![]() |
#161 |
![]() 1. İbrâhim as.’ın, Ölenlerin Nasıl Diriltileceğini Görmek İstemesi :
“İbrâhim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrâhim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. Bunun üzerine Allah "Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir" buyurdu.”[1] Meâl/Tefsiri: “Hani bir zamanlar İbrahim öldükten sonra dirilmenin keyfiyetini merak edip: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. Allah İbrahim’in niyetini bildiği halde insanların yanlış anlamaması için: "Yoksa öldükten sonra dirilmeye inanmıyor musun?” buyurunca: “Hayır ben zaten öldükten sonra dirilmenin varlığına, senin herşeye kadir olduğuna inanıyorum, hatta Nemrud’la bile tartıştım, bu konuda asla şüphem söz konusu değildir, fakat nasıl olacağını merak ediyorum, bu konuda bir takım tahminlerim var, yakinimin artması, kalbimin mutmain olması, huzur ve sükun bulması için bunu istiyorum." demişti. Allah, insanlara karşı şahit olsun diye dostu İbrahim’in isteğini kabul ederek ona: "O halde dört kuş yakala, onları iyice tanı, şekillerini öğren ve onları kendine alıştır; sonra onları kes, parçala, birbirine karıştır ve her dağın üzerine onlardan bir parça koy. Ardından onları “Allah’ın izniyle gel!” diye çağır; onların nasıl canlandıklarını, her kuşun parçalarının nasıl bir araya toplandığını ve nasıl tanıdığın o kuşlar haline geldiğini göreceksin. Öyleki onlar koşarak, çırpınarak sana geleceklerdir. Bil ki şüphesiz Allah izzet sahibi, güçlü, kuvvetli olan, herşeyi yenen hiçbir şeye yenilmeyen, hüküm ve hikmet sahibi olan, herşeyi olduğu gibi bilen ve gerekeni en güzel şekilde yapandır.” buyurmuştu. İşte Allah, kıyamet gününde dünyanın dört bucağında bulunan ölüleri de böylece diriltip kendisine çağıracaktır.”[2] Bu ayette Hz. İbrâhim'in düşüncesi ve ona gösterilen mu'cize anlatılıyor. Konu ile ilgili olarak Bazı Müfessirlerin Ayet Hakkındaki Görüşleri: Taberi'nin belirttiğine göre İbrâhim as. yolda yürürken, ölmüş, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar tarafından parçalanmış, kemikleri ortaya çıkmış bir hayvan görmüş. Onu bu halde görünce durup düşünmeğe başlamış: "Ya Rabbi, biliyorum sen bu hayvanın vücudunu yırtıcı hayvanların ve kuşların kursağından toplayıp bir araya getirecek ve bunu dirilteceksin. Ama bu işi nasıl yapacaksın? Bunu bana göster! " diye yalvarmış. Allah'ın kudretinden kuşkulandığından dolayı değil, kalbindeki inancı daha da güç kazansın diye böyle söylemiş. Çünkü bilmek, gözle görmek gibi değildir. Gözle görmek, daha kesin bilgi verir. Yüce Allah da ona dört kuş alıp bunları kendisine çekmesini, yani kendi yanında bulundurup yaratılışlarını iyice incelemesinin, sonra bunlardan her parçayı bir dağın başına koyup bunları çağırmasının; bu kuşların koşarak kendisine geleceklerinin buyurmuştur.[3] Süleşman Ateş diyor ki: "Biz, ayetten şöyle bir anlam seziyoruz; Nasıl evcilleştirilip, insana alıştırılan kuşlar, nerede olsalar, sahiplerinin sesini duyunca ona koşarlarsa, ruhlar da Allah’ın çağrısına koşarlar. Bu, her canın, kendisini çağıran Rabbinin huzuruna koşacağının anlatmaktadır. Nitekim “ O gün o çağrıyı gerçek olarak duyarlar. İşte bu, (dirilip) çıkış günüdür. Yaşatan ve öldüren ancak biziz, biz. Dönüş de bizedir. O gün yer, onlar (ın üstün)den yarıl(ıp açıl)ır, (çağırana doğru) suratle koşarlar. İşte bu, toplamadır; bize göre kolaydır.”[4] Ayetlerinde de ruhların, Yüce Divana çağıranın sesine doğru koşacaklarını belirtiyor. Kuşlar, alıştıkları sahiplerinin sesine koştukları gibi canlar da sahipleri, rableri olan Allah’ın Çağrısına koşar; O’nun huzurunda toplanırlar. Ayette anlatılan diriltme, ahirette ruhun kalkıp Allah’ın huzuruna, Yüce Mahkemeye gitmesidir." Ebu Müslim’e göre bu ayette, İbrâhim’in, kendisine söyleneni yaptığına dair bir kanıt yoktur. Zaten bu emrin yapılması da istenmez. Zira iyice açıklanmak istenen bazı haberler, emir kipiyle söylenir. Meselâ biri sana mürekkebin nasıl yapıldığını sorsa şöyle dersin: ”Şunu şunu al, Şöyle şöyle yap, mürekkeb olur.” Bu emir, adamdan mutlaka öyle yapmasının istemek değil, mürekkebin nasıl yapılacağını ona anlatmaktır. Kur’ân’da haber anlamı taşıyan emir çoktur. Burada sözkonusu, ölüleri diriltme hakkında bir temsildir.[5] Fakat Müfessirlerin genel kanısına göre ise; ayetten kasıt, kuşların kesilip parçalarının ayrı ayrı dağlara konmasıdır. Gerçi ayette Hz. İbrâhim’in kendisine emredileni yaptığı belirtilmiyor ama sözgeliminden böyle yaptığı anlaşılıyor. Hz.İbrâhim, Allah’ın buyruğu uyarınca dört kuş (rivayete göre tavus, güvercin, karga, horoz) almış, bunları inceledikten sonra kesmiş ve bunların her parçasını bir dağın başına koymuş; sonra bunları kendisine çağırmıştır. Dağılan parçaları bir araya toplayıp Allah’ın kudretiyle yeniden can bulan kuşlar, koşarak Hz.İbrâhim’e gelmişlerdir. [6] Ahmed Baydar'a diyor ki: “Surhünne ileyke” biçimindeki söyleyişi, “Onları kes” şeklinde çevirmek dil açısından doğru olamaz. Çünkü bu anlamda metindeki “İleyke” yani “Kendine, sana” tümleci kaybolmaktadır. Biz ayet mealinde, “Onları alıştır” şeklinde olan çeviriyi tercih etmek istiyoruz. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın Hz.İbrâhim’e göstereceği şey yaratma anlamındaki “Halk” değil, diriltme anlamındaki “İhya” idi. İhyâ olayında da öncelikle akla gelmesi gereken, bedensel bir inşâ değil, ruhsal bir kıyâm olur.[7] Celâleyn diyor ki: “İbrahim (a.s.) diriltmeyi bildiği halde o diriltmeyi sordu ki Allah ona sorduğu şey hususunda icabet etsin ve işitenler de onun maksadını bilsinler. Fesurhunne kelimesi fesirhunne şeklinde de okunmuştur.”[8] Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Bu üçüncü kıssadır. Bunda, yok olduktan sonra tekrar diriltmeye delalet eden gözle görülür deliller vardır. Mücahid diyor ki: Bu kuşlar tavus, karga, güvercin ve horozdur. İbrahim (a.s.) onları kesti sonra söylenenleri yaptı ve onları çağırdı. Onlar koşarak geldiler. Müfessirler şöyle der: Hz. İbrahim onları kesti, parçaladı, tüyleri, kanları ve etlerini birbirine karıştırdı. Sonra başlarını elinde tutarak vücutlarını parça parça dağların başına koydu. Sonra da Yüce Allah’ın emrettiği gibi onları çağırdı. Gözleri önünde tüylerin, etlerin ve kanların birbirine doğru uçarak biraraya gelip eskisi gibi kuş olduklarını gördü. Sonra bu kuşlar, Hz. İbrahim’in (a.s.) istediğini daha iyi bir şekilde görebilmesi için hızla yürüyerek ona geldiler. Bunu İbn Kesir anlatmıştır. Hz. İbrahim’in “Ölüleri nasıl diriltirsin?” diye sorması, Allah’ın kudreti hakkında şüphesinden değil, diriltme olayının nasıl cereyan ettiğini öğrenme merakındandır. Nasıl manasına gelen keyfe’nin kullanılmış olması da bunu göstermektedir. Keyfe, durumu sormak için kullanılan bir edattır. Rasulullah’ın (s.a.v.) şu sözü de bu manayı pekiştirir. “Biz şüpheye, İbrahim’den daha yakınız.”[9] Yani biz şüphe etmiyorsak, İbrahim’in şüphe etmemesi daha evladır.”[10] |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#162 |
