimse üzerine namaz kılınır, defni sağlanır. İslâm kabristanına gömülür" demektedir.[7] İslâm öncesi Arabistan'da sünnet bir Hijyen tedbiri olarak düşünülmüştür.[8] Araplarda sünnet bir temizlik ve güzelleşme operasyonu olarak kabul edilir. Bundan dolayı sünnet karşılığında "taharet" kelimesi de kullanılmaktadır.[9] İmam Zührî: “Bir erkek, Müslüman olduğu zaman, yaşı, büyük bile olsa, sünnet olması kendisine emredilir.”[10] Sâlim de: “Aabdullah b. Ömer, beni ve Nuaym’ı, sünnet edip bizim için bir koç kesti. Bize, koç kestiğinden dolayı, çocuklara karşı, neşelendiğimizi, gerçekten, kendimizde hissetmiştik.” Demiştir.[11] Sünnetin hangi yaşlarda yapılacağına dair ortak bir görüş yoktur. Bölgelere göre 7 günlükten 13 yaşına kadar değişmektedir. Çocukların buluğa ermeden sünnet ettirilmeleri babalarının bir vazifesidir.Çocuk buluğa erdiğinde şeriat hükümleriyle yükümlü bulunacak, ilahî buyruklara göre amel etmekle emrolunacaktır. O halde bu çağa henüz girmeden sünnet olmalı, sünnetli bir şekilde mükellef düzeyine gelmelidir. Böylece ibadeti, İslâmın çizdiği şekilde sıhhat kazanır. Şeriatın belirttiği ölçüde dosdoğru olarak gerçekleşir. Fakat velinin görevi, çocuğun sünnetini, onun doğumunun ilk günlerinde yerine getirmesi, düşünmesi ve böyle yapmanın daha uygun olduğunu bilmesidir. Böylece çocuk kendini tanımaya başlayıp temyiz çağına geldiğinde kendisini sünnet olmuş bulur. İleride bundan ötürü kendi kendisini hesaba çekmez. İçinde herhangi bir üzüntü ve ürküntü bulunmaz. Gerçekten çocuk akletmeye başlayıp eşyayı asıl anlamıyla anlamayı idrak edince kendisini sünnet engelini aşmış olarak görmesi güzel ve kolay bir hava oluşturur.[12] Süleyman Ateş diyor ki: “Çoğunluğun kanısına göre müslüman olan yaşlı bir adamın sünnet olması müstehabdır. (güzeldir ama şart değildir). Hasan Basri, yaşlının sünnet olmamasına müsâade eder, sünnetsiz müslümanın şahitliğinde, kestiği hayvanı yemekte, hac ve namazında bir sakınca görmezdi. İbn Abdi’l-Berr de alimlerin çoğunun bu görüşte olduğunu söylemiştir.”[13] Hasan Basrî diyor ki: “Rasûlüllah, (s.a.s) Efendimize uyarak bir çok kimseler İslâm'a girdi. Siyahı, beyazı, Romalısı, İranlısı, Habeşlisi... Ama bunlardan hiç birinin sünnet olup olmadıkları araştırılmadı. Şayet sünnet olmak vacib olsaydı, sözü edilenler sünnet olmadan İslâm dinine kabul edilmezlerdi" demektedir. Ancak bu delil sünnet olmanın ihtiyari olduğu ispatlayacak nitelikte değildir.”[14] Süleyman Ateş diyor ki: “Kur’ân-ı Kerim’de sünnet hakkında hiçbir hüküm ve işaret yok, hadislerde de sünnetin, sadece Hz.İbrâhim’in bir geleneği olduğu belirtilirken; zamanla sünnet, müstehabların değil, farzların da önüne çıkarılmış ve İslâmın bir simgesi, olmazsa olmaz bir gereği haline getirilmiştir. Oysa bu, sadece bir sünnet (güzel bir gelenek)’tir, İslâmın temel şartlarından veya hükümlerinden değildir. 45-50 yaşında müslüman olmak isteyen bir insanı, onsuz müslüman olunamayacağı düşüncesiyle sünnet ettirmeğe kalkmanın, bir anlamı yoktur. Bu uygulama, geleneğin, öze egemen kılınması demektir. Oysa asıl din, şekil değil, özdür.”[15] Ahmet Baydar diyor ki: “Kur’ân-ı kerim “Hitan”’dan bahsetmez. Bu konudaki hadisler ise onu temizlenme sebepleri arasında gösterir. Hadislere göre hitan diş temizleme gibi, peygamberlerin doğal sünnetlerindendir. Nitekim bazı hadis kitaplarında Peygamberlerin tırnak kesmek ve koku sürünmek gibi temizlikle ilgili uygulamalarıyla birlikte anılır. Bu kaynaklar, hitanın şerî bir hüküm olmaktan ziyade, meşru bir temizlik vesilesi olduğunu göstermektedir. Yani sonuç olarak bu uygulama, temizliği vesiyesiyle hayata sıhhat getiren bir peygamber (ler) fiilidir.”[16] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Müsned. [2] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Müddase c.5. [3] Ahmet b.Hanbel-Müsned c.5, s.75; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170. [4] Bedrüddin Aynî-Ümdetülkarî c.22, s.45; İbn.Hacer-Fethulbari c.10, s.288; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170. [5] İbn.Hacer-Fethu.barî c.10, s.289; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170. [6] Aliyyülmüttaki-Kenzül’ummal c.5, s.108; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170, Şamil, İslam Ansiklopedisi, c.5. [7] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Maddesi c.5. [8] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Maddesi c.5; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İrfan Yayımcılık: s. 291. [9] Karslızade Cemalettin, Me'debetül-Hıtân, İstanbul 1252 H., s. 7, Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Maddesi c.5. [10] Buhari-Edebülmüfred s.322; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170. [11] Bulari-Edebülmüfred s.321; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.170. [12] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Maddesi c.5. [13] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/137, Kurtubi, Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an: 2/99,101. [14] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Sünnet Müddesi c.5. [15] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/137. [16] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s. 51. |
|
![]() |
![]() |