![]() Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor di: “Allah, "her şeye gücü yeter" olunca, bizzat kendisi dilediği şekilde dirilttiği ve hayat verdiği gibi, bunu kullarına da ihsan edebilir. Hayat ve nur (ışık) verdiği kullarına o hayat ve o nurdan diğerlerine dökecek bir hayat verme ve aydınlatma gücü de verebilir ki, bu da "nurun alâ nur" (nur üstüne nur) olur. Buna örnek olmak üzere de bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Bana göster, ölüleri nasıl diriltirsin?" demişti. Şüphe yok ki, "Benim Rabbim hayat verir ve öldürür.[11]" diyen İbrahim "Ey Rabbim!" dediği zaman, "Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim!" diyor, "Ölüleri nasıl diriltirsin?" demekle de "Bilirim sen ölüleri diriltirsin, fakat nasıl yaptığını tamamen bilmediğimden, hayat feyzi gibi diriltme feyzi de bende ortaya çıkabilir mi? Buna karar veremiyorum da düşünüyorum, bana bunu göstermeni niyaz ediyorum." demiş oluyordu. Rabbi, İman etmedin de mi ki? Yani nasıl olduğunun ayrıntısını bilmiyorsan, sırf söylenmesi (ıtlakı) ile inanmadın da benim nasıl dilersem öylece hayat vermeye, diriltmeye gücümün yettiğini bilip iman etmedin mi? İman için görmek mi lâzım ki, "göster" diyorsun, dedi. Bunda herhangi bir nitelik özel bir belirleme ifade eder. Mutlak ilâhî gücün ortaya çıkışı ise sonsuzdur. Onlar tamamen görünmez, ancak mutlak bir imanla bilinir. Sen ise mükemmel bir müminsin, o halde neden "göster" diyorsun ve hangi "nasıllığı" görmek istiyorsun? Burada, elbette ben istersem sana da gösteririm, fakat bütün "nasıllıkları" değil, bazısını gösteririm gibi, uyarı cilvesini andıran bir müjdeleme vardır. O zaman sorduğu sorunun nedenini ve amacını belirlemekle İbrahim, evet, ya Rabbi! İman ettim, sen dilediğin zaman hayatı bana, bende gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin rahat etmesi için, o imanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını dindirmek, imandan bizzat görmeye, kesin bilgiden kesin müşahedeye, hayattan hayat verilmesine geçmek için istiyorum, dedi ve asıl amacının her türlü leke ve kusurdan temizlenmiş ve sürekli bir kalp hayatı olduğunu ve bu şekilde "makamı hullete" (içten sevgi ve dostluk makamına) erip sonsuza dek Halilullah (Allah'ın dostu) olarak kalmaktan ibaret bulunduğunu ortaya koydu. Bu âşıkane niyaz üzerine, Allah hayatın uçup giden bir şey olduğuna işaret olsun diye buyurdu ki, öyle ise kuşlardan dördünü -rivayete göre “Ettayru” kelimesindeki elif-lâm ahd için olmak üzere tavus, horoz, karga, güvercin veya kartal tut da bunları çevir, kendine meylettir, kendine bağla. “Sur” Hamze kırâetinde Sâd'ın kesresi ile “Sir”, diğerlerinde zammesiyle “Sur” okunur. Zammelisi “Sûr”dan, kesrelisi “Sîr”den gelir ki, ikisi de, "imâle" (meylettirme, bir tarafa eğme) anlamına birer lügat (sözlüktür) tır. Parça parça kesmek, biçim biçim kesip ayırmak anlamlarına da gelir. Zammeli okunuşu, "imale" (meylettirme), kesrelisi (kesme) anlamına olduğu açıklanmış ve iki şekilde de tefsir edilmiştir. Fakat kesme anlamı âyetin daha sonrasından da anlaşılacağı için burada "imale" yeterlidir. "İmale"nin “İlâ” ile kullanılması (sılalanması) da kendine bitiştirme, katma anlamını verir veya bu anlamı gerektirir. Bunun için âyetin anlamı: Onları kendine meylettir, evir, çevir, kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine özel gerçekleri (karekterleri) ile bil, tanı, demektir ki, bununla tutulacak kuşların, özelliklerini ve kimliklerini oluşturan özel biçimlerini iyice düşünülerek, tasavvur edilerek, kavranarak hayat sırrını elde eden kendilerine özel gerçeklikleri ile tanınıp İbrahim'in ilmine katılması, gerçek biçimleri ve sabit olan varlıkları ile İbrahim'in nefsine zammolunmaları (katılmaları) diriltme gücü için bir şart olduğu gösterilmiştir. Bu şekilde tutulan kuşlar hayat şekilleriyle İbrahim'in ilminde sabit olarak (yer ederek) İbrahim'in nefsine katılacak, İbrahim'in de Allah'a kendi isteğiyle tam olarak dönmesi dolayısıyla bu nokta, diriltilecek ölülerin Allah'a dönmesi prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu olduktan sonra da ilim ile irade arasındaki ilginin ortaya çıkışından "Kun: ol" emrinin, bir anda meydana gelişinden başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay olur. İşte bu önemli kurallara dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Onları tut, kendine meylettir, nefsine kat, özel varlıkları ile ilmine al, kendine bağla. Sonra nefsinde parça parça tahlil et, parça parça ayır ve her dağın başına bunlardan bir parça koy, sonra onları çağır, Allah'ın izniyle irade ve diriltmenin hükmü ortaya çıksın da, sana koşarak gelsinler, sen de şunu bil ki, Allah mutlaka azizdir, hakîmdir. Önce, bütün mümkinata (olabilen şeylere) gücü yeten, hakîm ve hiçbir nedene mahkûm ve mağlup olmayan bir izzet sahibidir. Bununla birlikte fiilleri ve bunların sonuçlarını birbirine bağlamış, onlara da bir diğerine sebeb olma ve onun sonucu olma özelliği vererek, aralarına bir düzen ve tertip koymuş ve dolayısıyla eşyanın parçalarını birbirlerine karşı da bağsız, ilgisiz bırakmamış, hepsinin arasında özel düzenlemeler ve sonuç bağlantılarıyla da gücünü göstermiş olan, işlerin sonuçlarını ve eşyanın amaçlarını bilen bir hikmet sahibidir. Böyle fiillerinin normal nedenlere, düzgün kanunlara dayalı olması, her birini olağanüstü yollarla meydana getirmekten aciz olduğu için değil, her fiilinde sonsuz hikmetler ve yararlar bulunduğu içindir. Sebeplerin yaratıcısı olan Allah, ilk sebep ve en yüce fail olduğu için, hiçbir sebeb yaratmayıp her fiilini doğrudan doğruya bir harika olarak yapmaya da gücü yeter. Ancak o zaman fiilleri arasında kendinden başka hiçbir bağlantı yönü, münasebet ve eşyada bu sanat ve sağlam yapı bulunmazdı. Kuşkusuz yalnız illetlere ve sebeplere bağlı sonuçlar yaratmak başka, aynı zamanda o sonuçları, bir diğerine birbirini takib eden sebepler ve sonuçlar hâlinde bağlayarak yaratmak yine başkadır. "Hayat verir, öldürür, her şeye gücü yeter.[12]" olan Allah'ın ne izzeti hikmetine aykırıdır, ne de hikmeti izzetine aykırıdır. Bütün sebeplere ve onların sonuçlarına hakim ve onları kontrolünde tutan (gâib) olan izzeti, onların hepsini durdurmaya da kâdirdir. Sebeblere yapışıldığı zaman, O dilemezse hiçbir şey olmaz. Hikmeti ile sebeblere geçerlilik verdiğinden dolayı, izzetini, yaratılmış olan sebeblere bırakmış da değildir. İşte Allah böyle bir aziz ve hakim olduğundan, ölüleri de dilerse kendinden başka hiçbir sebebe bağlı olmayarak diriltir ve dilerse hikmetiyle bilinen sebeblere dayalı olarak diriltir. Her olayda hem izzeti, hem hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte ilk yaratması izzetine, ikinci yaratması da daha çok hikmetine bağlıdır. Hikmetlerinden birisi de kullarının imanlarına ve tercihlerine bile özel bir sebeblik vermiş olmasıdır ki, bu sebeblik dirilmenin sırrına kadar çıkabilir. Ve bu sayede, insanlar, mecburi bir dönüş ve mecburi bir dirilme ile ergeç zorunlu bir hayata atılacakları gibi, isteyerek dönüş ve isteyerek dirilme ile de seçilmiş bir hayata ve hatta isteğe bağlı bir dirilmeye nail olurlar ki, din ve ahiret mutluluğu bunun içindir. Demek ki, "O'nun gücü yeter." icmal (kapalı anlatım), ve "çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesi ise tafsildir (açıklamadır).
(Uzeyr), icmal makamında, izzet hükmü ile mecburi diriltmeye, İbrahim, makam-ı tafsîlde (açıklama makamında) izzet ve hikmet hükmü ile hem mecburi diriltmeye, hem isteğe bağlı diriltmeye ermiştir. O Halilullah (Allah'ın dostu)tır. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim bu emirlere sarılıp muradına erdi mi, ermedi mi diye düşünmeye gerek yoktur. Gerçi bu noktayı âyet açıkça belirtmiyor. Fakat bu emirler ya emr-i tekvînî (yaratmaya ait emir) veya emr-i teklîfî (yükümlü kılma emri) veya emr-i ta'cizî (âcizliğini ortaya çıkarmak için emir)dir. Tekvînî emir olduğuna göre bunun gereklerinin, meydana gelecek bir iş olacağında kuşku yoktur. Teklifî emir ise, İbrahim'in bunlara aykırı davranıp isyan etmesi söz konusu olamaz. Ta'cizî emir olmalarına ise hiçbir gerekçe ve işaret bulunamayacağı gibi, âyetin devamındaki ifadeler buna aykırıdır. Çünkü âyet Cenab-ı Allah'ın, müminleri karanlıklardan nura (ışığa) çıkarmasını ve diriltme gücünü temsil ve Hz. İbrahim'i övmek için gelmiş bulunmasının bir sonucu olarak, Allah İbrahim'i bu emirlerle âciz ve mahrum bıraktı demek açıkça batıldır. Dolayısıyla Hz. İbrahim tarafından bu emirlere uyulmakla diriltmeyi ve hayat vermeyi gözlemleyerek kalbin tatmin olmasının gerçekten meydana geldiği, sözün anlamından tam olarak ortaya çıkmaktadır. Ve bu konuda önceki (selef) ve onlardan sonra gelen bütün tefsircilerin görüş birliği ve rivayetlerin ittifakı da vardır. Bizce doğrusu, bu emirler teklifî emirler olmakla birlikte, tekvinî emri de içermektedir. Hz. İbrahim'in Rabbine kâmil imanla tam bir dönüş yapması, Allah'ın izni ile diriltmenin nasıllığından bazısının kendisinden ortaya çıkışını gözlemleyerek, kalbini tatmin eylemesine neden olmuştur. Bir taraftan harikalarla dopdolu olan, diğer taraftan en yüksek ilmi ve hikmetli kanunları kapsayan şu iki hikâyenin akıllara durgunluk verecek yönlerini anlatıp açıklamakla tüketmek mümkün değildir. Bunlarda ilâhî Kürsi'nin hakimiyetinin tecellisi (ortaya çıkması) kadarı gayet açık ve bununla birlikte onun gibi kavranması mümkün olmayan marifet sırlarını da içine almaktadır. Bunlardan herkes kendi derecesine göre nura dalar. En genel olmak üzere şunu söyleyebiliriz ki, bu âyet bize hiç söz götürmez bir yakîn (kesin bilgi) sırrını telkin etmektedir. Hayatın gerçek yönüne dair gerektiği kadar bilgi elde edilir ve en yüce başlangıç noktasına ulaşma, bağlanma sağlanırsa, diriltmenin ve hayat vermenin bir irade meselesine, bir "ol" emrine bağlı olacağı görülecektir. Bunu akıllarına sığdıramayanlar şu örneği düşünebilirler: Bir insan nefsinde ilmî şekli var olan bir şeyi kalbinde dilediği gibi parçalasın, birbirinden ayırsın, parçalarını duman gibi her yöne savursun; sonra dönüp yine kalbinden o şeye önceki gibi aynen "gel" diye irade yöneltsin, o anda Allah aksini isteyip de ona bir unutma veya diğer bir arıza vermezse derhal görür ki, o dağılmış parçalar bir anda aynen önceki gibi toplanır, gelir karşısına dikilir. İşte iç (enfüsî) âleminde her zaman olup duran bu hafıza ve akılda canlandırma işi bize bir vücudu, o vücud da bir diriltmeyi ve hayat vermeyi simgeler. Ve bizim ruhumuza göre iç âlemin (sübjektif âlemin) sırları ilâhî ilim ve iradeye göre sübjektif ve objektif bütün varlıklar âleminin sırlarına en açık örnektir. Bizim zihnimizdeki şekillerin değişmelerindeki tahliller (analizler), terkipler (sentezler) her gün bize bu varlıkta binlerce diriltme ve hayat verme örnekleri arz ederler ki, birçokları irademizin sonucudur. Her hatırlama bir diriltmedir. Bunlar bizim nefsimizin kürsisi olan, kalbin ve beynin hâkimiyet alanıdır. Bütün subjektif ve objektif kürsileri, gökleri ve yeri kuşatan Allah Teâlâ'nın ilâhî ilim ve iradesi altında bulunduğundan buna, karşı ufuklar tasavvuru söz konusu olamaz. "Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu içindedir, gökler de O'nun kudretiyle dürülmüştür[13]." âyeti gereğince bütün canlar ve bütün varlık âlemi bir avuç içinde dürülüdür. Allah'ın diriltmesi ve hayat vermesi, bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan daha hızlıdır. Dolayısıyla bütün yaratma alanında her şey O'nun bir "ol" emrinin sonucudur. O emir, bize yöneldiği zaman biz de O'nun hükmünü kendimizde ve kendi dışımızda görürüz. Ve nitekim dışarda yapabildiğimiz şeyleri de bu sayede yaparız. İşte Hz. İbrahim, Allah'a dönme ile dostluk makâmında bir tekvînî emri de kapsayan bu emirler üzerine, o kuşları Allah'ın izniyle tutup kendine katıp bağlayabildiğinden dolayı öyle bir kalb hayatına ermiştir ki, sübjektif diriltme örneği üzere, bir irade ile objektif diriltmeyi kendinde gözleyebilmiştir. Allah'ın, yalnız "Hayy" (diri) değil, "Muhyî" (dirilten) olduğunu ve yarattığını görmüş; hem aziz, hem hakim olduğunu anlamış, izzetine kendini teslim ederek hikmetinden Halilullah (Allah dostu) olmuş, zorunlu dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka olacaksa, tam bir istekle O'na dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin gerçekleştiğini görmüş, bu sayede Nemrud'un ateşini söndürüp gül bahçesi, gül tarlası yapmıştır. Allah böyle işleri çekip çevirendir. Ve peygamberlerin mucizelerinde ortaya çıkan harikalar ve hayat verme sırları hep böyle demektir. Bunları akla sığmaz görmek, kendinin karşısındaki dış dünya gibi, Allah'ın karşısında ufukların birtakım ortakları (şürekây-ı âfak) veya O'nun üstünde bir şey var saymaktan doğar ki, şirk ve inkâr da bu demektir. Allah derken, böyle bir tasavvurda bulunmak ise çelişkidir. Bu çelişkiden çıkamayanlar ise ebedî olarak karanlıklara mahkûmdurlar. Bundan ancak Allah çıkarır. O da zorla değil, iman ile çıkarır. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#163 |
![]() Allah'a iman etmek aklın başıdır. Akıl herhalde bir kaynak, bir başlangıç noktası, bir tutamak arar. Onu Hakk'ın izzetine teslim edip O'nun sağlam kulpuna yapışmalı, hikmetine uymalıdır. Din ve imanın hikmet düzeni üzere ne büyük meyveler vereceği ve imanın esaslarından olan öldükten sonra dirilme ve hayat vermenin bütün çeşitleriyle mümkün ve meydana geleceği, hayatın yürümesinin bununla mümkün olduğu, ebedî hayatın da bununla olacağı ve her dirilmede ikinci hayat, birincinin meyvelerini taşıyacağından, sonsuz gelecekte ahiret mutluluğu hayatı, dünyadaki kazançların Allah'ın hikmeti ile, onun sonucu, meyveleri gibi ortaya çıkıp gideceği ve dolayısıyla dirilme gününde, ancak ilâhî izzet hakim olurken, insanların birinci hayatta din konusu olan kendi istekleri ile yaptıkları fiilleri de hikmet gereği, daha önce geçen normal sebeblerden olacağı ve herhalde insanlar için ahiret sebepler âlemi değil, sırf bir neticeler âlemi olabileceğinden, onların ahirete, ahirette değil, ancak dünyada Allah'ın emri ile hükmedebilecekleri ve bunun için, "Ne alışverişin ne dostluğun, ne de iltimasın söz konusu olmadığı.[14]" özelliğinde olan o dirilme günü gelmeden, isteğinizle o sağlam kulpa yapışıp Allah yolunda "infak" (harcama) ve mücahede (cihad) ile Allah'a dönenlerin Allah'ın dostluğu ile karanlıklardan ışığa, kesin ölümden ebedî hayata nasıl geçecekleri ve bunları yapmayıp tağutların ellerine düşenlerin nefislerine pek büyük bir zulüm yapmış olacakları öteden beri, Hakk'ın delilleriyle hem haber verilmiş, hem ispat edilmiş, hem de bu hikâyelerle akıllılar tam anlamı ile aydınlatılmışlardır. İlâhî Kürsiden ortaya çıkan, din ve imanın niteliğini ve meyvelerini açıklayan ve aydınlığa kavuşturan bu kesin deliller yukardaki, "Ey müminler, ne alışverişin ne dostluğun ve ne de iltimasın söz konusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın.[15]" âyetinin hükmî sebebleri ile açıklamasından başka daha yukardaki hükümlerin ve özellikle, "Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da o borcu ona kat kat fazlasıyla öder.[16]" âyetindeki bildirinin ve ilâhî sözün ezelî ve ebedî kesin güvencesini de kapsadığından, bu açıklamanın ona bağlı olduğunu göstermek için azîz ve hakîm olan Allah hayat vermenin nasıllığının ardından hikmet gereği bu borç vermenin ve harcamanın elde edilecek kazanç ve artışının nasıl olacağını ve kabul olmasının şartlarını da açıklamak için buyuruyor ki:”[17]
Mevdudi diyor ki: "Yani, "Tecrübeyle elde edilen kesin bir kanaata sahip olmak istiyorum." Bazıları yukardaki iki doğaüstü olay için çok garip yorumlar yapmışlardır. Fakat bu tür ayrıntılı ve uzak tefsirleri yapmak gereksizdir. Çünkü birinci olaydaki şahsın da belirttiği gibi Allah dilediği her şeyi yapmaya kâdirdir. Bunun yanısıra, Allah'ın peygamberleriyle olan ilişkisi çok olağanüstü bir yapıdadır. Sıradan bir mümin görevlerini yapmak için gerçekliği (reality) kendi gözleriyle görmeye ihtiyaç duymayabilir. Fakat bir peygamber, insanları çağıracağı gerçeklikleri kendi gözleriyle görmelidir ki görevini yapabilsin. Peygamberler tam bir gönül rahatlığı ile, kendilerinden emin bir şekilde: "Sizin sadece tahmin yürütebildiğiniz gerçeklikleri, biz gözlerimizle gördük. Siz cahilsiniz, fakat biz biliyoruz; siz körsünüz, biz görüyoruz" diyebilmelidirler. Onlara meleklerin insan şeklinde gelip görünmesinin nedeni de budur. Onlara göklerin ve yerin işleyiş sistemi, Cennet, Cehennem ve öldükten sonra dirilme, apaçık gösterilmiştir. Her ne kadar peygamberler, peygamber olarak tayin edilmeden önce de bunların tümüne inanıyorlarsa da peygamberliğin özelliği ve özel bir göreve tayin edilmeleri nedeniyle bu gerçeklikleri gözleriyle müşahade etmeleri gerekiyordu[18].”[19] Seyyid Kutub diyor ki: “Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir. Burada Allah'ın yaratma sanatının içyüzünü yakından görmeye yönelik bir arzu karşısındayız. Bu arzu içli, yumuşak huylu, mümin, hoşnut, Allah karşısında çekingen, ibadete düşkün, Allah'ın yakını ve dostu Hz. İbrahim'den geliyor. Hz. İbrahim'in dile getirdiği bu arzu, Allah'ın yaratma sanatının esrarını görme beklentisine ve özlemine ilişkin olarak Allah'ın önde gelen kullarının bile kalplerinde ne gibi çırpıntılar meydana geldiğini ortaya koyar! Bu arzunun, imanın varlığı, sarsılmazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı ile ilgisi yok. İman için delil ya da güçlendirici arayışı da değil sözkonusu olan. Bu arzu başka bir şey, değişik bir hazzı içeriyor. Bu arzu ilâhî sırrın mahiyetine,oluş ve gerçekleşme anında tanık olmaya ilişkin bir ruhi özlemdir. Bu fiilî deneyin insan ruhunda uyandırdığı haz, görmeden inanmanın meydana getirdiği hazdan farklıdır. Sözkonusu olan kişi Allah'ın dostu, İbrahim bile olsa bu böyledir. O İbrahim ki Rabbine soru yöneltiyor ve Allah da kendisine cevap veriyor. Bundan öte bir iman ya da iman delili düşünülemez. Fakat Hz. İbrahim, kudret elini çalışma, işleme anında görmek istedi. Bu içli-dışlılığın vereceği hazzı tadarak doyumuna kavuşmak, havasını solumak, onunla içiçe yaşamak diledi. Bu O'nun daha ötesi olmayan imanından başka birşeydir. Ayetin anlattığı deney ve o arada geçen karşılıklı konuşmalar, bu hazların merak ve beklentisi ile çarpan kalpte -Hz. İbrahim'in kalbinde-, bu imana ilişkin hazların çok sayıda olduklarını ortaya koyuyor. Tekrarlıyoruz: "Hani İbrahim `Rabb'im, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dedi. Allah `Yoksa buna inanmıyor musun?' deyince `Tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum' dedi." Yüce Allah'ın kudret elini işler durumda görmek isteyen ruhun doyumu, perde gerisi sırrın açığa çıkarken ve belirirken duyacağı hazzı duyumsama dürtüsü dile geliyor. Yüce Allah bu has kulunun ve dostunun inanmışlığını biliyordu. Buna göre O'ndan gelen soru açıklama, belirtme,fırsat sağlama, özlemini tanımlama ve ilân imkânı verme amaçlıdır. Bunların da ötesinde kerem sahibi, sevgili ve merhametli olan Allah ile duygulu, tatlı iyi huylu ve Rabbine bağlı Hz. İbrahim arasında bir cilveleşmedir! Yüce Allah Hz. İbrahim'in kalbinden gelen bu özlemi ve beklentiyi olumlu karşılayarak kendisine bu konuda aracısız, kişisel bir deney yapma imkânım sundu: "Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir." Yüce Allah, Hz. İbrahim'e dört kuş seçmesini, bunları önüne koyup yakından incelemesini, daha sonra onları kolayca tanıyabilmesi için nişanlarım ve özelliklerini iyice bellemesini, arkasından kesip vücutlarını parçalamasını ve parçaların herbirini çevredeki dağların biri üzerine atmasını, bir süre sonra da bu kuşları çağırmasını emrediyor. Bu çağrı üzerine kuşların parçalanıp dağıtılmış organları biraraya gelecek, tekrar vücutlarına can verilecek ve koşa koşa Hz. İbrahim'e geleceklerdi. Tabii ki böyle de oldu. Hz. İbrahim, bu ilâhi sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Bu sır her. an meydana gelen bir olgu. Yalnız insanlar, onun gerçekleştikten sonraki belirtilerini, sonuçlarını görebiliyorlar. Bu sır, can verme, hayat bağışlama sırrıdır. O hayat ki, ilk başta, hiç yokken meydana geldi ve her yeni canlı ile birlikte oluşumu sayısız defalar tekrarlanmaktadır. Hz. İbrahim, işte sırrın gözleri önünde meydana gelişini gördü. Canları çıkmış, parçalanmış organları birbirinden uzak yerlere atılmış kuşların vücutlarına yeniden hayat sunuluyor ve koşarak yanına geliyorlar! Peki nasıl? Bu, kavranması, insan kapasitesini aşan bir sırdır. İnsan idraki bunu Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi kimi zaman görür, ya da bütün müminlerin yaptığı gibi ona inanır. Fakat karakteristiğini kavrayamaz, yordamını bilemez. O, Allah'a özgü işlerden biri olup insanlar, Allah'ın bilgisinin sadece O'nun dilediği kadarını kavrayabilirler. Allah, bilgisinin bu kısmının insanlarca kavranmasını dilemedi. Çünkü O, onları aşan bir şey. İnsanların karakteristik yapıları ile bu sırrın karakteristiği çok farklı. Üstelik halifelik görevleri için bu bilgi gerekli de değil. Bu sır, sırf Allah'ı ilgilendiren, sırf O'na özgü bir olgu. Yaratıklarının bilgisi buna erişmez. Eğer ona doğru boyunlarını uzatacak olurlarsa karşılarında saklı sırrın önüne gerilmiş perdeden başka birşey göremezler, harcanan emekler boşa gitmiş olur. Gizlilikleri, gayblerin bilicisi olan Allah'a özgü tekelinde olmasını içlerine sindiremeyenlerin emekleri yani.”[20] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi diyor ki: “Peygambere ve mü’minlere yöneltilmiş üçüncü misal budur. Ve bunda da Allah’ın mü’min kullarına olan dostluğu, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak suretiyle tecelli etmiştir. Hatta sadece Allah’ın kudretinden bir şeyi uzak sanmak veya birşeyin nasıl icad edildiğine ve bunun ne şekilde olacağını görmek isteme gibi hususlarda bile böyledir. İbrahim’in bu isteği asla şüphe etmesinden kaynaklanmış değildir. Nasıl kaynaklanabilir ki? Allah Rasulü: “Bizim şüphe etmeye İbrahim’den fazla daha fazla hakkımız var.” demiştir. Yani şayet İbrahim şüphe etseydi, biz zayıflığımız dolayısıyla buna daha layıktık; ama İbrahim şüphe etmemiştir. Onun bütün isteği diriltme işlemini ve nasıl tamamlandığını görerek imanını güçlendirmekti. Hem Halil İbrahim’e hem de Muhammed’e her iki alemde de salat ve selam olsun. İbn Abbas ve selef ulemasından rivayet edildiğine göre bu dört kuş güvercin, horoz, karga ve tavuktu. Cebel, dağ demektir. Allah-u Teala yeryüzüne denge görevi görsün diye yaratmıştır, pek çok faydaları vardır.”[21] Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki: “Bu ayet-i kerime de Cenab-ı Hakk’ın kudretine, ahiret alemine dair bir başka delildir. İbrahim (a.s.), Cenab-ı Hakk’ın dirilten ve öldüren olduğunu Nemrud’a karşı söylemişti. Onun bu hususta asla şüphesi olamaz. Ancak diriltmenin ne suretle, ne gibi bir keyfiyetle vuku bulacağını bir an evvel gözleriyle görmesini niyaz etmiş oluyordu. Bu olay, insanlık için bir ibret dersidir. Bu kuşları ve benzerlerini başlangıçta böyle hayat sahibi, çeşitli sınıflara, muhtelif özelliklere sahip bir halde yaratmış olan bir Yüce Yaratıcının bunları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadir olacağı da son derece açıktır. Herhalde diriltme ilk yaratmadan daha kolaydır. Kâinatı Yaratanın varlığına inanan bir insan böyle harikulade görülen bir olayın meydana gelmesini inkâr edemez. Artık öyle bir Yüce Yaratıcının bütün emirlerine, yasaklarına göre harekette bulunmak, onun dini uğrunda her türlü fedakarlığı bir nimet telakki etmek, onun yolunda mal ve bedenle hizmette bulunmayı bir selamet vesilesi ve saadet bilmek lazım gelir. İnsan o sayede karanlıklardan kurtulup nura çıkar. İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Allah, bizlere mallarımızı hak yolunda harcamayı, fedakarlıkta bulunmayı emrediyor.”[22] Sonuç: 1) İnsan bilinmeyeni öğrenip kavramaya aşırı isteklidir (meraklıdır). 2) Allah İbrahim’le öylesine dosttur ki, ona kalbinin yatışacağı ve huzur bulacağı ayetlerini (delillerini) göstermiştir. 3) Hesap ve ceza için ölmüşlerin diriltileceği ikinci hayat (ahiret hayatı) inancı böylece sabit olmuştur. Zira İbrahim’in Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini kuşlarda görmesi, Allah’ın kullarını kıyamet günü diriltmeye kadir olduğuna en büyük delildir. Ayetler, dirilişi inkâr eden müşriklere bu garip hadise ile gösteriyor ki, sanki o dirilişi görüyormuş oluyorlar. Böylece dirilişi ve ahiret hayatını inkâr eden herkesin aleyhine bir delil olmaktadır.[23] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/260. [2] Abdulvahid Metin, Meal/Tefsir Aynı Ayet. [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/159. [4] Kur’an-ı Kerim: Kaf, 50/42-44. [5] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/160. [6] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9/161. [7] Ahmet Baydar, İbrâhimi Okuyuş, Beyan Yayınları: s.81. [8] Celâleyn Tefsiri, Fatih Enes Kitabevi: 1/78. [9] Buhari, Tefsir: 46. [10] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/306-308. [11] Bakara: 2/258. [12] Hadîd: 57/2. [13] Zümer: 39/67. [14] Bakara: 2/254. [15] Bakara: 2/254. [16] Bakara: 2/245. [17] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/184-189. [18] Ayrıntılı bilgi için bkz. Hud: 11/17, 28. [19] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/179. [20] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/480-482. [21] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 1/330-331. [22] Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri, İpek Yayınları: 1/262-263. [23] Ebu Bekir Cabir el-Cezairi, En Kolay Tefsir, Mektup Yayınları: 1/331. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#164 |
![]() 1. İbrâhim (a.s.)’in Sınavları :
Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır. Dünya, tüm insanlar için bir sınav salonundan; hayat da imtihandan başka bir şey değildir. İnsanlar zaman zaman sıkıntı ve zorluklarla, zaman zaman da rahatlık ve imkânlarla sınanırlar. Sınavı başaran, daha zor sınava alınır, onu da başaran daha da zoruna... Ta ki, doğrularla sahtekârlar belli olsun, başaranlarla elenenler anlaşılsın, yarışmaya devam edeceklerle dökülenler ortaya çıksın. Sınav, hayatla birlikte sona erer. Öteki âlemde ise ödül veya ceza. “O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.[1]” “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.[2]” “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.[3]” Herkes gücünün yettiğinden sorumlu olduğu için, güçlü insanların da sınavı, güçleri nisbetindedir. Devlerin yükü de, sınavı da ağır olur. Peygamberlerin imtihanı, sınavların en zor olanıdır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya müptelâ olanları peygamberlerdir. Sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.”[4] Sahâbelerden Sa’d rivâyet ediyor: “Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların imtihanı en çetin olanı kimdir?’ Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı/imtihanı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar sınava tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.”[5] Bir insan düşünün; başına gelmedik kalmamakta. En zor sınavlarla, en çetin problemlerle denendiği halde en küçük bir sızlanma ve şikâyette bulunmama... İmtihanın biri bitmeden daha zor bir diğeri başlamakta, ama hiç sarsılmadan o hep şükretmekte, sadece Allah’a dayanmakta. Putperest baba ile imtihan, çocuksuzlukla imtihan, sonra evlâttan vazgeçmekle imtihan, en sevdiğini kurban etmekle/fedâ etmekle imtihan, evlâdı dağ başına bırakmakla imtihan... Çevre şartlarının en olumsuzu ile, toplumda tek başına olmakla, ahlâksız ve putperest insanlarla sınav, tâğutların en inkârcılarından biriyle, yaratıcı ve öldürücü bir rab olduğunu iddia eden biriyle, sadistlikte Neron’a örnek olan gaddar Nemrut’la denenme, putperest düzenle sınanma, ateşle imtihan... Fakirlikle imtihan olmaktan çok daha zor olan zenginlikle, malı infak etmekle, misafirlere ikramla imtihan. İnsanlarla imtihan olduğu gibi hayvanlarla da imtihan. Hicretle, yeni vatan arayışlarıyla imtihan. Aile ile, çevre ile, devletle imtihanın her çeşidini tadan ve bütün sınavlardan başarıyla geçen kimsenin dünyada da avans cinsinden ödülü vardır: İmamlık/önderlik. “Bizim şartlarımız başka, ülkenin durumu, yasalar, yasaklar, çevre şartları, konjonktür...” diye bin dereden su getirip kendini temize çıkarmaya çalışanların, “yenim dar, yerim dar” diyenlerin kulakları çınlasın! Ve bu tavrın dünyada avans cinsinden cezası da aynı âyette vurgulanır: “...Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu.[6]" Yâni zâlimlerin önder olmaya hakları yoktur. Allah’ın ahdi, her şartta Allah’ı seçenleredir. İmam/önder, örnek olma liyakatini gösteremeyenler, gerçek imamları, peygamberleri önder ve örnek kabul etmezlerse, kâfirlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacaktır. Bugünkü her çeşit problemin temeli bundan ibarettir. “Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti...[7]” Bu sınavların neler olduğu hakkında müfessirlerin çeşitli yorumları vardır. İbn Kesir bu konuyu şöyle açıklıyor: “Muhammed İbn İshak... İbn Abbas’tan nakleder ki, o şöyle demiştir: Allah’ın Hz. İbrâhim’i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtihanın kelimeleri şunlardır: Allah Teâlâ, İbrâhim’in kavminden ayrılmasını emrettiğinde İbrâhim (a.s.) Allah adına kavminden ayrılmıştı. Sonra Nemrud onu ateşe atıp yakmak istemiş, İbrâhim de Allah uğrunda buna dayanmıştır. Sonra Allah Teâlâ’nın yolunda hicret etmiştir. Yine Allah onu canı ve malıyla imtihan edip konuklar kıssasında anlatıldığı üzere onun durumunu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah, oğlunu kurban etmesini emretmiş, o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu fedâ etmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah yoluna koyulup tüm bu imtihanlarda başarı gösterince, Allah ona “teslim ol/İslâm ol” demiş; o da “ben âlemlerin Rabbına teslim oldum/müslüman oldum” demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı olarak Nemrud’a değil; âlemlerin Rabbine teslim olmuştur.[8] İbrâhim (a.s.), Allah’ın bu çetin sınavlarını en güzel şekilde başarınca Allah da İbrâhim’i insanlara imam/önder kılacağını beyan etmiştir.[9] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Mülk: 67/2. [2] Ankebût: 29/3. [3] Bakara: 2/155. [4] Dârimî: 2/320. [5] Tirmizî: 7/78. [6] Bakara: 2/124. [7] Bakara, 2/124. [8] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/530-531. [9] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları: 2453-2454. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#165 |
![]() 1. İbrahim as.'ın Sınandığı Kelimeler :
Allah’ın, İbrahim’i imtihan ettiği kelimeler hakkında müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların en doğrusu, İbn Abbas’tan rivayet edilen şu görüştür: “Allah’ın İbrahim’i imtihan ettiği ve onun da yerine getirdiği yükümlülükler şunlardır: Kavminden ayrılması emredildiğinde, Allah yolunda onlardan ayrılması, Allah hakkında Nemrud ile mücadelesi, kendisini yakmak için ateşe atmalarına sabretmesi, kavminden ayrılması emredildiğinde vatanını terk etmesi ve oğlu İsmail’i kesmekle imtihan edilmesi.”[1] Şaban Piriş diyor ki: “Bu kelimeler (emirler) otuz tanedir. Bunların ilk onu Tevbe (Beraet), ikinci onu Ahzâb, üçüncü onu ise Mü’minûn surelerinde geçmektedir. Şöyle ki ; Tevbe suresinde geçen on kelime hakkında Allah Celle şöyle buyurur; “Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler (oruç tutanlar veya cihad edenler), rükü edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülüğü nehyedenler, Allah’ın sınırlarını koruyanlar. Sen o müminlere (cenneti) müjdele”[2] Ahzab suresinde geçen ikinci on kelime hakkında Allah şöyle buyurur: "Şüphesiz ki (Allah’a) râm olup boyun eğen erkeklerle iman eden kadınlar, tâat ve ibadete devam eden erkeklerle tâat ve ibadete devam eden kadınlar, sâdık erkeklerle sâdık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazi olan erkeklerle mütevazi olan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veran kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, avret yerlerini koruyan (haramdan) koruyan erkeklerle avret yerlerini (haramdan ) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkeklerle Allah’ı çok zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah mağfiret ve büyük mükafat hazırlamıştır.”[3] Mü’minun suresinde geçen üçüncü on kelime hakkında ise Allah şöyle buyurur : “Namazlarında huşu gösteren, boş (faydasız) şeylerden yüz çeviren, zekâtlarının veren, ırz (namus)’ların koruyan, -ancak karılarına ve cariyelerine yaklaşmaları kınanmayarak bundan istisna edilmiştir. O halde kim bunların ötesine aşmak isterse, şüphe yok ki onlar haddi aşanlardır. -emanetlerine ve ahidlerine riayet eden ve namazlarına devam eden müminler muhakkak felah bulmuşlardır.”[4] Diğer alimler ise bu kelimelerin on hasletten ibaret olduğunu söylüyorlar. Tâvûs ve diğerlerinin İbn Abbas’tan rivayetine göre o şöyle diyor. “Kelimeler on hasletten ibarettir. Bunların beşi başta, diğer beşi de gövdede bulunur. Başta bulunanlar, bıyıkları kısaltmak, ağza su alıp çalkalamak, buruna su çekmek, misvak kullanmak ve saçları ayırarak taramaktır. Gövdede bulunanlar ise tırnakları kesmek, etek tıraşı, koltuk altı traşı, sünnet olmak ve büyük abdest bozduktan sonra def-i hâcet mahallinin yıkamaktır. Ebu Sâlih ile Mücahid’in de içerisinde bulunduğu diğer alimler, bu kelimelerin, hacc menâsiki ile Allah’ın: "Ben seni insanlara imam yapacağım."[5] buyruğundan ibaret olduğunu söylüyorlar. Diğer bir grub alim ise bu kelimelerin yıldızlar, güneş, ay, ateş, hicret ve sünnet olmak gibi altı nesneden ibaret olduğunu söylemişlerdir. El-Hasen, bu hususta diyor ki:"Allah, İbrâhim as.’ı yıldız, güneş ve ayla imtihan edince, o, Rabb’inin ebedi ve daim olduğunu öğrendi de yeri ve gökleri yaratan Allah’a yöneldi, sonra vatanını terk edip hicret etti, oğlunu kurban etmek istedi ve kendisini kendi eliyle sünnet etti."[6] İbn Abbas’a göre, Allah Teala, Tevbe suresi’nin 112. Ayetinde belirtiği dokuz görev ile onu denemişti. Bunlar: Tevbe etmek, ibadet etmek, Allah’a hamdetmek, Allah yolunda seyahat etmek, Rükü etmek, Allah’a boyun eğmek, Secde etmek, İyilği emretmek, kötülüğü yasaklamak, Allah’ın kanunlarını korumak. Bir başka rivayete göre de, bu deneme Ahzab suresinin 35. Ayete ki hususlarla olmuştur. Bunlar: Allah’a teslimiyet, hakiki iman, Allah’ın buyruklarını yerine getirme, sözünde doğruluk ve amelinde sadakat. Allah yolunda sabır ve sebat, Allah’tan korkmak, huşu içinde olmak, Allah yolunda harcamada bulunmak, oruç tutmak, namuslu olmak, namusunu korumak, Allah’ı çok düşünmek, anmak. Yine bu denemenin Mü’minun Suresinin 1-9 ayetinde zikredilen şu konularda olduğu da söylenmiştir. Bunlar: Namazı huşu ile kılmak, faydasız şeylerden yüz çevirmek, zekâtı vermek, mahrem yerlerini korumak, emaneti gözetmek, verdiği sözde durmak, namaza devamda sabit olmak. Diğer alimlerde bu özelliklerin her müslümanın taşıması gereken özellikler olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsi Allah Celle’nin tüm insanları denediği hükümler ve emirlerdir. Bunları yerine getirenler, Allah’ın rızasına kavuşacak ve Cennetine varis olacak kimselerdir.”[7] Bu hususta başka rivayet ve görüşler de mevcuttur. Fakat biz, bu kadarına yer vermeği yeterli gördük. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur: 1/11. [2] Kur’an-ı Kerim: Tevbe, 9/112. [3] Kur’an-ı Kerim: Ahzab, 33/ 35. [4] Kur’an-ı Kerim: Mü’minun, 23/1-9. [5] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/124. [6] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.106, 107. [7] Şaban Piriş, Hz. İbrahim. Denge yayınları: s.59, 60. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#166 |
![]() 1. Allah Celle Tarafından Hz. İbrâhim’in İmtihan Edillip, Bir Takım Kelimelerle Sınanması :
İbn Esir’in nakline göre: “Hz. İbrâhim Allah tarafından Nemrud’la ve kendisini Allah’a yaklaştırmaya faydası dokunacağı yaşa geldikten sonra oğlunu kurban etmek suretiyle imtihan edilmesinden sonra tekrar Allah Celle onu imtihan etteğini haber verdiği bir takım kelimelerle imtihana tabi tutu ve;[1] “Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.”[2] Süleyman Ateş diyor ki;“Allah’ın, bir takım kelimelerle sınadığı İbrâhim’in kendisine emredilenleri yapmak, yasaklananlardan da kaçmak suretiyle bu sınavı başarı ile tamamladığı anlatılmaktadır. Allah Celle, kendisini bu başarısından ötürü takdir edip insanlara imam, yani kendisine uyulan lider yapacağının söylemiştir. Hz. İbrâhim zürriyetinin de lider olmasının dilemiş, fakat yüce Allah, bu sözünün sadece salihleri kapsadığını, zalimler için böyle bir söz vermediğini bildirmiştir.”[3] İkrime’nin rivayet ettiğine göre; İbn Abbâs, “Rabb’i İbrâhim’i bir takımm kelimelerle imtihan etti.” Ayetini açıklarken şöle diyor:"Bu dine ile imtihan edilen İbrâhim’den başka hiçbir kimse bu dini ayakta tutamadı. Bu hususta Allah onun hakkında:"İbrâhim, aldığı emirleri tastamam yerine getirdi."[4] buyurur.”[5] “İbrâhim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!”[6] Süleyman Ateş diyor ki; İbrâhim as.’ın bu duası inanan kimseler için yapılmıştır ama, Yüce Allah, inanmayanları da Dünya nimetlerinden yararlandıracağını, fakat ahirette onları ateş azabına sokacağnı buyurmuştur.[7] “Ey Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur. Şüphesiz ki, Sen çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olan kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet meydana getir. Bize ibadetimizin yollarını göster. Tövbemizi kabul et. Şüphesiz Sen, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edensin. Ey Rabbimiz! Soyumuzdan vücuda getireceğin İslâm ümmetine kendi içlerinden bir Peygamber gönder ki, onlara Sen'in ayetlerini okusun, kitabını, hikmetini öğretsin, onları günahlardan temizlesin. Şüphesiz Sen, her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin.”[8] -------------------------------------------------------------------------------- [1] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.105. [2] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/124. [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.136. [4] Kur’an-ı Kerim: Necim, 37. [5] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.106. [6] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/126. [7] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.9, s.140 [8] Kur’an-ı Kerim: Bakara, 2/127-129. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#167 |
![]() 1. İbrâhim Kıssasında “Tanrı” Kavramı Eksenli Dört Terim “ Rahman, Rab, İlah ve Put ”:
Kur’ân-ı Kerim'in Hazreti İbrâhim'le ilgili kıssalarda yer alan 91 ayetine topluca baktığımızda, Nemrut toplumu hakkında bize çok ilginç ve önemli ipuçları verecek bir başka belirleme daha yapabiliriz. Ayırım yapmaksızın sıralayacak olursak, bu ayetlerde, "tanrı" kavramı eksenli dört kelime/isimle karşılaşırız. Allah, Rahman, rab, ilâh ve put... Bunlardan ilâh ya da ilâhlar sözcüğü yedi yerde geçmektedir. Put kelimesi sekiz yerde kullanılmıştır. Yıldız, ay ve güneş birer kez dile getirilmiştir. Rahman, tek bir ayette anılmaktadır. Ve, Rab adı, bütün ayetlerin çevresinde döndüğü bir eksen durumundadır. Hem Yüce Allah'tan, hem de Nemrut toplumunun tapınmakta olduklarından haber verilirken "Rab" kelimesi ağırlıklı bir biçimde vurgulanarak kullanılmıştır. İkinci husus; gerek Hazreti İbrâhim ve gerekse Nemrut kavmi, putlar için "Rab" kelimesini hiç kullanılmamaktadırlar. Onları anlatmak için kullanılan kelimeler "taptıklarınız" ve "ilahınız/ilahlarınız" biçimindedir ve Nemrut halkı, ancak, gök cisimlerinden söz edildiğinde "rab" kelimesini kullanmaktadır. Üçüncü hususa gelince; Hz. İbrâhim, sürekli bir biçimde "Allah'tan başka taptıklarınız" anlatımını vurgulamakta ve Allah adını devamlı olarak dile getirmektedir. Bu üç husustan çıkarılacak kimi sonuçlar vardır: Nemrut toplumunda putlara tapınılmasına karşın, onlara "rab" gözüyle bakılmamaktadır. Rablık, ancak, gök cisimlerine tanınmaktadır. Toplum, Cahiliye arabı gibi Allah'ın varlığından haberli bir toplumdur. "Allah'ın kendisine hükümranlık verdiği kimse" de Rab sayılmaktadır. Çünkü, Hazreti İbrâhim karşısında kendini böyle tanıtmıştır. [1] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Şamil, İslam Ansiklopedisi, Nemrud Maddesi, c.5. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#168 |
![]() I. BÖLÜM: HANIMI HZ. HÂCER
1. Hz. Hâcer Kimdir ? İbranice’de “Hagar” olarak geçen “Hâcer” kelimesinin anlamı “kaçma, kaçış”tır. Grekçe’de “Agar”, Arapça’da “Âcer” hem de meşhur olduğu “Hâcer” şeklinde yer almaktadır. Arapça olmayan “Âcer”in kökü bilinmemektedir. Hâcer ise “terketmek, hicret etmek; şirkten uzaklaşmak; emsalinden üstün olmak” mânalarına gelen “hecr” köküne ait olabileceği gibi Güney Arabistan’da bir yerleşim merkezi olan Hecer’le de alâkalı olduğu düşünülmektedir.[1] Hz.Hâcer, Fravun'un Sare'ye hediye ettiği cariyesidir. Daha sonra Sâre'nin eşine hediyesi ile Hz.İbrâhim'in eşi ve Hz.İsmail'in annesi olmuştur.[2] Kur’ân-ı Kerim’de kendisinden söz edilmeyen Hâcer Tevrat’a göre Mısırlı bir câriyedir. Tevrat tefsirlerinde ise Hâcer Firavun’un kızı olarak gösterilir. Firavun, sarayında Sâre’ye gösterilen hürmeti görünce, “Kızım başkasının evinde hanımefendi olacağına bu sarayda hizmetçi olsun” diyerek kızı Hacer’i Sâre’ye verir. Hâcer çocuk sahibi olur olmaz, “Hanımefendim aslında dışarıdan göründüğü gibi değildir. Takvâ sahibi imiş gibi görünür, ancak sırf güzelliği bozulmasın diye hamilelikten uzak durmuştur” diyerek gıybetinin yapar. Bunun üzerine Sâre durumu Hz.İbrâhim’e anlatıp onun karşı çıkmasına rağmen hamile olan Hâcer’e ağır köle işleri yaptırır. Hâcer, Sâre’nin baskısı üzerine evden kaçar.[3] M.Asım Köksal diyor ki: “İslâmi Kaynaklarda Hâcer’in Mısırlı ve Kıbt krallarından birinin kızı olduğu belirtilir.[4] Babasının Menfis halkından ve oranın kralı bulunduğu nakledildiği gibi, Hâcer’in Hz.İbrâhim’in Mısır’a varışında iş başında bulunan firavunun câriyelerinden olduğu da rivayet edilmektedir.[5] Onun Ümmülarab’dan veya Yâk denilen köyden yahut Nil yakınındaki Ensına kasabasının bir köyünden olduğu rivayet edilmektedir.[6] Hz.Hâcer’in köyünün Ferema olduğu da, söylenir.[7] Hz.Hâcer, Kıbtî,[8] Mısırlı idi.[9] Kıbtî, Mısırlı demektir.[10] Amr b.Âs, Mısır'ı feth için kuşattığın zaman, Mısırlılara: “Peygamberimiz, Mısırın fethini bize va’d ve Mısırlılarla arada soy ve hısımlık ilişkisi bulunduğundan, kendilerine iyi davranmamızı emir ve tavsiyede bulunmuştu” dedi. Mısırlılar, bu akrabalığın, uzak bir akrabalık olduğunu ileri sürdükten sonra; “Doğru söylüyorsun, sizin ananız, bizim kralımızın kızı ve Menf halkından idi. Kral da, Menf halkının kralı idi.” Aynı Şems halkı, Menfliler üzerine yorüdüler, onları, yendiler ve devletlerine son verdiler. Menf halkını, gurbet illere düşürdüler. Böylece, Hâcer de, babanız İbrahim as.’ın zevcesi ve sizin Ananız olmuş oldu...” diye itirafta bulundular.[11] Hz.Peygamber ahid ve akrabalık bağından Hz.Hâcer’in, Hz.İsmail’i doğurmasını kasdetmiştir.” -------------------------------------------------------------------------------- [1] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432. [2] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.49; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432. [3] Tekvin 16/1,16; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432. [4] Taberi-Tarih c.4, s.228; Süheylî-Ravdulünüf c.1,s.90-91; Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.7, s.98; İbn.Hadun-Tarih c.2, ks.1,s.77; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.14/432. [5] Taberi-Tarih c.1 s.245; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c. 14/432. [6] İbn.Esir-Kâmil c.1 s.102; Yâkut-Mücemülbüldan c.5, s.426; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi: c.14/432. [7] Makrîzî-Hıtat c.1, s.211; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169. [8] İbn.Sa’d-Tabakat c.1, s.48; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169. [9] İbn.İshak, İbn.Hişam c.1, s.48; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169. [10] İbn. Esîr-Nihaye c.4, s.6; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169. [11] Taberi-Tarih c.4, s.228; Suuheylî-Ravdulünüf c.1, s..90-91; Ebülfida-elbidaye vennihaye c.7, s.98; İbn.Haldun-Tarih c.2, ks.1, s.77; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.169. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#169 |
![]() 1. Hz. Hâcer’in, İbrahim as. İle Evlenmesi :
Yüce Allah Hz.İbrâhim'e mal ve servet bolluğu verince, İbrahim as.: “Ey Rabb’im! Benim çocuğum yok. Ben, çok mal ve serveti, ne yapayım?” Demişti. Yüce Allah ona; “Ben, senin çocuklarını da, öyle çoğaltacağım ki, onlar, yıldızların sayısınca, olacaklardır?” diye vahy buyurdu.[1] Mukaddes beldelerde yirmi yıldan beri oturdukları halde, çocukları olmuyor;[2] İbrahim as.’ın yaşı çok ilerlemişti. Fakat, kendisi, salih bir oğul ihsan burması için, Yüce Allah’a yalvarıp duruyordu.[3] Mısır’dan gelişlerinden on yıl sonra idi.[4] Ki, Hz.Sâre, hizmetçisi Hz.Hâcer’i, İbrahim as.’a bağışlayarak “Ben, onun gösterişli bir kadın olduğunu görüyorum. Sen onu, zevceliğe al. Belki, Allah, Sana, ondan bir oğul nasib eder” dedi.[5] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Yâkubi-Tarih c.1, s.25; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168. [2] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1, s.153; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168. [3] Taberi-Tarih c.1, s.126; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168. [4] İbn.Haldun-Tarih c.2 ks.1, s.36; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: s.168. [5] Taberi-Tarih c.1, s.126; Salebi-Arais s.80, İbn.Esir-Kamil c.1, s.102; M.Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları: 168. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#170 |
![]() 1. Hz. Hâcer’in Vefatı :
İsmail as.’ın evliliğinden sonra Hz. Hâcer vefat etmiştir.[1] Hâcer, Mekke'de vefât edince Kâbe'nin ön kısmındaki Hıcr (diğer adıyla Hatîm) adı verilen bölüme defnedilmişti.[2] İslâm geleneğine göre İbrâhim ve Hâcer, Kâbe’nin hicrin’de defnedilmişlerdir ki, bu, peygamberlerin birçokları gibi kendilerine de nasib olmuş bir ayrıcalıktır.[3] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.10, s.297. [2] İbn.Esir-Kâmil c.1, s.101, 105, 125. [3] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi: c.10, s.302. |
|
![]() |
![]() |